Translate

Kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Mart 2024 Salı

Bertolt Brecht
Beş Paralık Roman

BERTOLT BRECHT 10 Şubat 1898’de Augsburg, Bavyera’da doğdu. 1917’de Münih Ludwig Maximillian Üniversitesi’nin tıp bölümüne girdi. Orada Arthur Kutscher ile birlikte drama çalıştı. 1918 sonbaharında askerliğe çağrılan Brecht, bir ordu hastanesinde hizmet verdi. Askerlik yaptığı dönemde ilk oyunu olan “Baal”i yazdı. Askerden sonra üniversitedeki çalışmalarına döndüyse de 1921’de tıp eğitimini bıraktı.
İkinci büyük oyunu “Gecede Trampet Sesleri”ni Şubat 1919’da yazan Brecht, 1921’de yazdığı “Kentlerin Vahşi Ormanında” oyunu da dahil olmak üzere, bu üç oyunuyla 1922 yılında Almanya’nın en önemli edebiyat ödülü olarak kabul edilen Kleist ödülüne layık görüldü. 1924-1933 arasında Berlin’de geçirdiği yıllarda yönetmen Max Reinhardt ve Erwin Piscator ile çalıştı, 1928’te ise besteci Kurt Weill ile birlikte “Üç Kuruşluk Opera”yı yazdı. “Epik tiyatro” teorisini de bu yıllarda geliştirdi.
1933’te sürgün edildi. Sürgün yıllarını önce Danimarka’da, sonra Amerika’da geçirdi. Amerika’da Hollywood için senaryolar yazdı. Almanya’da kitapları yakıldı ve vatandaşlıktan çıkarıldı. Amerika’da geçirdiği yıllarda ün kazandı, bu dönemde “Cesaret Ana ve Çocukları”, “Galilei’nin Yaşamı”, “Sezuan’ın İyi İnsanı”, “Arturo Ui’nin Önlenebilir Tırmanışı” gibi oyunları kaleme aldı.
Brecht 1947’de Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi’nin önünde ifade vermek zorunda kalınca Amerika’dan ayrıldı. Zürih’te bir yıl geçirdi. 1949’da “Kafkas Tebeşir Dairesi”ni yazdı ve en önemli teorik çalışması Tiyatro için Küçük Organon’u yayımladı. Bu yıl “Cesaret Ana ve Çocukları”nın sahnelenmesine yardımcı olmak için Berlin’e gitti. Bu gidişi Brecht’in kendi tiyatrosunun kurulması ve yazarın Berlin’e kesin dönüş yapmasıyla sonuçlanacaktı. Doğu Avrupa’da gelenek dışı teorileri, Batı’da ise komünist fikirleri nedeniyle hoş karşılanmasa da kurduğu tiyatroyla 1955’te Paris Théâtre des Nations’da büyük beğeni topladı, aynı yıl Moskova’da da Stalin Barış Ödülü’nü aldı.
1956’da Doğu Berlin’de kalp krizi geçirerek öldü.



"Dreigroschenroman"

Barınak
Ne verirlerse aldı; yoksulluk zordur çünkü,
Ama sordu yine de aslında budala değildi,
“Niçin barındırıp niçin besliyorsunuz beni?
Bilmeliyim hakkımdaki niyetinizi.”

– “Bay Aigihns’in Düşüşü”, Eski bir İrlanda şarkısı

George Fewkoombey adlı bir asker, Güney Afrika’daki İngiliz sömürge savaşında bacağından vuruldu ve Capetown Hastahanesi’nde bacağından oldu. Londra’ya dönünce, “devletten hiçbir talepte bulunmayacağım,” gibi cümlelerle dolu bir kâğıda attığı imza karşılığı 75 pound para aldı. Bu parayı, Newgate’deki küçük bir meyhaneye yatırdı. Meyhaneyi işletmeye başlamadan hesap defterlerini dikkatle incelemiş, meyhanenin ayda 40 şilin kadar bir gelir getireceğine aklı yatmıştı.
Meyhanenin arkasındaki küçük odaya yerleşip yaşlı bir kadınla birlikte içki satmaya başladıktan birkaç hafta sonra, hesaplarında yanıldığı ve bacağını hiç de iyi bir işe yatırmadığı kanısına vardı. Eski bir asker olarak müşterilerine gerekli saygıyı göstermeyi becerdiği halde kazancı 40 şilinin oldukça altındaydı. Sonraları başkalarından, incelemiş olduğu defterlerde görünen kazancın, meyhanenin bulunduğu semtte yapılan bir inşaat sayesinde olduğunu öğrendi. Şimdi inşaat bitmiş, işçiler de gitmişti. İşten anlayanlar, meyhane kazancının, böyle yerlerde alışıldığı gibi, hafta sonları yerine iş günlerinde kabarık görünmesine dikkat etmemiş olmasına şaştıklarını söylediler. Ama şimdiye kadar böyle yerlerin sadece müşterisi olmuştu o. Bu durumda meyhaneyi dört ay daha işletebildi; meyhanenin eski sahibinin adresini bulana kadar da dört ay daha kaybetti – işin sonunda beş parasız sokakta kaldı.
Bir süre, bir askerin genç karısının evinde, kadın dükkânda çalışırken çocuklarına savaş hikâyeleri anlatarak barındı. Ufak bir evde başka türlü olamayacağı için kendisiyle yatmış olan kadın, kocasının izne geleceği haberi üstüne, onu bir an önce evinden atmak istedi. Birkaç gün daha kadının evinde kalmayı başaran “harp malulü” sonunda orayı terk etmek zorunda kaldı.
Kadının kocası kıtasına döndükten sonra, bir iki kez daha uğradı kadının evine. Kadın karnını doyurdu ama, adamakıllı düşmekten kurtulamadı ve sonunda o da dünya başkentinin sokaklarında gece gündüz açlığı sürükleyen sefiller kervanına katıldı.

Bir sabah, Taymis köprülerinin birinde durdu. İki gündür doğru dürüst bir şey yememişti. Eski üniforması sayesinde yanlarına yaklaşabildiği kişiler, arada sırada bir iki kadeh ısmarlıyorlardı ona, ama yemek ısmarlayan yoktu. Üniforması olmasa içki de ısmarlayan olmayacağını bildiğinden giyiyordu üniformayı.
Şimdi yine sivil giyinmişti; meyhanecilik yaptığı zamanlarda olduğu gibi. Çünkü dilenmek istiyor ve utanıyordu bundan. Bacağından yaralandığı, iflas ettiği için utanmıyordu. Kendi görüşüne göre kimsenin kimseden bir şey istemeye hakkı yoktu.
Dilenmek zor geliyordu ona. Bu meslek, hiçbir şey öğrenmemiş olanlara göreydi, ama öğrenilmesi gereken bir meslekti. Ardı ardına birçoklarının yolunu kesti, ama yüzünde gururlu bir ifadeyle ve onları rahatsız etmekten çekinerek. Ayrıca öyle uzun cümleler kullanıyordu ki, noktayı koyduğunda derdini anlatmaya çalıştığı adam geçip gitmiş oluyordu çoktan; sonra avucunu da açmıyordu. Sonunda, en az beş kez kendini alçalttığı halde, kimse onun dilendiğini anlamadı. Ama başka biri çakmıştı durumu. Çünkü ansızın ardından, kısık bir sesin şunları söylediğini duydu: “Buradan basıp gidecek misin eşek arabası!”
Duyduğu suçluluk duygusuyla arkasına bakmadı bile. Süklüm püklüm uzaklaştı oradan. Yüz adım uzaklaştıktan sonra arkasına bakmaya cesaret edebildi. Yırtık pırtık, en adisinden iki dilencinin kendisine baktıklarını gördü. Ancak birkaç sokak sonra peşinden ayrıldılar.
Ertesi günü, limanın oralarda dolanıp, aşağı sınıftan insanları garip dilenme tarzıyla şaşırtan biri ansızın vurdu sırtına. Sırtına vuran cebine de bir şey sokuşturmuştu. Çevresine bakınınca kimseleri göremedi, ama elini cebine atınca iyice katlanmış, kirlenmiş bir kartvizit buldu: J.J. Peachum, Old Oak Sokağı, No: 7.
Ayrıca karta kurşunkalemle şunlar karalanmıştı: “Kemiklerinin kırılmasını istemiyorsan bu adrese gitmeye bak!” Bu cümlenin altı iki kez çizilmişti.

Bu saldırının, dilenmesiyle ilişkili olabileceğini yavaş da olsa anladı Fewkoombey. Ama Old Oak Sokağı’na gitmeye de niyeti yoktu pek.
Öğleden sonra, bir koltuk meyhanesinin önünde, birkaç gün önce gördüğü dilencilerden biriyle tanıştı. Bugün daha dostçaydı. Genç bir adamdı bu; hiç de kötü görünmüyordu. Fewkoombey’yi kolundan çekti, birlikte yürüdüler. “Seni pis köpek seni,” diye başladı söze ama dostça ve sakin konuşuyordu: “Numaranı göster!”
“Ne numarası?” diye sordu asker.
Genç adam kendisini bırakmayarak, ama yine dostça ona şunları anlattı; “Bu dilencilik işinin de kendine göre bazı kuralları vardır, hatta bazı kuralları birçok işinkinden iyidir, çünkü hiç olmazsa bu iş, uygar insanlar tarafından terk edilmiş yabani yerlerde değil, büyük ve düzenli bir şehirde, dünyanın başkentinde yapılabilir ancak. Yalnız bu işte çalışabilmek için bir numara gereklidir. Bir de izin belgesi; bu belge ve numara da, tabii ücretli olarak, ancak bir yerden temin edilebilir: Old Oak Sokağı’nda bir dernek vardır ve bu derneğe üye olmak zorunludur.”

Fewkoombey hiç soru sormadan dinledi onu. Sonra dostça cevaplar verdi. Boş bir sokaktan geçiyorlardı. Tıpkı duvarcılarda ve berberlerde olduğu gibi dilencilerin de bir derneği olduğuna sevindiğini, ama canı ne isterse onu yapmayı tercih ettiğini, çünkü tahta bacağının da ispat ettiği gibi kendisine şimdiye kadar yeterince emredildiğini söyledi. Sözlerinin sonunda, düşüncelerine pek katılmadan, ilginç ve tecrübeli bir adamı dinlercesine kendisini dinleyen yol arkadaşına elini uzatıp iyi günler diledi. Dilenci eski bir dost gibi gülerek sırtına vurdu askerin ve karşı kaldırıma geçti. Fewkoombey gülüşünden hiç hoşlanmadı onun.
Ertesi gün iyice kötüleşti durumu. Kesintisiz olarak beş on para kazanabilmek için, belirli bir köşede oturmak gerektiğini anladı. Bu ise mümkün değildi, çünkü sürekli olarak yerleştiği her köşeden sürülmekteydi. Ötekilerin ne yaptığını bir türlü çakamıyordu. Şöyle ya da böyle, hepsi, ondan daha zavallı gözükmekteydiler. Yırtıklarından kemikleri görünen giysileri vardı. (Sonraları, belirli çevrelerde, çıplak et göstermeyen elbiselerin, kötü vitrin sayıldığını öğrendi.) Ayrıca, görünüşleri de daha kötüydü bunların; mutlaka bir yerleri sakattı. Çoğu doğrudan doğruya çıplak beton üstüne oturuyorlardı; yanlarından geçenler, hasta olmalarından korksunlar diye. Fewkoombey seve seve oturacaktı çıplak betona ya, buraları orta malı değildi anlaşılan; ya polis, ya dilenciler durmadan rahatsız ediyorlardı onu.
Bütün bu sıkıntılar sonucunda üşüttü, soğuk algınlığı göğsüne indi, ciğerini dağlayan sancılarla ve yüksek ateşle dolaşmaya başladı.

Bir akşam, o genç dilenciye yeniden rastladı. Dilenci arkasına takıldı.İki sokak ötede dilenciler ikileşti. Koşmaya başladı, onlar da ardından. Dilencilerden kurtulmak için dar sokaklara saptı, kurtulduğunu sanarken, bir sokak köşesinde, ansızın karşısında buldu onları. Ne olduğunu anlamaya kalmadan ellerindeki sopalarla vurdular ona kendisini yere atıp tahta bacağından çekince sırtüstü düştü, sonra onu yerde bırakıp kaçtılar; köşeden bir polis görünmüştü çünkü.

Fewkoombey, polis tarafından yerden kaldırılacağını umuyordu ki, hemen yanındaki bir avludan, ufak bir tekerlekli iskemleyle ortaya çıkan üçüncü bir dilenci, hareketlerle kaçanları göstererek polise bir şeyler anlattı. Fewkoombey polis tarafından ayağa kaldırıldı ve yediği bir tekmeyle yoluna devam etmesi sağlandı. Dilenci ardından ayrılmadı, iki koluyla sürüyordu demir tekerlekli iskemlesini.
Bacakları yoktu herhalde.
Bir üst sokağın köşesinde, bacaksız dilenci Fewkoombey’nin pantolonunu çekti. Şehrin en pis semtindeydiler şimdi. Sokaklar bir adam boyu genişliğindeydi ancak.
Tam yanında bir avlunun alçak girişi belirdi. “Buradan gir,” diye emretti sakat. Koltuğun tekerleklerini döndüren çelik kolla bacağından dürtüldüğü zaman, açlıktan da iyice halsizleşmiş olan Fewkoombey kendisini avlunun ortasında buldu. Çevresine şaşkınlıkla bakmaya kalmadan, kocaman gerdanlı yaşlıca bir adam olan sakat, bir maymun çevikliğiyle ve yeniden kazandığı sağlam bacaklarla arabasından atlayıp üstüne saldırdı. Fewkoombey’den en azından bir baş büyüktü ve bir orangutan gibi güçlü kolları vardı.
“Ceketini çıkar!” diye emretti. “Kazanç getiren bir iş sahibi olmaya benden daha çok hakkın olup olmadığını ispat etmek için erkekçe dövüş bakalım benimle. ‘İş bilenin, kılıç kuşananın’ ve ‘Altta kalanın canı çıksın!’ İşte benim sloganlarım! Böyle yardım edilir insanlığa, çünkü sadece becerikliler yükselip bu dünyanın nimetlerinden yararlanırlar. Dövüşürken hile yapmaya kalkma, belden aşağısına vurma ve dizini işe karıştırma. Dövüşümüzün geçerli olması için, İngiliz Boks Federasyonu kurallarına uymamız gerekir.”

Dövüş kısa sürdü. Fewkoombey ruhça ve bedenen yıkılmış olarak yaşlı adamın ardından sürüklendi. Old Oak Sokağı’ndan kimse söz etmiyordu artık.

Bir hafta boyunca yaşlı adamın boyunduruğunda yaşadı. Yaşlı adam Fewkoombey’yi eski asker üniformasıyla bir sokak köşesinde bırakıyor; akşamları hesaptan sonra karnını doyuruyordu. Hep çok düşüktü kazancı. Kazandıklarını da moruğa veriyordu; ama kazancının, yaşlı dilencinin verdiği adinin adisi bir bardak konyakla ucuz balığı karşılayıp karşılamadığını bile bilmiyordu. Kendisinden daha sakat görünüp aslında sapasağlam olan yaşlı adamın kazancı çok değişikti ondan.

BERTOLT BRECHT Beş Paralık Roman Dreigroschenroman ÇEVİREN Sevgi Soysal WALTER BENJAMIN’İN SONSÖZÜYLE

31 Temmuz 2023 Pazartesi

Boşluklarda Saklı

“Kitapları yırtılan, fırlatılan, yakılan bütün kız çocuklarına ve kadınlara...” ithafıyla açılan bir öykü kitabı, bir ilk kitap. Gerçeğin gerçeküstü kesitlerinden alternatif dünyalar damıtan bir atmosfer emekçiliği. Söze indirgenmeye direnen yaşayışların anlatıları. Aralanmak bilmeyen sis katmanları içerisinde okurun algısıyla saklambaç oynayan macera çağrıları. Farklı mı farklı, deneysel ve çağrışımlı yönlere meyletmiş yapısıyla halis manada ayrıksı bir kitap.

“Ejha’nın dilini uzatıp siyah sıvı damlattığı yerler tutuştu, alevler giderek çoğaldı. Merdiven basamağında sürünürken kırmızı tüyleri büyüdü. Dişleri çıkıverdi ortaya. Boyunun uzunluğu kısaldı, kendi etrafında dönerken kuyruğuna dolandı.”

Burada “mesele ne, ana fikir nedir?” gibi sorularla yaklaşılamayacak metinlerle karşı karşıyayız. “Mesele oluşturulan yapıların kendi kapılarını içten dışa açması” denebilir belki ama gerek yok; yazar bunlarla ilgilenmiyor.

Sonsuz baskılanma hissi altında yabancılaşan isimlendirmeler, tanıdık öğelerin dönüşemeden şekilsizleşmesi, ikircikli macguffin’ler, kaybolmuşluğa gömülmek, kurumsal hegemonyanın kenarında kalmaya çabalayan yalnızlar, varolamamak ama vazgeçmemek; umut ya da umutsuzluk seçimi ötesinde umut kategorisini ortadan kaldırmış gündelik yenilgi dünyaları. Hepsi yekpareleşerek öyküden öyküye devam eden bir büyük alarm blokunun sinyalleri fakat uyarıları duyacak kimse kalmamış.

İyi atlara binip gidenlerden çok sonra, bilimkurgu geleceğinde, gitmeyenlerin gizlenir halini gösteriyor kitap. Bir şeyler illaki söyleniyor ama en çok da konuşamamak öne çıkıyor. Yazar bastırılmışlığı anlatmak için bastırılmış bir biçim oluşturuyor ve bu zorlayıcı dizgeden sapmamak için kendi ifade dürtülerini dizginleyerek son zamanların öykü gerçekliklerinin tam zıddı rotaların peşine düşüyor.

Susturulmuşluğun içinden yazmak hedeflenmiş. Bu hedefe yönelen insanüstü bir çabayla korkunç mu korkunç hal ve gidişlerin panoramasına loş ışıklar taşınıyor. Gölgeler dolanıyor bu öykülerde; sesler, fısıltılar, izahatsızlıklar.

Herkes cezalandırılmak için yaşıyor; dev bir totaliterleştirme makinesi içinde anlam da, anlatım da yok oluşa meylediyor. Yarın var mı belli değil, dünü anan da kalmamış; hafızasızlaşan toplumların kopuk figürleri hareket halinde kalmaya zorunluyken nelerden vazgeçtiklerini dahi seçemiyorlar. Parazitten izlenemez bir televizyon yayınına dönüşmüş varoluş; zevk almayı düşünmek uzun zamandır kimsenin aklına gelmiyor.

“Konuşurken konudan konuya atlıyor, ellerini şaklatarak dikkatimi dağıtıyordu. Bu kadında kesinlikle bir gariplik vardı.”

Bugüne kadar üzerine kelam ettiğim öykü kitapları arasında kişisel anlamda bana en çok hitap edeni kesinlikle Dünyanın Öteki Yüzü. Normal şartlar altında bu tamamıyla ehemmiyetsiz bir bilgi, çünkü eleştiriye uzanan değinmelerin kişisel tercihlerle ilgi alakası olamaz; bahsedilmesi gereken eserin ve ona hayat üfleyen kişinin hedefledikleriyle bunu ne ölçüde başarabildiği arasındaki mesafedir; bir de tabii bunu gerçekleştirme çabasında yararlandığı unsurların didiklenmesi, sanatkâr zekâsının planını kuşatırken açtığı irili ufaklı çığırların kayda geçirilmesi... Yalnız bu kitap benim açımdan bir istisna barındırıyor.

Nedir o istisna? Kendi öykücülüğümde de merkezî gördüğüm, az bilinen bir edebi ekolü belki derinlemesine inceledikten sonra belki de benim gibi ilkin farkında olmaksızın içselleştirmiş olması. “Dünyada dahi tam anlamıyla meşruiyetini ispat edememiş bu cereyanın ismi de neymiş?” derseniz cevap “transrealizm” ya da akışa batıp çıkma manasındaki alternatifi “slipstream”.

İyi de neyi işaret ediyor bu yeni akım? Yazarın yaşantısı içindeki yabancılığı genişleterek anlatıyı ötekileştirdiği bir çeşit meta-biyografi yaklaşımını. Dünyanın uzaylı gözüyle görüldüğü atmosferde birinci tekil deneyimlerin dışsallaştırılmasını. Uzatmayalım, çünkü bu yazıda amaç transrealizm’i tanımlamaktan çok siz okurların meraklanmasına zemin hazırlamak.

“Nasıl bir şey acep bu transrealizm” diyor olabilirsiniz, “tadı neye benziyor?” Yazarı katılsın katılmasın, bence tam da bu kitaptaki öyküler gibi tat veriyor. Öyleyse bu kitabı okuyunca yeni öyküler keşfetmenin yanı sıra yeni bir edebiyat akımına da tesadüf edeceksiniz ve okur böylesi şanslara nadir rastlar.

“Hiç mi kılçığı yok kitabın ey güzellemeci?” yakınmanızı duyar gibiyim. “Merak etme negatiften beslenen ortalama okur, var elbet” diyerek sönümlenmeye terk ediyorum yankıları. Gelin “Zehir” isimli öyküden sorunlu bir pasaja kulak verelim:

“Akşam olmamıştı henüz ama bulutlar karardığından ışığı açmak zorunda kaldım. Otuzuncu Hane’nin beri tarafından itibaren herkesin evlerinin ışıkları yanıyordu halen. Gece gece insanları uyku mu tutmadı, anlam veremedim. Gözlerimi yeniden kaparken yağmur yeniden hızlı şekilde yağmaya başladı. Tavana vuran sert damlaların sesiyle uykuya dalıverdim.”

Kakofoniye kaçan bir ses karmaşası duyuyor musunuz? İşte böyle böyle kılçıklar var.

Odak tasarının kıymetini teslim ettikten sonra amaçlananın yeterince başarılıp başarılamadığının tartıya yatırılması lazım. “Bir yandan kalemin atmosfer kurma kuvveti, öte yandan tematik seçimlerin adeta saplantılaşmışlığı öyküleri birbirlerinden ayrıştırılamayacakları bir ortak çatıya mı hapsetmiş?” sorusunu da iliştirmek gerekir. Yazar bunların muhasebesi sonrası daha da pürüzsüz metinlerle dönecektir.

“Po’da yayılan Orvis virüsü sebebiyle hastanelerde takas edilecek organlar zarar görüyor.”

Malum, yapay zekâ çağındayız; edebiyatımızın günceli yakalayıp mevcut gerçekliğin temsil ihtiyacına karşılık vermesinin vakti geldi de geçiyor. Bunu yapmaya aday bir isimle karşı karşıyayız. Potansiyelini değerlendirmek için hızlıca neyi, nasıl anlatmak istediğine dair deneylerinin zincirden boşanmasına izin vermeli ve naçizane fikrim, iz sürdüğü topraklardaki her şey çamura bulanmış olsa da şiiri artırmalı.

Ömer Altan K24

14 Ekim 2022 Cuma

Diktatörlük Dönemlerinde Kişisel Sorumluluk

Her insani faaliyet iki kısımdan oluşur: Liderin yaptığı “başlangıç” kısmı ve çok sayıda insanın katıldığı “icra” kısmı. Ne kadar güçlü olursa olsun hiçbir lider, başka insanların yardımı olmadan başladığı işi iyi ya da kötü sonuna kadar götüremez. Tayin edici olan, liderin niyetlerini gerçekleştirmek için girdiği yolda ona itaat edenlerin olmasıdır.

Diktatörlük döneminde kişisel sorumluluk
Nazi döneminde milyonlarca insanın nasıl olup da rejimin insanlık dışı eylemlerinin bir parçası haline geldiği, sosyal bilimlerin cevabını aradığı en mühim sorulardan biridir. Hannah Arendt, bir çalışmasında* bu sorunun peşine düşer; bir insanın caniyane suçları işleyen bir düzeni hangi saiklerle desteklediğini ve gözünün önünde cereyan eden korkunç işleri nasıl meşrulaştırdığını izah etmeye çalışır.

Arendt, evvela, modern devletlerde her bir bireyin bir “çarkın dişlisi” olarak iş gördüğünü belirtir. Dev gibi bir bürokrasisi ve muazzam bir emir-kumanda zinciri olan devletin içine giren her bir kişi, bu mekanizmayı harekete geçiren ve işleten bir dişli olarak görülür. Burada en hayati husus, her bir dişlinin yerinin doldurulabilir olmasıdır; sistemin yapısında bir değişikliğe gidilmez ama çalışmayan bir dişli sökülüp onun yerine yeni bir dişli takılabilir.

“Soruna bu şekilde yaklaşıldığında, sistemi bir bütün olarak ayakta tutan insanların birey olarak sorumlulukları ancak ikincil dereceden bir önem taşır ve savaş sonrası davalarda sanıkların ‘Ben yapmasam başkası yapacaktı’ biçiminde ifade etmeye çalıştıkları mazeret haksız değildir.” (s. 173)

Ancak Arendt, Kudüs’te izlediği Eichmann Davası’nın kendisini meseleye farklı bir açıdan bakmaya zorladığını söyler. Davaya bakan hâkimlerin “bir duruşma salonunda bir sistem, tarihsel bir eğilim, anti-Semitizm gibi herhangi bir ‘izm’ değil bir insan yargılanır” yaklaşımını paylaşır. İnsanın “bir çarkın dişlisi” olarak değerlendirilmesini safsata olarak niteler. Sanıkların “bunları yapan birey olarak ben değildim, ben çarkın yeri başkasıyla doldurulması mümkün olan basit bir dişlisiydim, benim yerimde kim olsa aynısını yapardı” şeklindeki savunmalarının mahkeme tarafından kabul edilmemesini doğru bulur.

“Ehven-i şer denilerek bazı kötülüklerin sineye çekilmesi bilinçli olarak kötülüğün kendisinin kabul ettirilmesinin bir aracı olarak kullanılabiliyor. Verilebilecek birçok örnekten birisi, Yahudilere yönelik imha politikasıdır. Yahudilerin imhasına başlanmadan önce bir dizi anti-Yahudi önlem alınmıştır. Bu münferit önlemlere, her şeyin berbat olacağı endişesiyle rıza gösterilmiş ve böylelikle sonunda artık daha kötüsünün olamayacağı bir aşamaya ulaşılmıştır. Burada, insanın kendi değerler sistemine tümüyle ters düşen gelişmeleri fark etmek konusunda basiretinin nasıl bağlandığını görüyoruz.”

Yazının Tamamı

5 Ağustos 2022 Cuma

Kaplanın Sırtında

Bir Utangaç Batıcı olarak Abdülhamid
Zülfü Livaneli’nin son romanı Kaplanın Sırtında-İstibdat ve Hürriyet, Sultan Abdülhamid’in h’al edildikten sonra Selanik’te geçen sürgün yıllarını (1909-1912) konu ediyor. Livaneli, kitapta, büyük ölçüde, Selanik sürgünü boyunca Abdülhamid ve ailesine bakan askerî hekim Atıf Hüseyin Bey’in anılarından yararlanmış. Atıf Bey’in kendisi de roman kahramanlarından biri. “Öldükten sonra sünnet edilen Ermeniler” gibi bahisler ise Zaptiye Nazırı Hüseyin Paşa’nın hatıratından alınmış. Romanın sonunda döneme ilişkin tarih çalışmalarından oluşan bir kaynakça da var. Kaplanın Sırtında öncelikle bir tarihî roman olmakla birlikte günümüz popüler kültüründeki Abdülhamid uyarlamalarına yapılmış yeni bir katkı aynı zamanda.

“Kaplanın Sırtında”, tahmin edilebileceği üzere, bir iktidardan düşüş metaforu. Osmanlı’yı 33 yıl “kaplan sırtında” yöneten Abdülhamid tahttan indirildikten sonra aynı kaplan tarafından parçalanma tehdidiyle karşılaşınca o meşhur vesveseleri, öldürülme korkuları iyice depreşiyor. Üç yıl boyunca Alatini Köşkü’ne hapsolup hiç dışarı çıkamadığı Selanik’te ruhsal ve fiziksel sıkıntıları artmış, yapayalnız bir “aile babası” olarak görüyoruz onu. “Vehm-i Hümayun”un ne menem bir şey olduğu kâh Doktor Atıf’ın, kâh Osmanlı’ya günbegün sinen yıkım havasıyla bir korku şehrine dönüşen Selanik’teki subayların gözünden anlatılıyor.

Kaplanın Sırtında epey çalışılmış bir anlatı ve “çok çalışma”nın, çok okumanın tarihî romanlarda yol açabildiği temel sakıncalardan olan malumatfuruşluğa yer yer yakalandığı söylenebilir. Örneğin, Sultan Hamid’in sağ omzunun altında şiddetlice kaşınan, kızarık bir şişlik ortaya çıktığında aklına hemen yüzlerce yıl önce şirpençeden hayatını kaybeden “atası” Yavuz Selim’in gelmesi ve bununla ilgili bir açıklama yapılması gibi anektodlar Abdülhamid devrine odaklanan anlatıya bir zenginlik katmıyor; aksine, ayrıntıya boğulan okur sadece Livaneli’nin Osmanlı tarihinden haberdar olduğunu, birtakım kitaplar okumuş olduğunu anlıyor. Bir süzgü yapılmadığı gibi öğrenilen her şeyi okura aktarmaya dönük bir acelecilik de seziliyor. Malumatfuruşluk Doktor Atıf’la Sultan Hamid arasında geçen bazı diyaloglarda bir inandırıcılık sorunuyla birleşiyor. Livaneli insani tarafları öne çıkmış bir Sultan Hamid portresi çizmek isterken, Abdülhamid’i neredeyse namazında niyazında bir emekli paşaya dönüştürüyor. Oysa Abdülhamid Selanik günlerinde sabık bir sultan olsa da, kendi doktoruyla “dışarıdan bakınca ülkeyi yönetmek kolay görünüyor, değil mi?” gibi senli benli konuşmuş olması ya da “benim amcamın omuzlarına oturdular ve bileklerini kestiler” gibi laflar etmesi pek “olası” değildir.

***

Roman tekniği bakımından aksayan bu tür taraflarına rağmen Kaplanın Sırtında “kendini okutan” anlatılardan biri. Bu da sanırım Livaneli’nin Abdülhamid yorumundan kaynaklanıyor. Livaneli şimdiye dek pek rastlanmadık bir “utangaç Batıcı” Abdülhamid portresi sunuyor. Bu, ne AKP devrinde üretilmek istenen Batı karşıtı (İngiliz elçisi tokatlayan, ajanları kendi elleriyle tespit edip sarayından kovalayan) Abdülhamid imajına tam olarak uyuyor ne de muhaliflerine “kan kusturan”, basını ve düşünce hayatını sansür eden, maslahatçı ve pan-İslâmcı Kızıl Sultan imajıyla örtüşüyor.

Livaneli, Abdülhamid’in Fransızcayı (kardeşi Murad kadar olmasa da) iyi bildiğini, kanyak ve rom içtiğini, -Arthur Conan Doyle’a Mecidiye nişanı hediye edecek kadar- sıkı bir polisiye okuru olduğunu, sarayında opera ve tiyatro gösterimleri için hususi aktör ve aktrisler bulundurduğunu, Çırağan Sarayı’nın duvarlarına Rembrandt ve Ayvazovski tabloları astırdığını, doğa bilimlerine (bakteriyoloji vb.) saygı duyduğunu onun Batıcılığının kanıtları olarak uzun uzun anlatıyor. Amcası Abdülaziz’in davetiyle çıktığı Avrupa seyahati, Osmanlı heyetinin Fransa’da alay-ı valayla karşılanması, Londra, Paris ve Toulon şehirlerinin pırıltısı sultanı çok genç yaşta Batı hayranlığına itiyor. Ancak Abdülhamid’i utangaç ve “gizli” bir Batıcı olmaya götüren koşullar da vurgulanıyor. Hem Osmanlı’yı parçalamak isteyen düvel-i muazzamaya karşı bir cephe oluşturabilmek hem de içerideki “şeyhülislamlar, müderrisler, tarikatlar, şeyhler”in tepkisini çekmemek için görünüşte İslâmcılığı benimseyen, ama öte yandan Batı tarzı reformlar yapıp okulları modernleştiren, kız mektepleri açan, Avrupa saatini uygulamaya çalışan, ülkeyi demiryollarıyla bağlayan, kısacası III. Selim’le başlayan Batılılaşma hamlesini sürdüren bir sultan olarak sunuluyor Abdülhamid.

Romanda İttihatçı rolündeki Doktor Atıf’ın Meclis-i Mebusan’ı süresiz olarak tatil ettiği, Mithat Paşa’yı boğdurduğu, Namık Kemal gibi aydınları küstürüp basını ve düşünce hayatını sansür ettiği için Abdülhamid’e yönelttiği eleştiriler ise hem cılız kalıyor hem de “reel-politika”nın gerekleri yüzünden makul karşılanabilecek ufak tefek arazlar olarak görünüyor. 1908’den sonraki başarısız idareler ve peş peşe alınan savaş yenilgileri Abdülhamid’i toy ve işbilmez İttihatçılar karşısında normalde olduğundan daha becerikli, güngörmüş bir “bilge kral” kılığına sokuyor.

Bu Abdülhamid portresinin gerçeğe ne kadar uygun olduğunu tarihçiler kuşkusuz daha doğru değerlendirecektir ancak romanda Abdülhamid’in idare tarzının Türkiye modernleşmesini sekteye uğratan belli başlı yönlerinin göz ardı edildiği ya da fazla önemsenmediği kanısındayım.

Abdülhamid elbette, Livaneli'nin sıklıkla hatırlattığı üzere, Osmanlı’nın en Batılı ailesinde yetişmişti; alışkanlıkları, dinlediği müzikler, okuduğu kitaplar Batılı hayat tarzına uygundu. Ancak Batı düşüncesine derin bir bağlılığı yoktu. Parlamento fikrinden hoşlanmıyor, tebaasını tek başına yönetmek istiyordu. Abdülmecid ve Abdülaziz dönemlerinde iyiden iyiye ağırlığı hissedilen “Bab-ı Ali”nin, giderek özerkleşen devlet bürokrasisinin siyasetteki etkinliği onun döneminde ortadan kaybolmuştu. Romanda Abdülhamid’in gözünden olumlu biçimde tasvir edilen Ali ve Fuat Paşa gibi devlet adamlarının idaredeki etkisi sona ermiş; Meclis-i Mebusan askıya alınıp Mithat Paşa gibi bürokratlar bertaraf edildikten sonra Yıldız’da Abdülhamid’e biat etmiş silik sadrazamlar ve mabeyncilerden oluşan bir saray idaresi kurulmuştu. AKP devrinin popüler propaganda dizisinde köpürtülen “elçi tokatlayan külhanbeyi Abdülhamid” imgesi abartılı olsa da onun gazabından korktukları için çareyi İngiliz elçiliğine sığınmakta bulan sadrazamları (Said Paşa gibi) olmuştu.

Kısacası, Abdülhamid’in Batılılaşma anlayışı geç Osmanlı zihniyet dünyasını genel olarak belirleyen biçimsel ve seçmeci modernlik algısının bir tekrarı olduğu gibi Osmanlı tarihinde ilk defa “hürriyet,” “millet” gibi kavramlarla parlamentarizmi savunmaya çalışan Namık Kemal gibi aydınların modernlik algısından da gerideydi. Bu bakımdan Livaneli’nin romanında sunulan “Batıcı” Abdülhamid portresi Necip Fazıl’ın “Ulu Hakan Abdülhamid Han” miti kadar sorunlu ve tartışmalı görünüyor.

Günümüz popüler kültüründe sayısı gittikçe artan Abdülhamid uyarlamaları güncel politik içerimleriyle birlikte düşünüldüğünde, Abdülhamid’in 93 Harbi’ni bahane ederek Meclis-i Mebusan’ı süresiz olarak kapatması bugünkü durumla düşündürücü bir benzerliktir. Son zamanlarda muhalefeti “1908’den” bir adım öteye geçememekle eleştiren Erdoğan'ın Abdülhamid devrine duyduğu özlem eleştirel düşünce ve muhalefetin tümüyle ortadan kaybolduğu bir tek-adam rejimini daimîleştirme isteğinin dışavurumudur. Gerçek-tarihsel Abdülhamid devriyle günümüzün Abdülhamid mitini ortaklaştıran zemin de budur.

Kaplanın Sırtında’nın bugün inşa edilmekte olan Abdülhamid mitini ya da Abdülhamid devrinin baskıcı zihniyetini sahiplendiğini veya yeniden ürettiğini iddia ediyor değilim. Livaneli, Abdülhamid’i kendi döneminin şartları içine yerleştirip, abartılı yergi ve övgülerden sakınarak anlatmaya çalışmış. Ne var ki sonuçta Abdülhamid’e kendisinde olmayan bazı özellikleri atfederek onda hiçbir zaman köklü bir zihniyet ya da düşünce tarzı haline gelmemiş olan Batılı hayat tarzını kendi başına bir politik erdem olarak sunmuş.

Barış Özkul / Birikim


26 Mayıs 2022 Perşembe

Ödlek

'Anton Çehov'
Birkaç gün önce, evde çocuklarıma ders veren öğretmen hanımı çalışma odama çağırmıştım.
“Otur, Julia Vassilyevna” dedim. “Aramızdaki hesabı kapatalım. Her ne kadar şu anda paraya ihtiyacın varsa da, resmi bir merasimde bekler gibi bekleyeceğini ve bir türlü kendiliğinden gelip alacağını istemeyeceğini biliyorum. Neyse, gelelim hesabımıza: Ayda otuz rubleye anlaşmıştık…”
“Kırk.”
“Hayır, otuz. Not etmiştim, çok iyi aklımda. Hem ben öğretmenlere her zaman ayda otuz ruble öderim. Bu duruma göre; buraya geleli iki ay oluyor, dolayısıyla…”
“İki ay beş gün.”
“Tam tamamına iki ay. İşe başladığın günü özellikle not etmiştim. Bu demektir ki, altmış ruble kazanmışsın. Ancak sen bu iki aydan Pazar günlerini çık… biliyorsun ki, pazarları Kolya’ya bir şey öğretmedin, sadece beraber yürüyüşlere çıktınız. Ve üç tatil günü…”
Julia Vassiyevna kızgınlıktan kıpkırmızı kesildi ve öfkeden iki eliyle sıkı sıkı entarisinin eteklerine yapıştı. Fakat hepsi bu kadar…tek bir çıt dahi çıkarmadı.
“Dokuz Pazar, üç tatil günü, yani on iki rubleyi çık! Dört gün Kolya hastaydı, dolayısıyla ders falan vermedin, zaten o sıralarda Vanya ile uğraşıyordun. Üç gün de bir diş ağrısı yüzünden çalışmamıştın ve karım sana öğleden sonraları dinlenmen için izin vermişti. On iki, yedi daha… eder on dokuz. Altmıştan çıkar, geriye ne kalır?.. hımm… Kırk bir ruble. Tamam mı?”
Julia Vassilyevna’nın sol gözü kızarmış, yaşla dolmağa başlamıştı bile. Çenesi hafifçe titriyordu… Sinirli sinirli öksürdü, hızla burnunu sildi. Ancak hepsi bu kadar…tek bir çıt yok.
“Yılbaşına yakın bir gün, bir çay bardağı ve bir de tabak kırmıştın. Bunlar için de iki ruble çıkar. Çay bardağı dededen kalma antika olduğu için aslında iki rubleden çok daha fazla ederdi, ama neyse…boş ver. İşin sonunda ben ne zaman zararlı çıkmadım ki! İhmalin yüzünden Kolya bir gün ağaca tırmanmış ve ceketini yırtmıştı. Onun için de on ruble say. Yine senin dikkatsizliğinin yüzünden hizmetçi kız Vanya’nın ayakkabılarını çalmıştı! Evde tüm olup bitenleri dikkatle izlemen gerekir. Sana bunun için para veriyoruz. Dolayısıyla beş ruble daha çık. Ocak ayının sonunda sana on ruble vermiştim…”
“Hayır, böyle bir şey yapmadınız!” diye Julia Vassilyevna zorlukla yutkunarak cevap verdi.
“Not etmiştim. Yanlış olmama imkân yok!”
“Şey… Peki, öyleyse.”
Kırkbirden yirmi yediyi çıkar… kalır sana on dört.”
Kızcağızın şimdi iki gözü birden yaşla dolmuştu. Küçücük şirin burnunun altında da ter damlacıkları belirmeye başlamıştı. Zavallı kız!”
“Şimdiye kadar bana bir kere para verildi” diye titreyen sesiyle konuştu. “Ve o da sizin karınız tarafından. Hepsi üç ruble, fazla değil.”
“Sahi mi? Görüyor musun, ben onu not etmemişim! On dörtten üç daha çıkar…kalır on bir. Al azizim, işte paran: Üç, beş, dokuz, on, on bir. Tamam mı?”
On bir rublesini de avucuna koydum. Uzandı, aldı ve titreyen parmaklarıyla cebine sokuşturdu.
“Mersi” diye boğuk bir sesle fısıldadı.
Birden yerimden fırladım ve başladım odanın içinde bir aşağı bir yukarı gidip gelmeye. Sinirlerim son derece bozulmuş, kan tepeme fırlamıştı. Kızgın kızgın;
“Ne için bu… ‘Mersi’” diye sordum.
“Verdiğiniz para için.”
“Hakkını yediğimi sen de bal gibi biliyorsun Aman Tanrım! Ne biçim insansın sen, görmüyor musun ki, seni göz göre soydum! Daha ötesi ver mı bunun, paranı çaldım! Ve sen hâlâ ‘Mersi’ diyorsun!”
“Bundan önce çalıştığım yerlerde hiç vermemişlerdi.”
“Hiç mi vermemişlerdi? Şaşırmaya da gerek yok ya! Bana gelince, sana ufak bir şaka yaptım. Sırf ders olsun, öğrenesin diye bu insafsızca yolu seçtim… Merak etme, seksen rublenin tamamını da sana vereceğim! Al işte, hepsi şu zarfın içinde seni bekliyor… Ancak bir insanın bu kadar pısırık olabileceğine de hâlâ inanamıyorum! Neden haksızlığa baş kaldırmıyorsun? Dünyada bu denli yüreksiz, tabansız olmak mümkün mü... Bu kadar ödlek olmak?”
Acı bir gülümseme dudaklarının kenarında kıvrıldı. Yüzündeki ifade, “Mümkün”, diyordu.
Kendisine zalim bir yoldan ufak bir ders verdiğim için özür diledim. O hâlâ şaşkın şaşkın bakınırken eline seksen rubleyi sıkıştırdım. O yine her zamanki ‘Mersi” siyle mırıldanır gibi üst üstü defalarca teşekkür etti ve odadan çıktı. Arkasından bakarken kendi kendime düşünüyordum:
“Şu dünyada zayıfları ezmek ne kadar kolay!”

Çeviren:Yılmaz Dikbaş


19 Nisan 2022 Salı

Devletin Dahili Harbi

Nevzat Onaran: (Marksizm 2022'de yaptığı sunum)

Cumhuriyet demokrasiyle var olmadı; hep Türkçüydü, hep Sünni İslamcıydı. Modernite ve anti-emperyalizm söylemiyle halklara ne yaşatıldığı görmezden gelindi ve kurucu İttihatçı-Kemalist ideolojik-politik barikat aşılamadı. En temel insan hakkı can ve mal güvenliği hiç sağlanmadı. Milleten Türk ve dinen Sünni İslam olmayanın varlığı hedeflendi; çünkü “Türkiye Türklerindir!” 

1910’larda zuhur eden bu ırkçı politikanın 2022’deki Türkçesi “yerli ve millî”dir. İcrasını demografik yapının 1915’teki ve 2022’deki fotoğrafına dikkatli bakmakla görebiliriz. Yüzde 20 Hıristiyan ve Musevi nüfus malıyla canıyla tasfiye edildi, imha ve asimilasyonla gayri Türk İslam milletlerin Kürtlerin, Arapların ve Türk-Kürt Alevi Kızılbaşların demografik toprak bütünlüğü parçalandı. 1915’ten 1940’a çeyrek asırda devletin dâhili harbiyle Anadolu halkları beş kez kırıldı; yüz binlerce insan öldürüldü ve toprağından kopartıldı ve can pazarında kalanlar da Sünni İslamlaştı/Türkleşti.

Çalıştığım 1910-1940 dönemi, Türk devletinin temellendirildiği ve inşanın tamamlandığı kanlı yıllardır. Bu denli kapsamlı ve sürekli kılınan icraat hiç şüphesiz özünde ırkçı temizlik harekâtıydı. Harekâttı diyorum, çünkü devletin tüm şiddet aygıtı planlı olarak kullanıldı. Türk millî devleti rotası Balkan Harbiyle ilişkilendirilir. Zaman olarak iç içe geçmişlik vardır, ama İttihat ve Terakki aslında böylesi bir politik çizgiden uzaktı diyemeyiz. 

İttihat ve Terakki’nin, Makedonya ve Ermeni meselesindeki tavrı aslında Türk millî devleti rotasını içeriyordu. Makedonya meselesi Balkan Harbiyle ve Osmanlı’nın yenilgisiyle çözümlenince Ocak 1913 darbesiyle iktidarın tek hâkimi olan İttihat ve Terakki, Türkçü kimliğini şiddetle görünür kıldı. Zaten birkaç yıldır Ermeni meselesi özelinde İttihat ve Terakki ile Ermeni Devrimci Federasyonu (Taşnaktsutyun) müzakeresinde hiçbir gelişme sağlanamamıştı. Hatta bu ikili görüşmede Ermenilerin 1870’lerden beri gündemde olan işgal edilmiş toprak sorunu dahi çözülememişti. Böylece 1908’de demokrasi için aralanan kapı 1913’te fiilen kapatıldı ve totaliter teşkilatlanmaya hız verildi. Yani devrim, Temmuz 1908-Ocak 1913 döneminde derinleşemedi boğuldu. 

Muhalefetin susturulduğu koşullarda 15-18 Ekim 1913’te kongresini yapan İttihat ve Terakki’nin kabul edilen programının 1’inci maddesiyle, adem-i merkeziyet reddedildi. Oysa o günlerde adem-i merkeziyet, millî meselenin çözümü için öneriliyordu. İttihatçılar merkeziyetçiliği kabulle kalmadı programına “Türkçü ve devletçi” olduğunu da yazdı. Bu, İttihat ve Terakki’nin kuruluşundan beri bünyesindeki olanın beyanıydı, Türkçü-Sünni İslamcı programıyla icrasına devam etti. İttihatçıların ‘milli iktisat’ ve ‘Türkçülük’ adına yaptıklarının kalem kalem icra tarihi 1913 sonrasına aittir. Ve Cumhuriyet, 1878 darbesinin devamı 1913’ün politik/bürokratik kadro ve zihniyetinin zirvesidir. 

İttihat ve Terakki’nin 1913 çizgisi, 1839’da Tanzimat’la başlayan Hıristiyanları Sünni İslam’la eşitleyecek yürüyüşün Abdülhamid’in 1878 darbesiyle Anayasa’yı, Mebusan’ı tasfiye eden ve 1890’ların ortasında Sünni Kürt aşiretlerden teşkilatlandırılan 65 Hamidiye Alayıyla Ermenileri kıran Sünni İslamcı politikasından mirastır. Bu ‘kanlı yıllarda’ Ermeniler can güvenliği kaygısıyla kitlesel olarak Sünni İslamlaştı yani “ya İslam ya ölüm” ikileminde köylü Ermenilerin ‘tercihi’ İslam’dı. 1878, Tanzimat’la milletlerin (dinen) eşitleneceği vaadinin meşruiyetinde “can ve mal güvenliği” talebi mücadelesinde ısrarlı Hıristiyan ve Musevi milletlerin yeni statüsüne de darbeydi. Çünkü Rumların 1862’de, Ermenilerin 1860 ve 1863’te, Yahudilerin 1865’te onaylanan ve iç idari yapılarını düzenleyen nizamnameleriyle kazanılan resmiyet askıya alınarak fiilen geçersiz kılındı. Aslında 1878 darbesi Tanzimat’tan ve 1913 darbesi de 1908’den kopuştu. Bu anlamda Cumhuriyet, Tanzimat’ın ve 1908’in değil, 1878 ve 1913 darbesinin devamıdır. Abdülhamid 1878’ün ve İttihatçılar 1913’ün diktatörüydü.

1913, sadece 1908’den kopuşun değil, aynı zamanda harekât yılıdır. İttihat ve Terakki parti ve devlet olarak, yılsonunda Balkanlardan gelen muhacirleri Ege ve Marmara’da iskân etmek amacıyla Rumları Yunanistan’a kovalamayı planladı ve icra etti. Neler yaptığını Celâl Bayar da anılarında yazdı. Kovalamaya 1914’te de devam edildi. 1914 yazında toplanan Mebusan’da Aydın Mebusu Emmanuil Emmanuilidis, İslam muhacirlerin Üsküdar’dan Basra’ya kadar Osmanlı toprağına niye yerleştirilmediğini hatırlatmasına cevaben nazır Talât, “Bu muhacirleri, dedikleri gibi, oralara gönderip çöllere serpecek olsaydık oralarda cümlesi açlıktan öleceklerdi” dedi. Bir yıl sonra Talât’ın emriyle Ermeniler, Suriye çölüne sürüldü. Hıristiyan milletlerini hedefleyen şiddet politikasının geçmişi genelinde Osmanlı saray düzeninde özelinde Abdülhamid icrasında vardı. Tanzimat’la asırlardır Sünni İslam egemenliğinde saray rejiminin çürümüş sisteminde İslam ve Hıristiyan çelişkisini çözmeye yönelik adımlara 1878 darbesiyle “dur” dendi. Hatta ibadet özgürlüğü var denilen Osmanlı’da, Fatih’in 1453’te yasakladığı kiliselerde çan çalmak ancak dört asır sonra Tanzimat’la 1856’da serbest oldu. Abdülhamid’in 1878’den itibaren Hıristiyanların kazanımlarını tırpanlayan imzaladığı Ekim 1895 Islahât Projesini “yok sayan” ve 1895’lerdeki Ermeni kırımı politikasına, 1908’de “dur” denirse de İttihatçıların 1913’te Anadolu’nun Hıristiyan Rum milletini kovalamasıyla yeniden “Hıristiyan milletler hedeftir” politikasının icrasına başlandı. 1914’ün baharından itibaren hedefte Hıristiyan Ermeni milleti vardır. 

İttihat ve Terakki ile Ermeni Devrimci Federasyonu müzakeresinde ilerleme sağlanamazsa da 1878’den itibaren uluslarararası boyut kazanan Ermeni meselesinde büyük devletlerin devreye girmesiyle 8 Şubat 1914’te Osmanlı Ermenistanı için çözüm paketi imzalandı. Bunu, İttihatçı liderlerden Halil Menteşe de yazdı, “Ermenistan ıslahat paketi”ydi. İttihatçı hükümet imzaladığı paketin gereğini yapmamak tavrındadır ve Ermeni mebusların girişimi de sonuçsuz kalır. İttihatçı hükümet, 1914 yazında Avusturya prensinin öldürülmesiyle savaş tamtamlarının çaldığı atmosferi fırsat görerek 2 Ağustos 1914’te Alman paktına katıldı ve dâhilde de Osmanlı Ermenistanı özelinde yoğunlaştı. 

Almanya ile ittifak antlaşması imzasından üç gün sonra 5 Ağustos 1914’te seferberlik ilan edildi ve her Osmanlı gibi 45 yaşına kadar olan Hıristiyanlar dâhil tüm erkekler askere alındı. Bir ay sonrasında 6 Eylül’den itibaren Dahiliye Nazırlığı’nın emriyle Ermeni milletinden liderlik yeteneği olanlar izlenmeye başlandı. Bu, 1915’te olanları dikkate aldığımızda hazırlığın önemli kararıydı. Nitekim Ermeniler kitlesel sürülmezden evvel liderlik yeteneği olanlar 24 Nisan 1915’te tutuklandı. Ekim ayı sonunda Rus limanlarının vurulmasının ardından 11 Kasım 1914’te cihat fetvasıyla Osmanlı harbe girdi. Osmanlı koltuk değneği olduğu Hıristiyan Almanya ile Hıristiyan dünyasından İngiltere, Fransa ve Rusya’ya cihat ilan etti. Almanya’yla antlaşma gereği Kafkas cephesini açmakta pek heyecanlı Harbiye Nazırı Enver, 3. Ordu Komutanlığını üstlendi. Sarıkamış’ta iki haftalık muharebe sonunda 4 Ocak 1915’te Osmanlı Ordusu yenildi ve Rusya şarkta işgale başladı. Sarıkamış yenilgisi ardından peşi sıra kararlarla milleten Ermeniler hedefti.

Fetvayla dış düşman belirlenmişti ama içeride şifrelerin dilinde düşman, Ermenilerdi. Şifrelerde Ermeniler, savaşta şunu-bunu yapacak yorumuyla düşmanlaştırıldı. Van özelinde düşmanlaştırma, valilik ve Ermeni ileri-gelenlerinin ilişkide olmasına ve görüşmesine rağmen baskındı. Şifrelerde kalmadı, 28 Şubat 1915’te nazır Talât, “Ermeniler, iç düşman” tanımlamasını resmileştirdi. “İç düşman” ilanından üç gün önce Osmanlı ordusu Ermeni askerler silahsızlandırıldı ve 12 Mart’ta da Ermeni polislerin tasfiyesi emri verildi.

24 Nisan’da Ermenilerin liderlik yeteneği olanların tutuklanmasından beş gün önce Erzurum, Van ve Bitlis valilerin şifresinde ortak karar bildirildi: Ermeni meselesi halledilmelidir. 24 Nisan’da Hitler’in 1939’da Polonya’da yaptığı gibi, Ermenilerin liderlik yeteneği olanlar tutuklanıp ölüm yolculuğuna çıkarıldı ve Mayıs’ta 27 Mayıs 1915 tarihli Tehcir Kanunu’yla kitlesel sürgüne başlandı ve sürgün mıntıkası Suriye ve Deyr-i Zor çölleriydi. Sürgün insanların bir başka yere götürülüp iskân edilmesi olduğunu hatırlarsak, İttihatçı hükümetin Ermenilere yaptığı toprağından kopartıp atmaktır. Sürülenlerin direnecek hali yoktu; çünkü 45 yaşına kadar olan erkekler 5 Ağustos 1914’ten beri askerdeydi ve 6 Eylül 1914’ten beri izlenen liderlik yeteneği olanlar da 24 Nisan’dan itibaren tutuklandı. Böylesine politika bütünlüğü tesadüflerle açıklanamaz. 

24 Nisan 1915 itibariyle Ermeni milletinin liderlik yeteneği olan Ermeniler tutuklanıp, sürüldü ve çoğu öldürüldü. 24 Nisan’da İstanbul’dan tutuklanıp Çankırı ve Ayaş’a sürülen 250 Ermeni’den 174’ü öldürüldü. Kapsam olarak Ermeni lider-aydın kırımı yani siyasikırım olarak başlayan imha, soykırıma dönüştü.

1919-1920’ye geldiğimizde Anadolu Ermenilerden temizlenmişti. 

Sıra Rumlardaydı: 1913-1914’te Yunanistan’a kovalandı ve savaşta Karadeniz’den içerilere sürüldü, kalanlar da 1920-1922’de Türk Kurtuluş Savaşı’nda tasfiye edildi.

9 Eylül 1922’de İzmir işgalden kurtarıldıktan sonra 30 Ocak 1923’te imzalanan Yunanistan-Türkiye Mübadele Antlaşması gereği, Anadolu’dan 112 bin Rum gitti ve bunun 19.657’si Karadeniz’dendi. Detayına girmiyorum, oysa Rum mübadil toplamı 1,2 milyondur. Yani 1,2 milyon mübadil Rum’un 112 bini antlaşma gereği gitti. Peki 1,1 milyon Rum’a ne olmuştu?

Genelkurmay’a göre Türk Kurtuluş Savaşı dönemindeki 24 ayaklanmadan ikisi Koçgiri ve Pontos’tadır. İcrası ve sonuçları itibariyle diğer 22’sinden çok farklı olan bu ikisi üzerinde duracağım. Dönemsel analizden çıkardığım sonuç şudur: Merkez Ordusu bizzat Koçgiri ve Pontos harekâtı için 1920 sonunda kuruldu ve görevini tamamladıktan sonra da varlığına son verildi. Dahiliye Vekili Ali Fethi’ye göre Merkez Ordusu’nun Koçgiri ve Karadeniz’de yaptığı temizlikti. Merkez Ordusu, 9 Aralık 1920’de 3. Kolordu lağvedilerek kuruldu ve karargâh merkezi Amasya olup, komutanlığına Tuğgeneral Nureddin atandı. Sakallı Nureddin olarak da bilinir. 1921 sonunda Koçgiri ve Pontos harekâtını tamamlayan Merkez Ordusu, 25 Şubat 1922’de lağvedildi. Karadeniz’den sonra garp cephesinde görevlendirilen Nureddin, Büyük Taarruz’da 1. Ordu Kumandanı’dır ve iki yıl sonra da Mustafa Kemal’e rağmen seçilen mebustur.

Kumandan Nureddin ayağını Koçgiri’ye ve Pontos’a basmadan, Ankara’dan aldığı emirle ne yapacağını iki genelgeyle açıkladı. Gerekli güvence de verilmiş olmalı ki, Başkumandan Mustafa Kemal’in müdahalesiyle Nureddin’in yargılanmasıyla ilgili TBMM kararı, 16-17 Ocak 1922’de yeni kararla geçersiz kılınmıştır. Çünkü kumandan Nureddin, Meclis’in Koçgiri Tahkikat Heyeti Raporu’na göre Mustafa Kemal’in Meclis’te söylediği gibi verilen görevi yapmıştı.

Merkez Ordusu Kumandanının 3 Ocak 1921 tarihli emri, Koçgiri’de nüfusun İslam ve Hıristiyan dağılımının belirlenmesiydi. Bununla kalınmamış evrak kenarına düşülen notta “Alevi Kürtlerin imhası” yazılmıştır. Tesadüf değil, çünkü Koçgirililer Kürt Alevi-Kızılbaş’tır. Emrin evrakı yok, TBMM komisyon raporunda aktarımı vardır. Koçgiri, beş yıl öncesinde de hedefti, Ermenilerden temizlenmişti. Tasfiyenin sonunda 1914’te [Koçgiri’de] yüzde 20’yi aşan Hıristiyan nüfusu payı, 1927’de [Zara’da] yüzde 1,8’di. Ermenilere ne yapıldığını bilen Koçgirililer, harekât öncesinde, “Ermeniler gibi kesecekler” tedirginliğindeydi. Sivas Valiliği heyetinin, Koçgiri ileri geleniyle Ümraniye’de [İmranlı] görüştüğü 11 Mart 1921’de TBMM Başkanlığına muhtariyet için başvurulduğu ve 12 ile 18 Mart tarihli taahhütname imzalandığı ve Merkez Ordusu Kumandanlığına gönderildiği halde, Ankara’nın emri harekâtın planlandığı gibi yapılmasıydı. Sıkıyönetim ilan eden hükümet, 13 Mart’ta Merkez Ordusu Kumandanı Nureddin’i asayişi sağlamak için fevkalade yetkilendirdi ve harekât Nisan ve Mayıs’ta yapıldı. Harekâtta Genelkurmay’ın milis gücü Topal Osman çetesi de görevlendirildi ve Koçgiri imha edildi. TBMM heyetinin raporuna göre, 1000 Kürt öldürüldü, 1703 hane yakıldı ve malı-mülkü gasp edildi. Topal Osman’ın Koçgiri’deki vurgunu 30 bin küçük ve büyük baş hayvandı. Sivas valisi Ebubekir Hazım Tepeyran’a göre 132 köy yakıldı-yıkıldı. Koçgiri’de Merkez Ordusu ve Topal Osman’ın neler yaptığı, Meclis’te ancak dört ay sonra Ekim ayı başında müzakere edilebildi.

Koçgiri’de imhayı Dersim mebusu Hasan Hayri dâhil bilinen Kürt mebuslardan hiçbiri Meclis gündemine getirmedi. Erzurum Mebusu Hüseyin Avni 21 Haziran 1921 tarihli önergesiyle Koçgiri’de ne yapıldığı sordu. Dönemin Başbakanı Fevzi’nin [Çakmak] cevabı ancak 24 Kasım 1921’de görüşüldü. Başbakan Koçgiri köylerinin yakılıp-yıkıldığını, 2000 Koçgirilinin öldüğünü ve Koçgiri aşiretlerin muhtariyet talebinin de kendilerine ulaştığını açıkladı.

Koçgiri’de ne bir ayaklanma teşkilatı ne de gerekli lojistik vardı. Hükümet, Merkez Ordusu’nu kurarken belirlediği planın gereğinin yapılmasını emretti. Valilik heyetiyle müzakere edilirken Koçgiri ileri gelenlerinin TBMM Başkanlığına muhtariyet başvurusu görmezden gelindi ve Koçgirililerin can ve mal güvenliği imha edildi. 21 Anayasası’nın muhtariyeti/federasyonu öngören hükmün (madde 11) gereği yapılsaydı kırım yaşanmazdı. Koçgiri’deki imha, 1920’lerde Kürt sorunu özelinde ciddi ilk kırılmaydı.

Merkez Ordusu ve Topal Osman çetesinin Koçgiri’den sonraki hedefi Pontoslular yani Karadeniz Rumlarıydı. 

1927’deki raporda, 1919 ve 1920’de Rum güçlerinin konumunun etkin olmadığı ve Karadeniz’e 3. ve 15. Kolorduyla egemen olunduğu yazıldı. 10 bin askeri, belli miktarda milis gücü olan Merkez Ordusu’na, 25 bin silahlı Rum’un nasıl yenildiği izah edilmeyen rapora göre, 11 bini aşkın Rum öldürüldü, ölen kadar Rum hükümete teslim oldu, yanan-yakılan Rum köylerinden bahsedilmedi ve 430 Türk-İslam hanesi yakıldı, 704 kişi ve 210 asker öldü. Anlaşılan o ki resmen sayısı ve konumu abartılan Rum güçleri imha edilmiş ve Rum milleti de binlerce yıllık yurdundan kopartılmıştır. Ölmeyen ve kovalanan dışında toprağında kalanlar da canını kurtarmak için Sünni İslamlaştı.

Cumhuriyet, içeride ve dışarıda tapu meselesinin çözümü üzerine bina edildi. İzmir’in Yunan ordusu işgalinden kurtarıldığı 9 Eylül 1922, aynı zamanda 1914’te dillendirilen gâvurdan da temizlenmesinin tarihidir. Dört gün sonra çıkan yangın temizliğin harekâtıydı, öyle de oldu; can derdine düşen Rum ve Ermeni milletleri kaçtı. Mallar yağmalandı. Mecliste hayli tartışıldı. İzmir özelinde ne olduğunun anlaşılmasını mümkün kılacak bir teşkilat kuruldu: 

İzmir sonrası Kasım başında Meclis’te, Ankara’nın konumunu belirleyecek iki karar kabul edildi. Bir (307 no’lu), Türkiye, Osmanlı’nın tek mirasçısıdır. İki (308 no’lu), saltanat ilga edildi. Resmen “Türkiye, Osmanlı’nın devamıdır” denildi. Kadro olarak da devamıydı. Türk Kurtuluş Savaşı’nı teşkilatlandıran ve Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran asker-sivil politik ve bürokratik kadronun İttihatçı olduğu konusunda fikri birlik vardır ve bunu Mustafa Kemal de ifade etmiştir.

İzmir kurtarıldıktan sonra ve Cumhuriyet ilanı öncesinde iki temel adım atıldı. Birincisi, İttihatçıların 26 Eylül 1915 tarihli Tasfiye Kanunu’nu yeniden düzenleyen 15 Nisan 1923 tarihli ve 333 sayılı mülkiyetin Türkleştirilmesinin özel kanunuydu. İkincisi, Lozan Antlaşması ve bunun TBMM’de kabul edilmesiydi. Türk millî devleti için 333 sayılı kanun içeride ve Lozan dışarıda uluslararasında tapu meselesinin çözümüydü. Cumhuriyet, bu tapu üzerine bina edildi! Lozan, bir yönüyle de Anadolu’dan Hıristiyanların temizliğine atılan imzaydı. 8 Kasım 1933’e kadar yürürlükte kalan 333 sayılı 6’ncı maddesiyle, başında sahibi olmayan her mülke devlet adına el kondu. Bunların Hıristiyan mülkü olduğunu Maliye Vekili Hasan Fehmi 3 Nisan 1924’te itiraf etti. Maddeyle, 1930’lar öncesinde en büyük devletleştirme yapıldı; artık fabrikadan tarlaya, konuta vesaire yüzbinlerce mülk devletindi. Müsadere yani zorla alım olmadığı iddiası en büyük yalandır; kimse malını devlete satmadı, devlet el koydu! Çünkü, sürülen veya kovalanan kişilerin mülkünün ve alacağının tasfiyesiyle görevli 1915’te ve 1923’te kurulan Tasfiye Komisyonlarının evrakından tek sayfa belge ortaya konmuş değildir.

Sasun’da 1890’lardan itibaren süren harekât 1930’larda tamamlandı, Ermeni Hıristiyan kimliği tasfiye edildi. İdari yapısındaki tüm değişikliğe rağmen Sasun’un, 1914-1927 döneminde Ermeni nüfusunun payı yüzde 46,6’dan yüzde 1,5’e gerilerken, İslâm nüfusunun payıysa yüzde 53,4’ten yüzde 98’e zıpladı. 1927’de Sasun nüfusunun anadile göre dağılımında 4557’si Kürt, 4215’i Arap, 238’i Türk ve 198’i Ermeni’ydi. Nüfusun demografik yapısındaki değişim, Türk millî devletin inşası sürecinde Ermeni milletine ne yapıldığının Sasun özelindeki icraatıydı. Hıristiyan nüfusun tasfiyesiyle İslâmlaşan Sasun’da yeni hedefse millettaş hale getirilmesiydi. 

Dersim vilayeti TBMM 23 Nisan 1920’de açıldığında altı mebusuyla vardı, ama 1926 ilga edildi ve on yıl sonra Tunçeli vilayeti kuruldu. 1935’te Başvekil İsmet İnönü ile 1931’de Birinci Umumi Müfettiş İbrahim Tali’nin raporunda Dersim için kaleme alınan maddeler, yapılacak kanuni düzenlemenin temel materyaliydi. 

Resmen Tunçeli vilayetinin teşkil edilmesi, silah toplanması, valinin muvazzaf kolordu kumandanı olması, 4. Umumi Müfettişin idamı infaz yetkisinin bulunması, seyid ile aşiret reislerinin sürülmesi, dağ başındaki köylerin yakılması, vergilerin toplanması, müfettişliğin esas idare şekli haline getirilmesi, askeri kuvvetlerin arttırılması gibi hususlar, Tunçeli Vilayeti İdaresi Kanunu maddeleri olarak kabul edildi ve uygulandı. Dersim’de taş taş üstünde bırakılmadı. 

Dönemin bir diğer kanunu 2510 sayılı İskân Kanunu’nda ırkçılığın tüm unsurları vardı. Kanunda Türk ırkından olan-olmayan (madde 7, 12 ve 13), Türk kültürüne bağlı [Sünni-İslâm] olan-olmayan (madde 10, 11), anadili Türkçe olan-olmayan (madde 11) ve soyca Türk olan-olmayan (madde 12) gibi ırk, din ve anadil kriterine göre ırki ayrımcılık yapıldı. Demografik yapı buna göre analiz edildi ve belirlenen politikalar uygulandı. İlk icra sahası Trakya’da Yahudiler kovalandı, devamında devletin Sasun ile Dersim dâhili harbiyle on binlerce insan öldürüldü ve sürüldü.

Eylül 1937’ye kadar Dersim’deki harekâtı değerlendiren İsmet İnönü, Başbakanlıktan alınmadan önce 14 Haziran ve 18 Eylül 1937’de TBMM’de yaptığı konuşmada, “Hükümet Tunçeli’de vaziyete tamamen hâkimdir” ve “Bütün engeller ortadan kaldırılmıştır” dedi. İnönü yerine Celâl Bayar Başbakan oldu. Hikâyesini Cüneyt Arcayürek yazdı: “Atatürk ve Mareşal Çakmak oturmuş, konuşmuşlar. Tunçeli’yi temizlemek lazım geldiğine inanmışlar. İnönü’nün temizlik yapmaya fazla istekli olmadığını bildiklerinden, Celâl Bayar’a sormuşlar ‘yapar mısın?’ diye. Celâl Bey, bize anlattıydı, ‘yaparım’ demiş, girişmişler.”

1937 yılı sonunda devletin Dersim’e hâkim olmasına, Seyid Rıza’yla altı yoldaşının 14/15 Kasım gecesi idam edilmesine, aranan pek çok aşiret liderinin yakalanmasına ve öldürülmesine rağmen 1938 harekâtı hazırlığına başlandı. 

17 Eylül 1937 itibariyle 265 Dersimli ve biri subay, 29 asker ve ’38’de ise 13 bin 160 Dersimliyle 122 askerle milis öldü. Bakanın açıklamasına göre öldürülen Dersimli toplamı 13 bin 806 TC vatandaşıdır. Bu yıllarda yaklaşık 20 bin Dersimli sürüldü ve aileler 4’er kişi olarak parçalandı. Irkçı planın icrasıyla on binlerce Dersimli öldürüldü ve sürüldü.

Anadolu, Birinci Paylaşım Savaşı ve Türk Kurtuluş Savaşı’yla Hıristiyan Ermeni ve Rum milletlerinden temizlendi. Irki temizliğin sonucunda resmi verilere göre bugünkü TC sınırlarında 1914’te yüzde 20 olan Hıristiyan ve Musevi nüfus payı, 1927’de yüzde 2,8’e geriledi ve bugün de yüzde 1 bile değildir. Gayri Türk ve gayri Sünni İslam milletlerin tasfiyesinde program üç aşamalıydı. Anadolu’dan sonra Trakya, ikinci hedefti ve öncesinde Rum ve Ermeniler temizlendiği için kalan Yahudiler de 1934 yazındaki resmi ve yerel güçlerin saldırısıyla kovalandı ve amaca ulaşıldı. 1934 sonrasında Yahudiler, Varlık Vergisi’nde olduğu gibi Hıristiyanlarla birlikte hedeftir. Üçüncü hedef, Hıristiyanların ve Musevilerin son sığınağı İstanbul’du. 1955’te İstanbul’da Hıristiyan ve Musevi’nin toplam nüfusta yüzde 12 olan payı 2022’de belki de yüzde 0,5’tir. 1955’te İstanbul’da 1,5 milyonun 179 bini Ermeni, Rum ve Yahudi (37 bin) iken, bugün 16 milyonda üç milletin toplamı tahminen 100 bin bile değildir. Peki, Rumlara, Ermenilere ve Yahudilere ne oldu da yok oldular? 1915’ten 2022’ye sonuç olarak Anadolu, Trakya ve İstanbul Hıristiyan ve Musevilerden yani gayri İslam milletlerden temizlendi. 

Temizlik sadece demografik yapıyla sınırlı kalmadı, 1920’lerde yürürlüğe konulan 16 kanunla Ermenilerin ve Rumların iktisadi varlığı 1920’lerde ve devamında Türk-İslam’a transfer edildi ve tapuya kayıt işlemi de yapıldı. 1930’lar sonrasında da Yahudiler mülkü de Türkleştirme kapsamındadır. 1934’te Trakya’da Yahudiler, kitlesel mülksüzleştirilen milletti.

Cumhuriyet’in temellendirildiği ve inşasının tamamlandığı 1915-1940 döneminde 1915’te Ermenilere, 1921’de Koçgiri’de Alevi-Kızılbaş Kürtlere ve Pontos’ta Rumlara, 1937’de Sasun’da Ermenilerle Kürtlere ve 1938’de Dersim’de Kürt/Zaza Alevi-Kızılbaşlara yapılanlar tek cepheli, devletin dâhili harbiydi. Sonuç ortadadır, devlet karşısında Ermenilerin, Koçgirililerin, Pontosluların, Sasunluların ve Dersimlilerin varlık gösterecek ne merkezi teşkilatı ne de lojistiği vardı. Yüz binlerce insan öldürüldü ve toprağından kopartıldı ve can pazarında kalanlar da Sünni İslamlaştı/Türkleşti.

Devletin Pontos veya Dersim dâhili harbinde, Türk Kurtuluş Savaşı’ndan daha fazla insan öldü. Resmî verilere göre Karadeniz’de 16 bin Rum’la 1641 Türk-İslam yani asker-milis ve ‘38 Dersim’de 13.160 Dersimliyle 122 asker-milis öldü. Türk Kurtuluş Savaşı’nda 1919-1922 yıllarındaysa askerle milis kaybı 662’si subay 9167’dir ve bunun 2542’si Büyük Taarruz’dadır (26 Ağustos-9 Eylül 1922). 

6-7 Eylül yağmasının ve 1964 İstanbul Rumlarının kovalanmasının ardından devrimcilere karşı faşistlerin sokağa salınmasıyla 1970’lerde Türk devletinin risk analizinde sırada Türk-Kürt Alevi-Kızılbaşlar vardı: Malatya, Sivas, Maraş ve Çorum’daki saldırılarda devrimcilerle Türk-Kürt Alevi-Kızılbaşlar hedefti. 

Türk millî devleti icraatının doğrudan sonucudur ki, Türk milliyetçiliğinin ekonomi politiği milleten Türk ve dinen Sünni İslam olmayanın demografik ve iktisadi yapıdan tasfiyesidir. 

Sonuç olarak özellikle 1920-1923’te Türk Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet değerlendirmesinde anti-emperyalizm söylemi o kadar baskındı ki, Hıristiyan milletlerin Anadolu’dan temizlenmesi hiç dikkate alınmadı. Devamında da Cumhuriyet’in modernite icrasının, yaklaşık 3 milyon Hıristiyan’ın gasp edilen 100 binlerce mülkünün transferi ve tapulamasını sağlayacak 16 kanuni düzenlemenin yapıldığı, Kürtleri Türkleştirmenin programı Şark Islahat Planı’nın belirlendiği-uygulandığı ve Takrir-i Sükûn icra yıllarında yapıldığı da görülemedi. Bu, aslında Türk milliyetçisi olunduğunun malumudur. 

Bütünlüklü bakmalıyız; 1915’lerden 1920’lere madalyonun bir yüzünde Türk Kurtuluş Savaşı, Türk millî devleti, Cumhuriyet ve modernite hareketleri, diğer yüzünde 3 milyon Hıristiyan’ın temizlenmesi ve mülkünün gaspı, Şark Islahat Planı ve icrasıyla Takrir-i Sükûn şiddeti, Ermeni, Koçgiri, Pontos, Sasun ve Dersim kırımları vardır.

Sorum şudur: Madalyonun hangi yüzünden bakıyoruz ve 1915-1940 dönemine ne diyeceğiz? 


marksist.org

13 Temmuz 2021 Salı

Oğulluktan Sessizce Çekilmek


Gaye Boralıoğlu, dünyaya tutunmaya çalışan boktan bir herifin, Hilmi Aydın’ın hikâyesini anlattığı Dünyadan Aşağı[1] romanının kendisi açısından bir intikam olduğunu söylemişti bir yerde (Gaye Boralıoğlu-Dünyadan Aşağı) “Dünyadan Aşağı bugün şikâyet ettiğimiz pek çok şeyin müsebbibi olan zihinden aldığım intikamdır.” Bu zihin tabii ki bir adamda cisimleşecekti, babasıyla derdi bitmeyen bir adamda. Babayla dert zaten bitmez, bugüne has bir şey değil. Ama derdin nasıl yaşandığı, nasıl ifade edildiği ve aslında tam olarak ne olduğu, değişir.
Hilmi’ninki, titiz, çalışkan, mükemmeliyetçi, geçimlerini sağlamaya çalışırken ev ahalisinin halini pek görmeyen, oğlundan beklentisi yüksek… bir adam. Çok tanıdık gelmiş olabilir. Hilmi ne babasının istediği oğul olabilmiş ne de ona başkaldırabilmiş, işte ufak tefek isyanlar, huysuzluklar falan. Anca o kadar. Babasının lokantasını “sönümlendirmesi” belki esas isyanıdır; ekmek kapısı olduğu için sürdürüp zaman içinde, yavaş yavaş batırdığı baba mirası.

Erdoğan Özmen’in geçen haftaki yazısında bahsettiği türden bir hasretten çok (Erdoğan Özmen-Baba İhtiyacı), dinmeyen bir hınca benziyor Hilmi’ninki. İsyan edebilmiş olsaydı, on beşindeyken evden kaçabilmiş olsaydı, farklı olurdu belki. Ama Hilmi bu. Korkak, tembel, rahatına düşkün… Sokakta geçirilecek bir gece mi, evlerden ırak!

Susan Faludi, 1999’da yayımlanan kitabı Stiffed’de Amerika’daki “erkeklik krizi” üzerine düşünür. Feminizmin etkisi bir yana, babalardan yenen kazığın da bu krizde büyük etkisi vardır Faludi’ye göre. Tutulmamış vaadler, yerine getirilmemiş sözler. İkinci Dünya Savaşından zaferle dönüp Amerika’yı “büyük” yapmış bir erkek kuşağının oğulları, Vietnam’da perişan olup bir de üstüne işsiz kalınca, kendilerini aldatılmış hissetmişler. Büyüklük dedikleri de ferah evler, büyük arabalar, sulanacak çimler, büyüyen şirketler… Bildiğiniz Don Draper illüzyonu. Bu kuşağın ne menem bir şey olduğunu başka bir açıdan, çocukları açısından anlatan bir kitap var;[2] şiddetin sadece sahipsiz sokak çocuklarının başına gelmediğini, bu mükemmel adamların o evleri pırıl pırıl tutan kadınlarla birlikte çocukların da canına okuduklarını öğreniyoruz. Bir o kadar önemlisi, çocukların canına okumanın meşrulaştırılma biçimlerinin nasıl değiştiğini de. Don Draper’lerin takıntılı, mükemmeliyetçi ve kuralcı tarzında hikâye, çocuğun hizaya sokulmasının ancak sert bir disiplinle mümkün olabileceği şeklinde kuruluyor. “Ona gerçek bir erkek olmayı öğretmek için karanlık bodruma kitledim” tarzı. Korkutulmuş ve aşağılanmış bu oğlanların büyüdüklerinde nasıl adamlar, nasıl babalar olduklarını da anlatıyor. Onlar babaları gibi değil, kendi tarzlarında okuyor çocukların canına. Narsistik tarzın saplantılı olandan aşağı kalmadığını gördüğümüz bir takım örnek olaylar…

Hegemonik erkekliğin içinde yaşanılan ilişkilerin bir ürünü olduğunu biliyoruz; krizler, savaşlar… Bir yandan da, her bir erkeğin babasıyla derdini bu ilişkilere dahil etmeyi hatırlamamız şart. Yani, neoliberalizm falan gibi kocaman şeylerin “çalışması”, daha küçük şeylere bağlı. Tamam Jeff Bezos yahut Don Draper ama Selim Aydın da.[3]

Basitçe, her kuşağın anne babalık pratiklerinden söz ediyorum. Hani şu “bizimkiler çok disiplinliydi, biz de o sebeple fazla mı şımarttık bunları?” hikâyesinden. Her bir ailenin kendi tarihi, dinamikleri vardır elbette de, bir yanda da böyle bir kuşak bilgisi var: bizimkiler çok disiplinliydi.[4]

Sembolik babalar, popülizm, otoriter liderler hakkında konuşup duruyoruz; Selim Aydın’lar hakkında söyleyecek bir şeyimiz yok mu peki? Toplumların “baba” ihtiyacı içinde olabildiklerine ikna oluyoruz da erkeklerin babalarından kurtulma arzuları bizi neden bu kadar az ilgilendiriyor, bu arzuyu bireysel bir mesele mi sanıyoruz? “Oğulluktan sessizce çekilmeyi bilmek” üzerine düşünmek için şair mi olmak lazım?

[1] Gaye Boralıoğlu (2018) Dünyadan Aşağı, İletişim Yayınları. [2] Elisabeth Young Bruehl (2013) Childism: Confronting Prejudice Against Children, Yale University Press. Türkçeye çevirdim, umuyorum ki bu yıl içinde İletişim Yayınları tarafından yayımlanacak. [3] Türkiye’nin Jeff Bezos’u kim olurdu? [4] Orta sınıftan iki kadın kuşağının annelik deneyimlerini ve annelikle ilgili düşüncelerini karşılaştırdığım bir tez yazmıştım. Kuşak kavramının bu kadar işe yaradığı başka bir konu var mıdır, bilmiyorum! Aksu Bora (1998) Türk Modernleşme Sürecinde Annelik Kimliğinin Kurulması. Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, yayınlanmamış yüksek lisans tezi.

Aksu Bora - Birikim

6 Nisan 2021 Salı

Veba Geceleri

Barış Özkul

Osmanlı’nın sona eriş öyküsü bir romancıyı kolaylıkla “ulusal alegori” alanına götürebilecek, riskli bir malzeme. Veba Geceleri de “ulusal alegori” okumasına olanak tanıyacak bir “Hurufilik” boyutu içeriyor. Yalnız Abdülhamid devriyle sınırlı kalmayıp erken Cumhuriyet’e kadar uzanan birçok dolaylı ve dolaysız gönderme mevcut: Örneğin Kolağası Kamil ile Mustafa Kemal arasında hem bir isim (k-m-l konsonları) hem de “kariyer” benzerliği var. Kamil, ilkin –Fransız İhtilali’nden etkilenmiş– bir kolağası olarak ayak bastığı adada yerli halktan askerlerle (Karantina Neferleri/Kuvva-i Milliye) Ada’nın yönetimine el koyuyor. Şiarlarından birisi “Minger Mingerlilerindir” – “Türkiye Türklerindir”. (Postanedeki “Teta” marka duvar saatine ateş etmesi “Yunan” alfabesine ve işgaline bir tepki gibi.) Köylere ve Arkaz’a baskın veren –merkezî idareye direnen– Ramiz’in Çerkez Ethem’le benzer tarafları var. Düvel-i muazzamanın Ada’yı ablukaya alması Mütareke İstanbul’una bir anıştırma. (“Yedi düvelle savaş” motifi). Ada’daki Rumların mallarına el konması; insan hakları ihlallerini eleştiren Mina Mingerli’nin pasaportunun iptal edilmesi, gazetecilerin hapse atılması da farklı tarihlere ait Türkiye manzaraları.

Orhan Pamuk, böyle göndermeleri seven, anlatılarını bunlarla saçaklandıran bir romancı. Eserlerindeki bu “bilmece” boyutu kitsch’e kaçmayan bir okuma zevki, bir eşleştirme arzusu da tetikliyor. Ancak Veba Geceleri, “ulusal alegori”yle, “Hurufilik”le ya da anagramlarla (minger-rengim gibi) sınırlı bir okuma yapılacak yapıt değil. Esas değerini bunların ötesinde kazanıyor.

Romanın ilk yüz elli sayfasında kurulan polisiye izleği bütün karakterlerin (yaşayan ya da ölü, hapis ya da muktedir) yazgısını ortaklaştıran bir ana eksen. Geç Osmanlı’ya özgü bir suikast bütün karakterlerin dâhil olduğu bir soruşturmanın önünü açıyor: Abdülhamid’in vebayı kontrol altına alması için Minger’e gönderdiği Bonkowski Paşa, Ada’ya vardıktan bir süre sonra öldürülüyor. Bonkowski Paşa’yı ölüme götüren olaylar Sultan Hamid devrine özgü bir seyir izliyor: Ortadan kaldırılmak istenen paşalar bir bahaneyle sürgüne gönderildikten sonra tereyağından kıl çeker gibi öldürtülüyor (Mithat Paşa gibi): “Abdülhamit, ağabeyinin tahttan indirilip kendisinin tahta çıkarılmasında etkili, bürokrasinin en parlak ve Avrupai veziri ve valisi Mithat Paşa’yı önce Taif zindanına sürmüş, sonra da zindanda boğdurtmuştu ama bunu öyle bir şekilde yapmıştı ki, kimin yaptığı anlaşılamamıştı.” (s. 194)

Veba Geceleri “katil kim?” sorusundan ziyade cinayetlerin araştırılma yöntemiyle meşgul ve bu da bir zihniyet sorununa bağlanıyor. Pakize Sultan’dan Doktor Nuri’ye, Vali Sami Paşa’dan Eczacı Nikiforos’a karakterler cinayetlerle ilgili düşüncelerini açıklarken geç Osmanlı’nın sorun çözme yöntemleri de tartışmaya açılıyor. Abdülhamid burada perde arkasından polisiye anlatıya yön veren başkarakter. Neredeyse bütün karakterlerin onunla ya akrabalığı (Pakize Sultan ve Doktor Nuri) ya da gizli bir bağı (şifre miftahı almak gibi) var. Onun cinayet işletme (Mithat Paşa) ve cinayet araştırma yöntemleri (1905 suikastı gibi) karakterlerin Minger’deki cinayetlere tepkilerini belirliyor.

Abdülhamid’in severek okuduğu Sherlock Holmes’un cinayet araştırma yöntemi “tümevarımcı”dır: Holmes önce delilleri toplar, sonra suçluları tespit eder: onun için esas olan mantık ve nedensellik bağıdır. Romanda Vali Sami Paşa gibi karakterlerin simgelediği Osmanlı zihniyeti ise “tümdengelimci”dir: Önce suçlu belirlenir, sonra suçu doğrulayacak kanıtlar –gerektiğinde işkenceyle– toplanır. (Bütün idare-i maslahatçılığı, iktidarperestliği, uygun zamanı kollayıp rakiplerini tepeleme arzusu, sorunların sopayla çözüleceğine olan inancı, küçük ihtiraslarıyla kendi yıkımını hazırlamasıyla Sami Paşa hem Osmanlı bürokrasisinin kusursuz bir eleştirisi hem de unutulmaz bir “sempatik muhteris” tipi.)

Karşılaşılan sorunların bir nedensellik ve mantık silsilesi içinde, objektif olarak çözülmesi ile sopa yoluyla (idam-işkence) veya kadercilikle (veba) geçiştirilmesi Veba Geceleri’nde cinayetler ile veba kaynaklı ölümleri birbirine bağlayan bir genel sorunsal. Bu sorunsal birçok edebiyat yapıtına göndermeyle zenginleştiriliyor – fare zehri sahnelerinin Monte Kristo Kontu’yla paralelliği, arsenikle intiharın Madame Bovary’nin akıbetine benzerliği gibi. Pamuk, bir teknisyen zekâsıyla, Minger’in muhitlerini, tekkelerini, şeyhlerini, bürokratları ve askerlerini bu temel fark üzerinden adanın haritasına bir bir yerleştiriyor. Karakterler arasındaki yakınlıklar ve uzaklıklar, gerilimler ve çelişkiler mantık ya da kadercilik yolundaki tercihleri üzerinden belirleniyor. Bunun polisiye ile sınırlı olmayan bir medeniyet tartışmasını romanın merkezine yerleştirdiğini söyleyelim.

Polisiye izleği dışında diğer Pamuk romanlarında pek rastlanmayan bazı sahneler de var Veba Geceleri’nde.

Örneğin vebadan ölen karakterlerin son anları. Bu kısımlarda Minger’in sokakları, tepeleri, tekkeleri, binaları, dönemin alışveriş nesneleri ve aksesuarlara odaklı koleksiyoncu dikkati bir kenara bırakılıp ölümle cebelleşen karakterlerin acısı; veba mikrobunun sersemleştirici, kekeletici ve yıkıcı etkisi olağanüstü bir ruhsal derinlikle aktarılıyor. Gardiyan Bayram Efendi’nin son anları, dramatik tonuyla, Raskolnikov’un sayıklamalarına denk bir yoğunluk içeriyor:

Tuhaf rüyalar ve kâbuslar gördü, dalgalı bir denizde yükselip alçaldı! Uçan aslanlar, konuşan balıklar ve alevler içinde koşan köpek orduları vardı! Derken alevler farelere bulaşıyor, yanan şeytanlar gülleri kemirip parçalıyordu. Bir kuyunun çıkrığı, bir değirmen, açık bir kapı durmadan dönüyor, âlem daralıyordu. Sanki güneşten yüzüne ter damlıyordu. İçi sıkışıyor, koşup kaçmak istiyor, kafası bir hızlanıyor, bir duruyordu. (s. 27)

Kolağası/komutan Kamil’in vebadan ölmeden önceki son saatleri, boynunda çıkan hıyarcıkla masasında kalakalması da kusursuz bir sahne:

Komutan askerî kıyafetlerini giymiş, ayağına yaz günü hiç de ihtiyacı olmadığı halde çizmelerini geçirmişti. Doktor Nuri bunun bir an sokaklara çıkıp neferlerin önüne geçip savaşma azmi olduğunu düşündü ama aksini görüyordu: Komutan Kâmil’in değil savaşacak, nefes alacak hali yoktu. Alnı terliydi, güçlükle soluyordu. Doktor Nuri, Komutan’ın tıraş edildiği için kafasını oynatamayan biri gibi kendilerini gözleriyle takip ettiğini fark etti: Sonra gözü kendiliğinden Komutan’ın boynuna gitti. Komutan Kâmil’in boynunun sağ tarafında kocaman bir veba hıyarcığı çıkmıştı ve çok belirgindi. (s. 399-400)

Pamuk’un bu kısımlarda bir roman yazmaktan çok bir resim yaptığı, ya da romanı görsel imgelerin akışına bıraktığı söylenebilir. Bunu hem Minger’deki karantinanın muhtelif ayrıntıları, insan ve taşıt hareketliliği, ölülerin defni gibi hastalığın dışsal denebilecek tezahürleri hem de karakterlerin veba deneyimleriyle ilgili tasvirlerinde görmek mümkün. Ölülerin yıkandığı sahne ancak bir ressamdan beklenebilecek bir ayrıntı titizliğine, derinlik ve mekân duygusuna sahip:

Veba salgınının başladığı günlerde Arkaz’daki bütün Müslüman ölüleri Kör Mehmet Paşa Camii’nin gasilhanesinde berber lakaplı ama berber olmayan ince uzun bir adam tarafından yıkanırdı. Berber, ölüleri kuralınca önce bezle dikkatle silerek abdest aldırır, dudaklarını, burun deliklerini, göbek çukurunu parmağına sıkı sıkıya sardığı bezle silerdi. Sonra adanın zeytininden yapılmış sabunla bol su dökerek ölüleri yıkardı. Aynı işleri kadın cesetlerine yapan yaşlı teyzeye birkaç kuruş verirsen, suyun içine hoş kokulu narin gül yaprakları da atardı. (s. 470)

Hapsedilme deneyimi romanın bir başka kuşatıcı izleği ve o da hem “veba ve karantina” uygulamasına hem de geç Osmanlı’nın çürüyüşüne bağlanıyor.

Ekberiyet usulünün başlamasıyla kafese mahkûm olan Osmanlı şehzadelerinin, h’al edilip Çırağan’a kapatılan V. Murat ve kızlarının ruh hali romanda hem Pakize Sultan ve çevresindekilere hem de Minger’in seküler (Sami, Mazhar, Kamil) ve dini otoritelerine (Hamdullah) sirayet ediyor. Hapis deneyiminin perde arkasında yine Abdülhamid var: Yıllarca süren kafes hayatından ötürü avluda gördüğü koyunu canavar zannedecek duruma düşen Osmanlı şehzadelerinin acizliği; Abdülhamid’i Abdülhamid yapan evhamların gerisindeki hadiselerin ağırlığı; ölüm korkusuyla paranoyaklaşıp zalimleşen, evhamlı halleriyle her şeyden şüphelenen ve cebinde daima bir panzehir taşıyan padişahın dramı katille maktulü aynılaştıran Osmanlı hapishanesinin görünümleri. Veba günlerindeki Minger adası Osmanlı hapishanesinin bir replikası: Vali Sami Paşa, Ramiz, Doktor Nuri, otel odasından ya hiç çıkmayan ya da çıktığında zırhlı landosuyla dolaşmak zorunda kalan Pakize Sultan hep bir hapis hayatı yaşıyorlar. Buna adanın dış dünyadan tecriti ekleniyor. Osmanlı’nın bu küçük “hayali” adası hastalıktan ölmekte olan koca imparatorluğun sembolik mahpushanesi.

Veba Geceleri’nde hastalık, ölüm ve hapis deneyimi karakterleri ortaklaştırsa da bu, birörnekleşme anlamına gelmiyor. Tarihî romanın temel sakıncalarından biri olan toplumu bir bütün içinde sunma çabasının karakterlerin bireyselliğini yok etmekle sonuçlanması tuzağına düşülmemiş. Sami Paşa, Kamil, Pakize, Doktor Nuri, Eczacı Nikiferos, Ramiz, Hamdullah, İlias, Bonkowski Paşa gibi sahnedeki karakterler ve cellat Şakir gibi yan karakterler hepsi kendi içinde bir dünya ve bu dünyalar arasındaki –bazen silahlı müsademeye varan– çatışmalar karakterlerin bireyselliğini öne çıkartıyor. Romanda sesi hiç işitilmese de varlığı hep hissedilen Abdülhamit, V. Murat, Şehzade Burhanettin’in dünyaları ise bireyselliğinden ziyade tipikliğiyle, çürümekte olan Osmanlı’nın yaydığı hastalığın memleketin en ücra köşesine kadar ulaşmasıyla Veba Geceleri’nin dramatik malzemesini meydana getiriyor: “Kederleneceksiniz ama hastalığın padişah kızını getiren gemiden çıktığına herkes daha çok inanıyor şimdi.” (s. 144)

Veba Geceleri bütün bu yönleriyle başarılı bir tarihî roman.

BİRİKİM


*Orhan Pamuk'la söyleşi:-Mutlu degilim!