Translate

Ekonomi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ekonomi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Ekim 2023 Çarşamba

“Dünya enerji görünümü raporu” bize ne söylüyor?

Dünya Enerji Görünümü 2023 Raporu bu ay yayımlandı. Bu rapor, küresel enerji sisteminin her yönüne ilişkin derinlemesine analizler ve stratejik içgörüler sunuyor. Bu yılki rapor, spesifik olarak, jeopolitik gerilimler ve kırılgan enerji piyasaları zemininde ekonomilerdeki ve enerji kullanımındaki yapısal değişimlerin dünyanın artan enerji talebini karşılama şeklini nasıl değiştirdiğini araştırıyor.

“JEOPOLİTİK ORTAM VE KÜRESEL EKONOMİ TEDİRGİN”

Rapora göre, yakın geçmişte yaşanmış olan küresel enerji krizinden kaynaklanan bazı baskılar hafiflemiş olsa da, enerji piyasaları, jeopolitik ortam ve küresel ekonomi tedirgin ve daha fazla enerji kesintisi riski her zaman mevcut. 

Örneğin, petrol gibi fosil yakıt fiyatları 2022’deki zirve noktalarına göre gerilemiş olsa da, piyasalar gergin ve istikrarsız bir değişkenlik içinde. Çünkü Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile başlayan savaş bir yıldan fazla bir süredir devam ediyor ve bu savaşa şimdi de İsrail-Filistin çatışması ile birlikte ortaya çıkan Orta Doğu’da uzun süreli ve yaygın bir savaş riski eşlik ediyor.

Küresel kapitalizmin makroekonomik durumu ise (başta IMF ve OECD raporlarında vurgulandığı gibi),  inatçı enflasyon düzeyleri, bazı ülkelerde yaşanan ekonomik daralma, yüksek faiz oranları, yüksek borçlanma maliyetleri ve yüksek borç seviyeleri nedeniyle iyimser bir görüntü sergilemiyor.

“KÜRESEL YÜZEY SICAKLIĞI 1,2 °C’NİN ÜZERİNDE SEYREDİYOR”

Bugün, küresel ortalama yüzey sıcaklığı, sıcak hava dalgalarına ve diğer aşırı hava olaylarına neden olan sanayi öncesi seviyelerin yaklaşık 1,2 °C üzerinde seyrediyor ve sera gazı emisyonları henüz zirveye ulaşmadı.

Enerji sektörü dünya nüfusunun yüzde 90’ından fazlasının solumak zorunda kaldığı ve yılda 6 milyondan fazla erken ölümle bağlantılı olan kirli havanın da başlıca nedeni olmasına rağmen, elektriğe ve temiz yemek pişirmeye erişimin iyileştirilmesi konusundaki olumlu eğilimler bazı ülkelerde yavaşladı, hatta tersine döndü.

“OLUMLU GELİŞMELER DE MEVCUT”

Raporda, bu olumsuz gelişmelere karşın, olumlu gelişmelerden de söz ediliyor. Örnek olarak, güneş enerjisi ve elektrikle çalışan otomobillerin öncülüğünde yeni bir temiz enerji ekonomisinin ortaya çıkması ileriye dönük umut veriyor. Temiz enerjiye yapılan yatırım 2020’den bu yana yüzde 40 arttı. Karbon emisyonlarını azaltma çabası bunun önemli bir nedeni, ancak tek nedeni değil. 

Olgun- temiz enerji teknolojileri için haklı ekonomik gerekçeler de mevcut. Enerji güvenliği de, özellikle yakıt ithal eden ülkelerde, endüstriyel stratejiler ve temiz enerji işleri yaratma arzusu gibi önemli bir faktör. Ancak tüm temiz enerji teknolojileri başarılı değil ve özellikle rüzgâr enerjisi için bazı tedarik zincirleri baskı altında.

2020’de satılan her 25 otomobilden biri elektrikliydi, 2023’te bu oran artık her 5 otomobilden biri olacak. 2023’te 500 gigavattan (GW) fazla yenilenebilir enerji üretim kapasitesi eklenecek (bu yeni bir rekor).

Güneş enerjisinin yaygınlaştırılması için günde 1 milyar dolardan fazla para harcanıyor. Güneş PV modülleri ve elektrikli araç bataryaları da dâhil olmak üzere temiz enerji sisteminin temel bileşenlerinin üretim kapasitesi hızla artıyor.

“KÜRESEL ISINMA 1,5 °C İLE SINIRLI TUTULAMAYACAK”

Ancak bu ivmenin küresel ısınmayı 1,5 °C ile sınırlı tutamayacağı konusunda raporun tespitleri de var. Buna rağmen bu yolun hala açık olduğu ve bu konuda neler yapılması gerektiği de raporda anlatılıyor. Bunun için aşağıdaki grafik hazırlanmış.

Yani küresel ısınmanın 1,5 °C’de tutulabilmesi için 2023 yılına kadar olmak üzere; yenilenebilir enerji kaynaklarının üç kat artırılması, enerji yoğunluğunda iki kat iyileştirme yapılması, fosil petrol yakıtına olan talebin yüzde 25, fosil metan gazı kullanımının yüzde 75 azaltılması ve azgelişmiş ve yükselen ekonomilerdeki temiz enerji yatırımlarının üç kat artırılması gerekiyor.

KÂR İÇİN ÜRETİM VE TÜKETİM VAR OLDUKÇA KURTULUŞ UMUDU YOK!

Diğer yandan, tüm bu önerilerin ve önlemlerin, kâr sürümlü, devasa çok uluslu petrol ve enerji şirketlerinin piyasalara hâkim olduğu ve bu şirketlere ulus devletlerce trilyonlarca dolarlık sübvansiyonun verildiği günümüz kapitalist dünyasında hayata geçirilebilmesi çok zor.

Ayrıca, Orta Doğu’daki gibi üçüncü bir paylaşım savaşına evrilebilecek yeni savaşların fosil yakıta olan talebi daha da artıracağı (bunun da küresel ısınma ve iklim değişikliğinin önemli nedenlerinden biri olduğu) çok açık.

Kısaca kapitalist emperyalist sistem ortadan kaldırılmadığı sürece gezegenin ve insanlığın yok oluşu kaçınılmaz gibi görünüyor.

Son olarak, ithalatının ve dolayısıyla da cari açığının çok büyük bir kısmı petrol başta olmak üzere kirletici enerji kaynaklarına bağlı olan Türkiye’de bu raporun öngörüleri doğrultusunda Güneş enerjisi gibi temiz alternatif kaynaklara yönelimin (12’nci Beş Yıllık Kalkınma Planı hedefleri ve 2024 Merkezi Yönetim Bütçesi’nden ayrılan kaynakların azlığından da görülebileceği gibi)  çok sınırlı olduğu açık.

Zira ülkeyi yöneten iktidar blokunun ve hâkim sınıfların uzun süreler beklemeye tahammülleri yok. İklim yıkımının güçlü belirtileri ve gerçekleşmiş etkileri ortada iken, doğayı tahrip eden maksimum kâr-rant ve bunu sağlamaya dönük yüksek ekonomik büyüme hedefleri ve bu yöndeki kabarık iştahları hala sürüyor.

Prof. Dr Mustafa Durmuş - EVRENSEL

14 Eylül 2023 Perşembe

Amerikan İç Savaşı ve Çukurova'ya okaliptus ağaçları

Anavatanı Avustralya olan bu ağaç nasıl olmuş da Çukurova’nın sıtma yüklü topraklarına gelmiştir? Bu sorunun cevabı Amerikan İç Savaşının başlangıç tarihi olan 12 Nisan 1861’de saklıdır.

Köleliğin kaldırılmasına karşı çıkarak eyalet birliğinden çıkmak isteyen 11 Güney Eyaleti ile Amerika Birleşik Devletleri (ABD) arasında gerçekleşen iç savaş 4 yıl süresince ülkedeki tüm yaşamı sekteye uğratmıştır. Sekteye uğrayan alanlardan biri de Güney Eyaletlerinde kölelerin çalıştırıldığı pamuk plantasyonlarındaki üretimdir. İç savaşın başlaması ile ABD’nin pamuk üretimindeki bu düşüş dönemin en büyük kumaş üreticisi konumundaki İngiltere’yi hızlıca yeni çözüm yolları aramaya itmiştir. Böylece İngiltere ABD’ye alternatif olabilecek yeni pamuk üretim alanları geliştirmeye yönelik çalışmalara başlamıştır. Osmanlı İmparatorluğu ile temasları sonrasında Adana’nın İngiltere için gerekli pamuğu karşılayacak yerlerden biri olması planlanmıştır. Bu çerçevede Sultan Abdülaziz 1862 yılında Adana’da pamuk üretiminin teşviki amacıyla bazı yasal düzenlemeler yapmıştır. Yasal düzenlemeler yapmıştır yapmasına da Adana’da ne pamuk yetiştirecek yeterli tarım alanı ne pamuk işçiliği yapacak yeterli sayıda insan gücü ne de üretilen pamuğun İngiltere’ye hızlı bir şekilde ulaştıracak nakliye ağı vardır.

Osmanlı İngiltere’nin “ricası” ile tez elden yola koyulmuştur. Öncelikle pamuk yetiştirilebilecek tarım alanları için kolları sıvamıştır. İşte Adana’nın okaliptus yani namı diğer gariptos ağaçları ile tanışması bu döneme rastlamıştır. Okaliptus ağaçları Adana’nın bataklık bölgelerine dikilerek yeni tarım alanları oluşturulmuştur. Bataklıkların kurumasıyla sıtma yüklü sivrisineklerin azalmasıyla muhtemelen Adana’da sıtma yaygınlığının da düşüşe geçmesi okaliptus ağaçlarını yeni kimliğiyle tanıştırmıştır, sıtma ağacı. Bölgede bataklık kurutma amacıyla okaliptus ağaçlarının kullanımı Osmanlı sonrasında Cumhuriyet döneminde de devam etmiştir. Türkiye’deki ilk planlı okaliptus ormanı dikimine 1939 yılında Tarsus’un Karabucak bölgesinde başlanmıştır ve günümüzde bu bölgede 1200 hektarlık bir okaliptus ormanı bulunmaktadır.

İngiliz kumaş üreticilerine hammadde sağlanmasının ilk adımı tamamlandıktan sonra ucuz iş gücü sorununun çözümüne geçilmiştir.
Gerçi Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın Osmanlı’ya isyanı sonrasında Adana yönetimini ele alan Kavalalı’nın oğlu İbrahim Paşa 1833-1840 yılları arasında tarım alanında önemli adımlar atmıştır. İbrahim Paşa bu dönemde Mısır’dan Adana’ya nitelikli tarım işçilerini yani fellahları getirtmiştir. Arapça çiftçi anlamına gelen fellahların Çukurova’ya getirilmeleri Adana’nın yeniden Osmanlı yönetimine girdiği 1840 sonrasında da sürmüştür. Ancak bu işgücü İngiliz sanayicilerinin ihtiyacını karşılamaktan çok uzaktır.
Bu noktada Osmanlı gözünü göçerlere diker. Bölgede konargöçer olarak yaşayan Avşarlar, Ceritler, Tecirliler gibi aşiretleri yerleşik hayata geçirebilmek için zor kullanmaya karar vermiştir. Sultanın fermanıyla Derviş Paşa kumandasında bir ordu kurulmuş, ordunun halkla ilgili işlerini görmesi için de Ahmet Cevdet Paşa görevlendirilmiştir.
Fırka-i İslâhiye adı verilen bu ordunun görünürdeki amaçları arasında göçerlerden yeni asker kaynakları temin etmek, bölgeyi itaat altına alıp güvenliği sağlamak, eşkıyalığa son vermek, düzenli vergi toplamak sayılsa da muhtemelen en önemli gerekçesi göçerleri yerleşik hayata geçirip İngilizler için yeterli miktarda pamuk üretimini sağlamaktır.

1865-1866 yıllarında Çukurova, Gâvur Dağları ve Kozan Dağlarında göçerlere yönelik harekâtta çok kan dökülmüştür. Ne Dadaloğlu’nun “Ferman padişahın dağlar bizimdir” haykırışı ne de göçerlerin Kirmani kılıçları ile taşı delen mızrakları Osmanlı ordusu ile baş edebilmiştir. Ölen ölmüş, kalan sağlar düze indirilmiştir.
Osmanlı zorla toprağa bağladığı göçerlerin yaşadığı yerlere öyle isimler vermiştir ki, adeta kuşaklar boyu bu acının unutulmamasını sağlamıştır. Osmaniye, İslâhiye, Dervişiye ve Cevdetiye göçerlerin yerleştirildiği köy ve kasabalara verilen isimlerden bazılarıdır desem sanırım ne demek istediği anlaşılmış olur.

İş gücü sorununu Fırka-i İslâhiye ordusu ile çözerken, Osmanlı eş zamanlı olarak da üretilen pamuğun nakliyesi konusunda adım atmıştır. Pamuğun İngiltere’ye ulaştırılmasının en hızlı yolunun önce demiryolu ile Mersin Limanına oradan da gemilerle güneş batmayan imparatorluğun kalbine doğru nakledilmesi olduğu kararlaştırılmıştır. Bu amaç için Osmanlı 20 Temmuz 1883 tarihinde Adana-Mersin demiryolu inşası için ilk kazmayı vurmuştur ancak hızlı ilerleme sağlayamaması üzerine topu bizzat İngilizler almış ve demiryolu inşasını kaldığı yerden üstlenmiştir. İşte bizim gariptos ağaçları burada da yardıma koşmuş ve bedenlerini demiryolu traverslerine yatırarak demiryolunun hızla ilerlemesine hizmet etmiştir.
Adana-Mersin demiryolu 2 Ağustos 1886 günü tamamlayarak hizmete girmiştir. Demiryolunun 1897 yılında Osmaniye’ye kadar uzatılması Mersin Limanına pamuk sevkiyatını artırmıştır.

Bu dönemde bir yandan demiryolu inşaatı sürerken diğer yandan da Mersin Limanına yanaşacak gemiler için iskele sayısının artırılması için çalışmalara başlanmıştır. 1850 yılında biri ahşap olmak üzere Mersin Limanında iki iskele varken 1874 yılında iskele sayısı beşe, 1892 yılına gelindiğinde da yediye çıkmıştır. Bu iskelelere yanaşan gemilerin en çok İngiliz bayrağı taşıması elbette tesadüf değildir. Örneğin Mart 1889-Şubat 1990 tarihleri arasında Mersin Limanına toplam 310 buharlı gemi yanaşmıştır. Bu gemilerden 96’sı İngiliz gemisiyken en yakın takipçisi 68 gemiyle Fransızlar olmuştur. Gemilerin yükü incelendiğinde de ilk sırayı pamuk balyalarının alması elbette tesadüf değildir.

Amerikan İç Savaşı'nın üzerinden çok sular aktı. O günden bugüne ABD sekteye uğrayan pamuk üretimini yeniden yoluna koyup dünya sıralamasında Çin ve Hindistan’ın ardından üçüncü, tekstil ihracatında da ikinci sıraya yerleşti. Oysa Adana’da işler pamuk üretimi açısından pek de iyi gitmedi. Pamuk üretimi günden güne azalarak ülkede üretilen toplam pamuğun %5’ine kadar geriledi. Adanaspor’un arması da olmasa Adana’da pamuk görmek pek mümkün olmayacak.

Evet Adana’da artık pamuğun esamesi okunmuyor ama o günlerden bize yadigâr bir Dadaloğlu’nun halen kulaklarımızda çınlayan “Ferman padişahın, dağlar bizimdir” haykırışı, bir de gariptos ağaçlarının hışırtısı kaldı.

Halis Ulaş - EVRENSEL Yazısından kısmen alıntı...

29 Nisan 2023 Cumartesi

Seçimden Bir Gün Sonra

Mahfi Eğilmez

Seçim bittiğinde kim kazanmış olursa olsun karşımızda şöyle bir manzara bulacağız:

Hukukun üstünlüğünü ve adalet kavramını neredeyse tümüyle yitirmiş durumdayız. Eğitim sistemimiz sürekli geriye gidiyor. Avrupa Birliği’ne girme hedefinden uzaklaşmış bir konumdayız. Göçmenlerle ilgili pek çok sorunumuz var. Liyakat gözetilmeksizin yapılmış atamalarla doldurulmuş devlet kadroları hizmet veremez durumda. Giderek bozulan bir gelir dağılımı dolayısıyla orta sınıfın yok olmuş. 100 – 120 milyar dolarlık bir deprem ve afet faturasıyla karşı karşıyayız. 6,5 milyon konutu kentsel dönüşüme sokmak zorundayız. Yılın ilk yarısından ötesini çıkaramayacak, GSYH’nin yüzde 5’ini aşması beklenen bir açığa ulaşması beklenen bir bütçeye sürekli yeni yükler bindiriyoruz. Merkez Bankası’nın swaplar hariç net rezerv eksi 40 – 45 milyar dolar dolayında bulunuyor. Dış borç stokumuz 450 milyar dolar dolayına ulaşmış. Yükümlülükleri bilinmeyen Varlık Fonu’nun nasıl tasfiye edilebileceği başlı başına bir sorun oluşturuyor. Değer kaybeden paradan sürekli kaçtığı ve eline geçen parayı harcadığı için enflasyona olumsuz katkı yapan bir tüketici topluluğuyla birlikte yüzde 50 dolayında (muhtemelen gerçekte iki katı) bir enflasyon karşımızda dağ gibi duruyor. Tasfiyesi gereken büyük bir Kur Korumalı Mevduat yükü mevcut. Yüzde 22 dolayında bir geniş (gerçek diye okuyun) işsizlik oranına sahibiz. GSYH’nin yüzde 5,5 – 6’sı dolayında bir cari açık var ve bu cari açığın yarısını nereden geldiği bilinmeyen paralarla (net hata ve noksan kaleminin önemli bir kısmı) finanse etmeye çabalıyoruz. Ülkenin risk primi (CDS primi) 500 baz puanın üzerine çıkmış (300 baz puanın üzeri aşırı riskli kabul ediliyor.) Dış borçlanmada yüzde 10’lara gelip dayanmış bir dolar faizi maliyetine katlanmak zorundayız. İnanılmayacak derecede şişmiş konut satış fiyatları ve kiralar söz konusu. Bankacılık kesimi, her gün çıkan yeni düzenlemelerden ve sözlü talimatlardan ne yapacağını bilemez durumda bulunuyor. Konut alımı veya portföy yatırımı dışında ülkeye yabancı sermaye gelmiyor. Pek çok sorunun kaynağı olan düşük Merkez Bankası politika faizi, enflasyonun çok altında belirlendiği için hızla düzeltilmesi mümkün görünmüyor. Tutulması imkânsız görünen harcama vaatleri verilmiş bulunuyor ve bu vaatler devam ediyor (son olarak bedava doğalgaz verilmesi sözü de verildi.)

Eklenecek pek çok sorun var, ama bu kadarı bile seçimden sonra ülkeyi nasıl bir çıkmazın beklediğini göstermeye yeterli sanırım.

Bu ülkede 1980’den başlayarak üç büyük kriz yaşadık: 1980 döviz krizi, 1994 faizi enflasyonun altına düşürme inadı krizi, 2001 bankacılık krizi. Bunlara ek olarak 2008 küresel krizi, 2019 pandemi krizi gibi dışarısı kaynaklı krizlerin de etkilerini gördük. Bugün içinde bulunduğumuz kriz, bu yaşadıklarımızın hiçbirine benzemiyor. Bu, yaşanan bütün krizlerin bir ortalaması gibi duruyor. Her şeyden önce insanlar bir kriz yaşandığının farkında değil. Kriz var deseniz, AVM’lerdeki alış verişe, yollardaki trafiğe, restoran ve kafelerin doluluğuna, tatile gidenlerin yoğunluğuna değinerek ‘ne krizi’ diye soruyorlar. Aynı durum krizin tam ortasındaki Arjantin’de görülüyor. Sürekli ve hızlı değer kaybeden ulusal paradan kaçış eylemiyle tüketimin zirveye çıkması, bir çeşit refah göstergesi olarak algılanıyor. Hastalığın farkında olmamak işin en tehlikeli yanıdır. Önceki krizlerde hastalığın farkındaydık, IMF programlarının da desteğiyle önlem alarak kısa sürede hastalığı tedavi etmeyi başardık. Bu kez hastalığın farkında olmadığımız için işimiz çok daha zor. Ayrıca önceki krizlere ek olarak bu kez ekonomi dışı alanlarda da kriz var. İşin daha da kötüsü kimse gerçekleri dinlemek istemiyor ve hep bir mucizenin ortaya çıkıp sistemi kurtarmasını bekliyor: Petrol bulunacak, doğal gaz rezervi keşfedilecek, körfez ülkeleri bize para verecek. Lozan Antlaşması’nın süresinin bitmesiyle birlikte artık madenlerimizi çıkarıp zengin olacağımız hayalinin son kullanma tarihi bu yıl dolduğu için o beklenti kayboldu. Şimdilerde yenileri piyasaya sürülüyor. Mucize bekleyen bir toplumda bunların alıcısı bitmiyor.

‘Ne krizi’ diye soranların seçimden sonra ortaya çıkacak manzara karşısında, taşları altına dönüştüren büyücülerin masallarda olduğunu anlayacaklarını sanıyorum. Ama yine de bu konuda iddiaya girmem çünkü toplumun önemli bir bölümü fanatiklik denilen çok ciddi bir hastalığın pençesinde bulunuyor.

"Kendime Yazılar- Mahfi Eğilmez

17 Nisan 2023 Pazartesi

Demokratik ve Çevreci Bir Toplumsal Hareket

Gustave Massiah-
Fransa şu anda sosyal, ekolojik ve demokratik konulardaki çelişkileri açığa çıkaran yeni bir sosyal ve siyasi kargaşa evresiyle karşı karşıya. Emeklilik reformuna karşı devam eden direniş ve agresif hükümet eylemleriyle karşılanan yoğun çevre protestoları ile protestolar giderek kitleselleşiyor. Gençler otoriterliğe karşı direnişe daha fazla angaje olmuş durumda. Bu çelişkilerle birlikte gelen yoğun çatışmaları ve şiddeti nasıl anlayabiliriz?

Cumhurbaşkanlığına ikinci kez seçilen Emmanuel Macron, Ulusal Meclis'te nispi bir çoğunluğa sahip olduğunun farkındaydı. Emeklilik reformunu hayata geçirerek, prim süresini uzatmaya ve tam emeklilik için emeklilik yaşını ertelemeye sıcak bakan Cumhuriyetçi partisi ile çoğunluğu oluşturabileceğine inanıyordu. Bu ittifakı daha da sağa kayarak; göç ve barınma haklarını kısıtlayacak yasaları hayata geçirerek güçlendirmeyi amaçlıyordu. Politik ortamı üç farklı ideolojik akıma bölen siyasi kutuplaşmanın boyutlarını tam olarak kavrayamadı: neoliberal sağ, kimlik ve milliyetçiliğe dayanan yeni bir sağ (aşırı sağdan ilham alan) ve birleşmiş bir sol. Bu kutuplaşma uluslararası ölçekte de pekişmişti. Fransa'daki tablo, parlamento çoğunluğunu elde etmeyi zorlaştırırken başkanlık sisteminin eksikliklerini de artırıyor olup kurumların bir kriz döneminde nasıl yetersiz kaldığını da gözler önüne seriyor.

Odağı emeklilerin maaşlarına koyma kararı yalnızca taktiksel bir hamle değildi, ivedi olmasa da köklü bir geçmişin ürünü olan stratejik bir yönelimdi. 1981'den itibaren bu durum açıktır: Seçimleri kazanan sol hükümet, insanlara hayatlarını yaşayabilmeleri için daha fazla zaman tanıma vaadinin bir parçası olarak 60 yaşında emeklilik ve 35 saatlik çalışma haftası uygulamalarını hayata geçirmişti. Ne var ki bu hamle sol hükümetin öngöremediği kilit bir çelişkiye yol açmıştı. 1980'lerden önce emeklilik meselesi toplumsal hareketlerde pek gündeme gelmiyordu. 1982'den itibaren ise merkezî ve nükseden bir mevzu haline geldi.

Fransa'daki toplumsal hareketlerin geçmişine bakacak olursak, emekli maaşları için verilen mücadelelerin nasıl önemli bir rol oynadığını görebiliriz. Ulusal düzeyde ayaklanmalara önayak olmuş önemi yadsınamaz yaklaşık on beş toplumsal vuku buldu. 1984'te düzenlenen eşitlik için yürüyüş, 1986'da kayıtdışı çalışanların açlık grevi ve yine 1986'da Devaquet reformuna karşı gerçekleştirilen öğrenci grevi. Özel eğitim hakkı için düzenlenen tek sağ ulusal seferberlik olan 1984'tekinden hiç bahsetmiyorum bile. 95'ten itibaren, dokuz büyük eylemden altısı emeklilik sistemi reformlarına karşıydı; halbuki öncesinde bunun için hiç eylem olmuyordu. 1995'te Juppé emeklilik reformu tasarısına karşı; 2003'te Fillon emeklilik reformu tasarısına karşı; 2010'da yeni Fillon planına karşı; 2018'de demiryolu işçilerinin hakları için; 2019'da Edouard Philippe reformuna karşı; 2023'te şu anki reforma karşı. 1995 yılından itibaren Fransa'da emeklilik konularına odaklanmayan sadece üç büyük toplumsal hareket meydana geldi. Bunlar, Jacques Chirac tarafından başlangıçta onaylanıp daha sonra iptal edilen 2016 tarihli ilk işe giriş sözleşmesi; El Khomry Yasası diye bilinen 2016 tarihli İş Yasası ve 2018 yılındaki Sarı Yelekliler hareketidir.

Yani demem o ki emeklilik konusunda ortada derinden gelen bir mesele var. Emeklilik yaşının 1982'de 60'a çıkarılmasından günümüze başa geçmiş tüm hükümetlerin öncelikli hedefi, saplantısı bu konu oldu. Bunun için iki neden öne sürülüyor: ortalama yaşam süresinin artıyor oluşu emekli maaşlarının finanse edilmesini imkânsız hale getirecek, uluslararası rekabet ise buna izin vermeyecek ve Fransız ekonomisi mahvolacak. Durum bu olunca birkaç emeklilik reformu ve haftalık 35 saat çalışma sistemine geri dönüldü ve bunlar da birbirinden önemli toplumsal hareketlerle karşılandı. Bunu müteakip yıllar ise bu korkulara bir yanıt verdi. Fransız ekonomisi uluslararası rekabetin yarattığı şok altında çökmedi; kırk altı yıl boyunca direndi. Şirketlerin sosyal katkı paylarını sistematik olarak azaltmasına rağmen emekli maaşlarının finansmanı imkânsız hale gelmedi. Bir yandan da Fransa'nın durumu Avrupa ve uluslararası sermaye için kabul edilemez düzeyde. Zira diğer ülkelerin eğilimi çalışma saatlerinin ve emeklilik yaşının arttırılması yönünde. Avrupa'da emeklilik yaşı 67'ye yükseldi ve şimdi 70'e çıkarılması planlanıyor. Fransız istisnası buna dayanamaz.

Şunu kabul etmemiz lazım: işçiler isterse tembel olsun, problem bu değil. Mevzu bahis olan işin kendisi değil, egemen sınıfa kâr bırakacak ücretli emektir, zorla ve sömürülerek çalışmaktır. Talep edilen şey zaten daha az çalışmak değil, daha az sömürülmek. Demografinin değişiyor olması sınıf mücadelesini ortadan kaldıramaz. Ne emekliler ne de şu an istihdam edilenler daha az çalışmak istiyor, seçeneklerini özgürce belirleyebilmek, özgürce çalışmak istiyorlar. Bu insanlar zaten ailelerine bakarak ve içinde yaşadıkları toplumun aktif üyeleri olarak topluma önemli ölçüde hizmet ediyorlar. İşte bu eylemler de toplumun işleyişi, büyümesi ve gelişmesi için hayati önem taşıyor.

Avrupalı ve uluslararası sermaye çevrelerinin Fransız liderlerden beklediği bir şey var; işçileri ortak normlara geri döndürmeleri ve onlara çalışma saatlerinin azaltılmasının mümkün olduğunu kanıtlayarak kötü örnek teşkil etmekten vazgeçmeleri. Bu talep de kapitalist krizin ne kadar ileri gidebildiğini gösteren ve kemer sıkma ile güvenlikçiliği harmanlayan katı bir neoliberalizme kayışla sonuçlanan 2008 mali krizinden bu yana daha da güçlendi. Dünya lideri olmasa da bir Avrupa lideri olarak tanınmak isteyen ve neoliberal kapitalizmin faydalarına ikna olmuş görünen Emmanuel Macron, vaatler vermeye hazır görünüyor.

Fransız işçilerini Avrupa kapitalizmiyle uyumlu hale getirmeye yönelik süregelen girişimler güçlü bir muhalefetle karşılaşıyor. İşçilerin direnişi durumu idrak etmek açısından hayati önem taşıyor. Emeklilik reformlarına karşı yapılan protestolar, çalışma saatlerinin azaltılmasının yarattığı erozyona karşı verilen daha büyük bir direnişin parçasıdır. Bu mücadeleler, erkek, kadın ve çocuklar da dahil olmak üzere tüm işçilerin bizzat bedenlerini ilgilendirdiği için özellikle zorlu geçiyor. Rêve Générale, ceux d'en bas et l'émancipation adlı kitabında Denis Paillard, Marx'ın çalışma saatlerinin azaltılması için verilen mücadelenin, ücret artışı için verilen mücadeleler gibi diğer mücadelelerden daha radikal olduğu görüşünü vurguluyor. Bunun nedeni, sermaye ve emek arasındaki zenginlik dağılımının temelden değişmesini ve sömürü odaklı işin aksine toplumsal olarak faydalı işin korunmasını içermesidir.

Toplumsal çatışma ilişkileri germiş ve çevre krizinin yeterince anlaşılamaması nedeniyle uzamıştır. Bununla birlikte, özellikle sorunun boyutuna uygun politikalar ve eylemler talep eden genç nesiller arasında durumun büyüklüğüne ilişkin farkındalıkta önemli bir artış olmuştur. İklimdeki bozulma endişe vericidir ve gelecek için bir tehdit oluşturuyor. Politikalarda değişiklik yapmadan sadece nutuk atmak hava, su ve topraktaki bozulmayla mücadele edemez. Su rezervlerinin özelleştirilmesi yeraltı sularına yönelik riski artırıyor ve büyük, kontrolsüz ve özelleştirilmiş projelere dayalı çözümler iklim hareketinin savunduğu dönüşüm modeline ters düşüyor. Uyarılara rağmen yetkililer kayıtsız.

İklim hareketi giderek daha önemli hale gelmiştir ve büyük konferansların verimsizliğinden endişe duyarak somut müdahaleler ve siyasi taahhütler talep ediyor. Su depolarına karşı yapılan bir gösteri sırasında genç nesiller, çalışan çiftçiler ve topluluk hareketleri arasında bir yakınlaşma görüldü. Hükümet yeni “Korunası Bölgeler” yaratılması korkusunu saldırgan ve şiddet içeren bir polislik politikasını haklı çıkarmak için kullandı. Yetkililer, siyah grupların varlığını abartarak ve hayal ürünü bir aşırı sol tehdide karşı savaş ilan ederek şiddet unsurlarının varlığını iddia etti. Bu tür bir dil, gençleri, çalışan köylüleri ve dernekleri bir araya getiren bir hareket olan Toprak Ayaklanmalarının dağıtılması çağrısında bulunan içişleri bakanının aşırı gerginliğini ortaya koyuyor.

Göstericilere ve çevre aktivistlerine karşı şiddet ve baskı kullanılması, gençlerin geniş kesimlerinin radikalleşmesine katkıda bulunmuştur. Hükümetin otoriter eğilimleri, parlamentodaki bir oylamayı atlamak için bir parlamento hükmünü kullanmasıyla örneklenmiştir. Seçmenlerin ve çalışan nüfusun önemli bir çoğunluğu tarafından reddedilen bir reformu Ulusal Meclis'teki oylamadan kaçınarak hayata geçirme inadı, demokratik kurumlara yönelik tehlikeli bir saygısızlığı ortaya koymuştur. Bu prosedür yasal olsa da seçmenlerin üçte ikisinin iradesine aykırı olduğu sürece demokratik olarak kabul edilemez. Emeklilik yaşının 64'e yükseltilmesi de dahil olmak üzere emeklilik reformunun geri çekilmesi, emeklilik sistemi reformları ve çalışma saatlerinin azaltılmasına saygı konusunda gerçek müzakereler için fırsatlar yaratabilir. Kurumsal reform tartışmasından kaçınılamaz. Halk arasındaki öfke güçlüdür ve yakın zamanda yatışması da pek olası görünmüyor.

Ekolojik toplumsal hareket, otoriterliğe karşı çıkan ve yöneticileri yönetici sınıfına ve finans burjuvazisine bağlayan meritokrasiye meydan okuyan demokratik bir harekettir. Finans sınıfının her şeye gücü yeten kontrolü, yozlaşmanın kaynağı ve siyasetin reddi olarak görülüyor. Bu yeni dönemin çelişkileri yoğunlaşıyor ve işçi ve sendika hareketi, köylüler hareketi, feminist hareket, çevreci hareket, ırkçılık ve ayrımcılık karşıtı hareket, güvencesizlik, göçmen hakları hareketi, barınma hakları hareketi gibi çeşitli hareketler yeni radikallikleri ön plana çıkarıyor. Bu hareketlerin stratejileri sürekli evrim geçiriyor ve dünya genelinde aşırı sağcı güvenlik ve kimlik temelli ideolojilerin yükselişi, gelecek korkusunu ve bu yeni radikalizmlere karşı direnci yansıtıyor. Ancak geleceğin önü açıktır ve toplumsal, ekolojik ve demokratik mücadelelerin bir araya gelmesi bir özgürleşme stratejisini müjdeliyor.

Bu yazı 5 Nisan 2023’te alternAtives International’da yayımlanmıştır.
Çeviren: Ömer Faruk Pak/Birikim

22 Şubat 2023 Çarşamba

Haftada dört gün çalışma araştırması

Verim azalmadı, çalışanlar memnun

İngiltere'de çalışma gün sayısının haftada dört güne indirilmesi üzerine yapılan yeni bir araştırma sonuçlandı. Bu pilot uygulamada diğer araştırmalarla benzer sonuçlar ortaya çıktı: Verimlilik sabit kalırken çalışanların memnuniyetinin önemli ölçüde arttığı görüldü.

İngiltere'de küçük yerel işletmelerden, iki bin 900 çalışanı olan büyük işletmelere kadar farklı türde 61 şirketin katıldığı pilot uygulama bugüne kadar yapılan en büyük ölçekli araştırma oldu. 

Çalışma, '4 Day Week Global' tarafından Autonomy adlı düşünce kuruluşu, 4 Day Week Campaign ve Cambridge Üniversitesi ile Boston College'daki araştırmacılarla ortaklaşa yürütüldü. Aynı araştırmacılar daha önce de Amerika Birleşik Devletleri, İrlanda ve Avustralya gibi ülkelerde 33 şirket ve yaklaşık bin çalışanı kapsayan başka çalışmaya da imza atmış ve benzer bulgulara ulaşmıştı.

Araştırmada hangi sonuçlar elde edildi?

Altı ay süren araştırma kapsamında ücret kaybı yaşanmadan çalışma haftası beş günden dörde düşürüldü. 

Deneme sonucunda katılımcı şirketlerden 56'sı haftada dört gün çalışma uygulamasını sürdürme kararı aldı. Bu şirketlerden 18'i uygulamadaki değişikliğin kalıcı olduğunu duyurdu.

Araştırma sonuçları, şirketlerin çoğunun iş performanslarını ve üretkenliklerini koruduğunu ve kuruluşlar genelinde ortalama yüzde 1,4'lük bir gelir artış olduğunu gösterdi.

Çalışanlar için ise stress, tükenmişlik hissi, anksiyete, yorgunluk ve uyku sorunlarının önemli ölçüde azaldığı görüldü. Deneme kapsamında hem ruhsal hem de fiziksel sağlıkta iyileşmeler yaşandı.

Üç günlük hafta sonuna geçiş

Çevre danışmanlık şirketi Tyler Grange, denemede yer alan şirketlerden biri. 

Uygulamanın personeli üzerindeki etkilerini yakından takip eden şirket, çalışan mutluluğunun yüzde 14 arttığını ve ayrıca çalışanların yüzde 28 daha az yorulduğunu tespit etmeleri üzerine, haftada dört gün çalışmayı kalıcı hale getirme kararı aldı.

Şirketin genel müdürü Simon Ursell, işverenlerin dört günlük çalışma haftasından korkmak yerine, tam tersine "kucaklamaları gerektiğini" söyledi.

Haftada dört gün çalışmanın zorluklarının nasıl aşılabileceği ve bunun sonucunda elde edilebilecek pek çok bütünsel faydayı ilk elden gösterebildiklerini belirten Ursell "üç günlük hafta sonu" uygulamasına geçiş yapmak isteyen başka şirketlerin tavsiye ve deneyimlerini öğrenmek üzere kendilerine başvurduğunu açıkladı.

Çalışma haklarında "büyük atılım" olabilir

Araştırmayı yürüten kuruluşlardan 4 Day Week Campaign Direktörü Joe Ryle, İngiltere'deki deneme sonuçlarının "büyük bir atılımın" önünü açabileceği görüşünde. Ryle "Ekonominin çok çeşitli sektörlerinde elde edilen bu inanılmaz sonuçlar, ücret kaybı olmaksızın haftada dört gün çalışmanın gerçekten işe yaradığını gösteriyor. Artık bu uygulamayı ülke genelinde yaygınlaştırmanın zamanı geldi" diye konuştu.

Araştırmanın sonuçları İngiltere Parlamentosu'nda düzenlenecek bir etkinlikte milletvekillerine sunulacak.

Geçtiğimiz ay, Güney Cambridgeshire Bölge Konseyi, İngiltere çapında haftada dört gün çalışma uygulamasını deneyen ilk yerel yönetim olmuştu. 

Bu değişikliğin ilk sonuçlarına göre personelin stres seviyesinin azaldığı ve hizmet sunumu üzerinde olumsuz bir etki olmadığı anlaşılıyor.

Euronews

1 Şubat 2023 Çarşamba

Ekonomik Krizleri Anlama Rehberi

Mahfi Eğilmez


Enflasyon
Enflasyon en basit tanımıyla fiyatlar genel düzeyinde ortaya çıkan sürekli artış demektir. Bu basit tanımı ayrıntılarıyla bir kez daha ortaya koyalım: (1) Ele alınacak olan fiyatlar genel düzeyidir. Yani tek tek fiyat artışları enflasyon olarak tanımlanamaz. (2) Fiyatlar genel düzeyinin sürekli bir artış içinde olması gereklidir. Yani, bir veya birkaç malın fiyatının sürekli artış göstermesi, ya da bütün malların bir defa artış göstermesi enflasyon değildir.

Kaynaklarına göre sınıflandırıldığında iki çeşit enflasyon vardır: (1) Talep Enflasyonu, (2) Maliyet Enflasyonu. Toplam talep düzeyinin arzı aşarak sürekli fiyat yükselmesine neden olması halinde talep enflasyonu ortaya çıkar. Bir başka deyişle talep enflasyonu tüketim harcamalarındaki artıştan, bu da genellikle para arzının yükselmesinden kaynaklanır. Üretimde girdi olarak kullanılan mal ve hizmetlerin maliyetlerinde ortaya çıkan artışlar sonucunda fiyatların sürekli artış içine girmesi halinde ise maliyet enflasyonu meydana gelir. Maliyet enflasyonu, ücret-gelir çekişmesi, yerli ve ithal girdi malları (petrol gibi) fiyatlarının yükselmesi gibi nedenlerle oluşur.

Yazının Tamamı >>

www.mahfiegilmez.com

24 Eylül 2022 Cumartesi

Bu Muhteşem Su Kemerleri Bugün Hala Kullanımda

1.500 Yıl Önce Peru Çölü'nde Nazca Kültürü Tarafından İnşa Edilen Su Kemerleri...

Peru tarihinin Kolomb öncesi döneminde Nazca halkı tarafından inşa edilen Cantalloc Su Kemerleri orijinal amaçlarına hizmet etmeye devam ediyor ve yerel çiftçiler kurak bölgeye su getirmek için hala onlara güveniyor.

Yakın zamanda, Çevresel Analiz Metodolojileri Enstitüsü'nden Rosa Lasaponara liderliğindeki bir araştırma ekibi, 4 kilometre (2,5 mil) uzaklıkta bulunan bir dizi su kemeri olan "puquios"un varlığına yeni bir bakış açısı getirip getiremeyeceklerini öğrenmek için uydu görüntülerini inceledi. Peru, Nazca şehrinin batısında. Nazca kültürü tarafından inşa edilmiş, var olan yaklaşık 40 su kemeri var ve Nazca onları tüm yıl boyunca kullandı.

Peru'nun ovalarındaki bu yapılar, ünlü Nazca hatlarının sadece 2,5 mil (4 km) doğusunda inşa edilmiştir. Ve sadece coğrafi olarak yakın değiller, aynı zamanda hatların su arayışında sembolik bir rol oynadığına dair spekülasyonlar olduğu için yapılar ortak bir temayı paylaşabilir - Nazca su kemerlerinin kullanması amaçlanan kaynak. Nazca çizgileri gibi, bu kanalların da toprağı ekinler için daha elverişli hale getirme pratik kullanımlarının yanı sıra bir tür dini amaca hizmet ettiğine inanılıyor.

Su kemerlerinin keşfi, Nazca uygarlığının ne kadar gelişmiş olduğunu ortaya çıkardı. 'Puquios' adı verilen bu sarmal yapılar, suyu almak ve kanalize etmek için kullanılan bir hidrolik sistemin parçasıydı. Eşsiz şekilli delikler, rüzgarın bir dizi yeraltı kanalına esmesine izin vererek, suyu yeraltı akiferlerinden en çok ihtiyaç duyulan alanlara zorladı. Puquios o kadar büyük bir yapıydı ki, 30 tanesi bugüne kadar çiftçiler tarafından kullanılmaya devam ediyor.

Böylesine sofistike ve uzun ömürlü bir ağ, mimarlarının çevredeki bölgenin jeolojisini ve su temini açısından yıllık özelliklerini anladığının kanıtıdır.

* * *

Nazca kültürü 100 - MS 800 arasında gelişti. Rio Grande de Nazca drenajının nehir vadilerinde ve Peru'nun kurak, güney kıyısındaki Ica Vadisi'nde. Önceki Paracas kültüründen (son derece karmaşık tekstilleriyle bilinir) güçlü bir şekilde etkilenen Nazca, seramik, tekstil, jeoglifler ve tabii ki su kemerleri gibi bir dizi zanaat ve teknoloji üretti.

Bu şaşırtıcı su ağlarının yanı sıra, bir zamanlar Peru'nun Ica Bölgesi'nde yaşayan Nazca halkı, çoğunlukla, çölde amacı bilinmeyen muazzam tasarımlar olan Nazca Çizgileri ile tanınır. Kısa bir süre önce bu çizgilerden en eskisinin oldukça tombul bir kedi olduğu ortaya çıktı.

Yazının Orjinali

9 Haziran 2022 Perşembe

Enflasyon sınıf mücadelesidir

 Türkiye’de her şeyin fiyatının her saniye değiştiği günlerden geçiyoruz. TÜİK’in açıkladığı resmi enflasyon verileri yüzde 73,5 derken gerçek araştırmalar durumun yüzde 161 seviyelerinde olabileceğini gösteriyor. Fakat dünyada da durum farklı değil. Hem ABD’de hem Avrupa’nın gelişmiş kapitalist ekonomilerinde yüzde 8 ve üstü enflasyonlar görülmeye başlandı.

Burjuva iktisatçılar yeni bir “ücret fiyat sarmalı”na girilebileceğini söylüyor. Dünyanın birçok yerinde emekçiler için “hayat giderleri” tartışılıyor. ABD’de Wall Street Journal’da yayımlanan bir araştırmaya göre, halkın yüzde 83’ü ekonominin kötü veya “çok da iyi durumda olmadığını” düşünüyor. Bu 1972’den beri bu konuda görülen en düşük değer.

Pandemiyle birlikte sıradan insanların tükettikleri şeylerde değişimler görülmeye başlandı. Bu, bazı malların arzında çeşitli sorunları beraberinde getirdi. Çin ve Güney Kore gibi bazı ekonomilerin doğalgaz ithalatı yükselirken, Rusya ve Suudi Arabistan’ın domine ettiği OPEC+ ülkeleri petrol üretimini artırmayı reddettiler. Enerji fiyatlarında yaşanan dalgalanma Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle iyice körüklendi. Tüm dünyadaki buğday üretiminin %25’ini gerçekleştiren iki ülke arasındaki bu savaş gıda krizini de beraberinde getirdi. Finansal spekülasyonlar da enflasyonun artışına katkı sağlıyor. Zira tahıl üretimi son yıllarda az da olsa artış trendinde. Bu da enflasyon konusundaki ortodoks teoriyi yanlışlıyor. Ancak bu teori, merkez bankalarının faiz artırımına gitme yönündeki tepkilerini besliyor.

“Ücret fiyat sarmalı” korkusundan kasıt, hayat standartlarının düştüğü bu koşullarda, işçilerin daha yüksek ücretler için mücadeleye atılacağından duyulan korku. Patronlar böyle bir dönem görmek istemiyor. Zira işçi ücretleri yükselirse, patronların kârları düşer. Ve egemen sınıf, yeni bir resesyona yol açacak bile olsa, hayat standartlarına saldıracak şekilde hizmetlerin ve malların fiyatlarını artırmaya çalışır. Bu döngünün kendisi sınıf mücadelesinin bir alanıdır.

Enflasyonu işçiler değil, kaotik bir ekonomik sistem olan kapitalizmde egemen sınıfın ihtiyaçları ve yönelimleri yaratır. Bizim görevimiz ise bunun bir sınıf mücadelesi olduğunu hatırlamak ve emekçilerin aşağıdan mücadeleleriyle kendi sınıfımız lehine kazanımlar elde edeceğimiz dinamikleri yaratmaktır.

(Sosyalist İşçi) 

marksist.org

18 Kasım 2021 Perşembe

Devletler Batar mı?

"Günümüzde örneği daha az görülmekle birlikte devletler savaş gibi olaylar sonunda batabilir. Geçmişte devletler battığında bazen ülkeler de batar, tarihten silinir ya başka bir devletin yönetimine girer ya da başka bir devlete dönüşürdü. Bugün artık ülke batışı pek görülmüyor. Devletler batarken eğer ülke (tümüyle) elden çıkmamışsa o topraklarda yeni bir veya birkaç devlet kuruluyor. Mesela Osmanlı İmparatorluğu batarken Türkiye Cumhuriyetinin de aralarında olduğu birçok yeni devlet kuruldu. Daha yakın bir örnek Yugoslavya’nın batışıdır. Yugoslavya’nın yerini Sırbistan, Bosna Hersek, Hırvatistan, Karadağ, Makedonya gibi yeni devletler aldı." Mahfi Eğilmez

Batmanın Anlamı Üzerine
Başlıktaki sorunun farklı çeşitleri var: Ülkeler batar mı? Devletler batar mı? Toplumlar batar mı?

Bu soruları yanıtlamaya girişmeden önce batmanın ne anlama geldiğini incelemek gerekir. Batmak, fizikte, bir sıvının üzerinde iken herhangi bir nedenle içine gömülmek ya da sert ve sivri uçlu bir şeyin yumuşak bir şeye girmesi, saplanması anlamında kullanılan bir sözcük. Ekonomi, finans, işletme ve hukuk alanında batmak daha çok iflas anlamında kullanılıyor. İflas; alacaklılara olan borçlarını geri ödeyemeyen kişi ya da kuruluşların borçlarının bir kısmının ya da tamamının kaldırılmasını talep etmesi sonucu bir yargı sürecidir. Konu devlet ve ülkeye gelince iki türlü batma söz konusu olabilir: (1) Girişilen savaşların kaybedilmesi ya da dünyadaki gelişmelere ayak uydurulamaması gibi çeşitli nedenlerle güç kaybına uğrayarak ülke topraklarını ve yönetimini yitirmek. Buna örnek olarak Roma İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu ve SSCB’yi sayabiliriz. (2) Moratoryum ilanı. Devletin mali anlamda güç durumda bulunduğu dönemlerde yeni bir anlaşma yapmak suretiyle borçlarının ödenme şekli ve süresini yeni esaslara bağlamasına moratoryum denir. Moratoryumda borç ortadan kalkmaz, ödemeler ertelenir, faiz oranları yeniden belirlenir, belli durumlarda borcun kısmen silinmesi söz konusu olabilir. Bunun en yakın örnekleri Meksika, Arjantin ve Rusya’nın açıkladığı moratoryumlardır. Yunanistan batma aşamasına geldiği halde Avrupa Birliği üyesi olduğu için birlik tarafından moratoryuma gitmeden kurtarılmıştır.

Günümüzde sokak dilinde devletlerin batması ifadesiyle kastedilen şey savaşlar nedeniyle değil borçların ödenemez duruma gelmesi nedeniyle ortaya çıkan durumdur. Böyle bir durumun bir sonraki aşaması moratoryum ilanıdır. Bu durumda devlet batmaz, ülke toprakları yitirilmez, borçlar yeni bir biçim alır.

Türkiye’nin geçmişinde iki moratoryum örneği vardır: Yazının Tamamı>>

Mahfi Eğilmez - Ekim 16, 2021

30 Ocak 2021 Cumartesi

Keynes’e göre “ilerleme”

Pierre Noël-Giraud

Keynes, “büyük savaşların ve önemli demografik ilerlemenin olmadığı varsayılarak, ekonomik sorunlar çözülebilir veya çözümü en azından yüz yıl içerisinde bulunabilir” sonucuna varır. Böylece, insanlar günde üç saat ya da haftada iki gün çalışabilir ve yaratılışından bu yana insanlık ilk kez gerçek ve kalıcı sorunuyla yüzleşecektir: “Ekonomik kısıtlamalardan kurtarılmış özgürlük nasıl kullanılacaktır?”

Keynes 1930 yılında, 2030 yılında ekonominin neye benzeyeceğini hayal etmişti. İlerleme hakkında tasarımını belirlemek için bu bir fırsat. Ünlü İngiliz iktisatçısının çizdiği yolu izledik mi?

1930 yılında Keynes, Madrid’de geleceği öngördüğü bir konferans verir. 1919 yılında gözünde felaket olarak gördüğü (Versay Antlaşması ile empoze edilen) “Barış’ın iktisadi sonuçlarını” kınayan ileri görüşlülüğü bu defa bütün bir yüzyılı ele alıyor ve “çocuklarımız için ekonomik umutların” izini sürüyor.

Keynes son on yıllık süreçte Avrupa’da teknik ilerlemenin yılda yaklaşık yüzde 2 gibi bir oranda ılımlı bir üretkenlik artışına neden olduğunu hatırlatır. Bununla birlikte, bir yüzyılı aşkın bir sürede bu yıllık oran tüm sermaye mallarının yanı sıra bir nüfusun kullanabileceği tüketim mal ve hizmetlerinde neredeyse sekiz kat artışa yol açar. Kendi gözünde bu eğilimin 2030’a kadar devam edeceği varsayımını makul kabul eden Keynes, “büyük savaşların ve önemli demografik ilerlemenin olmadığı varsayılarak, ekonomik sorunlar çözülebilir veya çözümü en azından yüz yıl içerisinde bulunabilir” sonucuna varır. Böylece, insanlar günde üç saat ya da haftada iki gün çalışabilir ve yaratılışından bu yana insanlık ilk kez gerçek ve kalıcı sorunuyla yüzleşecektir: “Ekonomik kısıtlamalardan kurtarılmış özgürlük nasıl kullanılacaktır?”

Dahası, bu “ahlak sistemimizde köklü değişiklikler” meydana getirecektir. Hayatın zevklerini ve gerçeklerini elde etmenin bir yolu olarak görülmesi ve ayırt edilmesi gereken para sevgisi bir yana, bir mülkiyet nesnesi olarak para aşkı olduğu gibi tanımlanacaktır: “oldukça iğrenç bir hastalıklı durum, akıl hastalıkları uzmanlarına tedavi için verilecek yarı suçlu ve yarı patolojik eğilimlerden biri.”

Kazanılan zaman

Bu nedenle Keynes’in ilerleme anlayışı bana şu şekilde geliyor: teknik ilerleme, aynı miktarda mal ve hizmet üretmek için daha az çalışmayı mümkün kılıyor. Böylece tasarruf edilen zaman iki şekilde kullanılabilir: Ya her zamankinden daha fazla üretmek ya da çalışma zamanını azaltmak. Bu azaltılacak çalışma zamanı, özellikle zorlu ve ilgi çekici olmayan işlerde geçirilen zaman ya da maddi yaşamın temel ihtiyaçlarının karşılanmasının çok ötesinde, taklitçi tüketim çılgınlığını besleyen gereksiz mallar üretmeye ayrılan zamandır. Çalışma süresinin kısaltılması, arta kalan zamanın daha çok zamana, kültüre ve daha genel olarak hayattan ve piyasa dışı sosyal ilişkilerden zevk almaya ayrılmasını mümkün kılar.

Keynes için gerçek ilerleme ikinci seçenektir. Ve Keynes’e göre, bu seçeneğe büyük bir ahlaki ilerleme eşlik edecektir: Keynes’in liberal burjuva ve “Bloomsberry grubunun” rafine estetik anlayışına yönelik derin bir aşağılayıcı tavır olarak dile getirdiği “altın buzağına tapanların” sayısının şiddetle azalması.

1930’dan bu yana Avrupa ve Fransa’da Keynes’in önerilerini dinledik mi? Öncelikle, bir yüzyılda kişi başına düşen GSYİH’nin neredeyse sekiz kat artması olasılığını tahmin etmekte yanılmadığını belirtelim. Bu gerçekleşti. O halde biz birinci seçeneği seçtik: daha fazla üretmek için çalışmaya devam etmek. Ancak yaşam süresi keskin bir şekilde artarak 50’den 80’in üzerine çıkarken ve uzun eğitim süreleri sebebiyle işe başlama yaşı 14’ten 20’ye çıkarken, çalışma zamanı epey azaldı. (Bunlar bir insanın sahip olduğu zamana ve onu nasıl kullandığına bakılırsa, Keynes’in analizlerinde olmayan ama yine de temel olan iki fenomendir). Öyle ki, bugün bir çalışan uyanık geçirdiği zamanının sadece yüzde 14’ünü ücretli işe ayırıyor, oysa bu rakam 1920’lerde yüzde 40 civarındaydı! Keynes’in dediği anlamda önemli bir ilerleme. Bu nedenle Keynes’in hedefine doğru ilerlemede doğru yoldayız: “Taş Devri’nde insanların yaptığı gibi ekonomik sorunu çöz ve günde sadece üç saat çalış ama ortalama yaşam süresini 30’dan 90’a çıkar.”

Bununla birlikte, gezegeni kurtarmaya yönelik devam edecek hatta hızlanacak bilgeliğe sahip olacak mıyız?

[Alternatives Economiques’de 17 Kasım 2020 tarihinde yayımlanan Fransızca orijinalinden İsmail Kılınç tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]

28 Aralık 2020 Pazartesi

Enflasyon Nasıl Düşürülür?

Mahfi Eğilmez - Enflasyon Sorunu ve Kökenleri

Son günlerde ‘Türkiye’nin en önemli sorunu enflasyondur onu çözersek her şey çözülür’ şeklinde bir söylem aldı yürüdü. Enflasyon gerçekten önemli bir sorundur ve mutlaka çözülmesi gereklidir. Özellikle de dünyada enflasyonun, yalnızca sorunlu ülkelerde kaldığı bu dönemde düşürülememesi kabul edilebilir bir mesele değil. Bunların hepsi doğru ama nasıl ki yüksek faiz yüksek enflasyonun sonucuysa enflasyon da başka şeylerin sonucudur.

Enflasyon sorununu çözebilmek için önce enflasyonun nereden kaynaklandığına bakmak gerekir. Enflasyonun iki kaynağı vardır: Talep kökenli enflasyon ve arz (ya da maliyet) kökenli enflasyon.

Eğer bir ekonomide arz miktarı değişmediği halde talep miktarı artıyorsa o zaman ekonomide talep kökenli enflasyon oluşur. Talep kökenli enflasyon çeşitli nedenlerle ortaya çıkar. Örneğin nüfus artmışsa talep de artar. Ya da her şey sabitken merkez bankası piyasaya daha fazla para sürmüş ve bu para tüketicinin eline geçmişse talep yine artar. Talep enflasyonunu önlemenin yollarından birisi piyasadaki para arzını düşürmek ve/veya faizleri enflasyonun üzerine yükselterek pozitif reel faiz vermek ve bu yolla insanları daha fazla tüketimden vazgeçirip tasarrufa yönlendirmekten geçer.

Eğer bir ekonomide arzda daralma ya da maliyetlerde artış oluşmuşsa o ekonomide arz yönlü enflasyonist baskıdan söz edilebilir. Arzda daralma, talep düşmediği halde üretim miktarında düşüş olması halidir. Ki bu fiyatların yükselişe geçerek enflasyon oluşumuna yol açabilir. Maliyetlerde artış üç şekilde ortaya çıkabilir: (1) Üretim faktörlerine ödenen bedellerde artış olabilir (ücret artışı, kira artışları, finansman maliyetleri ve dolayısıyla faizlerde artış.) (2) Girdi fiyatlarında artış olabilir (üretimde kullanılan hammadde, ara malı, sermaye malı fiyatları artabilir.) (3) Kurlarda artış ortaya çıkabilir. Bu durumda üretimde kullanılan ithal girdilerin fiyatları artabilir. Petrol, doğalgaz fiyatlarında artışın etkilediği enerji fiyat artışlarına ek olarak kurda ortaya çıkan artışlar bu tür girdilerin ithal fiyatlarını dolayısıyla firmaların üretim maliyetini artırır.     

Türkiye’de durum

Türkiye’de Kasım 2020 itibarıyla yıllık manşet enflasyon (TÜFE ile ölçülen enflasyon) yüzde 14,03 olarak açıklandı. Bu enflasyonun kökeni nedir? Talep enflasyonu mu yoksa arz enflasyonu mu yoksa her ikisinin de bulunduğu bir karma enflasyon mu söz konusu? Bu soruya yanıt verebilmek için önce talebi etkileyen unsurlara bakalım.

YAZININ TAMAMI - www.mahfiegilmez.com/2020/12/enflasyon-nasl-dusurulur.html

22 Kasım 2020 Pazar

Ahbaplar, Çavuşlar ve 2020 Türkiye’sinde Neoliberalizm

Türkiye'nin ekonomi politik rejiminin ne olduğuyla, nasıl tanımlanması gerektiğiyle ilgili bir tartışma yeniden alevlendi. Günümüz Türkiye’sini neoliberalizm üzerinden okumak hâlâ mümkün mü? Yoksa AKP ve özellikle Erdoğan özelinde yoğunlaşan güç, ekonominin siyasetten özerkliğini tamamen eritip, “kroni kapitalizm” ya da ahbap çavuş kapitalizmi diyebileceğimiz yeni bir modeli mi ortaya çıkardı? Twitter’da bir atışma şeklinde başlayıp çeşitli internet programlarında bir fikir alışverişine dönüşen bu tartışma, Türkiye’nin bazı temel güç ilişkilerini nasıl yorumlamamız gerektiği konusunda önemli ipuçları veriyor.



Neoliberalizm konusunun hâlâ tartışmaya açık yönlerinin olması dahi şaşkınlık yaratabilir. 24 Ocak kararlarından başlayıp Özal döneminde kristalleşen, Kemal Derviş önderliğindeki reform hareketiyle kurumsal düzene oturan ve ilk Erdoğan hükümetinin derinleştirdiği bu ekonomi politik rejim siyasete ilgi duyan hemen herkesin öğrendiği ilk on terimden biridir. Bazı alanlarda kapsayıcı bir aşağılama niteliği taşır. Diğerlerine, tarihi geçmiş bir etiket, ne dediğini tam da bilmeyenlerin kolaycı bir yakıştırması gibi gelir. Özellikle birçok neoklasik iktisatçının bu kavramdan bezdiğini, kendi akademik donanımlarına yapılan haksız bir küçümseme olarak algıladıklarını da görüyoruz. Peki, neoliberalizm kavramında sıkılacak su kaldı mı? Bize fayda sağlayacak, dünyayı ve Türkiye'yi daha iyi anlamamıza yardımcı olacak kadar kullanışlı ve kesin bir anlamı var mı?

Tartışmanın ana taraflarından Berk Esen için cevap hayır. Esen, 2008 krizinden sonra, en çok da son beş-altı yıldır, Türkiye'deki kaynak dağılımının piyasa değil, devlet tarafından AKP’nin bekası adına yapıldığını savunuyor. Siyasi kaygılarla yandaş iş insanlarının zenginleştirilmesi, Merkez Bankası'nın ve denetleyici kurumların özerkliklerinin tamamen yok edilmesi ve cumhurbaşkanının ağzından çıkacak kelimelerin herhangi bir piyasa dengesinden çok daha önemli iktisadi sonuçlar veriyor olması içinde bulunduğumuz rejimin neoliberal olamayacağını gösteriyor. Esen’e göre bu sistemin adı ancak ahbap çavuş kapitalizmi olabilir. Burak Bilgehan Özpek de Erdoğan özelinde tekelleşen siyasi gücün popülist amaçlar doğrultusunda kaynak dağıttığını savunuyor. İnsanları “bizden olanlar ve olmayanlar” diye ikiye ayıran bu görüş, sınıfı ne olursa olsun, kendisine yakın gördüklerine yeri geldikçe ihale, memuriyet, iş güvencesi ve daha birçok iktisadi avantaj sağlıyor. Bu düzen, güçlü, öngörülebilir ve rasyonel bir devlet gerektiren neoliberalizmden uzak, ancak yine ahbap çavuş kapitalizmi olarak adlandırabileceğimiz bir yapı. Özpek ve Esen, kroni kapitalizm eleştirisine dayalı bir muhalefetin doğrudan Erdoğan ve AK Parti’yi hedef alacağı, diğer neoliberal aktörlerle de işbirliği olanağı yaratacağı için daha verimli olacağını savunuyorlar.

Tartışmanın karşı tarafındakilerin argümanları daha farklı. Üzerinde anlaşılan en önemli nokta günümüzdeki ahbap çavuş ilişkilerinin neoliberalizmden bir kopuşu değil, onun içindeki bir dönemi ifade ettiği. Sinan Erensu neoliberal özne oluşumunun devamlılığını, insanların kendilerini birer “mini şirket” olarak gördüklerini vurguluyor. Pınar Bedirhanoğlu neoliberal düzeni kapitalizmin en son aşaması, demokratik vatandaşlık ilkesini yok eden bir sınıf projesi olarak tanımlıyor. Ali Rıza Güngen, finansal bağımlılığa dayalı büyüme politikalarının Türkiye’yi küresel sermaye piyasalarına endekslediğini, uluslararası düzeyde büyük bir dönüşümle ortaya çıkmış olan neoliberalizmden tekil ülkelerin kolay bir kopuş sağlayamayacaklarını vurguluyor. Mustafa Kutlay ise, AKP’nin ilk dönemine düzenleyici neoliberalizm, son dönemine devlet kapitalizmi adını veriyor. Kutlay’a göre neoliberalizm sonrası devlet kapitalizmini işletmeye çalışan ülkeler deneme yanılma yöntemiyle ilerliyorlar ve sıklıkla yanılıyorlar. Ahbap çavuş kapitalizmi gibi görünen şey aslında devlet kapitalizmi denemelerinin dejenere olmasıyla ortaya çıkan bir eksiklik.

Bu tartışmada en çok dikkat çeken unsur, tarafların pratik politikalar konusunda anlaşıyor olmaları. Herkes 2020 Türkiye’sinde AKP’nin piyasaları nasıl şekillendirdiği, hangi şirketlere devlet eliyle nasıl kaynaklar dağıttığı konusunda hemfikir. Anlaşma sağlanamayan konu neoliberalizm kavramının mevcut durumu açıklamadaki işlevselliği ve bu kavramın sınırlarının ne olması gerektiği. Dar anlamıyla, Washington görüş birliği politikaları artık Washington’da dahi pek uygulanmadığından, 2020 Türkiye’sine neoliberal demek güç. Daha geniş anlamıyla ise, ABD’den Almanya’ya, Türkiye’den Endonezya’ya kadar, içinde sayısız farklılıklar barındıran birçok rejimi ayni isimle anmamız bu kavramı fazlaca esnetiyor.

Bence bu tartışmada analitik olarak farklı, fakat hem teoride hem pratikte birbiriyle çeşitli şekillerde ilintilenen bazı kavramlar birbirine karışıyor. Değişik düzeylerde yer alan, birbirlerine karşıt oluşturmayan kavramlar karşılaştırılıyor. En önemli karmaşa ise şurada ortaya çıkıyor: Neoliberalizm ile kroni kapitalizm birbirlerinin zıttı, ya da birinin varlığı diğerini hükümsüz kılacak değişkenler değil. Neoliberal bir düzen pekâlâ kroni kapitalist özellikler göstermeye başlayabilir. Ahbap çavuş kapitalizmi hem neoliberalizmde hem kalkınmacı devlet biçimlerinde ortaya çıkabilir. Yandaşlarını kollayıp, piyasayı partinin bekasına kurban eden AKP hükümeti, bu patrimonyal düzeni genel neoliberal yapılar altında kurdu ve devam ettiriyor.

Bu kavramsal kargaşayı bir düzene oturtmak için Erik Olin Wright’in oyun metaforundan faydalanabiliriz. Wright’a göre bir oyun üç seviyede incelenebilir: (1) hangi oyunun oynanacağı, (2) oyunun kuralları ve (3) oyun içindeki hareketler. İlk seviye kalıcı yapıları, ikinci seviye kural ve düzenlemeleri, üçüncü seviye ise aktörlerin değişken ve duyumsallık gösteren hamlelerini kapsıyor. Politik ekonomi rejimlerini bu modele göre tasnif edersek değişik alternatifler ortaya çıkıyor:

  • Hangi oyunun oynanacağı (üretim biçimi): kapitalizm. Günümüzde, en azından öngörülebilir gelecekte, bu oyun sabit.
  • Oyunun kuralları (birikim rejimleri): refah devleti, kalkınmacı devlet modeli ve neoliberalizm. Yakın tarihte bu kuralların her biri dünyanın birçok ülkesinde uygulandı.
  • Oyun içindeki hareketler (parti stratejileri, pratikteki hükümet-sermaye ilişkileri): gayri şahsi ve kurallara dayalı, şahsi ve patrimonyal.

    2005 Türkiye'sinde AKP’nin oynadığı oyun kapitalizm, oyunun kuralları neoliberal, AKP’nin oyun içi stratejisi ise kurallara dayalı ve gayri şahsiydi. 2020 Türkiye’sinde oyun ve kuralları genel olarak aynı kalmakla birlikte, AKP’nin oyun içi stratejisi şahsi ve patrimonyal. AKP ve özellikle Erdoğan, bu oyunda egemenleştikçe, oyunun kurallarını da esnetiyorlar. Erdoğan, ahbap çavuş kapitalizmi dediğimiz patrimonyal hamlelerini derinleştirdikçe, kurumlara ve öngörülebilirliğe dayanan neoliberal ideal tipinden uzaklaşıyoruz. Fakat kuralların değiştiğini, artık neoliberal düzenden çıktığımızı iddia edebilmek için değişimin köklü ve devamlı olması, yeni bir birikim rejiminin yerine oturması gerekiyor. Bu da şu anda Türkiye özelinde mümkün gözükmüyor.

    Oyun metaforunun ne denli kullanışlı olduğunu başka örneklerle kanıtlamaya çalışayım. Güney Kore’nin 1970 civarında oynadığı oyun kapitalizm, oyunun kuralları (Asya tipi) kalkınmacı devlet, Park Chung-hee rejiminin oyun içi hareketleri ise kurallara dayalı idi. Endonezya’nın 1980’de oynadığı oyunun kuralları kalkınmacı devlet, Suharto rejiminin oyun içi hareketleri ise patrimonyaldi. Kroni kapitalizm eleştirisinin 1997 Asya krizi sırasında popülerlik kazanması rastlantı değil. Bu eleştiri kalkınmacı devlet adı altında Asya kaplanlarında yapılanların aslında kroni kapitalist politikalar olduğunu, yani chaebol tipi holdinglerinin devletten aldıkları rantlarla büyüdükleri yönündeydi. Yani neoliberalizmdeki ahbaplar, yandaşlar ve çavuşlardan önce, piyasaları plancı kurumlar vasıtasıyla kısıtlayan kalkınmacı devletler kroni kapitalist olmakla itham edildiler.

    Yukarıda bahsettiğim oyun metaforunda birikim rejimini ikinci, pratikteki hükûmet-sermaye ilişkilerini üçüncü seviyeye yerleştirdim. Bu yüzden ahbap çavuş kapitalizminin (üçüncü seviye) neoliberalizme (ikinci seviye) alternatif olmadığını iddia ettim. Birikim rejimi olarak adlandırdığım refah devleti, kalkınmacı devlet ve neoliberalizm ideal tipleri, uluslararası köken ve bağlantılarının olması yanı sıra, özellikle ulus-devletlerdeki sermaye birikim altyapılarına denk geliyor. Her kapitalist devlet vergilerle kamu maliyesini işlettiği, devamlılığını canlı bir ekonomiyle sağladığı için ülkesindeki sermayenin bekasını kollamak zorunda. Büyüyen nüfusa yeni iş olanakları sağlamak ve az da olsa gelir büyümesi ile toplumsal istikrarı korumayı ister. Bu yüzden de sermaye birikimini arzu eder, bunun önünü açar. Sermaye birikiminin hangi koşullarda ve hangi altyapısal varsayımlar ile sağlayacağının adı birikim rejimidir. Örneğin, küresel güneydeki kalkınmacı devlet modeli, devletin mali gücüyle özel ve kamusal yatırımları desteklemeye ve bunun karşılığında disiplin ve performans çıkarımına dayalıdır. Neoliberal birikim rejimiyse sermayenin özel mülkiyet haklarının vurgulandığı, kurum ve kurallar aracılığıyla sermaye haklarının isçi ve diğer halk katmanlarına karşı korunduğu, bu yöntemle büyüme ve verimli kaynak dağıtımının hedeflendiği bir birikim rejimidir.

    Kalkınmacı devlet modeli ya da neoliberalizmin yerelde uygulanışı ise ideal tipe her zaman yakınsamıyor. Kurallara dayalı, gayri şahsi devlet-sermaye ilişkilerine dayanması beklenen bu birikim modelleri dejenere olabiliyor ve yolsuzluk ya da rantçılığa kayabiliyor. Ahbap çavuş kapitalizmi de ister kalkınmacı devlet modelinde olsun ister neoliberalizmde, şahsi çıkar ilişkilerine dayanan bir yolsuzlaşmanın sonucu. Tabii, yolsuzluk ya da rüşvetin ne kadar muğlak, hassas kantitatif ölçümlere direnen kavramlar olduğunu biliyoruz. Tam da bu yüzden kroni kapitalizm kavramı da kaygan ve müphem. Rant ekonomisi olarak adlandırabileceğimiz bu durum, yerleşik bir birikim rejiminden çok, bir dizi pratikten ibaret. Bu pratikler oyunun kurallarını esnetebilir, fakat bu pratiklerin oyunun kurallarını değiştirmesi için daha köklü dönüşümler gerekir. Erdoğan, yandaşçı politikaları ile oynanan oyunda diğer aktörlere oranla dominantlaştıkça, Türkiye de kurallı bir neoliberalizmden uzaklaşıyor.

    Bu tartışmada gözden kaçırılan başka bir nokta ise neoliberalizm çalışmalarındaki bazı yeni gelişmeler. Bu kavramın hem destekçileri hem karşıtları David Harvey’in çerçevelediği bir düzlemden hareket ediyorlar. Sermayenin özgürleşmesi ya da devlet düzenlemeleri gibi ayak bağlarından kurtularak piyasa mekanizmalarına tabi olması üzerinde yoğunlaşan bu anlatım, yanlış olmamakla birlikte, eksik. Quinn Slobodian’in 2018 basımlı kitabı Globalists: The End of Empire and the Birth of Neoliberalism, daha yeni ve faydalı bir yaklaşım içeriyor. Kendilerini neoliberal olarak tanımlayan, Avusturya, İsviçre ve Alman ekolü kökenli iktisatçı ve uluslararası hukuk düşünürlerini önceleyen bu kitap, Türkiye üzerine yapılan tartışmalara da faydalı olabilecek nitelikte.

    Slobodian’a göre neoliberalizm, sermayenin serbestleştirilmesi ya da ayak bağlarından kurtarılması projesi değil, demokratik taleplerden sakınabilmek için zarflanması ilkesine dayalı bir sistem. Mont Pelerin cemiyetiyle özdeşleşmiş bu epistemik topluluğu ciddiye alırsak, neoliberal düşünürlerin ilk ve en önemli endişelerinin imparatorluk sonrası dünyasında sermayenin bütünlük ve imtiyazlarını nasıl koruyacakları olduğunu görüyoruz. Habsburg İmparatorluğu’nun çöküşünün ardından Avusturya sermayesinin Doğu Avrupa’da dolaşım serbestisinin kalmamasını dert eden von Mises ve Hayek gibi yazarlar, sermayeyi özgürlüklerine yeni kavuşmuş devlet ve insanların demokratik taleplerinden korumanın derdindeydiler. Sermayeyi uluslararası hukuk ve kurumlar arayıcılığıyla zarflayıp, egemenlik (imperium) ve iyelik (dominium) arasındaki farkı yeni oluşan ulus-devletler düzeyinde korumak istiyorlardı. İmparatorluklarla eşleşmiş klasik liberal dönemin bitiminden hemen sonra ortaya çıkan bu entelektüel hareketin liderleri de projelerini “neoliberal” olarak adlandırdılar.

    Bu argüman neoliberalizmin düşünsel tarihini 1973 Şili darbesinden çok daha öncelere, Kızıl Viyana’ya çekiyor. Neoliberalizmin bir tepki olarak ortaya çıktığı tarihsel bağlam dekolonizasyon süreci, yeni devlet ve milletler ve onların yeni özgürleşmiş vatandaşlarının sermayeye karşı yaptıkları demokratik talepler. 19. yüzyıl liberalizminin demokrasiye duyduğu güvensizliğin yeniden üretildiği bir proje bu. Gerçekten de 20. yüzyıl boyunca, Keynesyçi görüş birliği ve sosyal demokrasinin de etkileriyle, birçok bölgede vatandaşlar kaynak dağılımını vatandaş olarak da etkileyebildiler. İnsanların yalnızca işçi, tüketici ya da piyasa aktörleri olarak değil, vatandaşlık üzerinden siyasi özneler olarak da kaynak dağılımını etkileyebilmeleri, bu yeni demokratik düzende sermayenin bazı sosyal sorumluluklar almasına neden oldu; küresel kuzeyde tam istihdam, yerel camialara yatırım ve görece yüksek şirket vergileriyle ulusal refahı destekleme gibi sorumluluklar yüklendi. Küresel güneydeki sermaye ise ulusal kalkınmadan sorumlu “milli servet” olma yükümlülüğünü kazandı. Bu sorumluluklar devlet desteği getirdiği gibi, performans beklentileri de doğuruyordu. Neoliberal hareketin çıkışından itibaren ana hedefi sermayeyi bu tür demokratik taleplerden korumak, egemenliğini yeni kazanmış toplumların mülkiyet haklarına da müdahale edebilmeleri küstahlığını kollamaktı.

    1980’ler ile ivme kazanan neoliberal dönüşüm işçilerin, vatandaşların, kısacası kapitalist olmayan her toplum katmanının kaynak dağılımı üzerindeki söz hakkını bertaraf ederek işe başladı. Bu aynı zamanda sermayenin devlet yetkisiyle belirlenmiş sosyal sorumluluklarını da aşındırdı. Milton Friedman’ın 1970 tarihli “İşletmelerin Sosyal Sorumluluğu Kârlarını Artırmalarıdır” adlı makalesi, şirketlerin asıl görevlerinin hissedarların yatırımlarına değer katmaktan ibaret olduğu anlayışına yapılan vurgular, bu dönemde egemenleştiler. Şirketler küreselleşmeyle birlikte yerel bağlarını büyük ölçüde koparmaya başladılar. Kısacası, sermayenin özel mülkiyet hakları topluma karşı olan zorunlu sosyal sorumluluklarından ayrıştı. Demokratik taleplere karşı bağışıklık kazanmış bir sermaye var önümüzde. Neoliberalizmin başarısı budur ve bu bağışıklık kırılmadığı sürece birikim rejimi neoliberal kalacaktır.

    Yukarıdaki çerçeve Türkiye gerçekliğini de açıklıyor. Türk sermayesi ithal ikameci dönemde sahip olduğu ulusal misyondan çok uzakta. AKP hükümeti yandaş bir inşaat ya da enerji şirketine ihaleler verdiğinde, halkın vergisi ve rakip şirketlerin piyasa payı pahasına ahbaplarını beslediğinde, bunu herhangi bir kalkınma projesi hedefiyle yapmıyor. “Yerli ve milli” olma ideolojisinin tam bir incir yaprağı, bu söyleme katılanların dahi inanmakta zorlanacakları bir anlatı olduğunu belirtmeye gerek bile olmayabilir. Özünde, AKP-yandaş sermaye ilişkisinin iş insanını zenginleştirip AKP’nin gücünü pekiştirmekten ibaret olduğu açık. Bu durum da sermayenin ulusal sorumluluklarından arınıp, yalnızca özel mülkiyet ve onun serpilmesini mümkün kılan partiye olan borçluluk düzleminde gerçekleşen bir birikim rejimine işaret ediyor. Sermayedar partinin yönlendirmesiyle sosyal yardımda bulunduğunda da bunu genel geçer bir yükümlülükten ötürü değil, AKP’li belediyeler yoluyla ve partinin seçmenine yönelik yapıyor. Yani AKP, geniş demokratik taleplere karşı korunmuş, neoliberal düzenin takıntısız sermayesinin içindeki bazı yandaş hizipleri besliyor, yandaş olmayanları yeri geldiğinde harcıyor. Bunu yaparken de dejenere olmuş bir neoliberal düzen içinde hareket ediyor.

    Peki AKP rejimine muhalefeti neoliberalizm karşıtlığı üzerinden kurarsak ne kazanıyor ve ne kaybediyoruz? “AKP neoliberal olduğu için kötü” söylemine dayalı bir eleştiri başarılı olamaz. Bugünküne hiç benzemeyen neoliberal düzenler mümkün. Bu birikim rejimi kurallı, düzenli ve tahmin edilebilir olabilir. Hukukun üstünlüğünü ve hukuk önünde eşitliği sağlayabilir. Ekonomik büyümeyle birlikte belli bir zenginleşme gerçekleştirebilir. Tabii bu neoliberalizmin günahsızlığı anlamına gelmez. Yaygın bir eşitsizliğe, piyasa dışı müdahaleler yapılmazsa varlık içinde yokluğa yol açabilir. Demokratik vatandaşlık anlayışını aşındırır. Fakat, 2020 Türkiye’sinde AKP’nin ahbap çavuş ilişkileri vasıtasıyla yürüttüğü çürük düzen, birikim rejiminin neoliberal olmasından öte, AKP’nin neoliberalizmi bile dejenere etmesinden kaynaklanıyor.

    Son söz olarak neoliberalizmin sınırlarından ve sonrasından bahsetmek istiyorum. Bunun sebebi hem daha adil bir gelecek hayal etmek hem de kullandığım şekliyle bu kavramın yanlışlanabilir olduğunu, belli sınırlar aşıldığında neoliberalizmden çıkılabileceğini göstermek. Neoliberalizmin alternatifleri yalnızca geçmişte kalan refah devleti ya da kalkınmacı devlet kavramları değil. Gelecekte de alternatifler yaratmak mümkün. Bir potansiyel dönüşüm iklim değişimi nedeniyle gelebilir. Küresel ısınma arttıkça, günümüzde sık sık görülmeye başlanan iklim felaketleri sistemik bir hal aldıkça, devletler oyunun kurallarını değiştirmeye başlayabilirler. İklim felaketlerine karşı verilecek mecburi savaş, sermayeye yeni toplumsal görevler yükleyebilir. 20. yüzyılın aksine bu görevler ekonomik büyüme ve refah yönelimli değil, iklim değişiminin zararlı sonuçlarını sınırlama ya da vatandaşlara asgari geçim ve tüketim malzemeleri sağlamak yönünde olabilir. Bu dönüşüm, devletlerin veya eşdeğer siyasi kurumların önemli planlama yetkileri kazanmasıyla mümkün olacaktır.

    Benzer bir şekilde, uzun zamandır vaat edilen yapay zekâ devrimi çalışma ilişkilerini altüst ederse, ortaya çıkabilecek muazzam işsizlik neoliberalizmden çıkışı mümkün kılabilir. Eğer toplumlar bu dönüşüme sol bir yanıt verirlerse, ücretli emek bağımlılığını azaltacak ya da yok edecek düzeyde bir evrensel temel gelir oluşturulabilir. İşçinin sermayeden bağımsızlığını ilan ettiği bu düzen neoliberal olmaktan, hatta belki, başka koşullar da sağlanırsa, kapitalist olmaktan dahi çıkabilir. Ne yazık ki yanıtın sağdan gelmesi muhtemel. Bu durumda işçiler ve vatandaşlar ekonomik toplumdan yığınlar halinde dışlanabilir ve prekaryaya dönüşebilir. Amerika Birleşik Devletleri’nin 3 Kasım 2020’deki seçim sürecinde Kaliforniya eyaletindeki referandumda kabul edilen 22 numaralı öneri bu yönde bir örnek sunuyor. Ülkenin en liberal eyaletindeki seçmenler, uygulama tabanlı ulaşım şirketlerinin sürücülerine özlük hakları sağlamaktan muaf tutulmasını onayladı. Gig ekonomisi işçilerinin özlük haklarının reddi, prekaryalaşma sürecinin sancılı geçeceğini gösteriyor. Bu süreç ilerledikçe neoliberalizmin derinleşeceğinden bahsedebiliriz.

    Tabii başka gelecekler de mümkün. Sömürülen ve ezilenlerin mücadelesinden ümidi kesmemek gerek.



    Feryaz Ocaklı
    Birikim

  • 2 Kasım 2020 Pazartesi

    Karanlığı Yırtan Ses

    Gebze’den bir işçi

    Gebze’de binlerce fabrika. Çalışıyor tek bir fabrikaymış gibi. Bir fabrika düşünün, çalışma gün ağarmadan başlar ve gece yarılarına kadar sürer. Gözlerde uyku lütuftur, çocuklar hemen her gece anne babalarının yollarını gözlerken uyuyakalırlar. Bir fabrika düşünün, alın yazısını demir, asit, ateş yazar. Genç işçi kadınlar yirmi ikisinde yaşlanır, genç erkek işçiler evlenme hayallerini karın tokluğuna satarlar.

    Hemen hemen tüm işçilerin beli sakat, ciğerleri hasta, yetmezmiş gibi peşimizde korona, preslerde kopan parmaklar, işçi cinayetlerinde yitip giden askıda hayatlar. Bir fabrika düşünün, takvim yaprakları 21. yüzyılı gösterirken hâlâ 18. yüzyıl koşulları sürsün. Bu fabrika çok uzakta değil, hemen yanı başımızda, hepimizin çalıştığı fabrikadır. Bugün ülkenin her bir köşesinde, nerede alın teri, göz nuru, emek varsa orada paraya feda edilmiş işçi hayatları vardır. Hangi fabrikanın iş diye kapısını çalsanız, taşeron sistemiyle, sözleşmeli-geçici işçilikle karşılaşırsınız. Kağıt üzerinde 8 saat gözüken iş günü her fabrikada zorunlu fazla mesailerle yok edilir. İş saati esnek, çalışma düzeni kuralsız ama sömürü mutlak ve esastır. Maaş bordrolarımız her zaman karın tokluğunu yazar, vergiler sırtımızdaki kırbaç gibidir. Bu ülkede işçi cinayetleri, emek sömürüsü serbest, sendikalaşmak, hak aramak suçtur. Bu ülkede adalet dedikleri minareyi çalanların elinde bir kılıf ve mahkeme salonlarındaki adalet patron sınıfı için adalettir. Bakın Soma’ya, Ermenek’e, Torunlar’a, Systemair HSK, Özer Elektrik işçilerine, hak, hukuk, adalet kimden yana?

    Üç kuruşluk ekmek parasını kazanmak için her birimiz sarılıyoruz iş diye bir şeylere. Ama patronlar bizim sırtımızdan kazandıklarını daha da çoğaltmak için doymak bilmez bir iştahla abanıyorlar üstümüze. Tek amaçları daha fazla para daha fazla kâr. Sicili bozuk bir avuç parazade dünyanın her yerinde emeğimizi ve canımızı tarumar ederken ne sınır tanıyorlar ne de dur durak biliyorlar.

    Unutmak yenilgiyi de kabullenmektir, unutmayacağız. Bu kadar paranın döndüğü, bu kadar kömürün çıktığı madenlerde işçi hayatının hiçe sayıldığını unutmayacağız. Soma’da madenci cesetlerinin köle gibi çıkarıldığını, Soma’lı bir maden işçisinin eşinin “Eşimin cenazesini Kırkağaç’ta aldım. Bana bilgisayar mönitöründen 236 cenaze yüzünü gösterdiler. O yüzleri tek tek görmek zorunda kaldım. Yüzleri karıştıranlar oldu. Hani kurban kesersin de pay edilir ya, bu şekilde teslim edildi bize eşlerimiz. Ben kıyameti yaşadım orada” Siz bilir misiniz ama babası işçi cinayetlerinde ölen çocuklar bilir, o gün büyür insan, öyle birdenbire, büyümek zorunda kalır. Bütün bunları unutmayacağız. Elle tutulur, zerre kadar güneş ışığının sızmadığı bir karanlığa mahkum olmak. Yaşayabilmek için mecbur bırakıldıkları bir zorunlulukla ekmek parası için tüm hayatlarını bir karanlığa mahkum etmek zorunda bırakılanlar, madene inerken her günü sanki ömrünün son günü olan maden işçileri. Unutmayacağız.

    Unutmayalım ki Soma-Ermenek maden işçileri, Systemair HSK, Özer Elektrik işçileri direnişleriyle tüm ezilen ve sömürülenleri mücadele birliğine çağırıyorlar. Yarın biz işçi sınıfının tarihinde nasıl bir yer tutacağız? Madende, metalde, inşaatta, petrokimyada, tarlalarda patronlar daha çok kazansın diye canımıza kasteden bu sömürü düzenine, işçi cinayetlerine bilip gördükleri halde seyirci kalıp sustular mı denecek? Ya da “Artık yeter” diyeceğiz. Biz işçiler hep birlikte patronların bitmeyecek sandıkları saltanatlarına vuracağız kara saplı kazmayı. Maden işçilerinin kara saplı kazması diyoruz. Sermaye değil, emek kazansın diye şimdi bize dayatılan açlığa, yoksulluğa, ölüme karşı hep birlikte direnme ve mücadele etme zamanı.

    "Evrensel"

    21 Temmuz 2020 Salı

    Aksaçlılar Sesleniyor




    * Aksaçlılar, Türkiye'nin bugünü ve geleceği ile ilgili yorumlarını ve endişelerini dile getiriyor,
    ** İktidarı uyarıyor,
    *** Muhalefeti uyarıyor,
    **** gençliğe sesleniyor


    'Kimse, ‘bana dokunmaz, beni ilgilendirmez’ rehavetine kapılmasın, hepimiz tehdit altındayız.'


    Ahmet Türk, Aydın Engin, Baskın Oran, Cengiz Çandar, Cengiz Aktar, Halil Ergün, Müjde Ar, Nadire Mater, Nesrin Nas, Rakel Dink, Orhan Pamuk, Tarık Ziya Ekinci ve Zülfü Livaneli’nin de aralarında olduğu "Farklı kesimlerden, farklı geçmişlerden, farklı siyasetlerden gelen" gazeteci, yazar, akademisyen, oyuncu ve insan hakları savunucusu 101 isimden iktidarı uyaran gençlere çağrı yapan ortak bildiri hazırlandı.

    İktidarı uyaran ve kendilerine "Aksaçlılar" diyen 101 isim, gençlere seslenerek “Ülkemiz bugüne kadar böylesine koyu bir karanlık, haksızlık, hukuksuzluk, adaletsizlik, toplumsal doku çürümesi, dünyada yalnızlaşma, itibarsızlaşma yaşamamıştı” ifadelerini kullandı.

    Ortak bildiride “Hepimiz tehdit altındayız” denilerek “Kimse, ‘bana dokunmaz, beni ilgilendirmez’ rehavetine kapılmasın, hepimiz tehdit altındayız. Bizler ekonomik güçlüklerle, aşımız işimiz için mücadele ederken, iktidardakilerin attığı her adım havamızı biraz daha zehirliyor, toplumu nefes alamaz hale getiriyor. Bizi etkilemez sandığımız yasal kısıtlama ve uygulamalar sadece özgürlüğümüzü değil aşımızı, işimizi de tehdit ediyor” uyarısı yapılıyor.

    101 ismin imza verdiği ortak bildiride şu ifadeler yer aldı:

    “Farklı kesimlerden, farklı geçmişlerden, farklı siyasetlerden gelen; uzun yılları arkasında bırakmış biz aksaçlılar, ülkemizin adil ve özgür bir toplumda, sulh sükûn içinde yaşamayı hak eden bütün insanlarına, özellikle de umudumuz olan gençlere sesleniyoruz.

    Görüp geçirdiklerimize dayanarak söylüyoruz:

    Ülkemiz bugüne kadar böylesine koyu bir karanlık, haksızlık, hukuksuzluk, adaletsizlik, toplumsal doku çürümesi, dünyada yalnızlaşma, itibarsızlaşma yaşamamıştı.
    Anayasa fiilen askıya alınmış durumda, bağımsız ve tarafsız olması gereken yargı Saray’ın emri altında, kolluk güçleri keza. Cumhuriyetin teminatı bütün kurumlar, tek tek işlemez hale getiriliyor.
    Tam bir keyfîlik ve baskı ortamında demokrasinin ve hukukun son kırıntıları da süpürülüyor.
    Vatandaşın mal ve can güvenliğini tehdit eden, insan hak ve özgürlüklerini hiçe sayan, yurttaşlık haklarımızı yok eden, meslekî örgütlenmemizi iktidara tâbi kılan, haber alma hakkımızı kısıtlayan, ifade özgürlüğünü budayan yasa ve uygulamalar tepemize art arda balyoz gibi indiriliyor.
    Yayılmacı, fetihçi heveslerle; “yurtta barış, dünyada barış” ilkesinin yerini yedi düvelle savaş, çatışma, düşmanlaşma alıyor.
    En önemlisi: cephelere bölünüyoruz. Aramıza nifak sokuluyor ki, dindarı laiki, sünnisi alevisi, sağcısı solcusu, Türkü Kürdü, genci yaşlısı bu gidişata “dur” demesin.
    Hepimiz tehdit altındayız: Kimse, “bana dokunmaz, beni ilgilendirmez” rehavetine kapılmasın, hepimiz tehdit altındayız. Bizler ekonomik güçlüklerle, aşımız işimiz için mücadele ederken, iktidardakilerin attığı her adım havamızı biraz daha zehirliyor, toplumu nefes alamaz hale getiriyor. Bizi etkilemez sandığımız yasal kısıtlama ve uygulamalar sadece özgürlüğümüzü değil aşımızı, işimizi de tehdit ediyor.

    İktidarı uyarıyoruz:
    Elinizde iktidar gücü var. O güce dayanarak, rıza değil dayatmayla yönetmeye çalışıyorsunuz. Geniş kitleler memnuniyetsiz, tedirgin, huzursuz. Sessizlikleri, var olduğunu sandığınız desteğe değil korkuya ve çaresizliğe dayanıyor. Ancak, gün gelir suskun itirazlar büyür, sandığa yansır, seçmen bu gidişata dur der. O günlerin yaklaştığını siz görmeseniz de bizler görüyoruz.

    Muhalefete sesleniyoruz: AKP-MHP koalisyonu gücünü muhalefetin dağınıklığından alıyor. Çaresiz ve kararsız insanlarımız; güvenebileceği, dayanacağı sağlam bir seçenek arıyor. Topyekûn tehdit ancak topyekûn karşı koyuşla bertaraf edilir. Çözüm; bütün muhalefet güçlerinin, kendi çizgilerini, kendi varlıklarını koruyarak temel ilkelerde buluşacakları demokrasi ittifakını gecikmeden kurmaktır.

    Gençler! Sesimize kulak verin!


    Size seslenişimizi akıl vermek, büyüklenmek olarak değil bunca yılın içinden süzülmüş deneyimlerimizin özeti ve size hak ettiğiniz aydınlık ülkeyi bırakamamış olmanın eksiklenmesi olarak kabul edin.

    Bizler umudumuzu hiç yitirmedik. Ülkemizin uçuruma sürüklenmesine, gençlerimizin geleceğinin çalınmasına, halkın yoksulluğa mahkûm edilmesine, kaynakların talanına, doğanın tahribine, kadınlara, halklara, gençlere dayatılan bu yaşama dün olduğu gibi bugün de isyan ederken, umudumuzu sizlere bağlıyoruz.

    Size dayatılan bölünmeleri, düşmanlıkları, sahte cepheleri aşın, birlik olun, sesinizi yükseltin. Özgürlüklerimize, aşımıza ekmeğimize, yaşam tarzlarımıza sahip çıkma, haklarımızı talep etme zamanıdır.

    Yarının aydınlığı sizlerin ellerinde. Ve biz aksaçlılar o aydınlığı yaşarken görmek istiyoruz.”

    Bildiride imzası bulunan 101 isim şöyle:

    Abdullah Nefes, Abdülbaki Erdoğmuş, Ahmet Aykaç, Ahmet İnsel, Ahmet Telli, Ahmet Türk, Ali Bayramoğlu, Ali Sirmen, Altan Öymen, Arif Keskiner, Atilla Dorsay, Aydın Cıngı, Aydın Engin, Ayşe Erzan, Ayşenur Arslan, Baskın Oran, Binnaz Toprak, Bülent Ortaçgil, Canan Arın, Celal Doğan, Cem Toker, Cengiz Aktar, Cengiz Çandar, Cihangir İslam, Coşkun Özdemir, Doğan Bermek, Ercan Karakaş, Erdoğan Aydın, Ersin Kalaycıoğlu, Ersin Salman, Ertuğrul Günay, Ertuğrul Yalçınbayır, Eşber Yağmurdereli, Fatma Gök, Fatmagül Berktay, Fehmi Koru, Fikri Sağlar, Filiz Ali, Genco Erkal, Gençay Gürsoy, Gökhan Akçura, Gürel Tüzün, Hacer Ansal, Halil Ergün, Hasan Cemal, Hayri İnönü, Herkül Milas, İbrahim Betil, İbrahim Sinemillioğlu, İlhan Tekeli, Kazım Güleçyüz, Korkut Boratav, Marta Kalyoncu, Mehmet Hayri Kırbaşoğlu, Melek Ulagay, Meral Tamer, Meryem Koray, Moris Gabbay, Murat Belge, Murat Karayalçın, Müjde Ar, Nadire Mater, Nazar Büyüm, Necmiye Alpay, Nesrin Nas, Nesteren Davutoğlu, Nurettin Sözen, Orhan Pamuk, Orhan Silier, Osman Ulagay, Oya Baydar, Öget Öktem Tanör, Ömer Madra, Peral Bayaz, Rakel Dink, Reşit Canbeyli, Rıza Türmen, Selçuk Erez, Serra Yılmaz, Süleyman Coşkun, Süleyman Çelebi, Şahin Tekgündüz, Şanar Yurdatapan, Şebnem Korur Fincancı, Şevket Pamuk, Şükran Soner, Şükrü Aslan, Tarhan Erdem, Tarık Ziya Ekinci, Tuğrul Eryılmaz, Turhan Günay, Tülin Dursun, Ümit Aktaş, Üstün Ergüder, Vecdi Sayar, Veysi Dündar, Yaşar Okuyan, Yücel Erten, Zeynep Oral, Ziya Halis, Zülfü Livaneli.