Translate

Felsefe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Felsefe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Kasım 2025 Salı

Anti Dühring

-Friedrich Engels

Engels'in ölümsüz yapıtı olmasaydı, bugün Dühring adını dünyada kaç kişi bilecekti acaba?

Çürütülmüş teorik temeli ve yapıtlarıyla birlikte, Alman sosyalist hareketin bir döneminin bu "yıldızı parlak" kişiliği; şimdi Marksizm karşısında aldığı tarihsel yenilgi ile belleklerimizde yaşıyor.

Anti-Dühring'in önemini anlayabilmek için, yazıldığı siyasal koşulları iyi bilmek gerekiyor.

Bilindiği gibi, Almanya'da devrimci hareketin başlangıç noktası 1848 Devrimidir. Mutlakiyet rejimine son vermek için ayağa kalkan kitleler, burjuvazinin ihaneti ile yenilmişlerdi. Ve artık bundan böyle işçilere karşı varolan cephenin bir kutbunda salt feodalite değil; işçi sınıfına karşı her türden gericilikle birleşmiş olan burjuvazi de açıkça yerini almıştı.

1848 Devriminde işçiler; tıpkı aynı yılın Haziran'ında barikatlarda yiğitçe çarpışıp yenilen Fransız sınıf kardeşleri gibi coşku, kendiliğindencilik ve teorik perspektif yoksunluğu ile yerlerini almışlardı. Kaderleri de, bu yüzden aynı oldu. Komünist Manifesto'nun henüz yeni yayınlanmış olması (Şubat 1848) ve Komünistler Birliği'nin henüz bir kesim üzerinde etkili olması; devrimde proletaryanın kendi bağımsız bayrağını yükseltmesini engellemişti. Alman proletaryasının, henüz, gerçek bir sanayi proletaryası olarak gelişmemişliği, köylü-esnaf konumu da, bu sonuçta önemli bir yer tutuyordu.

1850-1870 yılları arası, Almanya'nın tarımsal bir ülkeden, dünyanın en gelişmiş sanayi ülkelerinden biri durumuna dönüştüğü yıllardır. Bu sınai gelişme, bağrında her türlü baskı ve zorbalığı geliştirerek gerçekleşmiştir. Toplumda proleterleşme süreci yoğunlaşırken; işgünü uzar, ücretler düşer, kadın ve çocuk emeğinin sömürülmesi korkunç boyutlara varır. Buna karşılık sendikalar ve her türden mesleki örgütlenme yasaktır. Prusya mutlakiyetçiliği, 1852 yargılamaları ile Almanya'da komünist örgütlenmeye etkisini yıllarca sürdürecek bir darbe vurmuştur.

23 Mayıs 1863'te Leipzig'de toplanan Alman Emekçileri Genel Birliği, Alman işçi hareketinde bir dönüm noktasıdır. Lassalle önderliğinde kurulan bu parti, sınıfın önüne iki temel hedef koyuyordu: Birincisi tek dereceli ve gizli oyla seçilmiş bir parlamentonun kurulması (ki bu talep, burjuva demokrasisinin sınırlarından taşmayan bir taleptir); ikinci olarak devlet yardımı ile üretim kooperatiflerinin örgütlenmesiydi. Bu talep, açıkça, devleti sınıflar üstü gören oportünist bir görüşü yansıtıyordu. Ayrıca, Parti'de kendisini olağanüstü yetkilerle donatmış olan Lassalle, sınıfın sorunlarını, kendisinin Bismarck ile görüşerek çözeceğini söylüyor, sınıfı kendi örgütlediği yönetici komitenin emrindeki bir sürü gibi düşünüyordu.

Doğaldır ki, işçiler bu partiye sıcak bakmadılar ve Parti süreç içinde büyük üye kaybına uğradı. İşçiler, Lassalle'cı partide değil, kendi oluşturdukları sendika ve derneklerde örgütlendiler.

İşçilerin iteklemesi ve sürece müdahale gereksiniminin artması ile Bebel ve Liebknecht gibi önderler 7-8 Ağustos 1869'da gerçekleştirilen Eisenach Kongresi ile gerçek bir işçi sınıfı partisi yolunda ilk adımı attılar. Lassalle'cı etkilenmelerine karşın, parti programı, Enternasyonal Tüzüğü'nden esinlenerek hazırlanmıştı ve Marx'la Engels bu partinin kuruluşunu olumladılar.

Gitgide gerileyen Lassalle'cı akım, yok oluşunu önleyebilmek için Parti'ye birlik çağrısı yaptılar ve bu temelde 1875 Mayıs'ında Gotha Kongresi toplandı.

Kongre, umulanın aksine, kabul ettiği teorik platformuyla Lassalle'cı görüşün egemenlik kazandığı bir organa dönüştü. Pratiğin cesur savaşçıları ve önderleri, teorik gerilikleri ile Lassalle'cı oportünizme teslim oldular.

Komünistlerin teorik geriliği, her zaman için oportünistlerin eline güçlü bir silah vermiştir. Bu kez de öyle olmuştu. Marx ve Engels, Gotha Programını şiddetle eleştirirler.  Paris Komünü'nün dersleri ışığında proletarya diktatörlüğü ve kapitalizmden komünizme geçiş konularındaki düşüncelerini sistemli bir şekilde ortaya koyarlar.

Teorik ve felsefi yetkinliğin önemi, hemen ardından bir kez daha bütün çıplaklığı ile kendini ortaya koyar. 1876 sonrasında ortaya Eugen Dühring çıkar. Bebel, Liebknecht dahil, birçok önemli önderi peşine takabilecek "yepyeni" ve "bilimsel" (!) teorileri ile sahnede yerini alır.

Bay Dühring, 1865'ten beri Berlin Üniversitesi'nde Privat-Dozent'tir. (Alman Üniversitelerinde kürsü sahibi olmayan öğretim görevlilerine verilen ad.) Başlangıçta burjuva pozitivist formasyonda ve Bismarck'la içli dışlı olan Dühring, beklentileri ve profesör olma umudu gerçekleşmeyince, birden düzenden kopar (!) ve sosyalist olduğunu açıklar. Paris Komünü'ne sahip çıkar. Derslerinde devrimci şairlerin şiirlerini okumaya başlar. Coşkulu ve karizmatik yapısı, kısa zamanda genç aydın çevrelerde olduğu gibi, sosyalist işçi çevrelerinde de etkisini gösterir. "En köktenci bilim adına konuşan" bu "devrimci radikal" kişilik, döneminin önderleri üzerinde hızlı bir çekim merkezi oluşturur. Hegel diyalektiğinin eleştirisi ile başlayan ve ustaca gizlenen oportünist görüşleri, Marx'a sahip çıkar gibi görünür. Marksizmi revize eden ve çarpıtan bir dizi görüşlerin peşpeşe sıralanmasıyla sürer. Dönemin en ünlü işçi sınıfı önderleri olan Bernstein, Most, Fritsche, Bebel ve Liebknecht, onun yapıtlarını "Marx'ın Kapital'inden sonra, yaşadığımız çağın iktisat alanında ürettiği en iyi şeyler arasında" sayarlar. Liebknecht'in yönettiği Parti'nin resm” yayın organı Volksstaat'ın sayfaları, onun gerici ve idealist sosyalizm anlayışının propaganda aygıtına dönüşür.

Marx ve Engels'in uyarılarına rağmen, Parti önderliği, onun görüşlerinin anti-diyalektik ve oportünist özünü kavrayamazlar. "Sol saflarda" bir Dühring hayranlığı bünyeyi sarmalamaktadır.

Dühring'in 1875'e kadar Marx'a sahip çıkar havasında tezgahladığı oportünist görüşleri, 2 Mart 1875'te Volksstaat'ta yayınlanan, Ekonomi Politik ve Sosyalizmin Eleştirel Tarihi adlı yapıtından, Paris Komünü ile ilgili olan kısmında çarpıtarak açıkça Marx'a saldırması ile yeni bir aşamaya girdi. Başta Liebknecht, Marksizme bağlı kesimler, artık yavaş yavaş Engels'in eleştirilerinin haklılığını kavramaya başlamışlar; Dühring'in defterini dürmesi için Engels'e sık sık yazar olmuşlardı.

1876 başında, Dühring'in zararlı etkilerini anlatan birçok mektup Engels'in eline geçince, Engels, sonunda bu "ekşi elma"yı ısırmaya karar verdi. Anti-Dühring'in yazılması iki yıldan fazla bir zaman aldı. Yapıt 1878 Ocak'ından Temmuz'una değin parti yayınında bölüm bölüm yayınlandı. Daha yayınlanmaya başlar başlamaz Dühring'in prestiji sarsılmaya başlamıştı. Böylece, teorinin ve sağlam bir teorik temelin önemi bir kez daha ortaya çıkıyor: Anti-Dühring, partiyi üstün bir teorik bağla yeniden doğru rotasına yöneltiyor, kadroları birbirine bağlıyordu.

Dühring, Carey'i övmek için "Carey, Ekonomi Politik ve Toplumsal Bilimleri Altüst Ediyor" adlı bir yazı kaleme almıştı. Engels, hem buna nazire olsun diye, hem de Dühring'le inceden alay etmek için yapıtına: Bay Eugen Dühring Bilimi Altüst Ediyor adını veriyordu. Ancak bu kez "altüst" etmek "canına okumak" anlamında bir olumsuzlamadır.

Dühring'in metafizik özünü açığa çıkaran bu yapıt, aynı zamanda bilimsel sosyalizmin ilk kapsamlı derlemesi niteliğindedir. Bu yüzden Dühring'e verilen yanıtların çok üzerinde bir teorik ve felsefi niteliğe sahiptir. Lenin, Anti-Dühring'in "felsefe, doğa ve toplum bilimleri alanındaki çok önemli sorunları çözümlediği"ni yazarken, bu noktaya parmak basmaktadır.

Marx, yapıtı konusunda Engels'e elinden gelen yardımı yapar. "Ekonomi Politik" başlıklı ikinci kısmın yazımı esas olarak Marx'ın kaleminden çıkmıştır.

Almanya'nın o günkü teorik ve felsefi düzey düşüklüğünde, Engels'in yapıtına birinci bölüm olarak "Felsefe"yi seçmiş olması ilginç ve düşündürücüdür. Bunu bilerek yapmıştır ve okuyucusunu en zor alandan kavrayarak kendi düzeyine yükseltmek ister. Evren, doğa, düşünce, bilinç ve sınıflar mücadelesi alanlarına materyalist bir ayna tutarak bir yandan felsefenin idealist kabuğunu kırar, onu, diyalektik materyalizmin bir bileşeni olan kendi olması gereken yerine oturtur; diğer yandan da mekanik materyalizmin ve pozitivizmin idealist özünü ortaya çıkarır ve yargılar. Toplumsal gelişme ile düşünsel gelişmenin diyalektik bağını çürütülemez bir şekilde ortaya serer. Dühring ve yandaşlarının kibirli teorileri, Engels'in açık ve anlaşılır anlatım tarzı ile tuzla buz olur.

Evren Şeması, Doğa Felsefesi / Uzay ve Zaman, Organik Dünya, Ahlak ve Hukuk / Ölümsüz Doğruluklar, Ahlak ve Hukuk / Eşitlik, Ahlak ve Hukuk / Özgürlük ve Zorunluluk, Diyalektik / Nicelik ve Nitelik, Diyalektik / Yadsımanın Yadsınması başlıklı "Felsefe" konulu birinci bölümde materyalist felsefenin mükemmel bir anlatımı vardır. Özellikle "Özgürlük ve Zorunluluk" üzerine ortaya koydukları ile bugün de her türden liberal özgürlük anlayışlarının karşısında önemli bir barikat durumundadır.

İkinci kısım, "Ekonomi Politik" başlığını taşır. Konu ve Yöntem, Zor Teorisi I, Zor Teorisi II, Zor Teorisi III, Değer Teorisi, Yalın Emek ve Bileşik Emek, Sermaye ve Artı-Değer I, Sermaye ve Artı-Değer II, Doğal İktisat Yasaları / Toprak Rantı, Eleştirel Tarih Üzerine bölümlerinden oluşur. Kapital'in temel ekseninde Dühring'le tartışan Engels; bir bütün olarak insanlığın sınıf mücadelelerinin tarihine de ışık tutar. Burjuva demokratik devrimlerinin gelişimi, mülkiyet ve paylaşım ilişkilerine değinerek toplumun zorunlu dönüşüm yasalarını işler. Dühring ve Dühringvari küçük burjuva teorisyenlerin aslında kapitalizmin özüne değil, "kötü yönlerine" düşman olduklarını belgeleriyle ortaya koyar.

Üçüncü kısım olan "Sosyalizm"de Tarihsel Bilgiler, Teorik Bilgiler, Üretim, Bölüşüm, Devlet-Aile-Eğitim bölümleri vardır. Bu bölümlerde Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri ile başlayan teorik önermelerin, 1848-1850 devrimleri ve 1871 Paris Komünü ışığında daha da derinleştirilmiş bir derlemesini görüyoruz. Bu bölümde de yine Dühring'in "karşı olduğu" kapitalizmi nasıl kutsadığını görürüz.

Son bölüm olan "Anti-Dühring İçin Elyazmaları" kısmı ise, Dühring'in çeşitli yapıtlarından alıntılar ve bu konularda Engels'in tuttuğu notlardan oluşur. Ciddi bir araştırma çalışması için örnek bir kısımdır.

Anti-Dühring günümüzde iki açıdan önemini koruyor: Birinci olarak, sosyalizmin tarihi boyunca yazılmış ilk ve günümüzde de önemini koruyan en yetkin felsefi ve teorik yapıtlardan biri olması ile.

İkinci olarak da Dühring örneğinde gördüğümüz gibi, sağlam bir Marksist birikimin olmadığı koşullarda, oportünizmin kaçınılmaz gelişiminin engellenemeyeceği; salt yürekli ve inançlı olmanın doğru bir siyasal hatta yeralmaya yetmeyeceği gerçeği ile.

Ülkemiz tarihinin Dühringleri az mı sizce?

Özgürlük Dünyası, Nisan 1996, No: 54.

Anti Dühring.pdf

26 Ekim 2025 Pazar

Spinoza Marx’la Buluştuğunda

Otonom yayınlarından çıkan “Spinoza Marx’la Buluştuğunda” kitabı bir “Spinoza Rönesansı”na sahne olan 19. yüzyılda onun felsefesinden ilham alan, modernizmin açmazlarını daha o dönemde fark eden, özgürlükçü, erekselcilik karşıtı ve gayrihümanist düşünme deneylerinin bir tarihçesini sunuyor. 

Almanya merkezli olmakla birlikte oranın da ötesine taşan bu deneylerde, birey, toplum ve doğa “etkinliğin” politik anlamı üzerinden birbirine yeniden bağlanıyordu. İnsanı doğanın üstünde tutan ve egemen bir varlık olarak düşünen modernizm karşısında Spinoza’yı rehber alan pek çok devrimci teorisyen, etkinliği gerek insanlar arasında gerekse insanlar ile insan olmayanlar arasında bir ilişkisellik olarak yeniden düşünüyordu. İşte Spinoza’nın Marx’la buluşması ya da karşılaşması, etkinliğin bu ilişkisel tanımıyla gerçekleşmişti. 

Bu buluşma, Spinoza’nın bir varlığın kudretinin artış ve azalışlarını başka varlıklarla kurduğu ilişkilerle tanımlayan yaklaşımını, Marx’ın üretkenliği elbirliğiyle tanımlayan, böylece etkinliği bireysellikten çıkarıp kolektifliğe oturtan yaklaşımıyla birlikte düşünmeyi mümkün kılmıştı. Ama Matysik’e göre, Spinoza’yla Marx’ın buluşması sadece 19. yüzyılı ilgilendiren bir olay değildir; 20. yüzyılın ikinci yarısından günümüze pek çok özgürlükçü ve devrimci düşünceye, özellikle de insan ve insan olmayanlar arasındaki ilişkinin yeniden düşünülmesine ilham kaynağı olmaya devam etmekte.


Kitabın çevirisi Münevver Çelik, Sinem Özer tarafından yapıldı.

Yazar Hakkında

Tracie Matysik’in temel çalışma alanı Modern Avrupa’nın düşünce tarihidir. Spinozacılığın, psikanalizin, sekülerizmin, öznelliğin, uluslararası eylemciliğin ve cinselliğin tarihi hakkında birçok yazısı olan Matysik’in Reforming the Moral Subject: Ethics and Sexuality in Central Europe, 1890-1930 (Cornell University Press) isimli bir kitabı daha bulunmaktadır. German Modernities from Wilhelm to Weimar: A Contest of Futures (Bloomsbury Press) kitabına editör olarak katkıda bulunmuştur. İnsan olmayan hayvanların yasa, egemenlik ve biyopolitikanın oluşumundaki rollerini incelediği kitabı üstüne çalışmaya devam ediyor.

Yeni Yaşam Dergisi 

25 Temmuz 2024 Perşembe

Mahpusluk kitaplarıyla

Hapishanede, günlük bir rutin oluşturacak kadar vakit geçirdikten sonra, yine sırf size olduğuna emin olduğunuz bir şey oluyor: Her şey, her gün, her an aynı. Sadece ve sadece okuduğunuz ve yazdığınız şeyler farklı.

Hapishane insanı çok değiştiriyor. Tecrübeyle sabit. Hayatta yapacağınızı düşünmediğiniz bir sürü şeyi yapıyorsunuz. Yani herkeste öyle mi bilmiyorum tabii ama bende öyle. Buradaki arkadaşlarım, dünyanın dört bir yanından yazarlar, içlerinde mebzul miktarda hapse düşmüş olanları da var, yüzyılların ötesinden gelenler de, yanı başımdan da, Mısır’dan ya da Nazi Almanyası’ndan da, ya da tam buradan, Bakırköy Kadın Cezaevi’nden de.

Benim ve hapishanelerden yazan “arkadaşlarımın” deneyimi diyelim, tecrübesiyle sabit evet, hapishane insanı değiştiriyor. Misal ben, tutuklanmadan önce birkaç istisna hariç hiç ama hiç günlük ve mektuplaşma okumamıştım. Nedense, basılmış günlük ve mektuplaşmalar rızayla olsa bile, hep çok mahrem gelirdi, elim gitmezdi. Merakımı yenemediğimden Arendt-Heidegger mektuplaşmalarını okumuştum birkaç yaz önce, başka da hatırlamıyorum.

Sonra, tutuklandım. Gereksiz düzenli ve disiplinli bir insan olarak, kendime dev bir okuma listesi yaptım; cezaevi kütüphanesi, iki haftada bir kitap alabildiğimiz Halk Kütüphanesi, dışarıdan gelecek kitaplar… On yıl kalsam okuyacak kitap listem hazır (Tövbe deyin lütfen, merci). Her zamanki gibi, gereksiz meraklı bir insan olduğum için, birbiriyle alakasız, milyon konuda okuyorum, hani okuma listemi görseniz, “Bu ne ya?” demeniz çok olası ama olsun, ben mutluyum.

Sonra işte, vakit geçti de geçiyor, malûm, biz hâlâ burada, önce burayı merak ettim, hani bizzat Bakırköy’le ilgili ne yazılmış diye. Dört Duvar Kadına ne Yapar? çıktı önce karşıma, İpek Merçil ve Seçil Doğuç Ergin’in Bakırköy Kadın Cezaevi’ndeki adli tutuklu ve hükümlülerle yaptıkları bence altın değerindeki çalışma. Keşke herkes okusa! Sonra Deniz Seki’nin Bakırköy Cezaevi günlerini anlattığı Deniz Dibi. İlk okuduğum “günlük” buydu. İtiraf ve özür birlikte gelsin, burun kıvırdım, beğenmedim. Sonraları, adlarını anmayacağım öyle kötü “şeyler” okudum ki, Denizin Dibi, gerçekliğiyle, listede üst sıralarda.

Tabii ki epeyce zaman önce okumuştum ama canım Sevgi Soysal’ın Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’na geri döndüm, Yıldırım Bölge’yi dışarıda okumakla, içeride okumak valla ne yalan söyleyeyim çok farklı…

Ardından Neval El Seddavi’nin Sıfır Noktasında Kadın’ı geldi. Mısır’ın anlatılmaz kötülükteki hapishanesinden hepimize hayat dersi veren seks işçisi Firdevs’in hayatı, içerisi ve dışarısı. Bakırköy’de de ne çok Firdevs var, bir bilseniz, her gün hikayelerinden bir şeyler öğrendiğim…

Anı ve mektup okumama inadımın kırılması, kitap listeme bakılırsa, Abidin Dino ve Kemal Tahir sayesinde olmuş. Sıralamadan öyle anlıyorum. Dino, Nâzım Üstüne adlı bence çok şahane arkadaşlık kitabında şöyle diyor:

“Bugün artık Nâzım yok, Bursa Cezaevi yerli yerinde duruyor, onun öfkesine eş bir öfke taşıyan genç tutuklularla dolup taşıyor. Ne var ki her şey değişebilir ve değişecek. Türkiye’nin cezaevlerinde yatan siyasi tutuklular Nâzım’ın şu dizelerini ezbere bilir:

Ve son gülenleri güzel gülecek olan yirminci asır
(benim şafak çığlıklarıyla sabaha eren müthiş gecem)
senin gözlerin gibi, Hatçem,
güneşli olacaktır…”

Hem Nâzım Hikmet’in hem de Abidin Dino’nun yirminci asra dair yanılmış olduklarını (hatta 21. asra dair bile, sonuçta 2024’teyiz) bir kenara koyalım, bu satırları okuyunca Piraye’ye Mektuplar haliyle düştü aklıma. Birkaç zaman sonra da Esir Şehrin İnsanları’nda Kemal Tahir’in cümleleri: “Mahpusluğun anasını yemekle, uyumak ağlatır, burada yemekle ve de uyumakla geçecek vakitler.”

Sonunda, başladım Piraye’ye Mektuplar’a. 400 küsur sayfa, Sadece Nazım Hikmet’in yazdıkları. Kemal Tahir malûm, hapishane arkadaşı, arada en flörtöz, en tatlı, en şeker hâliyle, sızıyor mektuplara.

Nâzım Hikmet’in Piraye’ye Mektupları, hani muhtemelen bir Nâzım uzun şiiri beklediğimden, onca gündelik hayat, anlatılamaz ekonomik zorluklar, siyasi baskı ve hapishanenin (70 küsur yıl sonra da hiç farkı olmayan) saçmalıkları ve tuhaflıkları nedeniyle, resmen ciğerimi söktü. Hapishanede bir adam, Bursa’da, Çankırı’da, İstanbul’da bir kadın, para yok, ama gerçekten yok, hiç yok, Nâzım cezaevinde, çeşitli “şeyler” üretiyor, onları sattırıyor Piraye’ye, misal bir peynirciyle tanışıyor, ondan ucuza peynir alıyor, Piraye birazını kendine saklayıp, kalanını satsın diye. Hapiste olmayı geçtim, bir de hayatta kalmaya, aç kalmamaya çalışıyorlar.

İnsan hapse girince, bildiğinden başka herhangi bir ortamda olabileceği gibi, kendine derhal bir hayat inşa etmeye başlıyor ve bir rutin oluşturuyor. Eh, hâliyle insanım yani, bulduğum pratik çözümlerin ilk benim aklıma geldiğine, başıma gelenin tek benim başıma geldiğine falan eminim. Piraye’ye Mektuplar ile birlikte, günlük ve mektup kuralımı esnetince, hayat bana tabii ki bir kez daha gökkubbenin altında, söylenmemiş söz kalmadığını gösterdi. Anıları ve mektupları okumaya başlamamla, okuduğum romanlardaki hapishane hikayelerini farklı görmeye başlamam, aynı zamanlara denk geliyor sanki.

Nâzım Piraye’ye yazmış: “Ne tuhaf, karşı karşıya geldik mi; konuşacak bir yığın şey olduğu halde, birbirimizin yüzüne doya doya bakma endişesiyle olacak, ne kadar az konuşuyoruz. Sonra ayrılınca hiçbir şey konuşamamanın verdiği azabı duyuyoruz.”

Bu cümlelerle anlatılanlar, benim 26 küsur aydır, Bakırköy’de her görüşten sonraki hissim. Tuhaf ve saçma biliyorum ama görüşlerde susup, birbirimize baktığımız oluyor ve evet, aslında o dakikalar altın değerinde.

Hapishanede, günlük bir rutin oluşturacak kadar vakit geçirdikten sonra, yine sırf size olduğuna emin olduğunuz bir şey oluyor: Her şey, her gün, her an aynı. Sadece ve sadece okuduğunuz ve yazdığınız şeyler farklı. Kanıtlayamam ama, her gün aynı şeyleri aynı saatte aynı şekilde yaptığıma eminim. Hani olsun olsun on dakika oynuyordur. Valla Polyannacılık oynayasım tuttu, bu her şeyin hep ve aynı olmasının iyi bir yanını bulmaya gayret ettim ama yok, olmuyor. Her gün bir öncesi ve sonrasının aynısı ama bir yandan da (biliyorum çok tuhaf ve inanılmaz ama) zaman, hızlı geçiyor. Ben tabii, yine bir tek bana böyle sanıyorum. Ve tabii ki öyle değil. 1904, Eylül ayı, Zwickau Cezaevi, İmparator II. Wilhelm’e hakaret ettiği gerekçesiyle tutuklanan Rosa Luxemburg’a bağlanıyoruz.

“Sabah 6’da kalkıyorum, 7’de kahvemi içiyorum, 8’den 9’a dolaşıyorum, 12’de öğle yemeği, 3’te kahve, 6’da akşam yemeği, 7-9 arası lamba ışığına izin var, 9’da yatak. Berliner Tageblatt geliyor. Bol bol okuyup, bir o kadar da düşünüyorum.”

Yazının devamı

13 Şubat 2024 Salı

Paradigma Kaybı


Sorularımızı da sürekli değiştirmek gerekiyor ki anlam dünyamızı genişletebilelim, tek bir anlama bizi sıkıştıran gayretler karşısında çok anlamlılığın çok katmanlı dünyasında kendimizi zenginleştirebilelim.

 

21.yüzyılda bildiğimiz dünyanın sonuna geldik, var" olan paradigmalar olan biteni açıklamada yetersiz kalıyor, farklı paradigmalar arası alışveriş de önemli ama yeni dünyayı açıklayamıyor. Max Planck, “Bilim iki cenaze arasındaki ilerlemedir” derken bu süreci kastediyordu sanırım.

Bu saptamalar bile bize bir avantaj sağlayabilir, en azından boşa kürek çekip zaman kaybetmemiş oluruz, ama tek başına bu duruş fikrî dönüşümün bir garantisini de vermiyor bize.

Karl Heinrich Marks’ın “filozoflar dünyayı değişik biçimlerde yorumladılar, aslolan onu değiştirmektir” yaklaşımı da artık yetmiyor, çünkü değiştirmek için önce olan bitenin sağlıklı bir fotoğrafını çekmek gerekiyor. Olanı anlayamazsanız, değiştirmeniz de söz konusu olmuyor.

“Verili üretim ilişkileri üretici güçlerin gelişimini engelliyor o yüzden devrim yapmak lazım” diyorsunuz, dijital devrim, kapitalist üretim ilişkilerine rağmen gerçekleşince, hipotezinize uymayan gelişmeyi görmezden geliyorsunuz.

Emperyalizm Eleştirilerinin Sınırlılığı
Klasik emperyalizm kuramı içinde ABD’nin Vietnam’ı işgalini açıklıyorsunuz, ama Vietnam’ın Kamboçya’ya, Çin’in de Vietnam’a saldırmasını modelinizle açıklayamayınca, o tarafa bakmıyorsunuz.
68 kuşağının irtifa kaybetmesinin arkasında bu tezleri sadece doğrulatmayla sınırlı bakış açısı vardır. Ya da olgular iddiayı yanlışlıyorsa, o zaman da üstünü kapat, geçsin gitsin.
Yöntemi bilimin yerine ikame ettiğinizde, ayrıcalıklı yöntem ve siyasi özne kabulleri, anlamlı olmaktan çıkıyor.
Doğru soruları sormazsanız, yanlış yanıtlarla beşik sallamak faaliyeti kaçınılmaz oluyor.

Niceliğin niteliğe, niteliğin niceliğe dönüşmesi gibi bir diyalektik yasayla olan biteni açıklamıyorsunuz, sadece betimlemiş oluyorsunuz. O da sadece bir gazetecilik faaliyeti oluyor. Hegel’in diyalektik dünyasında masanın ayakları yok, o yüzden ters düz etseniz de değişen bir şey olmuyor, metafizik her zaman metafiziktir.

Bilim bitimliyle uğraşırken, bitimsiz bir dünyada, her şey kendi karşıtını içerir, her karşıt da kendi karşıtını diyerek, X/sonsuz= tanımsızlık dünyasının kara deliğine doğru kaybolup gidiyorsunuz.

Sanırım örnekleri uzatmama gerek yok. Paul Feyerabend, “Sidney’de bir opera, bir lunapark, bir hayvanat bahçesi var. Ama bunlara karşın 2 felsefe bölümü var, niye?” diye soruyor. Cevabı, “Felsefeciler kavga edip Sidney’in huzurunu kaçırmasınlar, diye!”
Kaybolan paradigmalarımızı arayış ya da onları yeniden keşfetmek çabası nafile, çünkü bu çabanın kendisi de eski arkaik zeminde kalarak yapıldığında bizi totolojik bir dünyaya hapsediyor.

Teorik modellerin kendi içinde tutarlılığı yanı sıra hayatla sınanması gerekiyor ve bu sonsuz bir sarmal süreç, tezlerimizin hangi koşullarda geçerli olduğunu saptayarak kendimizi aşmamız söz konusu olabilir. Bu yüzden bütün kilitleri açacak bir maymuncuk/anahtar, hayata dair bütün sorularımızın yanıtı olabilecek cevap anahtarımız yok. Nihai bir teoriye kavuşma arayışı tamamiyle nafile bir çaba.
Mesela öğrencilerin “Hep aynı soruyu sorduğunuz halde, niye dersten kalıyoruz?” diye sorduğunu ve hocanın “çünkü ben her sefer cevapları değiştiriyorum” diye yanıtladığı bir dünya düşünün!

Sürekli Değişen Sorular ve Genişleyen Anlam Dünyası
Sorularımızı da sürekli değiştirmek gerekiyor ki anlam dünyamızı genişletebilelim, tek bir anlama bizi sıkıştıran gayretler karşısında çok anlamlılığın çok katmanlı dünyasında kendimizi zenginleştirebilelim.

Geçmişte her on yılda bir moda akımlar olur, ortalığı kasıp kavururdu, eleştirel bakmak yakışık almaz, ilgili mahallelerden aforoz edilmeniz kaçınılmaz olurdu. Bir bakardınız, Varoluşçuluk almış başını gidiyor, başka bir dönem Marksizm, daha sonra Yapısalcılık, vd.

Yüksek lisans tezimi hazırlarken Bergsonculuk ve bir dönem aydınlar üzerindeki etkisini incelemek gereği duymuştum. Hem karşı dünyayı daha iyi anlamak, hem de bu gelgitlerin nedenini bulmak ihtiyacını hissettim. (*)

Bu yoğun teorik, entelektüel moda akım içi tartışmalar bir süre sonra kendini tekrar ederek, ilginçliğini kaybedip, bir anda buharlaşıp gidiyordu, sanki suya yazı yazıyormuşçasına. Aynı durumun bugün devam ettiğini söylemek güç, çünkü artık hâkim bir paradigmanın varlığından bahsedebilmek çok zor. Neredeyse nihilist, eksensiz bir dünyanın kaosu içinde kıvranıyoruz. Postmodern paradigma da ciddi eleştiriler aldı, ama yerine bir karşı akım konulmuş değil.

Kalıcı sandıklarımızın geçiciliğini görmüş olduk, geçici sandığımız toplumsal ihtiyaçlar kalıcı hâle gelebildi. Bağımsız değişken sandıklarımız bağımlı değişken, bağımlı değişken sadıklarımız da bağımsız hâle gelebildi. Düzenlilik ve süreklilik içerdiğini sandığımız dünyanın öyle olmadığını saptamış bulunduk. Kanıtlanması gereken varsayımları veri alabildik. Bildiklerimiz bilmediklerimiz karşısında evrende bir toz zerresi kadarmış meğer. Farklı anlatıların varlığı ile durumu idare ediyoruz.

Werner Heisenberg’in 1960’larda ortaya koyduğu belirsizlik alanını aşabilmiş değiliz. Gerçi o da işi iyice abartarak, büyük bir ihtiyatlıkla bölüm başkanı olduğu fizik bölümünün girişine “Muhtemelen burada olabilirsiniz” diye bir pano koymuştu.

Francis Bacon, “İnsanlar kesin şeylerle işe başlarsa, varacağı yer kuşku olacaktır. Ama kuşkuyla işe başlamakla yetinirse, o zaman kesinliklere ulaşacaktır” diyordu. Kuşkunun huzursuzluğunu, kes(k)in kanaatlerin sahte huzuruna tercih edebilenler bilgi dağarcığımızı genişlettiler.
Dijital devrime rağmen, tek başımıza bilginin yatay ve dikey dolaşımına hâkim olmamız çok güç olduğu için, ortak bir mesaiye ihtiyacımız var artık.
Farklı fikirde olabilmek için bile önce ne söylendiği konusunda aynı fikirde olmak gerekiyor. Kategorize etmek, aydınların kaçınamadığı bir afyonlanma hâli olabiliyor.
Muhafazakârın güzel bir tanımı, müphem olan gelecek karşısında, bildik olana sığınma hâlidir. O zaman geleceği belirsiz olmaktan çıkarmak gerekiyor.

Aydınlar ve zihinsel paradigmaların dönüşümü
Tabii Türkiye’deki zihinsel iklime baktığınızda bunu sağlamak çok kolay değil çünkü Aydınlanmacılığı değişmez bir akım gibi görerek, aslında Aydınlanmacılığa da ters düşen bir “Aydınlanmanın askeriyiz” fanatizmi var. Tarihsel önemi olan aydınlanmacılığı dondurup, arkasından gelen romantizme bile yetişememiş bir yarı aydın militan grubu ciddiye almak gerekir mi bilemiyorum. Aklın araçsallaşarak bir tapınma hâline dönüşmesinin açmazının, tıpkı akılsızlıktan medet umma hâlleri gibi insanlığa faturası çok yüksek oldu. İkon kırıcılık her zaman olumlu bir adımdır, ama yerine yeni bir anlam dünyası koymak koşuluyla. Yoksa kolaylıkla vandalizmle sonuçlanabiliyor bu süreç. Farklı anlam dünyaları sizi mutlu kılabiliyor, ama bilgi dağarcığımızı büyütmediği müddetçe nafile bir durumdur.

Beynimizin nasıl kaydettiği, hafızanın nasıl oluştuğu konusunda bile çok sınırlı bilgiye sahibiz. Global amnezi deneyimini yaşadığım için gözlemleme fırsatım oldu. Bazı şeyleri unutuyorsanız, o kadar dert etmeyin, asıl sorun, unuttuğunuzu da unutuyorsanız. O zaman durum vahim, hele ki işin öznesi toplumun kendisiyse, o zaman çok daha büyük bir felaket durumla karşılaşmak mümkün.

Her şeyi anlatan bir şey aslında hiçbir şeyi anlatmıyor. Hiçbir düşünce, o düşünce ufku içinde kalınarak eleştirilip, aşılamıyor.
O zaman, önce bu çaresizliği saptayıp, daha mütevazı olmak gerekiyor. Zihnimizde doğruyla yanlışı ayırdığımız zihinsel eleğin çıktılarından çok, bu görünmez eleklerin kendisine yoğunlaşmamız için farklı mahallerdeki insanların birbirine ihtiyacı var. Belki böylece ortak bir havuz, bellek ve gelecek tasarımının mesaisi içinde olabiliriz.

“Me generation" denilen hep bana kuşağının egoizmini aşamazsak dünyanın geleceği konusunda iyimser olmamız çok zor. Altta kalanın canının çıktığı bu dünyada ilkel milliyetçilik, kavmiyetçilik, piyasa fetişizmi üzerinde ilerlenemeyeceğini geçen iki yüzyıl bize gösterdi.

Eric Hobsbawn, Kısa 20. yy, Aşırılıklar Çağı kitabının son cümlesinde ifade ettiği gibi en azından iki yüzyıl ne yapmamamız gerektiğini bize gösterdi, ama ne yapmamız gerektiği konusunda elimizde hazır yapım bir reçete ve model söz konusu değil. Ahir ömrümüzde bunun için çabalamaktan daha erdemli ve ulvi adım ne olabilir bilemiyorum. Gelecek kuşaklara olan borcumuz tam da burada başlıyor.

Ufuk Uras /Fokus

27 Aralık 2023 Çarşamba

Sinizm nedir? (Cynicism)

Sinizm, insanın ruhsal olgunluğa, ahlaka ve mutluluğa; hiçbir değere bağlı olmaksızın bütün gereksinimlerinden arınarak kendi kendine erişebileceğini savunan Antisthenes’in bir öğretisidir.

Antik Yunan’da sinikler; etik ve ahlak olgularının üst seviyelere ulaşmasını hedeflemişler ve bu olguları onaylamayan kişileri de eleştirmişlerdir. Modern dönemdeki sinikler ise etik ve ahlak kurallarına bağlılıkta çok yarar görmediklerinden ötürü toplumun inandığı değerlerden kendilerini soyutlamışlardır.

Sinizm Ne Demek?

Sinizm, Türk Dil Kurumu tarafından İnsanın erdem ve mutluluğa, herhangi bir değere bağlı olmaksızın bütün gereksinimlerden sıyrılarak kendi kendine erişebileceğini savunan Antisthenes'in öğretisi olarak tanımlanmıştır.

Sinik kişiler; dürüstlük, samimiyet ve güven gibi emellerin bireysel yarar doğrultusunda kullanılmadığına inanır. Aynı zamanda sinik kişiler, sinizmin; güvensizlik, inançsızlık, kötümserlik, karamsarlık ve olumsuzluk gibi olgularla birlikte kullanıldığını belirtmiştir.

Sinizm; kişilere, örgütlere, belli düşüncelere, bir toplum içindeki sosyal oluşumlara ya da kuruluşlara yönelik olarak ortaya çıkan kişisel davranışlardır. Bu kişisel davranışlar şüphecilik ve güvensizlik gibi genel ya da şahsi davranışlar olarak açıklanabilir.

Sinik Kişilerin Genel Özellikleri Nelerdir?

Sinik kişilerin genel özellikleri şunlardır:

  • Yalan ve riyakarlığın insanın doğasından geldiğine inanırlar.
  • İnsanların her zaman bencil ve ilgisiz olduğunu düşünürler.
  • Dostane ilişkiler ya kurmazlar ya da bunları önemsemezler.
  • Alaycı bir yapıları vardır.
  • Bir olay ya da davranışta her zaman başka anlamlar da bulunduğunu düşünürler.
  • Kendi bakış açıları her zaman en önemli olandır.

Örgütsel Sinizm Nedir?

Örgütsel sinizm, çalışan sınıfların yer aldıkları örgüt, yapı ve sistemlerine yönelik gösterdikleri olumsuz tavır ve yargılar olarak açıklanabilir.

Örgütsel sinizm, toplumda var olan fakat bir olgu olarak son yıllarda incelenmeye başlamış bir kavramdır. Örgütsel sinizmi etkileyen faktörler yaş, cinsiyet, eğitim durumu, ekonomik durum, ve hiyerarşik düzen olabileceği gibi örgütsel adalet, politika ve psikolojik sözleşmelerin ihlal edilmesi gibi örgütsel faktörler de örnek gösterilebilir.

Sinizm Türleri Nelerdir?

  • Kişilik sinizmi
  • Toplumsal sinizm
  • Mesleki sinizm
  • Çalışan sinizmi
  • Örgütsel sinizm

Kişilik Sinizmi

Kişilik sinizmi, doğuştan gelen ve çoğunlukla insan davranışlarını olumsuz olarak algılayan bir sinizm çeşididir. Kişilik sinizminde birey; kişileri küçük görmekte ve aşağılamakta, insanlara yukarıdan bakmakta, saygı duymayan bir tavırda yaklaşmakta ve diğer kişiler ile arasında kopuk bağlar oluşturmaktadır. 

Kişilik sinizmi ile örgütsel sinizm tam bu noktada yapı olarak birbirinden ayrılır. Kişilik sinizmi, bireyin benliğinden kaynaklanırken örgütsel sinizm, kişide sinik davranışların oluşmasına sebep olmaktadır.

Toplumsal Sinizm

Toplumsal sinizm, kişi ve toplum arasındaki sosyal sözleşmenin ihlal edilmesi olarak tanımlanır.

Sosyal sözleşmenin ihlalini, inanç ya da güven ihlali olarak da algılayan bireyler, toplumun karşılanamayan beklentileri sonucunda kendilerini haksızlığa uğramış hisseder. Sisteme olan güvenlerini kaybeden bireyler, tüm bunların neticesinde büyük bir hayal kırıklığı yaşar.

Mesleki Sinizm

Sinizm türleri arasında bulunan sinizm, bireyin kendini, mesleki yetkinlik kazanmasını engellemesi ile başa çıkma stratejisi olarak açıklanabilir.

Bazı meslek gruplarında, tüketici kaynaklı oluşan zorlu etkileşimler, çalışanları duygusal olarak yıpratır ve fiziksel olarak tüketir. Örneğin, sağlık sektörü gibi yardım etme amacı güden meslek gruplarında, etkileşim sağlıklı yapılamaz ve iyi bir iletişim kurmak oldukça zordur. Çalışanlar işlerini doğru şekilde yaptıkları halde bazen hizmet sektöründe memnuniyeti sağlayamaz. Bu durum da çalışan bireyler için mesleki sinizmin önünü açar.

Çalışan Sinizmi

Sinizm türleri arasında yer alan çalışan sinizmi, uzun çalışma saatleri, iş yükü, kötü yöneticiler ve başarısız yönetim gibi sonucunda ortaya çıkan, işçi ve işveren arasında oluşan bir durumdur.

Çalışanlar iş garantisi, terfi, değer görme, yüksek maaş gibi motive edici unsurlar sayesinde örgütsel bağlılıklarını uzun süre korurlar. İşveren ve çalışanlar arasında oluşan bu psikolojik sözleşme, çalışanların ve örgütlerin birbirlerine karşılıklı yatırımları ile mümkündür. Eğer işveren çalışanına iyi bir çalışma ortamı sağlamaz, hak ettiği ücreti ödemez ve ağır iş yükü altında bırakırsa çalışanda büyük bir memnuniyetsiz ve mutsuzlukla birlikte çalışan sinizmi ortaya çıkar.

Örgütsel Sinizm

Sinizm türleri arasında sonuncu sinizm olan örgütsel sinizm, riyakar bir politika izleyen, çalışanları ile çıkar ilişkileri kuran, sinirli bir şekilde davranan yöneticileri, destekleyen örgütler olarak tanımlanmaktadır.

Örgütsel sinizm yalnızca bireylerin örgüte getirdiği duygu ve hisler değil aynı zamanda bu duygu ve hislerin örgütsel bağlamdaki tecrübeler ile şekillendirilmesidir.

https://istanbulbogazicienstitu.com/sinizm-nedir

11 Kasım 2023 Cumartesi

Sivil Atatürkçülük

Türkiye’de son yıllarda Atatürk’ün konumlandırıldığı yer değişiyor. “Sivil Atatürkçülük” yayılmaya başladı. Peki bu kavram ne anlama geliyor?

“Sivil Atatürkçülük” terimi, genellikle Türkiye’de laiklik, demokrasi ve insan hakları gibi değerleri savunan bir yaklaşımı ifade eder. Bu yaklaşımın temelinde Mustafa Kemal Atatürk’ün fikirleri ve ilkeleri yer alsa da, sivil Atatürkçülük, siyasi bir parti veya hükümetin resmi ideolojisi olmayan, sivil toplumun ve bireylerin katkılarıyla şekillenen bir düşünce sistemini ifade eder.

Sivil Atatürkçülük, laiklik ilkesini koruma, demokrasiyi destekleme ve insan haklarına saygı gösterme konularında vurgu yapar. Ayrıca, bu yaklaşım, Atatürk’ün öğretilerini sadece tarihsel bir figür olarak değil, aynı zamanda çağdaş toplumun ihtiyaçlarına uygun bir şekilde yorumlama çabasını içerir.

Sivil Atatürkçülük, Türkiye’de siyasi tartışmalara ve toplumsal meselelere ilişkin farklı bakış açılarına sahip insanların ortak bir zeminde buluşmalarını amaçlar. Bu, laiklik ilkesinin korunması ve demokratik değerlerin güçlendirilmesi açısından önemli bir rol oynayabilir. Ancak, bu terim farklı kişiler ve gruplar arasında farklı şekillerde yorumlanabilir ve tartışılabilir.


1 Ağustos 2023 Salı

Antik Yunanların yanlış bilgiyle mücadele yöntemi

Sofistler mutlak hakikatten ziyade, retorik yoluyla faydalı hakikate ulaşmakla ilgileniyordu. Asha Rangappa ve Jennifer Mercieca, sofist tekniklerin dezenformasyonu tanımak ve onunla mücadele etmek için yararlı olduğunu savunuyor.
Octavianus'un Marcus Antonius'la görülecek bir hesabı vardı. Antonius, sevgilisi Kleopatra'nın yanına taşınarak Doğu Roma İmparatorluğu'nu ele geçirmişti. Octavianus bunu kabullenemiyordu. Roma’da Senato kürsüsünde Antonius’un resmi vasiyetnamesini okudu. Belgede Antonius’un her şeyini kurnaz Mısırlı metresine ve çocuklarına bırakmayı planladığı anlatılıyordu ki bu, Romalıların güçlü kadınlara duyduğu korku ve önyargıları tetikleyen bir fikirdi. Yabancı biri olması da Kleopatra'ya hiç yardımcı olmuyordu. Antonius hain ilan edildi.

Sorun ne miydi? Belge muhtemelen sahteydi.

Gerçekten sahte olup olmadığı büyük olasılıkla hiçbir zaman bilinemeyecek. Ancak Octavianus'un bu propaganda görevi kesinlikle gerçekti. Rakibini uluorta kötülemek için sikkelerin üzerine Antonius karşıtı sloganlar bile çizdirmişti. Roma İmparatorluğu'nun kaderi, ikisinin savaşına bağlıydı.

Dezenformasyon veya yanlış bilgi yeni bir şey değil. 1835 yılında New York Sun gazetesi, Ay’da yaşam keşfedildiğine dair makaleler yayınlamıştı. H.G. Wells'in "Dünyalar Savaşı" adlı eserinin radyo yayını yakın zamanda unutulacak gibi değil. Nazi propagandası o kadar etkiliydi ki, bugün bile insanların küçük bir yüzdesi Yahudi soykırımının hiç yaşanmadığına inanıyor. İnsanlar aşıların otizme neden olduğuna bile inanıyor.

Siyasi manipülasyon, kasıtlı cehalet, sosyal medya, entelektüalizm karşıtlığı, bilimsel cehalet ve YouTube gibi güçlerin bir arada var olmasıyla, bugün dünyamızda baş döndürücü bir propaganda ve dezenformasyon yelpazesiyle karşı karşıyayız. Mesele, dezenformasyonun her zaman var olup olmayacağı değil; elbette var olacak. Mesele, bununla nasıl mücadele edileceği. Bunun için de sofizme bakabiliriz.

Yale Üniversitesi öğretim görevlisi ve CNN analisti Asha Rangappa ile Amerikalı siyasi retorik tarihçisi Jennifer Mercieca'nın önerisi bu yönde. Platon'un sofizme şüpheyle yaklaştığını belirtmekle birlikte, Rangappa ve Mercieca, sofistler tarafından kullanılan “zekice retorik hilelerin” demokrasinin işleyebilmesi için gerekli olduğunu düşünüyor.

Başlangıçta, sofistler zengin müşterilerle ilgileniyordu. Para karşılığında retorik, müzik ve başka sanatlarda eğitim veriyorlardı. Sokrates, Platon, Aristoteles ve Ksenofon gibi filozoflar bu işe pek sıcak bakmıyordu; sofizmin, kulağa anlamlı gelecek şekilde tasarlanmış basit bir uğraş olduğunu düşünüyorlardı. Sokrates yalnızca hakikate (Sophia) övgüler düzüyordu; öğrencisi Platon ise sofist retoriğin insanları manipüle ettiğini düşünüyordu. Onların gözünde, sofistlik asla Sophia'ya götürmezdi.

Ancak Mercieca ve Rangappa’nın düşüncesine göre, Platon'un diyalektiği siyasi kararları çözmek için yeterli değil. Hafıza ve algı üzerine yapılan onlarca yıllık nörobilim araştırmalarının gösterdiği üzere, Sokrates'in “hakikat” konusundaki ısrarı tartışmalı. Yaklaşık sekiz milyar insanın yaşadığı bir gezegende tek bir hakikate varmak imkansız; bu kadar çok veriyi işleyebilmemiz mümkün değil. 2 bin 500 yıl önce bile, sofistler Phronesis, yani “kullanışlı hakikatin” peşinden koşuyordu. Bu nüansın önemli olduğunun farkındalardı.

“Sofistler demokrasinin uygulanması için gerekli olan beceriyi, yani hakikat hakkında nasıl fikir birliğine varılacağını öğretiyorlardı. İnsanlara nasıl argüman oluşturacakları, dinleyicileri nasıl ikna edecekleri ve çetrefilli siyasi sorunları nasıl çözecekleri konusunda eğitim veriyorlardı.”

Bir profesör olan Mercieca ve bir avukat olan Rangappa, mesleklerinin felsefeden ziyade sofizme benzediğini savunuyor. Sofizm genellikle dürüstlükten uzak tasvir edilse de, toplumda deneyimlediğimiz ortak gerçekliği doğru bir şekilde yansıtıyor.

Sofizmin güncel kullanımına takılmamalıyız. Kelimeler zaman içinde anlam değiştirir: Hinduizmde “uğur” sembolü olan svastik, Naziler tarafından benimsendi; etimolojik açıdan “efsane” veya “hikaye” anlamına gelen “mitoloji”, “sahte” anlamına gelen “mit” ile eş anlamlı hale geldi. Mitolojiler kültürlerin temelleridir, uydurma değillerdir.

Doğru kullanıldığında, sofizm nihai hakikate değil, kullanışlı hakikate dayalı bir argüman sunuyor. Bu anlamda, sofistler ve Budistler, tartışma sevgisi açısından ortak paydada buluşuyor. Keşişler, genellikle el çırpma veya yüksek sesli heceler şeklinde karşımıza çıkan uzun bir eleştirel sorgulama geleneğine sahip. El çırpmak (ya da bu bağlamda bir koan) hakikate giden yol gibi görünmese de, doğru şartlar altında ortaya derin bir anlam ortaya çıkarıyor: Tüm öğrenme süreçleri mantıksal değildir.

Tartışmalar, demokrasi için elzem. Ne yazık ki sosyal medya platformları iç gözlem ve diyalogdan ziyade arkadaşlıktan çıkarmaya ve trollemeye uygun tasarlanmış mecralar. Metinleri yazarın sesi yerine kendi sesimizle okuyoruz, bu da karşımızdakinin argümanını anlamayı zorlaştırıyor. Yakın temas eksikliği, geri çekilmeye sebep oluyor. Birinci raund çanı çalmadan, kavganın bittiğini düşünüyoruz.

Dezenformasyon dijital çağda özellikle zararlı. Sosyal medya platformları, komplo teorilerinin hızla yayılmasına olanak sağlıyor. Aşı ve 5G karşıtı söylemleri paylaşırken “sadece soru sorduğunu” iddia eden ve daha sonra “taraf tutmuyormuş” gibi davranan influencerlar, fazla özgüvenli ikna yönteminin bir örneği olarak görülebilir. Merciera ve Rangappa’nın aşağıdaki görüşlerinde belirttikleri gibi, sorun, felsefe kılığına bürünmüş propagandanın George Bush'un meşhur ettiği bir zihniyeti teşvik etmesi: “Ya bizimlesiniz ya da bize karşısınız.”

“Propaganda ve dezenformasyon, rıza olmaksızın ikna etmektir: aslında yeni “gerçek” versiyonları sunan kişiler, bizi ikna ettiklerini gizlemeye çalışırlar. Bu iletişim biçimleri, mantıktan ziyade manipülasyona dayalı bir sonuç ortaya koyar. Propaganda ve dezenformasyon, şüphenin hakikat arayışı girişiminden ziyade sadakatsizlik gibi görüldüğü bir alan yaratır.”

“Propaganda boyun eğmedir, otoriterler için tercih edilen bir araçtır,” diye devam ediyorlar. (Benzer şekilde Platon demokrasiden pek haz etmezdi; herkesin hakikate erişebileceğini düşünmüyordu.) Konuyu günümüze getiren yazarlar, Twitter’ın Trump’ı yanlışlamasından bahsediyor: bu eski bir demokratik yöntem, ancak “kralı” sorgulayan her şey “taraf” tutmuş oluyorsa, ne yazık ki hakikatle başa çıkmak için yeterli değil. Karizmatik figürler için “her şeyi kabul etme” eğilimi, bizi sallantılı bir zeminde bırakıyor. Tarikatlar de böyle oluşuyor.

Yazarlar, sağlıklı bir demokrasinin merakı ve tartışmayı teşvik etmesi gerektiği sonucuna varıyorlar; bu taktikler, mutlak ama her zaman ulaşılması zor bir hakikat arayışından ziyade sofizm ile daha uyumlu.

“Tartışma yerine suçlama, ikna yerine itaat, demokratik diyalogla bağdaşmıyor. Antik Yunanlar, demokratik normların dışında, sorgulanmamış propaganda ve dezenformasyonu reddediyorlardı. Biz de öyle yapmalıyız."

teyit.org

19 Temmuz 2023 Çarşamba

Spinoza'nın tanrısı

Spinoza'nın tanrısı ya da doğasına göre Tanrı şöyle derdi:
Dua etmeyi ve boşuna göğsüne yumruk atmayı bırak! Yapmanı istediğim tek şey, dünyaya çıkıp hayatının tadını çıkarmandır. Eğlenmeni, şarkı söylemeni ve senin için yaptığım her şeyin tadını çıkarmanı istiyorum.. Kendi inşa ettiğin tapınaklara gitmeyi de bırak. Oraların benim evim olduğunu söylüyorsun! Benim evim dağlarda, ormanlarda, nehirlerde, göllerde, plajlarda ve senin kalbindedir. Sefil hayatın için beni suçlamayı bırak, çünkü ben sana hiçbir zaman yanlış bir şey olduğunu ya da günahkar olduğunu ya da cinselliğinin kötü bir şey olduğunu söylemedim! O yüzden, seni inandırdıkları her şey için beni suçlama. Benimle hiçbir ilgisi olmayan ve anlamadığın halde sözde kutsal yazıları okumayı da bırak. Gün doğumunda, bir manzarada, arkadaşlarının dostluğunda, küçük bir çocuğun gözlerinde beni okuyamıyorsan, henüz yazının bilinmediği devirlerde benim adıma yazıldığı iddia edilen hiçbir kitapta beni bulamazsın! Bana güven, ama önce kendine güven ve her şeyi benden istemeyi bırak, bana işimi nasıl yapacağımı sen mi söyleyeceksin? Benden korkmayı da bırak; Çünkü ben öcü değilim ve seni yargılamıyorum, seni eleştirmiyorum, sana sinirlenmiyor, seni rahatsız etmiyorum, asla seni cezalandırmıyorum. Beni sadece sevmen yeterlidir. Benden özür dilemeyi de bırak. Çünkü affedilecek bir şey yok. Eğer seni ben yarattıysam, seni özgür iradenle donattım. Sana verdiğim akıl ve iradeni kullanarak yaşıyorsan seni nasıl suçlayabilirim? Seni sen olduğun için nasıl cezalandırabilirim? Bir yaratıcı bunu nasıl yapabilir? Her türlü emirleri unut, her türlü yasayı unut; bunlar seni manipüle etmek için, seni kontrol etmek için, senin suçluluk hissetmeni isteyenlerin kurgusudur. Bunlara inanma, sadece kendi aklını kullan. Kendine saygı göster ve kendin için istemediğin şeyi başkalarına da yapma. Senden tek istediğim hayatına dikkat etmen. Çünkü bu hayat ne bir test, ne bir basamak, ne bir adım, ne bir prova ne de cennete giden bir yoldur. Ben seni tamamen özgür kıldım; Ödül yok, ceza yok, günahlar yok, erdem yok, kimse skor taşımıyor, kimse kayıt tutmuyor. SADECE SEVGİ VAR! Ancak hayatında bir cennet veya cehennem yaratmak için kesinlikle özgürsün! Bu hayattan sonra ne olup olmadığını söyleyemem, ama sana bir tavsiye verebilirim; bu hayattan sonra bir şey yokmuş gibi yaşa. Düşün ki bu hayat senin zevk alman, sevmen ve var olman için vardır, yani hiçbir şey yoksa, sana verdiğim bu yaşama fırsatından zevk almış olacaksın. Ama eğer bir şey varsa, orada da sana iyi mi kötü mü diye sormayacağım. Sana soracağım tek şey, beğendin mi, öğrendin mi? En çok neyi beğendin? ‘Yaşamında ne öğrendin ve hangi güzel işleri yaptın’ olacaktır. Bana inanmayı bırak; inanmak tahmin etmek, hayal etmektir. Bana inanmanı istemiyorum, beni kendinde hissetmeni istiyorum. Beni sevmen yeterli. Övülmekten sıkıldım, teşekkür edilmekten bıktım. Minnettarlık hissediyor musun? Bunu kendine, sağlığına, ilişkilerine ve dünyaya göz kulak olarak ifade et. İzlendiğini mi hissediyorsun?.
Neşeni ifade et! Beni övmenin doğru yolları bunlardır.. İşleri zorlaştırmayı bırak ve benim hakkımda birilerinin öğrettiklerini papağan gibi tekrarlamaktan vazgeç.. Emin olabileceğin tek şey burada olduğun, ve yaşadığındır... Nitekim bu dünya harikalarla doludur... Etrafına baktığında beni görecek ve hissedeceksin... Neden daha fazla mucizeye ihtiyacın var ki? Beni dışarıda ararsan bulamazsın. Beni sadece kendi içinde bulursun.
Baruch Spinoza
  • Baruch de Spinoza, Fransız Descartes ile birlikte 17. yüzyıl felsefesinin üç büyük Rasyonalistinden biri olarak kabul edilir.
    (Düşünbil dergisi)
  • 14 Haziran 2023 Çarşamba

    Hegel'de Kalmak

    Eşimin akademik felsefe kariyeri evliliğimizi mahvediyor.
    Eşim (35) ve ben (33), ikimiz de akademisyeniz. 6 yıldır birlikteyiz ve 3 yıldır da evliyiz. O, felsefede akademisyen, ben ise bir fizikçiyim. Son zamanlarda bir rahatsızlığını dile getirdi, onun çalışmalarıyla yeterince ilgilenmediğimden şikayet ediyordu. Ben de biraz klasik felsefe okumuş biriyim ama eşimin çalışmalarının daha çok “kıta(*)” geleneğinden olduğunu biliyorum. Maalesef bana gösterdiği her şey, bana tamamen deli saçması gibi geliyor.

    Sorun şu: Çalışmalarında, açıkça, tamamen hatalı bir fizikten bahsediyor. Hem de utanç verici şekilde hatalı! Kabul ediyorum, çok kötü bir insanım, eşimin tezini daha önce hiç okumadım. Okumayı denedim ama kütle sahibi olmak ile “uzam” sahibi olmak arasında zorunlu bir ilişkiden bahsedip duruyor. Ayrıca temel partiküllerin “şekilleri” hakkında konuşuyor. Bu açıkça anlamsız/hatalı: Elektronların bir kütlesi vardır ve nokta parçacıklarıdır (uzayda pek de yer kapmazlar). Tezinde ve bazı makalelerinde yazdıklarına bakarsak eşim kendini “bilimsel” ve “materyalist” olarak tanımlıyor. Ancak bu kelimelerin ne anlama geldiği hakkındaki fikirleri, sanki atomların küçük bilardo topları gibi uzayda süzüldüğünü söyleyen on dokuzuncu yüzyılın demode iddialarına saplanmış gibi. Kibarca ona yardımcı olmayı denedim ve çağdaş fizikle nasıl etkileşime girebileceğini anlatmaya çalıştım (bu konu üzerinde hiçbir kitap okumamış ve kendi tabiriyle “matematiği kötü”dür). Ama bana çok kızdı ve Hegel’in sisteminin varsayımsal ve tüm olası mantıksal düşüncenin temeli olduğunu, bu nedenle de diğer metinleri okumanın gereksiz olduğunu açıklamaya başladı (bunun ne anlama geldiği hakkında hiçbir fikrim yok). “Spekülatif varsayımlar” gibi terimleri ortaya atıp duracaktı ama ben, bunların ne anlama geldiğini sordum ve örnekler vermesini istedim. O da – hiçbir anlam veremediğim – daha anlaşılmaz bir jargonla örnekler vermeye başladı. Her şeyden önce sürekli Almanca sözcükler ve terimler kullanıp duruyordu. Üstelik telaffuzu da (ve kullanım şekli de) hatalı ya da anlamsızdı (benim anadilim Almanca). Dili anladığını iddia ediyor (anlamıyor) ve bana Hegel’in yalnızca “orijinal Almancada” anlaşılabileceğini söylüyordu. Ancak belli ki bu dilde okuyamıyor. Ben Hegel’in metinlerini okumayı denediğimde ise daha da anlaşılmaz geldi.

    Tüm bunların ötesinde, Hegel’e saplantısı korkunç bir seviyeye ulaştı. Bir noktada bana direkt şunu söyledi: Tüm diğer çalışmalar ya Hegel ile uyumlu ve doğrudur ya da Hegel’le ayrı düşer ve yanlıştır. Hegel’in çerçevelenmiş bir fotoğrafını yatak odamızda baş ucuna koydu. Aslında telefonunun arka plan görselinde benim fotoğrafım vardı. Onu da Hegel’in fotoğrafıyla değiştirmiş. Kocamın ilgisini çekmek için 200 yaşında bir filozofla yarıştığımı hissediyorum.

    Yakın zamanda büyük bir kavga ettik çünkü “karşıtların birliği” kavramına bir örnek oluşturmaya çalışırken (artık ne demekse) sağ ve sol ellerin karşıt ancak özdeş olduğunu savunuyordu. Bunun basitçe yanlış olduğunu, sağ ve sol elin herhangi bir anlamda “özdeş” olmadığını söyledim (kiralite ya da ayna örtüşmezliği, geometride/grup teorisinde temel bir konsepttir: sol ve sağ el üst üste gelemez). Ellerini birleştirip bana ellerinin “özdeş” olduğunu ispatladığını sandı ama sürekli yanıldı (çünkü özdeş değiller) ve sinirlenmeye başladı, evin içinde fırtınalar estirdi. O zamandan beri eşimi görmüyorum (yaklaşık bir gün önce kavga ettik) ve mesajlarıma da yanıt vermiyor.

    Ne yapmalıyım dostlar? Oluruna mı bırakayım? Kendi alanımdaki yetkinliğimin bu derece görmezden gelinmesi, ciddiye alınmamak, beni oldukça hüsrana uğrattı. Çalışmalarıyla ilgilenmemi istemişti, ben de öyle yaptım. Ancak bana kibarca bir tepki vermedi. Bana sürekli Hegel’in ampirik bilimi gereksiz kıldığı oldu. Çalışmalarımın yalnızca zaman kaybı olduğunu ima edip bunların yerine Alman idealizmi çalışmam gerektiğini söyledi. “Fichte” ve “Schellin” gibi kişileri okumalıymışım (herhalde Almanya’da çok popüler yazarlar ama ben daha önce adlarını bile duymadım). Onun benim alanıma saldırmasında sorun yok da ben ona hafifçe bir eleştiride bulununca neden kıyametler kopuyor?

    Kısaca: Kocamın akademik çalışması yüz kızartıcı biçimde yanlış ve hiçbir eleştiriyi kabul etmiyor.
    (*)Kıta felsefesi, Avrupa'daki 19. ve 20. yüzyıl felsefe geleneklerini tanımlamakta kullanılan terim. 20. yüzyılın ikinci yarısında anadili İngilizce olan filozoflar tarafından, analitik felsefenin dışında kalan görüş ve düşünceler için kullanılmaya başlanmıştır.

    ©® Düşünbil (2021)

    Çeviren: Cemre Yılmaz
    Kaynak: reddit.com

    Graz, Österreich tarafından ÖÖ 1:15 · 14 Haz 2023

    25 Mayıs 2023 Perşembe

    Karizmatik Liderlik ve Başkanlık Sistemleri

    Siyaset Teorisi ve Felsefesinde Monokratik Yönetimler, Karizmatik Liderlik ve Başkanlık Sistemleri

    Başkanlık sistemini, tüm tür ve türevleriyle, birçok bakımdan makbul (demokratik) bir yönetim biçimi saymayanlardanım. Tek-tük istisnası olduğu zorlanılarak savlanılabilecek sanılsa da, bunun kuralı bozmayacağını, başkanlık sistemlerinin ait ya da akraba oldukları daha geniş kategoriler nedeniyle, demokrasiden sapma oluşturduğunu düşünenlerdenim. Türkiye özelinde ise, çeşitli tarihsel ve kültürel nedenlerden dolayı “açık ve yakın tehlike” yarattığını 1980’lerden beri yazanlardanım. Son 200-250 yılın ürünü olan ve son 80-100 yılda da hızlanarak üremeye devam eden bu türün ve terimin ardında çok ağır bir tarihsel sicilin ve kavramsal yükün bulunduğuna işaret etmeye çalışacağım.

    Başkanlık sistemlerinin, çağdaş temsili demokrasilerin normu olan parlamenter sistemden değişen derecelerde sapmalar oluşturduğunu, özellikle yoz/yozlaşmış örneklerinin otokratik / monokratik, hatta monarşik yönelimlere/eğilimlere (daha doğrusu regresyonlara) en ziyade gebe yönetim biçim(ler)i olduğunu savlayacağım.

    Liberal kapitalist devletin tipik temsili demokrasi organizasyonu olan parlamenter sistemden aşırı / uç sapma faşizmler ise, ara sapmanın da, Walter Bagehot’un vaftiz babası olduğu prototip ABD başkanlık sistemi olduğunu söyleyeceğim.

    Soğuk savaşla birlikte daha da yaygınlaşan ve çoğu Amerikan emperyalizminin bağlaşığı veya uydusu olan çeşitli başkanlıkçı rejimlerin aşağıda bir listesini vereceğim —Ortadoğu’da, Asya’da, Latin Amerika’da, giderek de Avrupa’da.

    Türkiye’nin sicili

    Otoriter, otokratik ve monokratik yönetim biçimleri itibarıyla şişkin bir sicile sahip olan Türkiye için ise ders kitaplarına örnek olay olarak girebilecek bir “açık ve yakın tehlike” mevcuttur: “Eski Türk”te, Selçuklu’da, Osmanlı’da, Cumhuriyet Türkiyesi’nde bu kategorinin çeşitli biçim ve dozları, alt-türleri vardır: kağanlık, hanlık, başbuğluk, sultanlık, padişahlık, cumhurbaşkanlığı resmiyeti ardında fiilen ebedi ve milli şeflikler (tek-parti ve tek-adam döneminin “reel” anayasası 1924 değil, parti tüzük ve programlarıdır), faşizan askeri diktatörlükler vs., vb., vd. Tabii, Weber deyişiyle patrimonyalizm, sultanizm, karizmatik liderlik, Marksist deyişle oryantal despotizm, bonapartizm, bizim deyişimizle solidarist ve faşist alt-türleriyle korporatist rejimler, hep ilgili, bitişik, akraba olgular ve kavramlardır. Bunların karşılıkları elbette Batı’nın tarihinde de vardır, ama parlamenter ve temsili demokrasi de birkaç yüzyıldır ciddi mesafeler almıştır. Doğu’ya pek uğramamasının nedenlerinden biri, çeşitli biçim ve dozlarıyla askeri müdahalelerdir.

    Belki de tek istisna, ya da parantez, çeşitli veballerinin yanısıra iyi tarafları da olan 1961 Anayasası’nın öngördüğü, parlamenter sistemin temsili, sorumsuz, az yetkili Cumhurbaşkanlığı kurumudur —ki bu dahi askerî darbeciler ve militarist siviller tarafından suistimal edilmiştir. Türkiye’de otoriter ve otokratik alt-akıntılar hep varolagelmiştir. (1961’deki 1982’ye evrilen “yürütmenin üstünlüğü” sorununu, özellikle askerî vesayet ve müdahale biçim ve dozlarını çok yazmıştım, burada girmeyeceğim.)

    Büyük sınav ve temel soru
    Başkanlık sistemi eğilimleri ve yüzeye çıkma zorlamaları da yeni değildir, gökten zembille inmemiştir. Süleyman Demirel ve Turgut Özal da bunu yoklamıştı. Ne ki iç siyaset de, ABD’nin o günlerdeki tutumu da bu emellerin realize edilmesine elvermemişti. Ya da buna henüz lüzum görülmemişti. Şimdi ise bu “verimli toprak” bir kez daha sürülmek riskiyle karşı karşıya: Vaktiyle yerel orduyla işini görmüş olan ABD, bagajında bol da din olan sivil bir “plebisiter diktatörlük”ün başkanlık girişimine bu sefer hayırhah bakıyor gibidir. “Fiili”den “resmi”liğe geçişi zorlayan bir karizmatik liderlikle, gerilimli de olsa, belli bir işbirliği içindedir.

    Büyük sınav ve temel soru Dolayısıyla, bir yönetim biçimleri-rejim modelleri-anayasa tipleri fuarında mal seçen kaprisli, hoppa tüketiciler gibi x modeli, y modeli, z modeli elleyen siyasetçilerin ve aydınların yürüttüğü ehliyetsiz münazaralar yanlış tartışmalardır. Tabii her şey tartışılsın ama, sadece türevlerin yüzeysel kurcalanması şeklinde değil, bunların türevi oldukları türün ve prototipin teorideki ve pratikteki sorunları ile Türkiye için özellikle söz konusu olan risklerinin ayırdında olarak. Mesele basit bir eşdeğerli seçenekler meselesi değil, toplum için yaşamsal uzantıları ve sonuçları olacak, şahısları da aşan bir büyük sınav meselesidir. Temel soru da, markalardan hangisini seçsek değil, hiçbirini seçmemek için hangi nedenlerin olduğudur. Asıl tartışılması gereken parlamenter sistemin, partiler demokrasisinin, “yasama üstünlüğü”nün, yargı bağımsızlığının, eğitimin, sağlığın vs. nasıl ıslah edileceği, müzminleşmekte ve vahimleşmekte olan “yürütmenin üstünlüğü”nün nasıl frenleneceği, iç ve dış savaş ve şiddet eğilimlerinin nasıl önleneceğidir.

    Demokrasiden aşırı sapma ve ara sapma
    “Yürütmenin üstünlüğü”, monarşik ve monokratik tarihte kökleri olan, ABD başkanlık sistemiyle sözde demokratik bir kisveye bürünen, iki dünya savaşı arasında (ve kısmen de sonrasında) faşizme evrilen, soğuk savaşla birlikte özellikle Amerikan uydu ve kuklalarında çeşitleri görülen başkanlık sistemlerine ve tek-adam diktatoryalarına yol veren bir genel kategoridir. Bunun içinde yer alan başkanlıkçı ve başkancı rejimler, kişisel diktatörlük ve despotluktan bir önceki istasyondur. Liberal parlamenter demokrasiden aşırı sapma faşizm ise, ara-sapma başkanlık sistemidir.

    Hatta denebilir ki, cumhuriyete nispetle monarşi ne ise, parlamenter demokrasiye nispetle başkanlık sistemi odur. Bu karşıtlığın üstüne bir de alt-tür içi yozlaşmayı eklemek gerekir: Nasıl tiranlık monarşinin yoz/yozlaşmış biçimi ise, çeşitli çevre ülkelerinin başkanlık sistemleri, prototip ABD başkanlığının daha da yozlaşmış biçimleridir. Hepsinde kuralların ve normların yönetimi değil, kişilerin yönetimi, otokrat ve monokratların egemenliği hâkimdir. Halk egemenliği gitmiş, tek-adamın yığın güdümü gelmiştir. “Kuvvetler ayrılığı” mitinin mevcut olduğu yerlerde de bu çoğu zaman lafta ve rafta kalmıştır (aşağı bkz.).

    Yazının tamamı için tıklayınız

    24 Ara 2015

    24 Aralık 2022 Cumartesi

    Sivil İtaatsizlik "civil disobedience"

    Bugün üzerinde çok tartışılan sivil itaatsizlik kavramının bir çok tanımı yapılmıştır. Bu tanımlardan en tipik olanı, dar tanım olarak da ifade edilen Fleish’ın tanımıdır: “Sivil İtaatsizlik devlet gücünün üçüncü kişilerce de açıkça görülebilir ve anlaşılabilir derecede, haksız olarak duyumsanan bir edimine karşı, kaba güç kullanmadan ve kamuya açık olarak gerçekleştirilen bir protesto eylemidir. Bu eylem dikkate değer bir siyasi ahlaki motivasyondan kaynaklanır, en azından bir adet suç — uygun bir hukuk ihlalini içerir ve norm ihlalinin hukuki sonuçlarına katlanmaya hazır bulunmak tutumunu taşır.” Bu tutum sivil itaatsizliğin öncüleri olarak nitelenen insanların (Socrates, Mahatma Gandhi, Martin Luther King) düşünce ve eylemlerinde de önemli bir yer tutmaktaydı.

    Sivil itaatsizlik kavramı için yapılan diğer iki modern tanımlama ise şu şekilde ifade edilmektedir;

  • “Şu ya da bir ölçüde adil ilişkilerin hüküm sürdüğü demokratik bir sistemde ortaya çıkan ciddi haksızlıklara karşı, yasal imkanların tükendiği bir noktada, son bir çare olarak başvurulan, anayasa ya da toplumsal sözleşmede ifadesini bulan, ortak adalet anlayışını temel alan, şiddeti reddeden, yasa dışı politik bir edimdir.”
  • “Hukuk devleti idesinin içerdiği üstün değerler uğruna, kamuya açık ve yasaya aykırı olarak gerçekleştirilen, bu sırada üçüncü kişilerin hakkını çiğnemeyen, barışçıl bir protesto eylemidir.”

    Sivil İtaatsizliğin Unsurları

    1. Yasaya Aykırılık
    Sivil itaatsizlik haksız bir uygulamaya karşı bütün yasal yollar denendikten sonra girişilen “yasa dışı” bir eylemdir. Ancak yasa dışı eyleme girişmek ilke olarak yasa dışı örgütlenmeyi ya da eylemi savunmak anlamına gelmez. Sivil itaatsizlik toplumsal sözleşmenin çiğnenmesinden duyulan kaygıyı dile getirmek için başvurulan bir tepki türüdür. Bu anlamıyla sivil itaatsizlik yaşadışı ancak “meşru” bir eylem olarak değerlendirilir.

    Sivil itaatsizlik, doğrudan veya dolaylı olarak ortaya konulabilir. Doğrudan sivil itaatsizlikte, söz konusu pozitif hukuk normuna, bir düzenlemeyi çiğneyerek yapılan bir protesto eylemi iken; dolaylı yapılan sivil itaatsizlikte, karşı çekilen hukuk kuralı ile protesto eylemi aynı değildir. İlgili pozitif hukuk metnine aykırı davranılmaksızın bir protesto eylemi söz konusudur.

    2. Kamuya Açıklık
    Sivil İtaatsizlik kamuya açık aleni bir eylemdir; sivil itaatsizlik kavramının en önemli unsurlarından biri kamuya açıklıktır. Sivil itaatsizlik vicdanlarda yatan bir adalet, bir hakkaniyet duygusuna çağre niteliğinde olduğundan, kamuya açıklık vasfı aranmaktadır. Sadece olaydan mağdur olanın değil “her insanın böyle bir olguya karşı tepki duyması gerektiği” öngörüsünden hareket etmektedir. Kişisel çıkar arayışlarının ötesinde, aynı durumdaki herkes için adalete yönelik bir çözüm arayışı olan sivil itaatsizlik bu yönüyle kamusallığını da ortaya koymaktadır.

    Dogrudan sivil itaatsizlikte, söz konusu pozitif hukuk normuna, bu kuralın getirdigi düzenlemeyi çigneyerek yapılan bir protesto eylemi ile karsı çıkıs söz konusudur. Bu duruma örnek olarak, ülkemizde frekans ve yayın yapmaya iliskin yasal düzenleme yapılmadan önceki özel radyo ve televizyon yayınlarını gösterebiliriz.

    Dolaylı sivil itaatsizlikte ise, karsı çıkılan hukuk kuralı ile protesto eylemi aynı degildir. .İlgili pozitif hukuk metnine aykırı davranılmaksızın bir protesto eylemi söz konusudur. Örnegin, uluslararası bir askeri anlasma geregi yerlestirilen uzun menzilli füzelerin kaldırılması için girisilen bir protesto eyleminde, bu anlasma metninin çignenmesi mümkün olmadıgından, konuya kamuoyunun dikkatini çekecek, baska bir protesto yapılabilir. Gandi’nin pasif direnis tutumu da dolaylı protestonun tipik örneklerinden biridir.

    3. Hesaplanabilirlik
    Bir sivil itaatsizlik eylemi gerçekleştirilmeden önce eylemin hedefi ve nasıl gerçekleştirileceği baştan açıklanır. Eylemin gidişatının ve ortaya çıkardığı sonuçların eylemin başından söylenenlere uygun olması gerekir. Eylemcinin, eylemin başında söyledikleri ile eylem sırasında yaşananların farklı olması, gerçekleştirilen eylemin bir sivil itaatsizlik eylemi olarak sunulmasını güçleştirir.

    4. Şiddetsizlik
    Sivil itaatsizlik şiddet kullanımını dışlayan bir eylemdir; şiddet kullanımı diğer protesto biçimlerini sivil itaatsizlikten ayıran en temel özelliklerden birisidir. Sivil itaatsizlik şiddetsiz olmalıdır. Şiddet şiddeti doğurmakta ve çoğunlukla da tırmanmaktadır. Sivil itaatsiz, kendisine karşı şiddeti haklı kılacak ve çoğaltacak bir şiddet kullanımına girmekten kaçınarak, şiddete maruz kalmayı tercih eden bir bilinç düzeyine sahiptir.

    Diğer yandan, eylemin yapısı gereği, az da olsa ortaya bir hareketlilik çıkıyorsa: bunun sivil itaatsizlik eylemi olup olmadığının en önemli ölçütü, üçüncü şahısların hak ve özgürlüklerinin çiğnenip çiğnenmediğidir. Eğer üçüncü şahısların hak ve özgürlükleri ihlâl ediliyorsa eylem bir sivil itaatsizlik eylemi olmaktan çıkar. Çünkü sivil itaatsizlik çoğunluğa yapılan bir çağır, bir mesajdır.

    5. Sivil İtaatsizlik Hukuk Devleti Düşüncesine Dayalı Siyasi ve Ahlâki Bir Yönelimdir

    Sivil itaatsizlik, “Hukuk sisteminin içinde aksayan bir kurala karşı çıkmıştır.” Dolayısıyla, sistemin bütününe yönelik genel bir kabul söz konusudur. Sivil itaatsizlik, toplumsal durum karşısında, yasaya aykırı davranışa zorunlu kılacak, vicdani bir duygu-düşünce sürecidir. Bu vicdani süreç kişiyi sivil itaatsizliğe götüren süreçtir. Asıl alan, karşı çıkılan ya da istenen şeylerde ortaklıktır. Düşünsel düzeyde genel bir örtüşmenin değil, kısmi bir çakışmanın varlığı yeterlidir. İdeolojik birliktelikler sivil itaatsizlik kavramının ve eyleminin ruhuna aykırıdır.

    6. Yaptırıma Katlanma
    Sivil itaatsizlik çiğnenen pozitif hukuk normunun yaptırımına katlanma tutumunu gerektiren bir eylemdir; bu tür bir eyleme katılanlar, bu protesto eylemiyle ihlâl ettikleri yasanın yaptırımlarına katlanmayı göze almaktadırlar. Yaptırımlara katlanma “hukuksal düzene” duyulan bağlılık ve güvenin bir göstergesidir. Ancak litaratürde hukuki sorumluluk konusunda farklı görüşler bulunmaktadır. Bazı teorisyenler hukuki sorumluluğu üstlenmenin eylemcilerin samimiyetlerinin ifadesi olarak değerlendirmekte ve eylemin çağrı etkisini güçlendireceği gerekçesiyle hukuki sorumluluğun üstlenilmesi gerektiği görüşündedir. Bazı teorisyenler ise meşru düzeyde girişilen bir eylemden dolayı cezalandırmayı kabul etmenin doğru olmadığı görüşünü savunagelmektedir. Şiddet içermeme unsurunda olduğu gibi, bu katlanmak tutumu da, sivil itaatsizliği, diğer protesto çeşitlerinden ayırmaktadır.

    Şiddetsizlik Merkezi