Translate

Politik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Politik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Ekim 2022 Cuma

Diktatörlük Dönemlerinde Kişisel Sorumluluk

Her insani faaliyet iki kısımdan oluşur: Liderin yaptığı “başlangıç” kısmı ve çok sayıda insanın katıldığı “icra” kısmı. Ne kadar güçlü olursa olsun hiçbir lider, başka insanların yardımı olmadan başladığı işi iyi ya da kötü sonuna kadar götüremez. Tayin edici olan, liderin niyetlerini gerçekleştirmek için girdiği yolda ona itaat edenlerin olmasıdır.

Diktatörlük döneminde kişisel sorumluluk
Nazi döneminde milyonlarca insanın nasıl olup da rejimin insanlık dışı eylemlerinin bir parçası haline geldiği, sosyal bilimlerin cevabını aradığı en mühim sorulardan biridir. Hannah Arendt, bir çalışmasında* bu sorunun peşine düşer; bir insanın caniyane suçları işleyen bir düzeni hangi saiklerle desteklediğini ve gözünün önünde cereyan eden korkunç işleri nasıl meşrulaştırdığını izah etmeye çalışır.

Arendt, evvela, modern devletlerde her bir bireyin bir “çarkın dişlisi” olarak iş gördüğünü belirtir. Dev gibi bir bürokrasisi ve muazzam bir emir-kumanda zinciri olan devletin içine giren her bir kişi, bu mekanizmayı harekete geçiren ve işleten bir dişli olarak görülür. Burada en hayati husus, her bir dişlinin yerinin doldurulabilir olmasıdır; sistemin yapısında bir değişikliğe gidilmez ama çalışmayan bir dişli sökülüp onun yerine yeni bir dişli takılabilir.

“Soruna bu şekilde yaklaşıldığında, sistemi bir bütün olarak ayakta tutan insanların birey olarak sorumlulukları ancak ikincil dereceden bir önem taşır ve savaş sonrası davalarda sanıkların ‘Ben yapmasam başkası yapacaktı’ biçiminde ifade etmeye çalıştıkları mazeret haksız değildir.” (s. 173)

Ancak Arendt, Kudüs’te izlediği Eichmann Davası’nın kendisini meseleye farklı bir açıdan bakmaya zorladığını söyler. Davaya bakan hâkimlerin “bir duruşma salonunda bir sistem, tarihsel bir eğilim, anti-Semitizm gibi herhangi bir ‘izm’ değil bir insan yargılanır” yaklaşımını paylaşır. İnsanın “bir çarkın dişlisi” olarak değerlendirilmesini safsata olarak niteler. Sanıkların “bunları yapan birey olarak ben değildim, ben çarkın yeri başkasıyla doldurulması mümkün olan basit bir dişlisiydim, benim yerimde kim olsa aynısını yapardı” şeklindeki savunmalarının mahkeme tarafından kabul edilmemesini doğru bulur.

“Ehven-i şer denilerek bazı kötülüklerin sineye çekilmesi bilinçli olarak kötülüğün kendisinin kabul ettirilmesinin bir aracı olarak kullanılabiliyor. Verilebilecek birçok örnekten birisi, Yahudilere yönelik imha politikasıdır. Yahudilerin imhasına başlanmadan önce bir dizi anti-Yahudi önlem alınmıştır. Bu münferit önlemlere, her şeyin berbat olacağı endişesiyle rıza gösterilmiş ve böylelikle sonunda artık daha kötüsünün olamayacağı bir aşamaya ulaşılmıştır. Burada, insanın kendi değerler sistemine tümüyle ters düşen gelişmeleri fark etmek konusunda basiretinin nasıl bağlandığını görüyoruz.”

Yazının Tamamı

12 Mart 2022 Cumartesi

Öncesi ve sonrasıyla 12 Mart Muhtırası

Ertuğrul Günay 

Yarım yüzyıl önce, bugün, Türkiye Cumhuriyeti Genelkurmay Başkanı ile Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri komutanları, parlamentoya ve hükümete karşı ortak imzalı bir ‘muhtıra' yayınladı.

Komutanlar, parlamento ve hükümetin tutumunun ülkeyi anarşi, kardeş kavgası ve ekonomik ve sosyal huzursuzluk içine soktuğunu ileri sürüyor ve buna bir önlem olarak ‘partilerüstü anlayış ve Atatürkçü görüşle, anayasanın öngördüğü reformları ele alacak yeni bir hükümetin’ kurulmasını istiyorlardı. 

Üç maddelik kısa muhtıranın son maddesine göre, “bu husus tahakkuk ettirilmediği takdirde, Türk Silahlı Kuvvetleri idareyi doğrudan doğruya almaya kararlı” idi. 

Muhtıra, öğle ajansında radyolardan okundu. (O zaman Türkiye’de televizyon henüz deneme yayınları yapıyordu). Akşam 17.30’da Başbakan Süleyman Demirel, muhtıranın anayasa ve hukuk devleti kurallarına aykırı olduğunu belirterek görevinden istifa etti. 

Meclis’te sessizlikle karşılanan muhtıranın, parlamentoyu itham eden cümlelerine Başkan Tekin Arıburun Senato’yu açış konuşmasında karşı çıktı. Ancak muhalefetin çoğunluğu muhtırayı destekliyordu. Milli Birlik Grubundan(2) Mucip Ataklı, “Silahlı Kuvvetlerin devrimci isteklerini parlamentonun basiretle değerlendireceğini umduklarını” söyledi. Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS), Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı (TMGT), Türk Hukuk Kurumu, Devrimci Gençlik Federasyonu, Türk İş, Disk muhtırayı olumlu karşılayanlar arasındaydı.

Yazının Tamamı

18 Eylül 2021 Cumartesi

‘En az’ ile ‘en çok’un ötesinde


Siyasal ve toplumsal mücadelelerde başrol üstlenen güçler yürüyüşlerinin belli bir aşamasında kaçınılmazca bir yol seçimi sorunuyla karşı karşıya kalırlar. Tutmaları mümkün birçok yol ve doğrultu vardır ama daha önce hiç o yollardan geçmemişler, varacaklarını düşündükleri yeri de hiç deneyimlememişlerdir. Böyle bir anda geleceği ancak akılla görebilirler. Öyle akılcı kararlar vermeleri gerekir ki, seçilen yol boyunca hem öncüyü takip eden büyük kitlenin moralini, mücadele azmini, zafere inancını ayakta tutabilsinler; hem mücadele alanına en büyük güçle ve en elverişli konumda girebilsinler; hem de karşıt ve rakiplerinin yürüyüşlerini bozarken kendilerini karşı hamlelerden koruyabilsinler.

“Ortak duyu”, halka ve önderlere her zaman ve her şeyde olduğu gibi “en kolay yol”u empoze eder. Doğanın ve toplumun işleyişinden edinilen gündelik yaşam deneyimi milyonlara değişik kalıplar içinde hep bunu söyler. Onlar, “genel çekim yasası”nı hiç duymuş olmasalar da bilirler: “Su akar, yolunu bulur”, “Her çıkışın bir inişi vardır,” “Yükselen her şey düşer…” vb. “Enerjinin sakınımı” ilkesinin bu folklorik yorumu çok basit fiziksel görüngüleri ya da gündelik yaşamda basit insan davranışlarını açıklamakta işe yarar görünür.
Türkçe'de “en kolay yol” diye geldiğimiz bu buluşsallık, Batı dillerine “en az direnç yolu” [“the path of least resistance”] olarak yerleşmiş, fizikten siyasete kadar gücün konu edildiği pek çok durumda dile pelesenk olmuştur.

Ne var ki, olaylar ve süreçler karmaşıklaştıkça, güçler büyüyüp çeşitlendikçe fizikçiler ya da siyasal önderlerin “en kolay yol”dan ya da “en az direnç yolu”ndan bir hakikate varamadıkları ortaya çıkar. Gündelik bilinç, elektrik akımının ya da sınıf mücadelesinin neden “en kolay yol”dan değil de “daha zor” görünen ama tarihsel ya da maddi gerçeklikte mümkün “biricik yol”dan ilerlediğini açıklayamaz olur. 20. yüzyıl başlarında siyasal sınıf mücadelesinin başlıca sorunsallarından biri olan kendiliğindenlik ile bilinç arasındaki ikilik de “en kolay yol” bağlamında bir tartışmanın konusu olmuştu. Sınıf mücadelesinin “en kolay yol”unun kendiliğindenliğe iltica etmekten geçtiğini savunan “işçici” ve “halkçı”lara devrimci sosyalistler şöyle yanıt vermişlerdi: “Bu, ezilenlerin] bilinçsizliğine boyun eğmektir.” Ezilenlere bilinç taşımak, onların öncü kesimlerini aydınlatmak, “aydın”ın bilgisini temellük etmelerine yardımcı olmak yerine, kitlelerin kendiliğinden ekonomik mücadelelerine müracaatla “en kısa yol”u tutanlar, “ortak duyu” gereğince doğru yolda yürüdüklerine kendilerini de inandırmış olabilirler.

Ancak, bu “yol”dan ileriye gidildiği genellikle pek vaki olmaz. Kitleler, “Komünizme karşıdırlar,” kitlelerin “Batıl itikatları vardır,” kitleler “Devletin yenilmezliğine inanır...” Egemen bilinç biçimlerinin kucağında yoğrulan bu kitleselliğin bütün emekçi aksanına karşın egemen sınıfın ideolojik dilini yeniden üretmeksizin edemeyeceğine dair devrimci teorinin 19. yüzyılda ulaştığı çıkarsama 20. yüzyıl devrimlerince yeniden ve yeniden doğrulandı: “Egemen bilinç her zaman egemen sınıfın bilincidir.”
Kendiliğindenliği yüceltenler esasen bir maddi hakikate dayanmıyor sayılmazlar. Kitleler, sömürüye, baskıya, şiddete, haksızlığa elbette kendiliğinden tepki gösterirler. Ancak, bir toplumsal ve politik dönüşüm programına bağlanmış olmayan kendiliğindenliğe tapınarak onu saçmalığa indirgemek de kurtuluş mücadelesi saflarında tepki doğurur. “Bilinç” kutbunda toplananların bir bölümü -bu bilincin bulanıklığı nispetinde- kurtuluşun böylesine sıradanlaştırılmasına ve gündelik bilinçle ikamesine “iradeci” ve “öznelci” bir tepkiyle karşılık vermeksizin edemez. Bu eğilim de uluslararası literatürde -Türkçeye “en çokçu” diye çevirebileceğimiz “maksimalizm” terimiyle anılıyor. Her iki eğilimin de kurtuluş mücadelelerinin henüz doğrultu kazanamadığı ya da nispî duraksama gösterdikleri, büyük baskılar altında tutuldukları, bilinçli kadrolarının kıyıma uğratıldıkları dönemlerde uç verdiğine ve hareketin politik bilinç ve örgütlenme açısından nispeten geri kesimlerinin zihniyetini yansıttığına işaret eden Antonio Gramsci “maksimalizm”i “Marx’ın öğretisinin kaderci ve mekanik bir yorumu” olarak nitelemişti. Gramsci, partisindeki “maksimalist”lerin “oportünist” olmaktan çok “uzlaşmaz” olduklarını kaydetmekle birlikte, onları günbegün taktik mücadelelerle uğraşmaktansa, kollarını kavuşturup nesnel koşulların eninde sonunda kitleleri devrime sürüklemesini beklemeyi siyaset saymakla suçluyordu.

Türkiye’nin demokratik muhalefet güçleri faşizmin kurumsallaşmasını durdurma mücadelesinde gelinen yeni evrede sonuç alıcı yeni bir yol tutmak üzere büyük maddi ve manevi çaba gösteriyor. Bunun için elde hazır bir reçete olmayabilir, ancak, 20. yüzyıl devrimlerinin uluslararası deneyimi, özgürlük mücadelesinin hangi yolları tutmaması gerektiğine ilişkin güçlü bir kılavuzluk sunuyor. Bu deneyime dayanarak matematiksel bir kesinlikle söyleyebiliriz ki, Kürtlerin özgürlük mücadelesinin Türkiye’nin toplumsal ve demokratik muhalefet güçleriyle tarihsel ittifakının ifadesi olan “üçüncü yol”, asla iki “çıkmaz yol”un -“en azcılık” ile “en çokçuluk”un- ortasından değil, ötesinden geçecektir.
Gramsci, 1925’te İtalya’da faşist partinin iktidar yürüyüşüne karşı mücadelenin gereklerini değerlendirirken şuna işaret etmişti: “[Halklarımızın düşmanları] güçlüdür, ellerinde pek çok araç ve ihtiyat kuvvet vardır [...] Onları yenmek için [...] onların cephesindeki her bir çatlaktan yararlanmamız, ne kadar kararsız, ne kadar sallantılı ve ne kadar geçici de olsalar mümkün her müttefiki değerlendirmemiz gerekir [...] Tüm devrim öncesi dönem esasen [...] yeni müttefikler kazanmaya, karşıtımızın saldırısını ve savunma yapılarını dağıtmaya ve ihtiyatlarını tüketmeye yönelik bir taktik etkinlik dönemidir [...]”
Demokratik özgürlük güçlerinin tarihsel ittifakı, faşizmin iktidarını kurumsallaştırma hamlesiyle hesaplaşmanın yeni evresine özgü taktiğini şekillendirmeye zihnini “en azcılık”tan da “en çokçuluk”tan da özgürleştirerek başlamalıdır.

Ertuğrul Kürkçü Yeni Yaşam, 16 Eylül 2021

12 Ocak 2021 Salı

Annesiz Kızlar

MODERN BABALARIN MODERN KIZLARI 

Aksu Bora

Geçmiş, hem kişisel hem de toplumsal tarih, bitmiş ve geride kalmış bir “şey” değildir. Tersine, geçmişin tortusu, bugün de, bizimle birlikte yaşar. Geçmiş, hem kişisel hem de toplumsal tarih, çeşitli biçimlerde kurduğumuz bir anlatıdır. Her anlatı gibi, bazı şeyleri kapsar, başkalarını dışarıda bırakır, kapsadıklarını belirli bir perspektif içinde düzenler. Bu bakımdan, bu “geçmeyen geçmiş”e hep yeniden bakmak, yeniden anlamlandırmak, özellikle de ortak belleğin gerisine itilmiş anılarla yüzleşmek, sağlıklı bireyler ve toplumlar için bir zorunluluktur.

Bireysel boyutta hafıza, psikolog ve psikanalistlerin ilgi alanı olmasının yanı sıra, özellikle sözlü tarih, yaşam öyküsü anlatımı gibi tekniklerin gelişimiyle birlikte, tarihçiler ve sosyal bilimciler için de önemli bir bilgi kaynağı haline gelmiştir. Maurice Halbwacs’ın 1920’li yıllarda yaptığı çalışmalar ve “toplumsal bellek” kavramını ortaya atmasından bu yana ise, bireysel belleğin ne derece bireyin nörolojik yapısı ve kişisel yaşamıyla, ne derece toplumsal ilişkiler ve tarih ile bağlantılı olduğu tartışılmaktadır(Assmann 2001: 38-39). Halbwacs, bireysel belleğin toplumsal koşullara bağlı olduğunu ileri sürer ve “Bu çerçevenin dışında toplumda yaşayan insanların hatıralarını sabitleştirecekleri ve yeniden bulabilecekleri bir başka bellek olmaz” der (akt. Assmann:29). Ona göre, hafıza bireysel toplumsallaşma süreci içinde oluşur. Bu nedenle de toplumsal çevre tarafından belirlenir. Yani, “hafıza da tıpkı dil gibi, iletişimsel süreçlerde, yani hatıraların anlatılması, alımlanması ve sahiplenilmesi yoluyla oluşur” (Sancar 2007:41). Dolayısıyla, birey ancak yaşadığı toplumsal çevrenin ortak hafızası içine yerleştirebildiği, bu anlatı içinde kendine yer bulabilen şeyleri hatırlayabilir. Bu nedenle de bireysel hafıza ile toplumsal olan arasında yakın bir ilişki vardır.

Bu yazıda konu ettiğim anne-kız ilişkisi, bireysel hafıza ile toplumsal olan arasındaki ilişkiyi tartışabilmek için son derece uygun bir araştırma alanıdır; çünkü Türk modernleşmesi kapsamında yaratılan “yeni kadın” idealinin somut kişiler, kadınlar tarafından üstlenilmesi süreci, bir yandan son derece kişisel bir boyut taşırken, aynı zamanda toplumsal ve politik bir olgu olarak da ele alınabilir.
Bu yazıda “Cumhuriyet kızı” imgesinin nasıl bir “babanın kızı” anlatısı içinde kurulduğunu, bu anlatının anneyi ve onun temsil ettiklerini dışarıda bırakmaya dayalı olduğunu göstermeye çalışacağım. “Baba” ve “Anne”nin neleri temsil ettiğini, dolayısıyla da dışarıda bırakılanın ve içerilenin neler olduğunu anlamaya çalışmak, modern eşitlik idealinin kadınlar için kişisel ve toplumsal bedelini de görmemizi kolaylaştıracaktır. Anadil başta olmak üzere “fark”ın geride bırakılarak “ileri”ye, eşitliğe doğru yönelme hem stratejik bir tercih olarak görülebilir, hem de çeşitli ideolojik ve politik araçlarla dayatılmıştır. Böyle bir tercihin nedenlerini anlamaya çalışmak kadar, bedelini de tartmak, günümüzde kadınların eşitliği ve özgürlüğüne ilişkin tartışmalara yeni bir ufuk kazandıracaktır.

Geçmişin Cinsiyeti
Geçmişle hesaplaşma, hatırlama/unutma ikilisini çağırır, bu ikisiyle ilişkilidir. Çünkü Marc Augê’nin “Unutma Biçimleri” isimli kitabında (Augê 1999: 59) dediği gibi, “anılar, tıpkı kıyı çizgisinin deniz tarafından şekillendirilmesi gibi, unutma yoluyla şekillendirilmiştir”. Demek ki, hatırladıklarımız kadar, unuttuklarımız da önemlidir, bugünümüzü kuran bilgiler arasındadır.
Hesaplaşma, “hesabını görme”, “hesap kesme” gibi çağrışımlarıyla, geçmiş travmalarla bir “üstesinden gelme” ilişkisini düşündürür. Özellikle kendi öznelliğimizin yapı taşlarını oluşturan travmalar söz konusu olduğunda, söz konusu ilişkinin üstesinden gelmeden çok, “barışma” boyutunu vurgulamanın önemini hatırlatmak gerekir. Çünkü geçmişle böyle bir bağlamda ilişkilenmenin hedefi, asıl olarak, kişisel ve toplumsal bir sağaltımdır. Böyle bir barışma için, her şeyden önce, kavgalı olunan gerçekliğin doğasını, bizim bu gerçekliğin kurulmasındaki yerimizi ve bu gerçekliğin öznelliğimizin biçimlenmesindeki etkisini görebilmemiz, kabul edebilmemiz gerekir. Bu nedenle, geçmişle ilişkimizin bilinçli olarak simgelenen geçmiş kadar, “içimizde yaşayan geçmiş”i de içeren, kapsamlı bir ilişki olarak yeniden tanımlanması önemlidir.

Türkiye’nin yakın tarihi, çeşitli açılardan bir modernleşme tarihi olarak okunabilir: İmparatorluktan ulus-devlete, tebadan vatandaşa geçiş. Bu geçişin hem sembolik hem de maddi anlamda önemli bir veçhesinin kadın-erkek eşitliğinin desteklenmesi olduğunu biliyoruz. Bu bakımdan, yakın tarihimizle hesaplaşma (ya da barışma) girişimlerinin cinsiyet meselesini kapsam dışı bırakması (ya da “unutması”) pek kolay olmamalıdır. Üstelik, böyle bir “unutma”nın gerekçesi bu konuda yeterli araştırmanın ve çalışmanın yapılmamış olması olamaz, bilindiği gibi, son on-on beş yıl içinde modernleşmenin cinsiyet boyutuna ilişkin çok sayıda önemli çalışma yapılmıştır. Bu çalışmalar, kadın-erkek eşitliği fikrinin ve bu fikrin bir devlet politikası olarak yürürlüğe konmasının modernlik ile bağlantısını ortaya koymuş, “devlet feminizmi”nin kadınlar için ne türden sonuçları olduğunu tartışmıştır.
Yalnızca Osmanlı İmparatorluğu/Türkiye Cumhuriyeti bağlamında değil, “üçüncü dünya milliyetçiliği” diye adlandırılan bağlamda da modernleşme ve aynı zamanda “ulusal karakter”ini koruma ikileminin bir çözümü olarak kadınların ulusun simgeleri olarak kullanıldıkları, yani kadınların aidiyet ve kimlik politikalarında önemli bir araç oldukları gösterilmiştir.
Bu araçsallaştırma, kadınların Tanzimat döneminden itibaren yükselttikleri eşitlik ve hak taleplerinin yeni bir bağlam, Kemalizm bağlamı içinde anlamlandırılmasında kendini göstermiştir. Bu “yeniden anlamlandırma” bir dizi unutuşun ilkini yaratmıştır: Bu topraklarda kadınların verdikleri hak mücadelesinin unutuluşu. Böylece, kadınların eşitliği fikrinin Mustafa Kemal’in zihninde yaratılmış ve yine onun tarafından yürürlüğe konmuş bir fikir olduğu inancı yaygın ve güçlü bir inanç haline gelebilmiştir. Bir başka unutuş, Tanzimat’tan başlayarak modernleşmeci elitlerin düşünce ve eylemlerini belirleyen geleneksel/modern ikiliğinin bir kurgudan ibaret olduğunun unutulmasıdır. “Geleneksel” hanelerin ve bu hanelerde yaşananların cehalet, gerilik, yobazlık ve karanlıkla nitelendirilmesi, dolayısıyla kurgusal bu “gelenek”e kurtulunması gereken bir gerçeklik muamelesi yapılması, bu hanelerin gerçekliğinin de unutulanlar arasına katılmasına yol açmıştır. Ancak çok yakın bir dönemde, Duben ve Behar’ın (1996) çalışması türünden bazı çalışmalarla bu unutuşun tozları silinip gerçekliğe bir başka perspektiften bakma imkanı bulunabilmiştir. Bu unutuş, kadınların hak mücadelelerine ilişkin ilk unutuşu destekleyici niteliktedir: Babanın despotlukla, annenin ise cehalet ve dar kafalılıkla malul olduğu bu hanelerden nasıl bir kadınlık çıkabilirdi ki?

Türk Modernleşmesinde Hatırlananlar ve Unutulanlar
Nükhet Sirman (2002), Tanzimatla gelen büyük değişimin yarattığı yeni bürokratik yapıların nasıl bir yeni orta sınıfın doğuşuna yol açtığını anlatırken, iktidarın yeniden bölüşüm mekanizması içinde yer alamayan genç erkeklerin kendilerine yeni söz söyleme alanları bulduklarını, bu alanların gazeteler, romanlar, sahne oyunları, yeni edebi tarzlar olduğunu söyler. “İktidarla evler iç içe geçtiği için ortada kalanlar, bir yandan farklı ev kurma biçimlerini tahayyül etmeye girişmişler, diğer yandan da mülkün halk adı verilmeye başlanan yeni oluşturulmakta olan hayali bir kitleye danışarak yönetilmesini talep etmişlerdir”. Bu erkekler, Türk milliyetçiliğinin kurucuları, modernleşme projesinin sahipleri ve yürütücüleridirler. Despot babanın yönetiminden kurtulup kardeşlik temelinde yeniden bir siyasi örgütlenme yaratacaklardır. Fatmagül Berktay’ın(2003) belirttiği gibi, yenilik, ataerkinin babamerkezli biçiminden kardeşlik merkezli olanına geçiştir. Kardeşlik merkezli bu yeni ataerkide kadınların yeri ne olacaktır? Bu sorunun tek bir yanıtı yoktur. Tek bir yanıt yoktur, çünkü erkeklerin gözlerindeki kadın modelleri tek çeşit değildir, onların bu kadınlarla ilgili duyguları da öyle. Bütün değişim dönemlerinde olduğu gibi, değişimi istemek, ama aynı zamanda onun getireceklerinden korkmak, Türk modernleşmesinin erkek elitlerindeki temel duygu örüntüsünü oluşturur. Arzunun ve korkunun bu bileşimi, kendini edebi metinlerde ve bu metinlerden çıkarak yaygınlaşan kadın tiplerinde gösterir. Fatmagül Berktay’ın belirttiği gibi, “Yeni koşulların zorladığı yeni bir kimlik arayışı içindeki Türk aydını, çevresindeki bildik dünyanın değişiyor olmasının yarattığı yersiz yurtsuzluk duygusuyla ve geleneği temsil eden babanın artık var olmamasından kaynaklanan, gerektiğinde sığınabileceği güvenli bir korunaktan yoksunluğun yol açtığı paranoyayla başetmek durumundadır. Ayaklarının altındaki zemin kayganlaşırken, “tutunduğu dal” ise, Batıdaki modernleşmeci kardeşinin yaptığı gibi, kendi denetiminde bir yeni kadın imgesi yaratmak ve yeni koşullar altında bile değişmeyen bir şeyler olduğunu kanıtlamak üzere eski ataerkil ideolojiyi yeni koşullara uygun biçimde yeniden üretmektir”. Bu yeni kadın imgesi, iki başka imgeyle zıtlık içinde kurulur: Geleneksel kadın ve tango kadın. İlki, modern erkeğin kurtulmaya çalıştığı eski hanenin hem kurbanı hem de sürdürücüsüdür. Bu kadın cehaleti ve dar kafalılığıyla evin çocuklarına hayatı zindan eden babanın destekçisi ve aynı zamanda da kurbanıdır. İkincisi ise, geleneksel kadından farklı olarak eğitimli ve moderndir, yine ondan farklı olarak, bencil ve güvenilmezdir. Yeni kadın, bu ikisinin iyi yanlarını (ilkinin fedakarlığını ve sadakatini, ikincisinin eğitimini ve modernliğini) birleştiren bir kadındır.
Bu kadınla ilgili modern tahayyül, Yeşim Arat’ın “Türkiye’de Modernleşme Projesi ve Kadınlar” başlıklı yazısında (1998) sözünü ettiği 1908 tarihli bir karikatürde gösterilir: Geleceğin Türkiyesi isimli bu karikatürde, modern çok katlı binalar arasında çarşaflı bir kadın, tek kişilik bir uçakla fesli erkeklerin şaşkın ve korkmuş bakışları altında göğe doğru yükselmektedir. Arat, bu karikatürü yorumlarken, buradaki öngörünün Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen’in dünyanın ilk kadın savaş pilotu olmasıyla gerçeğe dönüştüğünü hatırlatır ve “Atatürk’ün de aralarında bulunduğu erkek izleyicilerin saygıyla baktığı, havacı üniforması içindeki Sabiha Gökçen, en azından Türkiye’nin okumuş kentlilerin ortak bilincine kazınmış bir görüntüdür” diye ekler. Bu yanıt, aynı zamanda, “devlet feminizmi” dediğimiz yaklaşımın da temelini oluşturur; Hamide Topçuoğlu’nun veciz ifadesiyle: “Atatürk kadını görevli kılmak yoluyla kurtarmıştı. Kadın meslektaşın karşısında, geleneksel saplantılarından kurtulmamış yarı aydın bir zümre ile cehaletinden sorumlu tutulamayacak olan halk kitleleri bulunsa da, arkasında koskoca bir modern devlet kudreti vardır.” (akt. Durakbaşa 1998:48) Bu görev, yalnızca mesleki çalışma değil, onu da içeren çok geniş bir varoluş alanıydı- yeni kurulan ulusun tarihinin ve bedeninin simgesi olmak.
Anlaşılan o ki, modernleşme projesi içinde kadınlara verilen rol ve yüklenen anlamlar birden fazladır: Kurtarılması gereken kurbanlar, cezalandırılması gereken fettan kadınlar, gurur duyulacak kız evlatlar. “Yeni kadın”ın eş ya da kızkardeş değil de kız evlat oluşu, bu kadının tanımı gereği modern erkeğin eseri olmasındandır. Nitekim, Ayşe Durakbaşa’nın derinlikli analizinde belirttiği gibi, Cumhuriyet kızı denilen modern kadın, Kemalist erkeklerin mükemmeliyetçi eğitiminden geçmiş, bu babaların kızlarıdır.
“Kemalist aile reisleri bir yandan aile şerefleri konusunda son derece titizdirler, ailedeki kadınların giyim ve davranışlarının geleneksel cinsel ahlak kurallarını gözetmesini isterler; bir yandan özellikle kızlarının modern bir eğitim almasını ve iki cinsin birlikte sosyalleştiği, eğlendiği ortamlara kendi karıları ve kızlarıyla katılabilmek, onların bu ortamlara uyum sağlayabilmesini isterler.
Semiha Berksoy’la babasının mektuplaşmasında da görüldüğü gibi, bir bakıma babalarla kızları arasında gizli bir anlaşma vardır.
Genç kadınlar eğitim, meslek ve çalışma hayatına katılma haklarını genellikle babalarının desteğiyle elde etmektedirler; ancak özellikle erkeklerle ilişkilerinde son derece dikkatli davranmak ve kendilerine uygun eşler bulup evlenene kadar cinselliklerini bastırmak zorundadırlar.”
(Durakbaşa 1998:47) Partha Chatterjee’nin (2002) belirttiği gibi, babalarla kızları arasındaki gizli anlaşma, Batılılaşmaya rağmen kültürel kimliğin korunması için stratejik bir araçtır.
Osmanlı/Ortadoğu bağlamı, bu bakımdan özgül bir bileşen de içerir: modernleşmeci erkek elitin kendine bakışının oryantalist perspektifin ışığında kırılmış olması. Bu göz ne görür? Her şeyden önce, oryantalist ressamların, Ingres’in, Delacroix’nun gördüğünü: Sereserpe uzanmış onlara bakan çıplak kadınlar. Gizemli ama ulaşılabilir. Bütün bir coğrafyanın böyle bir arzu nesnesi olarak tasarlanmasına, bir anlamda kadınlaştırılmasına karşı, bu coğrafyanın kadınlarını gizemlerinden arındırıp tayyörlerle zırhlandırmak, yalnızca namus kodlarına ilişkin bir titizlenmeyi değil, aynı zamanda erkekliği yeniden elde etme arzusunu da gösterir. Her ne kadar bu strateji bir eşitlik söylemi içinde uygulanmışsa da, kadınların “açılması” ve eşit yurttaşlar olarak yeniden tanımlanması, sömürgeci fantezilerin anlattığı “Kadın”dan kurtulma arzusunu da içerir. Bu anlamda, Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişin yalnızca iktidarı babadan alan oğulların değil, aynı zamanda “düveli muazzama”ya karşı savaşan askerlerin hikayesi de olduğunu unutmamak gerekir.
Bu arzunun kız evlatlardaki karşılığı nedir? Atatürk’ün “vazifelendirerek kurtardığı” ve “karşısında geleneksel saplantılarından kurtulmamış yarı aydın bir zümre ile cehaletinden sorumlu tutulamayacak halk kitleleri bulunsa da, arkasında koskoca devletin kudreti”ni hisseden kızlar, modern erkeklerin kurtulmayı arzuladıkları bu Kadın hakkında ne hissetmektedirler?
Hem kişisel hem de toplumsal tarihin unutuşlarla şekillendiğini hatırlayarak, bu sorunun yanıtının da “unutulanlar” arasında sayılması gerektiğini söylemeliyiz. Ayşe Durakbaşa ve Aynur İlyasoğlu, modernleşme tarihini kadın anlatıları üzerinden takip edebilmek, bu anlamda, unutulanları hatırlamak amacıyla yaptıkları sözlü tarih çalışmasına ilişkin değerlendirmelerinde (Durakbaşa ve İlyasoğlu 2001), kız evlatların bu unutuşuna dikkat çekiyorlar: “Anlatıların modernleşmeye ilişkin kamusal söylemi izlediği görüşmelerde, annelerin hikayelerinin bastırıldığını, bunun yerine “yeni kadın” denilen kızlarınınkinin geçtiğini fark ettik. En az dört görüşmede (…), kendilerinin modernist görünümlerinde ve kişiliklerinde babalarının ne kadar etkili olduğunu açıkça vurgulamalarına karşın, annelerine ilişkin söyleyecek bir şey bulamadılar”. Annelerine ilişkin söyleyecek bir şey bulamama hali, kamusal söylemin anlatabileceği hikayeler içinde, kadınlarınkine yer olmamasıyla ilişkilidir kanımca.
Aynı zamanda, aralarında Afet İnan ve Sabiha Gökçen’in de bulunduğu bir dizi kızı evlat edinen ama tam da bu kız evlatlar için bir rol modeli olabilecek nitelikteki Latife Hanım’a hayatında yer bulamayan Atatürk’ün simgelediği bir soruna da işaret eder: Anlatabilecek hikayesi olan yetişkin bir kadını sonsuz bir sessizliğe mahkum ederken, her biri babayla teke tek ilişki kuran bir dizi kız evlada yeni bir hikaye yazmak isteğine.

Annesizlik, Çocukluğa Kaçış
Hülya Adak da (2007) 1918-1935 tarihlerinde yazılmış kadın özyaşam öykülerini incelediği ufuk açıcı yazısında, benzer bir unutuştan söz etmektedir: “Cumhuriyetin kuruluş yıllarına, yani 1920 ve 1930’lara odaklanan kadın otobiyografilerinde, (…) özel ve kamusal benlik arasında keskin bir ayrım yapılıyor ve kamusal benlik, özel olan pahasına aşırı derece öne çıkarılıyor”… Bunun anlamı nedir? Her şeyden önce, bize “özel” olan ile “kamusal” olan arasındaki ayrımın çizilmesinde, kadınların bu anlatılarının çok kritik bir yerde durduğunu hatırlatır.
Bahsedilen dönem, yani modern ulusun, devletin ve yaşamın inşa edildiği bu tarih parçası, neyin özel hayat neyin kamusal olduğunun da ayırt edildiği bir zamandır. Ve bu ayrım, modern cinsiyet ilişkileri rejiminin üretiminde temel önemdedir. Hülya Adak, az önce bahsettiğim yazısında, kadınların bu hikayelerde kendilerini çocuksulaştırdıklarını, bu çocuksulaştırmanın stratejik bir yol olarak benimsendiğini anlatır ve ekler: “Bu yalnızca hikayeyi kurgulamanın ya da ataerkil tabuların yetişkin bir kadının anlatısı etrafında oluşturabileceği krizlerle başa çıkmanın bir aracı değildir. Tersine, kendini çocuklaştırma, daimi bir kadınlık durumu olarak çocukluğu içselleştirme eyleminin kendini ifadesidir de”. Kadınların birer yetişkin haline gelebilmeleri, kendilerinden önceki kadın kuşaklarıyla kuracakları süreklilik ilişkisine bağlıdır- kadınlık, her şeyden önce, anneden öğrenilir çünkü. Babası Zeus’un başından zırhını kuşanmış olarak dünyaya fırlayan Athena gibi, varoluşunu babası üzerinden tanımlayan bu kız evlatlar için de geçmiş, bir karanlık ve unutuş alemidir. Bu nedenle bu kızlar için kendilerinden önceki kadın kuşağının hak mücadelesi, unutulmuştur.
Yeni cinsiyet rejiminin kurulmasında bu unutuşun stratejik bir araç haline geldiğine tanıklık ediyoruz. Bu stratejinin can alıcı noktası, “kadın sorunu”nun siyasetin terimleriyle değil, “kültür”ünkilerle ele alınması ve buna bağlı olarak yeni kadınlığın inşasının eski ilişkileri, bu arada eski kadınlık tarzlarını (ve anneyi) karşısına alarak gerçekleştirilmesidir. Yeni kadınlığın kamusal görünümleri yanında, ev de yeniden şekillendirilmiştir; yeni kadının evi, artık annesininkinden farklıdır; kız enstitülü bir kadının ifadesindeki gibi: “Enstitüler ailenin, Türk ailesinin her yerine girdiler. Mutfağa, yatak odasına, banyoya, gardroba, bu gardroplara girdiler. Temizlik, düzenleme, intizam…” (Akşit 2007).
Osmanlı’da feminist dergilerde yayınlanan yazılara rengini veren “hak” kavramı, 1930’lardan sonra tamamen görünmez olmuş, bunun yerini bir “aydınlatma” dili almıştır. İlkinde kurulan hikayede, konuşan özne, “kadınlar” adına ve siyasal bir dille konuşuyordu. İkincisinde ise artık çıkarlardan ve haklardan değil, doğru ve yanlıştan, aydınlık ve karanlıktan söz etmektedir ve konuşan ses bir kadın sesi olsa da, kadınları değil, aydınlanmış bir bakışı, babanın bakışını temsil eder.

Elif Akşit’in Kız Enstitülerinden yetişen kadınların hikayelerini anlattığı kitabındaki sözleri, unutulanların birinci dalga feministlerinden ibaret olmadığını hatırlatıyor. İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış kitle ve bu kitleye yol göstermesi için özenle yetiştirilen kızlara dair kamusal hikayenin Kadın ile birlikte farklılıkları da barındıran koskoca bir “özel alan”ı unutuşun kollarına bırakmaktan başka çareleri olmadığına da işaret ediyor: “Kız enstitüsü mezunlarının doğrudan ve yaygın bir şekilde üyeleri olduğu Cumhuriyet Kızı kategorisi, diğer ilk kuşak kızların sadece geçmişlerine net bir perde çekebildikleri sürece parçası oldukları bir gruptu. Yani ya Balkan milliyetçiliğiyle başlayan ama mübadele sonrası artarak Anadolu’ya gelen ve geçmişlerine ister istemez perde çeken göçmenler, ya da çoğu milliyetçi ekonomik politikalar sonucunda Osmanlı Devleti’nin dünya sistemine dahil olma sürecinde zenginleşen gayrimüslim topluluklarının ayrılmasıyla onların yerlerini alarak yeni kurulan cumhuriyetin seçkin sınıfını oluşturan ailelerin kızlarının mensup oldukları bir grup. (…)
Böylece, bir kuşak sonra Osmanlı İmparatorluğunun karmaşık dil ve etnik yapısı unutulmuş, Türkiye’de bir çok coğrafyada yaşayan farklı bireyler ve topluluklar, kendi geçmişlerini Türkik bir geçmişle doğrudan ilişkilendirebilmeye başlamıştı.”
Bir ulusun kurulması ve bu ulusun tarihinin yazılmasında bazı stratejik seçimler yapılır, dışarıda bırakılacaklar ve içeri alınacaklar, hatırlanacaklar ve unutulacaklar, anlatılacaklar ve susulacaklar… Geçmişle yüzleşme, yalnızca açıkça travmatik olan savaş, göç, soykırım gibi olayları değil, bu seçimleri de içermelidir. Çünkü kadınlar çok iyi bilir ki tarih, erkeklerin görmeyi tercih ettiği türden kahramanlık anlarından ibaret değildir, tersine, gündelik olanın içinde, sıradan insanlar tarafından dokunup durur.
Aynı zamanda, bireysel geçmişle hesaplaşma ile toplumsal olan arasındaki farklılıklar kadar, bence daha da fazla, süreklilikleri görmek gerekir. Çünkü acılar, tek tek her birimizin bedenimize, zihnimize ve kalbimize işlenir, o soyut “toplum”unkine değil.

Sonuç
Cumhuriyet kızlarının hikayesine ve cumhuriyet kızı imgesine “cumhuriyetin kuruluşunda ve modernleşme sürecinde orta sınıf kadınlara verilen rol” gibi bir kalıpla yaklaşmak, öncelikle bu kadınların kendilerine haksızlık olur. Çünkü böyle bir anlatı, onların öznelik kapasitelerini, bu kapasiteyi oluşturan gücü, iradeyi, arzu ve hayalleri, seçimleri yok saymak anlamına gelir. Cumhuriyetin ilk kuşağından kadınlara ilişkin yapılan sözlü tarih çalışmaları son derece sınırlı ve az sayıda da olsa, bize akıllı, azimli, çalışkan ve fedakâr bir kadın kuşağının resmini vermektedir. Aynı zamanda bu genç kadınların bir tür can havliyle tutundukları modern ideallerin onlar tarafından nasıl içselleştirildiği ve deneyimlendiğine ilişkin ipuçlarını da taşıyor. Bu ipuçları, modern kadın idealinin yalnızca bu idealin kurucu kuşağı için değil, sonraki kadın kuşakları için de travmatik vazgeçişler ve unutuşlarla dolu olduğunu gösteriyor. Anadil başta olmak üzere “fark”ın geride bırakılarak ileriye, eşitliğe doğru yönelme, stratejik bir tercih olarak görülebilir ancak bu tercihin bedellerinin hatırlanması, bunlarla yüzleşilmesi ve bugünkü cinsiyet rejiminin kuruluşunda ve yeniden üretiminde unutmanın temel bir bileşen olduğunun altının çizilmesi çok önemli görünüyor.

https://dergipark.org.tr


Kaynakça: Adak H. (2007) “Suffragettes of the empire daughters of the Republic: Women auto/biographers narrate national history (1918-1935)”, New Perspectives on Turkey 36 s.27-51. Akşit E.E. (2007) Kızların Sessizliği, İstanbul: İletişim Yayınları. Arat Y. (1998) “Türkiye’de Modernleşme Projesi ve Kadınlar” Türkiye’de Modernleşme ve Ulusal Kimlik içinde der. Sibel Bozdoğan, Reşat Kasaba. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları. Assmann J. (2001) Kültürel Bellek/ Eski Yüksek Kültürlerde Yazı, Hatırlama ve Politik Kimlik. İstanbul: Ayrıntı Yayınları Auge M. (1999) Unutma Biçimleri, İstanbul: Om Yayınevi. Berktay F. (2003) “Osmanlıdan Cumhuriyete Feminizm” Tarihin Cinsiyeti içinde, ed. Fatmagül Berktay. İstanbul: Metis Yayınları. Chatterjee P. (2002) Ulus ve Parçaları. İstanbul: İletişim Yayınları. Duben A., Behar C. (1996) İstanbul Haneleri- Evlilik, Aile ve Doğurganlık 1880-1940. İstanbul: İletişim Yayınları. Durakbaşa A. (1998) “Cumhuriyet Döneminde Modern Kadın ve Erkek Kimliklerinin Oluşumu: Kemalist Kadın Kimliği ve ‘Münevver Erkekler’”, 75 Yılda Kadın ve Erkekler içinde, ed.Ayşe Berktay Hacımirzaoğlu, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları. Durakbaşa A. ve İlyasoğlu A. (2001) “Formation of Gender Identities in Republican Turkey and Women’s Narratives as Transmitters of ‘Herstory’ of Modernization”, Journal of History 35.1 s.195-203. Sancar M. (2007) Geçmişle Hesaplaşma/Unutma Kültüründen Hatırlama Kültürüne. İstanbul: İletişim Yayınları. Sirman N. (2002) “Kadınların Milliyeti” Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Ansiklopedisi C4 Milliyetçilik içinde, ed. Tanıl Bora. İstanbul: İletişim Yayınları.
Özet Geçmişle hesaplaşma, son yıllarda yaygınlıkla gündeme gelen bir konu olmakla birlikte, geçmişle bu sağaltıcı ilişkilenmenin cinsiyet boyutu genellikle dikkatlerden kaçmaktadır. Oysa, özellikle kişisel hafıza ile toplumsal olan arasındaki ilişkilerin analizini de içerecek bir geçmişe bakış, cinsiyet boyutu hesaba katılmadan yapılamaz. Bu yazıda, Türk Modernleşmesinin yarattığı “Yeni Kadın” idealinin annesizlikle malûl olduğu, annenin temsil ettiği “fark”ın geride bırakılmasının bedelinin ise eşitlik fikrinin ancak erkeklerin/babanın çizdiği normlar çerçevesinde anlaşılır hale gelmesi olduğu ileri sürülmektedir. Anahtar Sözcükler: Hafıza, Toplumsal Cinsiyet, Modernleşme.

Abstract
Girls Without Mothers: Modern Daughters of Modern Fathers
Although questioning the past has widely been on the agenda lately, the gender perspective of this therapeutic connection with the past is often neglected. But one has to recognize that, a retrospective questioning of the past, that encounters the analyses of the relationship between the personal and the collective memories, cannot be actualized without taking the gender dimension into account.
This article expounds that, the ‘new woman’ typology created by modernization invalidates ‘the mother’ and the ‘difference’ that the mother represents. This neglegance in return, leads to an understanding of equality which confines itself into the norms defined by the father only. Key words: Memory, Gender, Modernization

2 Kasım 2020 Pazartesi

Karanlığı Yırtan Ses

Gebze’den bir işçi

Gebze’de binlerce fabrika. Çalışıyor tek bir fabrikaymış gibi. Bir fabrika düşünün, çalışma gün ağarmadan başlar ve gece yarılarına kadar sürer. Gözlerde uyku lütuftur, çocuklar hemen her gece anne babalarının yollarını gözlerken uyuyakalırlar. Bir fabrika düşünün, alın yazısını demir, asit, ateş yazar. Genç işçi kadınlar yirmi ikisinde yaşlanır, genç erkek işçiler evlenme hayallerini karın tokluğuna satarlar.

Hemen hemen tüm işçilerin beli sakat, ciğerleri hasta, yetmezmiş gibi peşimizde korona, preslerde kopan parmaklar, işçi cinayetlerinde yitip giden askıda hayatlar. Bir fabrika düşünün, takvim yaprakları 21. yüzyılı gösterirken hâlâ 18. yüzyıl koşulları sürsün. Bu fabrika çok uzakta değil, hemen yanı başımızda, hepimizin çalıştığı fabrikadır. Bugün ülkenin her bir köşesinde, nerede alın teri, göz nuru, emek varsa orada paraya feda edilmiş işçi hayatları vardır. Hangi fabrikanın iş diye kapısını çalsanız, taşeron sistemiyle, sözleşmeli-geçici işçilikle karşılaşırsınız. Kağıt üzerinde 8 saat gözüken iş günü her fabrikada zorunlu fazla mesailerle yok edilir. İş saati esnek, çalışma düzeni kuralsız ama sömürü mutlak ve esastır. Maaş bordrolarımız her zaman karın tokluğunu yazar, vergiler sırtımızdaki kırbaç gibidir. Bu ülkede işçi cinayetleri, emek sömürüsü serbest, sendikalaşmak, hak aramak suçtur. Bu ülkede adalet dedikleri minareyi çalanların elinde bir kılıf ve mahkeme salonlarındaki adalet patron sınıfı için adalettir. Bakın Soma’ya, Ermenek’e, Torunlar’a, Systemair HSK, Özer Elektrik işçilerine, hak, hukuk, adalet kimden yana?

Üç kuruşluk ekmek parasını kazanmak için her birimiz sarılıyoruz iş diye bir şeylere. Ama patronlar bizim sırtımızdan kazandıklarını daha da çoğaltmak için doymak bilmez bir iştahla abanıyorlar üstümüze. Tek amaçları daha fazla para daha fazla kâr. Sicili bozuk bir avuç parazade dünyanın her yerinde emeğimizi ve canımızı tarumar ederken ne sınır tanıyorlar ne de dur durak biliyorlar.

Unutmak yenilgiyi de kabullenmektir, unutmayacağız. Bu kadar paranın döndüğü, bu kadar kömürün çıktığı madenlerde işçi hayatının hiçe sayıldığını unutmayacağız. Soma’da madenci cesetlerinin köle gibi çıkarıldığını, Soma’lı bir maden işçisinin eşinin “Eşimin cenazesini Kırkağaç’ta aldım. Bana bilgisayar mönitöründen 236 cenaze yüzünü gösterdiler. O yüzleri tek tek görmek zorunda kaldım. Yüzleri karıştıranlar oldu. Hani kurban kesersin de pay edilir ya, bu şekilde teslim edildi bize eşlerimiz. Ben kıyameti yaşadım orada” Siz bilir misiniz ama babası işçi cinayetlerinde ölen çocuklar bilir, o gün büyür insan, öyle birdenbire, büyümek zorunda kalır. Bütün bunları unutmayacağız. Elle tutulur, zerre kadar güneş ışığının sızmadığı bir karanlığa mahkum olmak. Yaşayabilmek için mecbur bırakıldıkları bir zorunlulukla ekmek parası için tüm hayatlarını bir karanlığa mahkum etmek zorunda bırakılanlar, madene inerken her günü sanki ömrünün son günü olan maden işçileri. Unutmayacağız.

Unutmayalım ki Soma-Ermenek maden işçileri, Systemair HSK, Özer Elektrik işçileri direnişleriyle tüm ezilen ve sömürülenleri mücadele birliğine çağırıyorlar. Yarın biz işçi sınıfının tarihinde nasıl bir yer tutacağız? Madende, metalde, inşaatta, petrokimyada, tarlalarda patronlar daha çok kazansın diye canımıza kasteden bu sömürü düzenine, işçi cinayetlerine bilip gördükleri halde seyirci kalıp sustular mı denecek? Ya da “Artık yeter” diyeceğiz. Biz işçiler hep birlikte patronların bitmeyecek sandıkları saltanatlarına vuracağız kara saplı kazmayı. Maden işçilerinin kara saplı kazması diyoruz. Sermaye değil, emek kazansın diye şimdi bize dayatılan açlığa, yoksulluğa, ölüme karşı hep birlikte direnme ve mücadele etme zamanı.

"Evrensel"

18 Ekim 2020 Pazar

"Brecht" İnatçı Yazı


Bertold Brecht

Dünya Savaşı yıllarında İtalya'da
Kaçak askerler sarhoşlar ve hırsızlarla dolu
San Carlo hapishanesinde
Sosyalist bir asker kopya kalemiyle iki sözcük yazdı:
Yaşasın Lenin
Ta tepede, yarı karanlık hücrede, incecik soluk çizgilerle,
Ama devasa harflerle.

Gardiyanlar görünce, bir boyacı yolladılar bir kova kireçle.
Bu tehditkâr çizgilerin üstünü uzun fırçasıyla örttü boyacı.
Ama çizgiler boyunca gidip gelen fırçanın altından
Kireçle yazılmış dev bir yazı çıktı:
Yaşasın Lenin

İkinci bir boyacı geldi, tüm duvarı baştan başa boyadı
Geniş bir fırçayla. Kayboldu böylece yazı
Birkaç saat boyunca.
Ama kuruyunca kireç, yazı tekrar belirdi altından:
Yaşasın Lenin

Gardiyanlar bir duvarcı ustası yolladılar, elinde bir keskiyle
Saatler boyunca kazıdı harfleri teker teker.
İşi bitince duvarın tepesinde artık renksiz,
Ama duvara derin derin oyulmuş duruyordu inatçı yazı:
Yaşasın Lenin

Haydi, artık duvarı yıkın, dedi asker.


Bertold Brecht


15 Eylül 2020 Salı

İslamofobya

Murat Belge - Başlığa koyduğum bu kelime Türkiye’de yeri olan bir tavır anlamı taşıyacak şekilde kullanılmıyor. Başka ülkelerde, Müslüman olmayan ülkelerde, özellikle de “Batılı” ülkelerde görülen, ırkçılığa benzer bir tavır olarak biliniyor. Bunlar büsbütün yanlış şeyler değil, özellikle Batılı ülkelerde görüldüğü doğru (ancak, bir çeşit İslamcılığın Batı’ya ölümüne savaş açtığı da doğru). Ayrım gözetmeyen, toptancı, dolayısıyla yanlış bir ideoloji olduğu da doğru. Ama bu tavrın belirli serpintilerinin Türkiye’de de bulunduğunu görmemiz gerekiyor. Bunu ayakta tutan çevrelerin Batı’dan “İslamofobik” bir muameleyle karşılaştıkları zaman kızıp parladıklarını, böyle davrananı ayıpladıklarını, ama kendilerinin içeride veya dışarıda İslam karşısında benzer tavır aldıkları da görülüyor.

Bir süreden beri devam eden “Yetmez ama evet” kampanyası bunun başlıca göstergelerinden biri. Bu kampanyayı yürütenlerin iddiası “liberal” v.b. sıfatlar taktıkları birileri referanduma “evet” dedikleri için AKP iktidarını pekiştirdi ve halen de ensemizde boza pişiriyor. İddia bu ama gerçek sorunları referandumla sınırlı değil. AKP gibi bir partiye diş gösterme politikası dışında herhangi bir tavır alınmasını hazmedemiyorlar. Bu, AKP üstüne bir inceleme yaparak varılmış bir sonuç değil. Zaten böyle bir incelemeye gerek de görmüyorlar. Hayatın bir olgusuyla karşı karşıyayız: Bu adamlar kötüdür. Nokta.

Kendi hesabıma konuşayım: AKP’nin ve Erdoğan’ın bugün yürüttüğü politika beni şaşırtmıyor. Beni şaşırtan, yaklaşık Gezi Direnişi’ne kadar, bunu yürütmemesi oldu. Herhalde kendini gerçekten “iktidar” olmuş gibi göremiyordu, endişeleri vardı, “takiye” diye bildiğimiz şeyi yaparak zaman kazanmaya karar vermişti. Onun için de, bayağı uzun bir süre, içinde bir “şeriat” özlemi taşıdığını belli etmeden gitti. Gezi’yi kendisine karşı kurulmasını beklediği uluslararası komplo olarak görünce, o zamana kadar eriştiği gücü de hesaplayarak, savaşını başlattı. O noktadan sonra yaptıkları beklenmedik şeyler değil. İdamdan Ayasofya’ya, şeriat ideolojisiyle yetişmiş biri için bilinen şeyler.

Sözünü ettiğim “sol” kesim, kendini solda gören kesim,  2002’de AKP seçimi kazandığı gün, şiddetli bir muhalefet düzenine girmişti. Bayrak mitingleri v.b. ile temel stratejisi askere darbe yolu açmak olan bir muhalefetti bu. 28 Şubat olmuş, Erbakan boyunun ölçüsünü almış, ama şimdi onun devamı yeniden seçim kazanmıştı. Buna kızıp köpürmemek elde değildi. Bunların belini iyice kırmak gerekiyordu. Bu gerilim kapatma davasının açılmasına kadar artarak devam etti. Kapatma kararı alınamadan ve Kanadoğlu hesaplarına rağmen Abdullah Gül sonunda Cumhurbaşkanı olunca dengeler değişmeye başladı. Ergenekon davaları ile darbeci olabilecek çevreler üzerinde baskı kuruldu. Böylece bu sefer Tayyip Erdoğan önderliğinde İslamcı bir diktatörlüğün yolu açıldı, yolun taşları döşenmeye başladı.

Bu “Ergenekon davaları”nı ayrıca ele almak gerekiyor. İşin bir aşamasında bunun için yetkilendirilen Gülenciler’in kendi programlarını uygulamaya başladıkları besbelli, ama ortada fol yok, yumurta yokken icat edilmiş bir cunta hikayesi sözkonusu değildi.

Bir kısa not daha: Bu aşamadan sonra “Bayrak Mitingi” ya da “Ordu Göreve” mitingi yapılmaz oldu. Güç dengesinin değişmeye başlamasının bunda payı olmalı. Buna karşılık, Gezi patlak verdi. Çok bakımdan anlamlı olan bu hareketi başlatanlar “Bayrak Mitingi” yapanlar değildi. Olay başladıktan sonra onlar da geldiler, ama hareketi kendi tekellerine alamadılar. Gezi protestoları boyunca Taksim Meydanı’nda birbirleriyle fazlaca alışverişi olmayan iki grup yer aldı. Bunun böyle olması Tayyip Erdoğan’ın da işine gelmiyordu ve o bu olayın darbe kışkırtmak isteyenler tarafından çıkarıldığına inanmak istedi. Yandaşlarına da böyle inanmalarını telkin etti. Çünkü Erdoğan için kendisine karşı yapılan protestonun “sivil” bir kaynağı olmasına inanmak ciddi bir puan kaybı demekti. Bu işi yapanlar camide bira içen serseriler olmalıydı: çapulcular.

Bunları daha yazacağız. Ben baştaki “İslamofobya” konusuna döneyim. Türkiye’yi en kapsamlı biçimde, en uzun süre meşgul eden, hatta taciz ve tedirgin eden düşünsel sorun (tabii pratiği de var) Batılılaşma sorunu olmuştur. Bugün hala gırtlağımıza kadar bu sorunun içindeyiz. Abdülmecid ve Abdülaziz dönemlerinde Batılılaşmacı bir intelicensiya oluşuyor ve entelektüel dünyanın öncülğünü yapıyordu. Bu fikirden hoşlanmayanlar elbette vardı ama çok uyarlı bir ideolojileri oluşmamıştı. Zaman içinde direnişlerini İslam omurgasına oturttular. 19. yüzyılda Japonya’da da olduğu gibi iki temel görüş biçimlendi: 1) Batılılaşalım; 2) Batılılaşmayalım. Süreç devam ettikçe, özellikle birinci kesim kendi içinde başka “izm”lere bölünmeye başladı. Erken bir zamanda Prens Sabahaddin “liberalizm” demişti. Derken “Türkçülük” çıktı; ardından “Sosyalizm/Komünizm” çıktı. Ama bu ayrımlara rağmen bunlar hepsi “Batı”dan yanaydı. Karşılarında “Batılılaşmayalım” diyenler İslamcı bir “blok” olarak duruyordu.

Dolayısıyla laik olan sağda da öyle fazla İslam düşkünlüğü bulamazsınız. Örneğin AP türü sağcı, MSP tipi sağcıdan hazzetmez, ona güvenmez de. Buna karşılık, milliyetçi/faşist sağla daha kolay anlaşır.

Bu çekişmelerin yeni başladığı zamanlardan beri “pozisyonlar” değişti. Değişim yaratan başlıca “ayraç” demokrasiydi. Demokrat olmadan Batılı olunamayacağı anlaşılınca bir kesim Atatürkçü (Atatürkçülüğün birinci özelliği “Batı”dan yana olmasıdır, diyebiliriz) Batı’yı düşman ilan etti. Gerekçe, Batı’nın “emperyalist” olmasıydı. Turancılar için de Batı’yı reddetmek zor olmadı.

Yani ideolojilerin sıralanmasında İslamcılık ayrımın bir yanında, orayı tek başına doldurarak duruyor. “Tek başına” diyorum, çünkü “İslamcı ideoloji” deyince bu bir hayat tarzını da kapsıyor. Bu da Atatürkçü’nün, liberalin v.b. kabul etmeye hazırlıklı olmadığı bir tarz.

Türkiye’de genel düzenin topluma empoze ettiği ideoloji Kemalizm’dir. Kemalizm’den sosyalizme de, Turancılığa da geçmek görece kolaydır. “Sağ Kemalizm”, “Sol Kemalizm” terimleri bununla ilgili zaten. İslamcılık öyle değil. O “karşı taraf”. Bu koşullarda bu ülkede sosyalist olan kişi en zorlu ideolojik mücadeleyi dine karşı, yani İslamiyet’e karşı veriyor. Bu en ciddi adım olduğu için de, kendini orada bulunca, “İslamofobik” bir tavra kolayca girebiliyor.

Bir zamanlar “Ne Amerika, ne Rusya” diye bağırılırdı. Bizim bu koşullarda da “Ne İslamofaşizm, ne İslamofobya” demek yerinde olur.


11 Eylül 2020 Cuma

Ankara Gar Katliamı 10 Ekim 2015

"Bu Katliam, Neredeyse Her Türlü Koşulu/İklimi Sağlanmış Bir Katliam"
10 Ekim Ankara Katliamı Davası Avukat Komisyonu Üyesi İlke Işık ile Söyleşi

10 Ekim’de siz de miting alanındaydınız. Yaşananlara tanık olmak, olayın kendisine, iddianameye ve dava sürecine bakışınızı da etkilemiş olmalı. Ama önce bir “barış” mitingine neden gerek duyuldu diye sorayım.

Unutuyoruz aslında! 2015’te ne oldu bu memlekette? Biz neler yaşadık? Neyin içinden geçiyorduk? Çözüm süreci olarak adlandırılan ve bir süredir insanların ölmediği dönem sona erdirilmiş, bitirilmişti. Yeniden silahların ve savaşın konuşulduğu, insanların öldüğü bir yere doğru gidiyorduk. Temmuz’da Suruç Katliamı yaşanmıştı. Memleketin dört yanında IŞİD denilen tehlike dolaşıyordu. İşte o noktada, kitle örgütleri ve sendikalar bir miting yaparak “barış talebini” tekrar dillendirmek istedi.

Gelelim o güne.

On binlerce, belki yüz binlerce insan, hayatını “10 Ekim’den Önce” ve “10 Ekim’den Sonra” diye ayırıyor. Sadece orada olanlar değil, gelemeyenler, yetişemeyenler, televizyonlarını açıp bir mitingde katliam olduğunu öğrenenler için de durum bu. Korkunç bir şey!

Patlamalar, on binlerce insanın bir arada olduğu mitingin başında gerçekleşti. Biz ne olduğunu anlamaya çalıştığımız kısa bir ânın ardından herkes gibi bir şeyler yapmaya çalıştık. Ama yapamadık! Yaralılara yardım etmek yerine gaz bombalarıyla, çevik kuvvetle, TOMA, akrep denen araçlarla alana girmek gibi akıl almaz şeyler yapanları gördük, dehşetin devamını yaşadık. Ama çok kıymetli ve hâlâ devam eden bir şeye de tanıklık ettik: O gün orada başlayan dayanışma! Bir patlama olduğunu anlıyorsunuz. Tahmin ettiğinizden çok daha vahim bir tablo… İnsanların öldüğünü, yerde ağır yaralılar olduğunu fark ediyorsunuz. Bir iki dakika bile geçmeden sağ kalanlar, yaralananlara yardım etmeye çalıştı. Bu, kolay tarif edilebilecek bir şey değil! Daha kendinize bile gelemeden yardıma koşuyorsunuz. Benim unutmadığım şeylerden biridir: pankartlar sedye yapıldı. En acil durumdakiler, ses araçları ile hastaneye yetiştirildi. Alandaki sağlıkçılar insanüstü bir çabayla yaralılara müdahale etti. Onlar olmasaydı, belki çok daha fazla arkadaşımızı kaybedecektik. Çok hızlı örgütlenmiş bir dayanışmaydı ve halen devam ediyor. Hukuk alanını takip etmek için de, birbirimizle dayanışarak yaralarımızı sarmak, “yola devam edeceğiz ve hesabını soracağız” demek için de devam ediyor.

Davayı konuşmaya iddianameden başlayalım. Nasıl bir iddianame ile karşı karşıyayız?

Katliamın hemen ardından bir soruşturma başlattılar ama çok kötü bir olay yeri inceleme yaptılar, delilleri toplamadılar. Hatta kararttılar, şüphelilerin kaçmasına izin verdiler.

Savcılık sekiz ay boyunca, “gizlilik kararı verdim bakamazsınız. Siz benim hazırlığımı bekleyin” dedi. Sekiz ay sonra çıkan iddianame, felaket bir iddianameydi. Oysa dava açıldığında Ankara 4. Ağır Ceza Mahkemesi “ülkenin en büyük katliamı” diye ifade etti.

Ülkenin en büyük katliamının iddianamesi, çok kötü hazırlanmış bir soruşturmanın sonucu. Her açıdan baştan savma, yetersiz ve eksik. Çünkü, sadece sanıklarla ilgili kurulmuş bir iddianame: 36 sanığı buluyor, katliamı “bunlar gerçekleştirdi” diyor. Sanıklardan dördü yargılama sırasında tutuklandı, toplam on dokuz kişi tutuklu. Geri kalanlar ise firari!

Yunus Durmaz isimli katliam planlayıcısının evinde ele geçen dijital materyallerle oluşturulmuş, tamamen Yunus Durmaz’ın belgelerine dayanan iddianame, “hangi sanık hangi işi yapmıştır, bu sanıklar arasındaki ilişki nedir, Gaziantep yapılanması kimlerden oluşmaktadır, en tepesindeki kimdir, IŞİD’in Türkiye yapılanması neyin nesidir?” gibi basit sorulara bile yanıt vermiyor. Buna cevap vermediği gibi, “peki bu katliam nasıl gerçekleşti, başka sorumlu var mıdır?” sorularını da içermiyor. Bu kadar ağır sonuçları olan bir katliam için siz sadece “bu sanıkları buldum, bunlardan ibaret bir dava açtım” diyemezsiniz. Bu işi, bu kadar baştan savma yapamazsınız!

Ama yaptılar ve iddianameye, gaz kullanan çevik kuvvet polisi, sağlık önlemlerini yerine getirmeyen il sağlık müdürlüğü yetkilileri dahil, hiçbir kamu görevlisini dahil etmediler. Bize söyledikleri; hiçbir kamu görevlisinin hiçbir sorumluluğu olmadığı idi. Biz ise yargılama boyunca, gerçeğin iddianamedekilerden ibaret olmadığını anlatmaya çalıştık. Avukat dayanışması olarak şu soruları sorduk: Bu sanıkların başka dosyaları var mı? Daha önce suç işlemişler mi? IŞİD ile ne zaman ilişkilenmişler? Bütün bunları bilmemiz lazım! Kim bu Yunus Durmaz? Kim bu Halil İbrahim Durgun? Kim bu bombacıları getiren araca eskortluk eden Yakup Şahin? Bütün bu soruları sormamız gerekiyordu. Savcı hiçbirini sormamıştı.

Sordukça, bu adamların haklarında defalarca dava açıldığını, takip edilen, bilinen kişiler olduklarını görmeye başladık. İlgili dosyaları getirtmek için ciddi bir mücadele yürüttük. Mücadele diyorum, çünkü bu dosyaların çoğunluğu Gaziantep’teydi ve Gaziantep Ağır Ceza Mahkemeleri, dosyaları ısrarla göndermedi. Biz gidip aldık, araştırdık. Çıkan sonuç vahimdi!

Ne vardı dosyaların içinde?

Dosyalar, sanıkların hemen hepsinin 2012’den beri izlendiğini gösteriyor. Daha ortada IŞİD yok, El Kaide var. Yani ta El Kaide döneminden beri izlendikleri, takip edildikleri ve bu örgütlenmeyi ısrarla ve aralıksız sürdürdükleri anlaşılıyor.

IŞİD dosyalarının en önemli isimlerinden biri Yunus Durmaz 2009’da Afganistan’a gidiyor, El Kaide kamplarında eğitim alıyor. Türkiye’ye döndükten sonra hep teknik takip altındaymış demek ki!

Dönüşünde Atatürk Havalimanı’nda yakalanıyor. Fakat birkaç soru sorup bırakıyorlar. Yunus Durmaz, bir kere bile gözaltına alınmamış. Sürekli izlenmiş, varlığı bilinmiş fakat hakkında tek bir gözaltı kararı verilmemiş. Emniyete girmişliği yok. Kimse -usulen de olsa- ifadesini almayı düşünmemiş.

Dosyaya intikal etmeyen bir Mülkiye Müfettişleri Raporu var. İddianameden çok daha fazla şey söyleyen ama dava dosyasına dahil edilmeyen rapor. 

Katliamın hemen arkasından İçişleri Bakanlığı, Ankara Emniyet Müdürlüğü hakkında bir soruşturma başlatıyor. Soruşturma için görevlendirilen üç müfettiş, polis yetkililerinin tek tek ifadesini alıyor. İfadesi alınanlar arasında Ankara emniyet müdürü var, müdür yardımcıları var, güvenlik şube müdürleri var, istihbarat şube müdürleri var, TEM amirleri var. Ayrıca başka sorular da soruyor müfettişler; delilleri istiyor, toplu tabloyu anlatmalarını talep ediyorlar. Bu mitingle ilgili nasıl bir hazırlık ve planlama yaptıklarını, aldıkları ve almadıkları önlemleri öğrenmek istiyorlar. Dokuz klasörlük bir rapor hazırlıyorlar ve sonuç kısmında da “Ankara Emniyet Müdürlüğü yetkilileri hakkında soruşturma açılmalıdır çünkü gereken önlemleri almamışlardır” diyorlar.

Sonra…

Rapor Ankara Valiliği’nin önüne geliyor ve valilik, soruşturma açılmasına gerek görmüyor. Kararın usulen Savcılığa da gitmesi gerekiyor. Dosya Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na gidiyor. Savcı aynı gün Ankara Valiliği’nin kararına katıldığını ifade ediyor. İşte tablo bu!

Sadece Ankara emniyet müdürü, güvenlik şube müdürü, müdür yardımcıları, emniyet müdür yardımcıları, TEM amirlerinin bir kısmı görevlerinden alınıyor. Ama haklarında açılmış tek bir soruşturma ya da dava yok.

Raporda kritik başlıklar neler?

Rapor hızla sonuçlandırılmış ve çok kapsamlı bir rapor. Birkaç noktayı vurguluyor ki, bunlar önemli: 10 Ekim gününe kadar, hatta 10 Ekim günü bile Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne gelmiş altmıştan fazla istihbarat var. Bu istihbarat, ülkenin dört bir yanından geliyor ve ısrarla diyor ki; “bazı kişiler var, bunlar canlı bomba olabilir”. İçlerinde Ankara katliamının bombacısı Yunus Emre Alagöz de var.

IŞİD’in eylem yapabileceği, bir hazırlık içinde olduğuna dair sürekli istihbarat geliyor. Hepsi bir silsile halinde Emniyet Müdürlüğü’ne ulaşıyor. Ama asıl çok çarpıcı bir istihbarat var. Son derece net! Katliamın sadece gününü ve saatini vermemiş ama demiş ki, IŞİD’in miting gibi kalabalık yerlerde birden fazla canlı bomba ile eylem yapabileceğine dair güçlü istihbarat almış bulunuyoruz. Bunun için gereğinin yapılmasını iletiyoruz.

Tarih, 14 Eylül 2015! Yani 10 Ekim’den -neredeyse- bir ay önce. Bu istihbarat neden önemli? Çünkü, kısa bir süre sonra 10 Ekim Barış Mitingi Düzenleme Komitesi, Ankara Valiliği’ne başvuru yapıyor. Düşünün, elinizde böyle bir istihbarat var ve önünüze bir miting başvurusu geliyor. Ama siz bu istihbaratı hiçbir şekilde değerlendirmiyor, tertip komitesine bilgi vermiyorsunuz! Sadece şöyle görüşmeler var; rahat olun biz her şeyi planlıyoruz.

Yanlış anımsamıyorsam, 10 Ekim Mitingi’nden bir ay kadar önce Teröre Karşı Mücadele Yürüyüşü yapılıyor. O dönemin hükümetine yakın sendikaların ve kitle örgütlerinin düzenlediği bir yürüyüş bu. Orada görevlendirilmiş polis sayısı ile 10 Ekim Barış Mitingi için görevlendirilmiş polis sayısını karşılaştırma şansınız oldu mu?

Oldu. Mülkiye müfettişleri, miting planlamasını istemişler ve sormuşlar; kaç polis görevlendirdiniz, nerede görevlendirdiniz, bunların pozisyonu nedir? Ankara Emniyeti de bütün görevli polislerin sayısını vermiş: 2.044… Müfettişler bunun üzerine kıyaslama yapabilmek için diğer mitinglerde görevlendirilen polis sayısını öğrenmek istemişler. Ellerine, Teröre Karşı Mücadele Yürüyüşü’nde görevlendirilen polis sayısı gelmiş. Küsuratı belki yanlış anımsıyorumdur ama 4.046 polis görevlendirilmiş o yürüyüş için.

10 Ekim’dekinin iki katı.

Evet… Bu bize şunu söylüyor; bir ay önce yapılan mitinge göre daha az önlem almışsın! Üstelik 10 Ekim Barış Mitingi, daha önce saydığımız tehditlerin olduğu, olası bir IŞİD saldırısının hedefindeki miting. Bunun tek bir açıklaması olabilir; önlem almak yerine, o canlı bombaların alana girebilmesi için gerekli her koşulu sağlamışsınız.

Bu kadar tehdit altında, bu kadar çok yurttaşın gar meydanına akmasını göze alıyorsanız, hiç kimseyi uyarmıyorsanız, bu mitingin yapılmasına engel olmuyorsanız, devlet olarak gereğini yapmak zorundasınız! Kitleyi, gar noktasında arayabilirlerdi. Daha önceki mitinglerde yapmamışlar, ısrarla bunu söylüyorlar. Ama bu sefer elinizde istihbarat var. Dolayısıyla, IŞİD’in bu mitingde bir şey yapabileceğini öngörmeli ve gar meydanında da arama yapmalıydınız. Kaldı ki, 13 Eylül’deki mitingde toplanma noktasında yapılmış arama! Sadece bu da değil. Bir gece önce yol araması da yapmıyor Ankara Emniyeti. Bunun da hiçbir açıklaması yok. Daha önce yapıyorsun, daha sonra yapıyorsun, ama 9 Ekim gecesini 10 Ekim’e bağlayan aralıkta yol araması yapmıyorsun!

Canlı bombalar Ankara’ya Halil İbrahim Durgun’un kullandığı araba ile geliyor. Yakup Şahin’in kullandığı araç ise önden gidip eskortluk yapıyor. Halil İbrahim Durgun’un arabasında iki canlı bomba var; biri Suriyeli, diğeri ise Suruç bombacısının kardeşi Yunus Emre Alagöz. Bu kişi terör nitelikli kayıp şahıs olarak aranmakta ve kardeşi Suruç’ta kendisini patlatmış. Üstelik Ankara Emniyeti’ne gelmiş bir istihbarat var, Yunus Emre Alagöz’ün de canlı bomba olabileceğine dair. Arabaları kullananlar, yani Halil İbrahim Durgun ve Yakup Şahin çok büyük olasılıkla teknik takipteler. İlaveten Yakup Şahin, yola çıktıktan sonra iki kez polis çevirmesine yakalanıyor. Arabasında uyuşturucu var. Buna rağmen gözaltı yapılmıyor. Halil İbrahim Durgun’un arabasının camları ise -yasak olmasına rağmen- siyah filmle kaplı. O da durdurulmuyor. Bu iki araç hiçbir engelle karşılaşmadan Ankara’ya geliyor. Bombacılar önce bir taksiye, sonra ondan inip bir başkasına binerek Gar’a geliyor. Hiç mi bir MOBESE görüntüsü yok bütün bu olan bitene dair?

Var; olmayan, arama… Tek bir arama yok, tek bir takılma, tek bir engelleme… Sözünü ettiğiniz Ceyhan’daki aramayı, biz mahkemeye sordurduk. “Yakup Şahin böyle bir ifade veriyor, bunu araştırmanız gerek,” dedik. Ceyhan Emniyeti arama yaptığını reddetti. Oysa Yakup Şahin’in ifadesi var. Hatta Halil İbrahim Durgun’a “Çevirmeden nasıl geçtin?” diye soruyor. Durgun’un yanıtı, “Karıştırma o işleri, geçtik bir şekilde,” oluyor.

Savcılığın hiç üzerinde durmadığı önemli noktalardan biri bu! Mahkeme -bizim ısrarımızla- bir kez sordu ama üzerine gitmedi. Koca bir muamma! Biliyoruz ki; Yakup Şahin’in oradaki görevi, olası bir çevirmeye karşı Halil İbrahim Durgun’a haber vermek.

Ceyhan’dan sonra bir daha hiçbir çevirme ile karşılaşmıyorlar. İki araç da Ankara’ya, sabaha karşı Gölbaşı tarafından giriyor. Yakup Şahin kent merkezine kadar gidiyor. Tekrar Gölbaşı’na dönüyor ve Halil İbrahim Durgun’a çevirme olmadığını söylüyor.

Duruşmada ifade veren yaralılar, aileler ve mitinge katılmak üzere Ankara dışından gelenler de tek bir kez bile çevirme ile karşılaşmadıklarını ısrarla vurguladılar. Oysa biliriz, Emniyet, miting katılımcılarını yolda defalarca kez durdurur. Neredeyse gelenekselleşmiş bir uygulamadır bu. Ancak o gün mitinge katılmaya gelen kimsede “üst baş araması, araç araması, kimlik kontrolü yapıldı öyküsü” yok. İnanılmaz bir rahatlıkla Kızılay Meydanı’nı geçerek gelen otobüsler var. Ankara’da Kızılay Meydanı’na otobüs giremez! Zaten bunun dosyada somut belgesi de var. Ankara Emniyet Müdürlüğü yol aramasını 9 Ekim’i 10 Ekim’e bağlayan gece durduruyor. Yol aramalarını neden durdurduklarını sorduk.

Yanıt verildi mi?

Hayır, hiçbir yanıt verilmedi. Suç duyurusunda bulunduk, işleme koymadılar. Mahkemeye -ısrarla- bu polisleri çağırıp dinlemek zorunda olduğunu söyledik. 14 Eylül tarihli istihbaratı gizlediğini söyleyen polis var, “Ben ilgili yerlere iletmedim, gerek duymadım,” diye itiraf ediyor zaten! İstihbaratı gizliyor, yol aramasına engel oluyor. Ankara İstihbarat Şube Müdürü Cihangir Ulusoy’un “Biz IŞİD’in bu mitingde eylem yapacağını hiç düşünmedik,” diye beyanı var. İstihbarat Şube’nin başındasınız ve bunu söylüyorsunuz: “IŞİD bugüne kadar hep HDP kitlesini hedef aldı. Hep HDP’lilerin olduğu yerlere saldırdı. Bu mitingin tertip komitesinde HDP olmadığı için IŞİD’in saldırmayacağını düşündük.” Bu, insan aklıyla alay etmektir!

Diyelim kabul ettik. HDP’nin bu mitinge katılacağına dair beyanatı var. Mahkemede 10 Ekim Barış Mitingi Tertip Komitesi’ni dinlettik. Komite, heyet önünde, Selahattin Demirtaş ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun bu mitinge katılmasını beklediklerini söyledi. Yani Tertip Komitesi toplantılarda bu duruma ilişkin özel önlem alınması gereğini de hatırlatıyor. Kaldı ki, İstihbarat şube müdürü olarak sen böyle bir şey diyemezsin. IŞİD bu mitinge saldırmayacak diye kefil olmuşsan, o zaman korkunç bir suçla karşı karşıyayız demektir!

Türkiye’deki en kıyıcı eylemleri örgütlemiş olan IŞİD hücresi Gaziantep’te. Peki Gaziantep Emniyeti ne yapmış?

IŞİD Gaziantep hücresi bu ülkede beş katliam yaptı. HDP Diyarbakır Mitingi ile başlayan, ne yazık ki Ankara Katliamı’ndan sonra da Gaziantep Düğün Katliamı ile süren tam beş katliamda bu hücrenin imzası var.

Bu işin Gaziantep ayağını konuşmadan, dosyadaki sanıklardan nasıl bahsedebiliriz? Bunların nasıl örgütlendiği sorusuna birilerinin cevap vermesi gerekiyor. Tonlarca amonyum nitrat nasıl temin edilebilir? Bombaların içine yerleştirilen binlerce demir bilye nasıl bu kadar kolay bulunabilir? Katliamdan sonra basılan hücre evlerinden gördük ki, evler birer cephanelik; silah, mermi, canlı bomba yeleği dikmek için kumaşlar, terzi malzemeleri… Belli ki illegal bir hayat sürmüyorlar. Gaziantep’te kimse onlara ne yaptıklarını sormuyor. Son derece rahatlar, serbestçe dolaşıyorlar. Gaziantep onların yeri, onların şehri.

Telefonları dinlenmiyor mu?

Dinleniyor. Emniyet, bu adamların kim olduğunu gayet iyi biliyor. Bizim sanıklardan yola çıkarak bulduğumuz çok şey oldu: Mesela Gaziantep’teki Genç Ensar Derneği… Polisler, derneğe operasyon düzenliyor. “Dernek El Kaide’yi, IŞİD’i örgütlüyor” diyor. Derneğin önünde fizikî takip, fotoğraf çekimleri, telefon dinlemeler… hepsini yapıyorlar.

Genç Ensar Derneği’ne gelenler zaten Yunus Durmaz, Ahmet Güneş, Erman Ekici, Nusret Yılmaz. Bunlar bizim dosyamızdaki isimler; bir kısmı hükümlü, bir kısmı firari ya da ölmüş. Dahası dosyada, bir kroki var; Yunus Durmaz’ın evinin işaretlendiği kroki. Şöyle bilgiler gördük dosyada; “Nusret Yılmaz, şimdi Yunus Durmaz’ın evine örgütsel görüşme yapmak için gidiyor.” Yunus Durmaz’ın evini biliyorsun, bir buçuk yıl boyunca izliyorsun, dinliyorsun… Gözaltına almıyorsun.

O halde biz de şu soruyu sorarız: Bu katliamı Yunus Durmaz örgütlediyse ve sen onu 2014 yılına kadar izlediysen, örgütsel faaliyetini tespit etmiş olmana rağmen yakalamadıysan, aksine katliam planlayıcısının gezmesine izin verdiysen, o zaman buna izin veren Emniyet Genel Müdürlüğü, İçişleri Bakanlığı, Gaziantep Valiliği, Gaziantep Emniyeti, TEM şube müdürleri; hepsi katliamlardan sorumludur.

Mahkeme aşamasında başka bilgilere de ulaştınız mı?

Yargılama 7 Kasım 2016’da başladı. İlk duruşmada sanık ifadeleri alındı. Sanıkların neredeyse hepsi birbirini Genç Ensar’dan tanıyordu. Bu çıktı ortaya. On dokuz tutuklu sanıktan ancak dördü ya da beşi bunu dememiş. Dikkatimizi çekti: Nedir bu Genç Ensar Derneği? Ne zaman kurulmuş, hâlâ faaliyette mi diye soralım, öğrenelim istedik. Dernekler Masası bir soruşturma yürütmüş mü? Dernek kapatılmış mı? Sanıkların sorgularını yapalım, başka suçları da var mı, aranmışlar mı? Haklarında iletişim tespiti kararı var mıdır? Mahkemeler iletişim tespit kararı almışsa, onları isteyelim. Ceyhan Emniyet Müdürlüğü’nün yaptığı çevirme tutanaklarını, hücre evlerinin, depoların civarındaki MOBESE kayıtlarını isteyelim. Bunlar gibi pek çok talep… Savcının araştırma yapmadığı hususlar. İlk taleplerimizden biri, dernekler oldu. Gaziantep Valiliği ve Gaziantep Emniyeti ısrarla bu derneklerin faaliyetlerine ilişkin sorularımıza cevap vermedi. Oysa son derece somut ve kolay bir talepti: Dernek kayıtlarına bakacaksın ve iki tane belge göndereceksin. Sonunda Gaziantep Valiliği, Gaziantep Emniyet Müdürlüğü aracılığı ile bize dedi ki; Genç Ensar Derneği ile ilgili yapılmış hiçbir idari/adli işlem yoktur.

Hiçbir inceleme, hiçbir soruşturma yapılmamış. Bir noktayı daha bildirdiler; dernek bir genel kurul yapmış ve kendisini feshetmiş. Genel kurul tarihi ne? 10 Ekim 2015! İnsan gerçekten dehşete kapılıyor. Katliamı yaptıkları gün, genel kurul düzenleyip “dernek amacına ulaşmıştır, kapatalım” diye mi düşündüler acaba? Büyük final!

Hazırunda imzası olanlardan Ahmet Güneş, bizim dosyamızın firari sanığı. Ahmet Güneş’in orada imzasının olduğunu görünce, mahkemeye bu şahsın o tarihte yakalanıp yakalanmadığını bir kez daha sorduk. Çünkü Ahmet Güneş, Gaziantep örgütlenmesinde Yunus Durmaz kadar önemli bir isim. Lakabı “hoca” ve çok uzun bir süredir IŞİD örgütlenmesinde çalışıyor, Genç Ensar Derneği’nde eğitim veriyor. Ayrıca Suriye’de verdiği silahlı eğitimler de var. İşte bu Ahmet Güneş, Gaziantep’te bir trafik çevirmesine takılıyor. Aracında yapılan aramada, birçok IŞİD malzemesi bulununca gözaltına alınıyor, nöbetçi mahkeme tarafından tutuklanıyor. Yargılama başlıyor. Yargılama devam ederken, çevirme sırasında bulunan dijital materyaller çözümleniyor ve Ahmet Güneş’in bizzat yaptığı bir infazın görüntüsüne ulaşılıyor. O kadar net ki görüntüler! Ama hakkında böylesine önemli belge/delil olan biri, sadece altı ay tutuklu kalıyor ve tahliye ediliyor. Şimdi birilerinin bunu sorması gerekiyor; Ahmet Güneş, neden tahliye edildi? Bizim dosyamızda neden hâlâ firari sanık?

Siz Ahmet Güneş’i yakaladınız ve tahliye ettiniz. Ahmet Güneş tahliye edilmeseydi, muhtemelen bu katliam olmayacaktı. Çünkü Ahmet Güneş bu katliamı planlayan Gaziantep hücresinin beyin takımı içinde olan biri. Bitmedi. Ahmet Güneş’le ilgili ulaştığımız bir başka dosya daha var. 2017’de Hatay’da ele geçirilen canlı bomba yeleklerindeki parmak izleri gibi.   

Bütün bunları öğrenince ne düşüneceğiz?

Bütün bunlar, “öfkeli genç çocuklar” söyleminin sonucu! Hükümetin o dönemki politikasını düşündüğünüzde, hiç kimsenin IŞİD’e terör örgütü demediğini anımsayacaksınız. Özellikle Gaziantep ve Adıyaman’da, IŞİD’e ne bir hâkim dokunabilmiş ne bir savcı iddianame yazabilmiş, ne bir emniyet müdürü üzerine gidebilmiş ne sınırdaki polis mücadele edebilmiş. Çünkü siz IŞİD’e sonsuz müsamaha göstermişsiniz. Sonunda da Gaziantep’ten muazzam bir IŞİD örgütlenmesi çıkmış. Kent IŞİD’lilerin at oynattığı bir yer haline gelmiş.

Kilis’ten İlhami Balı ile ilgili tapeler geldi. Biliyorsunuz ona “bir numara” deniyordu. Oysa bir numara filan değil, sınır sorumlusu. Sınırdaki subaylarla, komutanlarla görüşüyor, “geçemezsin, kafana sıkarım” diyor, kaçakçıları tehdit ediyor, kaçakçılık yapmalarını yasaklıyor. Açık ki, sınırları IŞİD kontrol ediyor.

Canlı bombalar, IŞİD’e katılanlar, mühimmatlar o sınırlardan geçti. Eğer siz sınırların kontrolünü IŞİD’e bıraktıysanız, biz de bu canlı bombaların sınırdan nasıl geçtiğinin hesabını sorarız.

Siz bütün bunları sordukça dava dosyası kaç klasör oldu?

Çok! Elimizde daha günlerce anlatabileceğim kadar belge var. Tablo da hemen hemen ortada iken mahkeme ne yaptı biliyor musunuz? Duruşmayı bitirme eğilimi göstermeye başladı.  

Esas hakkındaki mütalaa da iddianamenin neredeyse aynısı… Farkı; bir sanık -Erman Ekici- için daha fazla ceza istendi. Mahkeme heyeti, karar duruşması için, alelacele 2018 Temmuz sonuna gün verdi ve celseyi Sincan’a gönderdi. Yani 50 duruşma yaptığımız Ankara Adliyesi’nden davayı aldı, Sincan’a götürdü. “Yapmayın, adalet bunu göstermiyor, dosyanın kapsamı bu değil” dememize rağmen…

Karar duruşması yapıldı. Şubat 2019’da da mahkeme gerekçeli kararı açıkladı. Nasıl bir karar yazılmış?

10 Ekim Ankara Katliamı Davası gerekçeli kararı, 872 sayfalık bir metin. İddianame ve savcı mütalaası kopyalanarak hazırlanmış, katliamdaki sorumluluklara, toplanan delillere hiç değinmemiş, kılı kırk yararak bulduğumuz yeni delilleri es geçmiş bir karar… Yetmemiş, sanki hedef de şaşırtılmak istenmiş.

Nasıl?

Ankara 4. Ağır Ceza Mahkemesi, gerekçeli kararında; katliamın, 10 Ekim günü Ankara Garı’nda toplanan emek demokrasi güçlerine değil, devlete ve hatta siyasal iktidara karşı işlenmiş olduğunu söylemiş. Oysa biz başından beri IŞİD’in insanlığa karşı suç işleyen cihatçı barbar bir örgüt olduğunu vurguluyoruz. Ayrıca, yine başından beri devletin, siyasal iktidarın sorumluluğundan söz ediyoruz. Siyasal iktidarın örgüte dair her açıdan sergilediği müsamahalı tutum, sempati dolu açıklamalar, katliamların yarattığı kaos nedeniyle 2015 Kasım seçimlerini kazandıklarını bizzat kendilerinin ilan etmiş olması ve bundan sağlanan fayda… hepsi bilerek es geçilmiş. Devletin sorumluluğu âdeta örtülmek istenmiş kararda. Hüküm, başından beri ısrarla vurguladığımız “insanlığa karşı suç” yerine “anayasal düzeni ihlal” maddesi üzerinden kurulmuş. Oysa biliyoruz ki, IŞİD’in, IŞİD’lilerin, bu dosyadaki sanıkların anayasal düzen ve siyasal iktidarla bir sorunu yok. Tersine bu katliam, barış mitingi için toplanmış ülke muhalefetine karşı gerçekleştirilmiş ve neredeyse her türlü koşulu/iklimi sağlanmış bir katliam!

Şu anda mahkeme firariler yönünden devam ediyor. Dolayısıyla Avukat Dayanışması olarak siz de iz sürmeye devam ediyorsunuz. Bu fasıldan ne umuyorsunuz peki?

Dosyada 16 firari sanık var. Dosya onlar açısından tefrik edildi. Biz firariler açısından devam eden mahkeme sürecinde, devlet yetkililerinin sorumluluğunu daha da yüksek sesle söylemeye devam edeceğiz. Ahmet Güneş’in şu an firari olmasının sorumlusu Gaziantep’tir. İlhami Balı’nın, Edremit Türe’nin firari olmasının nedeni, zamanında gözaltına alınmamış olmalarıdır. Bu adamlar, yarın Türkiye’de yeniden bir işe giriştiklerinde, bunun sorumluluğu, zamanında bunu görmezden gelip önlem almayanlarda olacaktır. Örgütçü olanları belki bilerek yakalamadılar, belki de bilerek ellerinden kaçırdılar.

Firariler açısından dava sürmekteyken hayli tuhaf bir şey oldu; Ankara Adliye'sinde asıl dosyaya ait 9 klasör bulundu.

Doğru, oldukça tuhaf! Bir yıl önce 9 Ekim’de Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, Ankara 4. Ağır Ceza Mahkemesi’ne Terör Suçları Soruşturma Bürosu Soruşturma Savcısı Fatih Şimşek imzasıyla adli yazışma usulüne aykırı olan ilginç bir yazı yazmış. Demiş ki; “09/10/2019 tarihinde Terör Suçları Ön Bürosu’na kimseye haber verilmeden bırakıldığı tespit edilen 9 klasör, 10/10/2015 tarihli GAR Patlaması Olayına ilişkin evraklar olduğu anlaşıldığından yazımız ekinde gönderilmiştir”. Bu 9 klasör katliamın üzerinden dört yıl sonra ortaya çıkıyor; içlerinde mahkemeden, müştekilerden, katılanlardan gizlenen belgeler var.

Evrakın tamamına yakını soruşturmanın ilk dönemine ait. Katliama yol açan bombaların nasıl temin edildiğine ilişkin çok önemli deliller var. Bu önemli! Yakup Şahin, 30 Eylül 2015’te, kendisi gibi katliam sanığı olan Hüseyin Tunç ile Nizip’te tarım ürünleri satan bir işyerine gidiyor. İki bin lira karşılığında “Amonyum Nitrat 33” tanımlı gübreyi satın almak istiyor. Ancak satıcı, alıcıların tedirgin hallerinden şüpheleniyor. Belge düzenlemek gerekçesiyle kimliklerini istiyor. Bunun üzerine, alıcılar acele bir şekilde dükkândan ayrılıyor. Satıcı aynı gün Nizip Emniyeti’ne ihbarda bulunuyor. Nizip Cumhuriyet Savcılığı’nca yürütülen soruşturmada, şüpheli bir şekilde gübre satın almaya çalışan kişinin Yakup Şahin olduğu tespit ediliyor. Nizip Emniyeti TEM Bürosu, 2 Ekim’de tanık ifadelerini alıyor. Aynı gün Gaziantep Emniyet Müdürlüğü İstihbarat Büro Amirliği ile Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’ne bir yazı yazıyor. Yazıda, durumun önemi açıklanıyor, Yakup Şahin hakkında örgütsel bir ilişkisinin olup olmadığına ilişkin araştırmanın yapılarak bilgi verilmesi talep ediliyor. Buraya kadar gayet güzel! Ancak bu yazıdan sonra süreç, bıçak gibi kesiliyor. Mevcut evraktan, bu yazı ile ilgili nasıl bir işlem yapıldığı ya da herhangi bir işlem yapılıp yapılmadığı anlaşılamıyor. Soruşturma derinleştirilmiş miydi, nasıl sonuçlandırılmıştı gibi sorular, aradan dört yıl geçmesine rağmen halen cevaplandırılmış değil. Aynı Yakup Şahin birkaç gün sonra, yine Hüseyin Tunç ile Birecik’ten gübreyi temin ediyor ve Nizip’te kiraladığı örgüt deposuna koyuyor. Eğer en başta soruşturma derinleştirilse, Şahin’in örgütsel ilişkisi açığa çıkarılıp yakalansa ve ifadesine başvurulsaydı; gübre temin edilemeyecek, katliam planı açığa çıkabilecek ve önlenebilecekti. Ama hiçbir şey yapılmamış, Nizip Emniyet Müdürlüğü’nün bu konudaki çabalarına yanıt verilmemiş.

Yakup Şahin Ankara Katliamı’nın kilit ismidir. Bomba yapımında kullanılan amonyum nitratı temin etmiş, canlı bombaların Ankara'ya gelmesini sağlamıştır. Yakup Şahin durdurulabilirdi. Üstelik katliamdan sekiz gün önce durdurulabilirdi. Ama Gaziantep Emniyeti bunu yapmamıştır. Yapmadığı için de Şahin lazım olan gübreyi Birecik'ten temin etmiş, bomba hazırlanmış ve katliam planı hiç aksamadan uygulanmıştır. Katliama nasıl yol verildiği ve sorumlular, somut bir şekilde ortada aslında!  

Siz Gaziantep Emniyet Müdürlüğü yetkilileri hakkında suç duyurusunda bulunulmasını ısrarla talep ederken ve mahkeme de bunları reddederken firari sanıkların bazılarının eşleri Türkiye'ye getirildi.

Evet, sanıkların eşleri ya da çatışmalı dönemde IŞİD kamplarında, bölgelerinde kalan kadınlar ülkeye dönüyor bir bir. Hiçbir sorun yaşamadan geliyorlar. Etkin pişmanlıktan yararlanacağız diyorlar. Bir süre tutuklu kalıp sonra tahliye ediliyorlar. Hatta bazılarının hiç tutuklanmamış olması bile muhtemel.

Bilgi saklayan, samimi hiçbir itirafta bulunmayan, IŞİD’e aktif katılımı olduğu gayet açık olan kadınlar bunlar. Haklarında ceza kararı bile verilmemiş. Öğrendik. Yani IŞİD’lilerin ödüllendirilmeleri bir şekilde devam ediyor. IŞİD tüm dünyada lanetleniyor, insanlığa karşı suçtan, savaş suçundan yargılanıyorken, Türkiye hâlâ onları korumaya, kollamaya devam ediyor.

Kimisinin eşi Türkiye’ye geldi ve bazı firarilerin izi de açığa çıktı. Hangi sanıklar bunlar ve neredelermiş? Türkiye'ye getirilme olasılıkları var mı?

Bu süreçte sık sık sanıkların nerede olduğunu, yakalanmaları konusunda ne gibi çalışmalar yapıldığını sorduk. Çünkü bu konuda bize bilgi veren hiçbir kurum yoktu. Israrlı taleplerimiz neticesinde, Mustafa Delibaşlar ve Cebrail Kaya’nın SDG, Fadile Delibaşlar’ın Roj kamplarında, İlhami Balı’nın ise adı bildirilmeyen bir kampta olduğu tespit edildi.

Bu bilgiler neden şimdiye kadar verilmedi? Biz sormasaydık gönderilecek miydi gibi soruları Ankara 4. Ağır Ceza Mahkemesi’ne sorduk tabii. İlhami Balı’nın bulunduğu kampın neden gizlendiği, hangi kampta bulunduğu konusunda açıklama yapılması gerektiğini de…

İlhami Balı ilginç bir isim. Sınırları uzun süre kontrol etmiş, giriş çıkışları denetlemiş biri. 2016 yılında Ankara’da bir otelde MİT’le bir görüşme yaptığına ilişkin haberler çıktı. O açıdan baktığımızda, bulunduğu kampın adının gizlenmesini manidar buluyoruz.

Hakikat dosyalarda yok! Peki ya adalet? O nasıl sağlanacak?

Şu andaki tutuklulara yüz milyonlarca yıl ceza verseler ya da yirmi kişiyi daha tutuklasalar da buna adalet denemez. Yaşadığımız katliam sadece tutuklu sanıkların becerebileceği türden bir katliam değil. Gaziantep örgütlenmesi olmasa, sınırlar teslim edilmese, Ankara’ya girişte ve alandaki polis önlemi bu kadar yetersiz olmasa, bu katliam kesinlikle gerçekleşmezdi! O yüzden bu katliamda payı/sorumluluğu olan herkesin yargılanması için mücadeleye devam edeceğiz.

Biz kalabalık bir avukat ekibiyiz. Söyleşiye başladığım gibi bitireyim; böyle bir katliamı hem yaşayıp hem izini sürüp hem de hukuki anlamda mücadeleyi sürdürmek zor bir iş! Sadece birkaç kişi olsak, aileler bunca yıldır her duruşmaya ısrarla gelmese, yaşananları kamuoyunun gündeminde tutmak için ısrarla çaba sürdürülmese, yani bu dayanışma olmasa -avukatlar ne yaparsa yapsın- dava süreci çok eksik olurdu. 10 Ekim’in kamuoyu gündeminde hâlâ tartışılmasını sağlayan, bu dayanışma!

İnsan neden adalet ister, neden adalet için uğraşır? Çünkü yola devam etmek istiyorsun. Hayat bir yerinden kırıldı, bir daha asla düzelmeyecek, asla eskisi gibi olmayacak, biliyorsun. Ama ayakta durmak zorundasın. İşte orada adalet arayışı devreye giriyor. Adalet yerine geldiğinde, “evet uğraştım ama değdi” diyebileceksin. Ben ailelerimizin adli tıptaki hallerini hatırlıyorum. Bir de bu günlerine bakıyorum. İnanılmaz direnişleri, birbirlerinden aldıkları güç çok kıymetli ve hepimize örnek olması gereken bir şey! Bu büyük ve muazzam bir güç! Onlar devam ettiği sürece, biz de avukatlar olarak devam edeceğiz.

BİRİKİM