Translate

13 Ekim 2019 Pazar

Türkiye’de doğaya ve insana zarar veren pestisit kullanımı artıyor.

Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), 1945’te kurulduğu tarih olan 16 Ekim’i her yıl Dünya Gıda Günü olarak kutluyor. Gıda günü öncesi Türkiye’de doğaya ve insana zarar veren pestisit kullanımına dikkat çekildi. Türkiye’de pestisit kullanımı her geçen gün artıyor. 1979 yılında 5 bin olan pestisit kullanımı 2018 yılı itibarıyla 65 bine yükseldi.
Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği “Zehirsiz Sofralar” adıyla yeni bir projeye başladı. Proje insan, doğa ve çevreye zarar veren pestisitlerle mücadeleyi amaçlıyor.
Proje kapsamında Zehirsiz Sofralar Sivil Toplum Ağı kuruldu. Ağda bulunan 90 kurum, Dünya Sağlık Örgütü tarafından en tehlikeli ve muhtemel kanserojen olarak sınıflandırılan 14 etken maddenin Türkiye’de yasaklanması için önümüzdeki ay bir kampanya başlatacak.

Ağ kuruldu
Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği’nin, Avrupa Birliği tarafından Sivil Toplum Diyaloğu V Programı kapsamında finanse edilen ve Avrupa Pestisit Eylem Ağı (PAN Europe) ortaklığında yürüttüğü “Zehirsiz Sofralar” projesi geçen nisan ayında başladı ve hızla sürüyor. Projeyi anlatan dosyada çarpıcı bilgiler de paylaşıldı. Uludağ Üniversitesi’nden iki bilim insanının yapmış olduğu araştırmanın sonucuna göre ise Türkiye’de endüstriyel tarımda 1 armuda 18.3 kez, 1 elmaya 11.3 kez, 1 şeftaliye ise 10 kez pestisit uygulanıyor.
Proje, pestisitlerin olumsuz etkileri ve pestisitlere alternatif yöntemler hakkında üretici ve tüketicilerde farkındalık yaratmayı amaçlıyor. Bu amaçlara ulaşmak için de Zehirsiz Sofralar Sivil Toplum Ağı kuruldu.
‘Adım atılmalı’
Ağ hakkında da bilgi veren Zehirsiz Sofralar Kampanya ve İletişim Koordinatörü Turgay Özçelik, “Türkiye’de pestisit kullanımını azaltmak ve pestisitlerin zararlarına dikkat çekmek için kurulan Zehirsiz Sofralar Sivil Toplum Ağı, pestisit kullanımını bir halk sağlığı problemi olarak görüyor ve bir an evvel adım atılması gerektiğini savunuyor. Çünkü zehirsiz gıda en temel insan haklarından biri. Herkesin zehirsiz sofralarda yemek yiyebilmesi için bu zehirlerin yasaklanması ve alternatif, doğa dostu yöntemlerin desteklenmesi gerekiyor. Türkiye sivil toplum tarihinde ilk kez farklı alanlarda çalışma yürüten sivil toplum örgütleri güçlerini birleştiriyor. Tüketici örgütleri, barolar, sağlık alanında çalışan kurumlar, çevreciler Zehirsiz Sofralar Sivil Toplum Ağı çatısı altında birleşerek çocuklarımıza sağlıklı bir gelecek sunabilmek için harekete geçti. Bu güç birliğinin çok olumlu sonuçlar getireceğine inanıyorum” diye konuştu.

İlaç değil, kimyasal
Dosyada “Pestisit nedir” sorusu ise şöyle cevaplanıyor:
“Böcek, mantar, yabani ot gibi canlılara karşı tarımda kullanılan kimyasalların genel adıdır. Tarım ilacı olarak da bilinmektedir, ancak bu ifade doğru değildir. İnsan ve doğaya zararlı olan pestisitler, karaciğer, böbrek rahatsızlıkları ve kansere yol açıyor. Arıların ve birçok canlının ölmesine neden olarak biyoçeşitliliği ve yaşamı tehdit ediyor.”

Cumhuriyet - Hazal Ocak


12 Ekim 2019 Cumartesi

Da Vinci Köprüsü



🌉Da Vinci Köprüsü sadece uzun tahtalar ve ahşap çubuklar kullanarak, çekiç ve çiviye ihtiyaç duymadan inşa edebileceğiniz bir köprü örneğidir.

👷‍♂️Kullanılan teknikte köprüye paralel olarak yerleştirilen her tahta, köprüye çıkan ağırlık arttıkça birbirine kenetlenmesini sağlıyor.
                                                                 izleyin ;)





4 Ekim 2019 Cuma

Türcülük de tıpkı ırkçılık ve cinsiyet ayrımcılığı gibidir…

Yalçın Ergündoğan

'İnsan merkezci' saplantılarımızı, 'kibrimizi' terk edebildiğimiz ölçüde, diğer türlerle yaşamı daha eşit ve adil paylaşabilmek mümkün olabilir…

4 Ekim “Dünya Hayvan Hakları Günü”. Dolayısı ile içinde bulunduğumuz günler, diğer türlerle ilişkiler konusuna biraz kafa yorma ve türümüz için de; çokça özeleştiri yapma imkanı yaratabilecek bir hafta olabilir. Bu, hem kendi türümüz, hem diğer türler, hem de içinde yaşadığımız ortak evimiz ‘dünyanın’ geleceği için (hem de sıkça) yapmamız gereken bir şey aslında.
Yeniden hatırlarsak; dünyanın birçok farklı ülkesindeki Hayvan Hakları ve Koruma Dernekleri, 1931 yılında bir araya geldikleri 4 Ekim gününü, "Dünya Hayvan Hakları Günü" olarak kabul etti. Yıllar sonra, 21–23 Eylül 1977'de Uluslararası Hayvan Hakları Birliği ve ona bağlı ulusal birlikler tarafından Londra'da Hayvan Hakları konusunda düzenlenen bir uluslararası toplantıda, ortak bir metin,"Hayvan Hakları Evrensel Bildirgesi" olarak kabul edildi. Bu bildirge, 15 Ekim 1978 tarihinde de Paris'te UNESCO Evi'nde törenle tüm dünyaya duyurulup ilan edildi. (Bildirgeyi tam metin olarak aşağıya ekliyorum.)
* * *
Ben epey bir zamandır yazılarımda tekrarlıyorum. İnsan türü, ben merkezci. Kibirli. En “akıllı”, en “zeki”  tür olduğu iddiasında. Genelde, kendisini bir hayvan türü olarak dahi görmüyor. Bunu bir aşağılanma sayıyor. Ama, en “akıllı” ,en “zeki” olduğunu sanan şu bizim insan türünün içinden, “daha akıllı” olduğunu iddia edenlerin kurduğu düzenlerin bugün vardığı durum da ortada. 
Mensubu olduğumuz tür, kendisinin de üzerinde yaşadığı gezegeni, tüm diğer canlı türleri ile birlikte imhaya, “toplu yok oluş”a götürecek adımları hızla atmayı sürdürüyor. Küresel ısınma, iklim değişikliği, nükleer hevesleri, savaşlar… Diğer tüm canlı türleriyle birlikte üzerinde yaşadığımız gezegen, “insan türü”nün açık tehdidi altında. 
Bakın, İnsan türünün dünyaya nasıl egemen olduğunu “Hayvanlardan Tanrılara Sapiens” (Kolektif Kitap) kitabında etraflıca anlatan Yuval Noah Harari, aslında tehdidin boyutlarının nereye vardığını da; “Yarının kısa bir tarihi Homo Deus” adlı kitabında anlatmayı sürdürüyor. 
Harari, “yola önemsiz bir hayvan olarak çıkan  Homo Sapiens’in, “yapay zeka”, “robotlar” dönemiyle tanrılar katına doğru çıkma sürecinde, kendi sonunu da hazırlama serüvenine  tarih ve felsefe ışığında kafa yoruyor.
Düşünür, bu perspektifle tarih boyunca “türümüzün” benzeri görülmemiş kazanımlar elde etmesine rağmen, mutluluk seviyesinde neden kayda değer artışlar olmadığını da çözmeye çalışıyor. 
* * *
İnsan türünün durumu bu. Geleceğe dönük incelemeleri ve durum tespitlerini sürdürürken, yurdunu bütün bir ‘cihan’ olarak kabul etmek, dil, din, ırk, cinsiyet ve tür farkı bilmeden, bir anadan doğmuşçasına, ‘önce insan’ yaklaşımının yerine, ‘tüm canlıların yaşam hakkı’nı koymak da mümkün aslında. Diğer canlı türleriyle, yaşam zincirinin sürekliliği için bir arada yaşamamız zaten zorunlu. Bunun için de ”türcülük”ten uzaklaşmamız şart.
Nasıl ki duyarlı türdeşlerimiz; ırkçılığa, cinsiyet ayrımcılığına, savaşa, nükleere, işkencelere, baskılara, sömürüye,  soykırıma karşı çıkıyorsa, bu doğrultuda mücadele yürütüyorsa; açık ve net olarak 'türcülük' ve türevlerine de, 'bir türün başka bir tür üzerinde tahakküm kurmasına' da karşı çıkışı önce bilince çıkarmak, sonra da yükseltmek  gerekiyor. Buna önce kendimizi, ardından da tüm çevremizi zorlamalıyız.
Hayvan Özgürleşmesi (2005, Ayrıntı Yayınları) kitabının yazarı felsefeci Peter Singer da bu konuda şöyle diyor:
 “Sırf bizimle aynı türe mensup olmadıkları gerekçesiyle onların çıkarlarını göz ardı eder ya da önemsiz görürsek, kaba ırkçıların ve cinsiyetçilerin mantığını benimsemiş oluruz. Irkçılar ve cinsiyetçiler de, kendi ırklarına ve cinsiyetlerine mensup kişilerin, diğer tüm özelliklerinden ve niteliklerinden bağımsız olarak, sırf bu özelliklerinden dolayı daha üstün bir ahlaksal statüye sahip olduklarını düşünürler.” 

SEVMEK ZORUNDA DEĞİLSİNİZ AMA…
Hiç kimsenin hayvanları (yani diğer türleri) sevme zorunluluğu yok. Bir hayvanın yaşam hakkına saygı göstermek için, hayvanın güzel ya da cana yakın olması, sevimliliği gibi ölçütler geçerli olamaz. Zaten, Hayvan Hakları Evrensel Bildirgesi de işte tam bu noktaları kayıt altına alıyor. Bildirge de, hayvanların çıkarlarının en iyi şekilde gözetilmesi gerektiğini ve bir hayvanın çıkarlarının gözetilmesi için de, o hayvanın mutlaka “şirin”, “insanlara yararlı” ya da “soyunun tükenme tehlikesi içinde olması”nın ya da “herhangi bir insanın onları sevmesinin gerekmediği”nin altını çiziyor. 
Türcülükle mücadele konusuna kafa yoranlardan Tom Regan; “Kafesler Boşalsın” (2007, İletişim Yayınları) kitabında ve çeşitli makalelerinde şuna vurgu yapıyor:
“Hayvanlara saygı göstermek, bir nezaket meselesi değildir, bir adalet meselesidir. Çocuklara, zihinsel gelişimini tamamlamamış olanlara, demanslı yaşlılara ya da ahlaken edilgin diğer varlıklara karşı görevlerimizin temelinde, ahlaken etkin varlıkların “duygusal ilgileri” yatmaz; onların içsel değerine saygı duyulması yatar. Ahlaken etkin varlıkların ahlaken ayrıcalıklı konumda oldukları anlayışı, mitten ibarettir.”  

İNSAN TÜRÜ OLARAK SORUMLU VE SUÇLUYUZ
Diğer canlı türlerine karşı gösterdiğimiz ortak duyarsızlığımız ve gecikmiş özeleştirimiz, “özürümüz” için tüm dünya insanlığı olarak, daha doğru ifade ile; “insan türü” olarak sorumlu ve suçluyuz elbette!.. Hele ki, hayvanların en ağır işkenceler altında tutulduğu “sanayi tipi hayvan üreticiliği”nin  varlığı ve bu yöndeki duyarsızlığımız affedilemez.
Bu nedenle, “Dünya Hayvan Hakları Günü”nü vesile ederek, burada da yinelemek istiyorum:
"Doğanın da hayvanların da ne kendilerini savunacak 'avukatları', ne çıkarlarını koruyacak 'sendikaları', ne de 'oy hakları' var. Tam da bu nedenle; tüm canlıların 'yaşam haklarını' savunan, onlarla birlikte, yaşamı eşit ve adilce paylaşabilmek için, 'türcülüğü' reddeden bir noktadan baskı ve sömürüye karşı çıkan duyarlı insanlara çok iş düşüyor... Unutmayalım; DÜNYA YALNIZ BİZİM DEĞİL..."
Hayvanların özgürleşmesinin, insanların özgürleşmesiyle diyalektik bir bütünlük taşıdığını da hep hatırımızda tutarak; 'insan merkezci' saplantılarımızı, 'kibrimizi' terk edebildiğimiz ölçüde diğer türlerle yaşamı daha eşit paylaşabilmeye yaklaşabileceğiz.  Duyarlı, vicdanlı ve ahlâklı olabilmek için de bunu yapmamız şart!.. 
Unutmayalım! Hayvanların merhamete, acınmaya, korunmaya değil, haklarının tanınmasına ve saygı gösterilmesine ihtiyacı var. 
* * *

HAYVAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ

1. Bütün hayvanlar yaşam önünde eşit doğarlar ve aynı var olma hakkına sahiptirler.
2. Bütün hayvanlar saygı görme hakkına sahiptir. Bir hayvan türü olan insan, öbür hayvanları yok edemez. Bu hakkı çiğneyerek onları sömüremez. Bilgilerini hayvanların hizmetine sunmakla görevlidir. Bütün hayvanların insanca gözetilme, bakılma ve korunma hakları vardır.
3. Hiçbir hayvana kötü davranılamaz, acımasız ve zalimce eylem yapılamaz. Bir hayvanın öldürülmesi zorunlu olursa, bu bir anda, acı çektirmeden ve korkutmadan yapılmalıdır.
4. Yabani türden olan bütün hayvanlar, kendi özel doğal çevrelerinde karada, havada ve suda yaşama ve üreme hakkına sahiptir. Eğitim amaçlı olsa bile özgürlükten yoksun kılmanın her çeşidi bu hakka aykırıdır.
5. Geleneksel olarak insanların çevresinde yaşayan bir türden olan bütün hayvanlar uyumlu bir biçimde türüne özgü yaşam koşulları ve özgürlük içinde yaşama ve üreme hakkına sahiptir.
6. İnsanların yanlarına aldıkları bütün hayvanlar doğal ömür uzunluklarına uygun sürece yaşama hakkına sahiptir. Bir hayvanı terk etmek acımasız ve aşağılık bir davranıştır.
7. Bütün çalışan hayvanlar iş süresi ve yoğunluğunun sınırlandırılması ve güçlerini artırıcı bir beslenme ve dinlenme hakkına sahiptir.
8. Hayvanlara fiziki ya da psikolojik bir acı çektiren deneyler yapmak hayvan haklarına aykırıdır. Tıbbi, bilimsel, ticari ve başkaca biçimlerdeki her türlü deneyler için de durum böyledir.
9. Hayvan beslenmek için yetiştirilmişse de bakılmalı, barındırılmalı, taşınmalı, ölümü de acı çektirmeden ve korkutmadan olmalıdır.
10. Hayvanlardan insanların eğlencesi olsun diye yararlanılamaz, hayvanların seyrettirilmesi ve hayvanlardan yararlanılan gösteriler hayvan onuruna aykırıdır.
11. Zorunluluk olmaksızın bir hayvanın öldürülmesi yaşama karşı suçtur.
12. Çok sayıda yabani hayvanın öldürülmesi demek olan her davranış bir soykırım, yani bir suçtur.
13. Hayvan ölümüne de saygı göstermek gerekir. Hayvanın öldürüldüğü şiddet sahneleri sinema ve televizyonda yasaklanmalıdır.
14. Hayvanları koruma ve savunma kuralları, hükümet düzeyinde temsil olunmalıdır. Hayvan hakları da insan hakları gibi yasayla korunmalıdır.   (15 Ekim 1978'de Paris UNESCO Evi’nde kabul ve ilan edilmiştir.)


ARTI GERÇEK

1 Ekim 2019 Salı

Depremi yaşamak

Merhabalar. Kocaeli depremi ile ilgili deneyimlerimi, fay hattından 10 km ötede yaşamış bir aile olarak, sizlerle paylaşmamız gerektiğini düşünüyorum. Amacım sizleri korkutmak değil; insanın şiddetli bir deprem sırasında ve sonrasında karşılaşabileceği olayları önceden bilmesi, belki daha önce hiç karşılaşmadığı böyle bir olgunun kendisinde yaratacağı korkuyu azaltabilir; gereken önlemleri önceden almasına yardımcı olabilir.

Biliyorsunuz, haberleşme istasyonları ve elektrik aktarım ünitelerinde büyük depremin 20 yıl sonrasında bile gereken düzenlemeler yapılmadığından, deprem sonrası birkaç dakika içinde haberleşme kesilecek; elektrikler ise ilk güçlü sallantı sonrası kesilecek, karanlıkta sallanmaya devam edeceğiz; evden çıkabilirsek etrafta toz bulutu olacak. Ay ışığını bile göremeyeceğiz. Şimdiye kadar bildiğiniz sallanma şeklinde şeyler beklemeyin; kibrit kutusunun içindekiler gibi biz ve eşyalar birbirimize çarparak etrafa saçılacağız. Daha önce yaşadığımız sallantılardan farklı olarak, bulunduğunuz zeminden güçlü darbeler geldiğini hissedeceksiniz; ayağınız yerden kesilecek ve havaya fırlayacağız; sonra düşüp, zeminde diz-dirsek pozisyonunda kalacağız. Gece uykuda yakalanırsak, yataktan yere düşerek uyanacağız. İçinde bulunduğunuz binayı dışarıdan göremeyeceğiniz için ne kadar eğildiğini tasavvur bile edemezsiniz; ancak, bulunduğunuz zeminde ayakta duramazsınız. 4. ya da 5. katlarda bile bu salınım hareketleri birkaç metreyi bulabiliyor. Birbirine çok yakın konumda bulunan binalar rastlantısal olarak birbirlerinden farklı yönlerde eğilip büküldüklerinde birbirlerine çarpıyorlar. Sarsıntı yarım dakika ile bir buçuk dakika kadar sürecektir. Kocaeli’de bunu 1 dakikaya kadar kesintisiz bir süre yaşadık. Bu süre insana saatler gibi geliyor. Deprem bitene kadar önceden belirlediğiniz ve bir kenarını dayanıklı ev eşyalarının oluşturacağı yaşam üçgenlerinde, zeminde kıvrılarak sabırla bekleyin. Asla amaçsız bir şekilde sağa sola koşturmayın; zaten ayakta duramayacaksınız. Halıfleks gibi kaymayan zeminlerde bile yerde kaydığınızı fark edeceksiniz; biryerlere tutunarak camlara ve binanın dışına doğru kaymamaya gayret etmek önemli. Kesinlikle balkonda, bina çıkıntılarında ve merdivenlerde durmayın; öncelikle bunlar yıkılıyor.



Deprem geçtikten sonra binayı tahliye ederken, karanlık olduğundan attığınız adımlara dikkat edin; merdivenler yerlerinde olmayabiliyor. Tüm eşyalar yer değiştirdiğinden evin iç anatomisi artık bildiğiniz gibi değil; daireyi boşaltırken nereye bastığınızı karanlıkta hissetmeye çalışın. Ben, daireyi boşaltırken yıkılan gardrobun arka levhasına basarak ayağımı yaralamıştım. Banyo ve mutfaklardaki duvar fayansları ile yerdeki seramikler kırılıp parçaları etrafa kurşun gibi fırlayabiliyor; özellikle birbirine yakın dizilmiş seramik cephelerde bu durum sıklıkla oluşuyor. Bazen dairenin iç ve dış kapıları, çerçeveleri eğildiğinden açılmıyor. Panik yapmadan sarsıntının bitmesini bekleyip, soğukkanlılıkla birkaç kez daha deneyin. Yaşlılar ve çocuklar çıkamıyorlar; onlara özellikle yardım edin. Pencerelerden uzak durun; çerçeveler eğilip büküldüğünden, camlar patlayabiliyorlar. Duvara monte boy aynaları da aynı şekilde. Sallantı boyunca yeraltından gelen daha önce hiç duymadığınız kadar ürkütücü bir ses duyacaksınız. Birkaç saniye sonra bu sese, yine hiç duymadığınız kırılan beton sesleri, ve eğer eviniz beton bloklar şeklinde konstrükte edilmiş ise, beton panellerin birbirinden ayrılma ve tekrar birleşme sesleri eşlik edecek. Evde, diz üstünde cam eşyalar bırakmayın. Televizyonlar mümkün olduğu kadar alçakta olsun; aksi halde uçarak bizlere çarpabiliyor. Uzun kablolu avizeler tavanlara çarparak kırılıyor; özellikle yatak odalarında varsa, bunları, tavana sabit ışık kaynakları ile değiştirin. Sallanma sırasında oda kapılarından uzak durun; tahmin bile edemeyeceğiniz şekilde, sallantı boyunca hızla açılıp kapanıyorlar. Karanlıkta onları göremiyorsunuz; vücudumuza çarptığı yerlerde rahatlıkla kırıklar oluşturabiliyorlar.

Başınızı özellikle koruyun. Gardropları mutlaka sabitleyin; evleri, depremi sağlam olarak atlatanlarda gördüğümüz ölüm olguları, giysi dolaplarının insanların üzerine düşmesiyle oluşan omurga zedelenmeleri ile ortaya çıkmıştı. Mutfak dolaplarının kapaklarını kolay açılamayacak hale getirin. Yanınızda, yattığınız yerde ya da çantanızda tiz ses çalan bir kampçı düdüğü ya da survival düdük bulundurun; hayatınızı kurtarabilir.

Deprem bitip bina dışına çıktıktan sonra en yakın açık alana doğru gidin; dışarıda evlere yakın konumda bulunmayın. Dışarı çıktığınızda, insanların laboratuvar denekleri gibi amaçsız hareket ettiklerini görürsünüz. Dışarıda toplanan kişiler arasında korkudan kusan ya da apatik halde dolaşanlar göreceksiniz. Önce kendinize, sonra onlara moral vermeye çalışın; toparlanmalarına yardımcı olun.

Depremden haftalar sonra bile arabalarınızda uyumanız gerekebilir; onları depremden zarar görmeyecekleri alanlara koymaya çalışın. Bagajınızın bir köşesinde acil durum çantanız bulunsun. Çantada bulunması gereken içerik ile ilgili olarak, deprem sonrası doğada tatile çıkacakmış gibi, mediada bir sürü ıvır zıvır şeyler yazıyor. Çakı, mendil, diş fırçası, kağıt, kalem, meyva suyu, kuruyemiş vb.; bunlar bir işe yaramıyor. Kent içinde aç kalmıyorsunuz. Çantada olması gerekenler: tiz ses çalan survival düdük, komando bıçağı, kanamayı durdurmak için bacak ya da kollara uygulanan lastik turnikeler, elastik yara sargıları, pasaport ve su. Kış aylarında isek, ek olarak polar içlik, eldiven, yün başlık, su geçirmez kaban; hepsi bu. Önceden tedarik edenler için küçük kutup çadırı ve birkaç uyku tulumu sonraki günlerde işe yarayabiliyor.

Tedarik edemeyenler için resmi kurumların temin ettiklerini kullanacağız. Bir süre sonra çadırlar sayıca yetişmeyecek ve Kızılay’ın su geçiren çadırlarını dağıtmaya başlayacaklar. Bu sırada özellikle İskandinav ülkelerinden yollanan kutup çadırları, eğer dağıtım düzgün yürütülebilirse, elimizde olacak. Kocaeli depreminde Norveç’den yollanan bin kadar çadır yok olmuştu. Depremden sonraki ilk hafta çevrenizde herhangi bir resmi yetkili olacağını beklemeyin. AFAD ve AKUT ekipleri sayıca yetersiz kalacaklar.

Bununla birlikte, depremin 2. veya 3. günü arka sokağınızda yurtdışından gelen bir ekibin acil yardım istasyonu kurduğunu görürseniz şaşırmayın. Kocaeli’de yaralıları topladığımız üniversite hastanesi bahçesinde ilk karşılaştığım yardım ekibi, benden, içinde aynı anda birden fazla ameliyat yapılabilen mobil hastaneyi nereye kurabileceklerini soran Norveç ekibiydi. 2. gün geldiler; 3. gün hastane çalışmaya başladı; 4. gün Norveç Dışişleri Bakanı kontrole geldi. Bu dönemlerde çıkar çatışmasına girdiğimiz ülkeleri bile yanınızda göreceksiniz; Kocaeli depreminin ikinci günü “dayan Mehmet’im!”, “dayan komşu!” Türkçe başlığıyla çıkan Yunan gazetelerini hatırlayın. Bizimkilerden karşılaştığım ilk resmi görevliyi ise 5. gün görmüştüm; yaralıları almaya gelen askeri bir helikopterin pilotuydu. Geniş hastane bahçesine dörtlü gruplar halinde askeri helikopterler iniyor, kötü durumda olanları yüklüyor, kalkıyorlar, yeni bir dörtlü grup geliyordu. İzlediğiniz Vietnam savaşı sahnelerinden daha kötüsünü düşünebilirsiniz. Istanbul’daki hastane bahçelerini düşündükçe, bu tür helikopterlerin nereye ineceklerini bilemiyorum. Artık sayıları iyice azalan toplanma alanlarına gitmemiz çoğu zaman mümkün olmayacak; çünkü dar sokaklar yok olacak, ana caddelerin üzerinde enkazlar göreceğiz. Kocaeli depreminde aynı şeyleri yaşadık. Toplanma alanlarına gidecek, belki biraz birbirimizi yatıştıracağız; sonra çoğunluk tekrar geri dönüp bıraktıklarına ulaşmaya çalışacaklar. Toplanma alanları çadır kurmaya yetişmeyecek; şehir dışındaki arazilere yayılacağız.

İlk haftalarda tuvalet bulmakta zorluk çekeceğiz; benzin istasyonlarındaki tuvaletler yoğunluktan tıkanacak; ihtiyaçlarımızı şehirden uzaktaki açık arazilerde karşılamaya çalışacağız. İlk günden itibaren vefat edenleri, cenazelerin bozulmasını önlemek için kayıtları bile tutulmadan hızla toprağa vereceğiz. Böylece, resmi olarak açıklanan ölüm sayılarından kabaca iki katı kaybımız olacağını tahmin edersiniz. Deprem sonrası ilk 3 gün özellikle önemli; bu dönemde hastanelere çok yaralı geliyor; yardım etmek istiyorsanız hastane bahçesinde sorumlu doktorların söyleyeceği işleri yapabilirsiniz. Bir süre sonra o doktorların seslerini işitmekte zorluk çekeceksiniz; çünkü 24 saat insanlarla konuşmaktan ve yapılacaklarını söylemekten sesleri kısılacak. Bu dönemden sonra genellikle ağır yaralılar geldiğinden sizlerin yapabileceği bir şey kalmıyor. Deprem sonrası geçen günler içinde etrafımıza yardım edebileceğimiz bir durum göremiyorsak ve evimiz güvende ise, kenti bir süreliğine terk etmek iyi bir seçenek olabilir. Hem ailenizi psikolojik ortamdan uzaklaştırmış olursunuz, hem de görevlilere yer açarsınız.

Eğer şehirde kalacak olursanız lütfen ailesiz kalmış çocukları güvendiğiniz resmi yetkililere ulaştırana kadar koruyup kollayın; Kocaeli’de hayatta kalan çok sayıda çocuk, burada bahsedemeyeceğim nedenlerle yitirildi.

Yine benim gözlemlerim: Depremi 1-2 dakika önceden haber veren birkaç şey var. Köpekleri olan aileler onların davranışlarını izlemeli. Köpekler ya hep birden havlıyorlar; ya da her biri bir tarafa çekiliyorlar; etrafta köpek göremiyorsunuz. Yer altından deprem öncesi gelen alçak frekanslı sesleri işitebiliyorlar. Yaz aylarında, ateş böceklerinin gece şarkı söylediği bir yerdeyseniz, deprem başlamadan yarım dakika önce hepsi aniden susuyor; deprem bitikten 2-3 dakika sonra tekrar şarkılarına başlıyorlar.

Son olarak, birbirimizle haberleşmek için aşağıda vereceğim internet olmadan çalışan uygulamalardan seçim yapıp, telefonlarımıza yükleyebiliriz:
1. Firechat
2. Bridgefy
3. Flows
4. Signal offline messenger 5. MeshTalk.

Sağlıkla kalın. Prof Dr Cem Denver

Zaman tedavi etmez

Ece’yle birlikte CNN-Türk’te çalışıyorduk deprem olduğunda. Beni Perşembe akşamüstü arayıp bu yazıyı yazmamı talep ettiğinde belki de ret edemememin sebebi, o günleri hatırlamamdır. Ece’den 30 TL (ya da 30 milyon TL) borç alıp Yalova’ya gidişimi, Ece’nin acımı paylaşan ilk kişilerden biri oluşunu…

ma halâ bilmiyorum ne yazacağımı. Üzerinden 14 yıl geçmiş ama ben o sarsıntının etkisindeyim. Ne kendi duygularımı doğru dürüst biliyorum, ne de hayatımın nasıl değiştiğinin çok farkındayım. Çünkü halâ sallanıyorum, halâ kendimde değilim.

Ayşegül’le 1989’da evlendik. Çocuk yapmak çok büyük bir karardı ve biz cesaret edemiyorduk bir türlü. Sonra 30 Aralık 1994’te bir bomba patladı. The Marmara Oteli’ndeki Opera Pastanesi’ne Deniz Demir adlı bir PKK militanı bomba koymuştu. Onat Kutlar eşi Filiz’le buluşacaktı o pastanede o gün. Ablam da arkadaşı Beyza’dan doğum günü hediyesini alacaktı. Yasemin bomba patlar patlamaz, Onat abi 11 gün yaşam mücadelesi verdikten sonra hayatını kaybetti.

Yasemin’in ölümü ailemizi darmadağın etti. Annem bir daha eskisi gibi olmadı. Yasemin için şiirler, kitaplar yazdı, anma toplantıları düzenledi. Eskisi gibi olmak istemiyordu zaten. Yasemin o gün evden çıkmayı hiç istemiyormuş ve annemden Beyza’ya telefonda “Yasemin evde yok” demesini istemiş. Ama ya o söylemekte geç kalmış ya annem yalan söylemeyi becerememiş ve Yasemin, Beyza’yla konuşup randevu vermek zorunda hissetmiş kendini. Ama bu hikaye yaşanmış olmasa da bir yakınını kaybedenler bilir hayatta kalanın suçluluk duygusunu. Bu duygunun mantıklı bir nedeni olması gerekmez. O ölmüştür ve siz yaşıyorsunuzdur. Demek ki yapmanız gereken bir şeyi eksik yapmışsınızdır. Ya da siz de onunla birlikte ölmemişsinizdir. Niye?

Ölüme yaşamla cevap vermek Yasemin’in ölümünün ardından aklımıza düştü Ayşegül’le. Ve iki çocuk yapmaya karar verdik. Şansımız yaver giderse bir erkek, bir de kız çocuğu istiyorduk. Ali böyle oldu. Ve Ali doğacak gün olarak 30 Aralık’ı yani Yasemin’in öldüğü günü seçti. 1997’nin 30 Aralık’ında annem ve babam Yasemin’in anma toplantısındayken Ayşegül Ali’yi doğuruyordu. Kaderin çok acayip bir tesadüfüydü.

Ali… Mavi gözlü, siyah saçlı, gürbüz bir bebek olarak doğduğunda, ağladım. Yine de baba olma fikrine alışmak o kadar kolay değildi. Ama Ali gülücüklerle uyanan, daha 1 yaşındayken bile çevresine empati gösterebilen özel bir çocuktu. Her görenin aman nazar boncuğu takın dediği bir çocuk güzeliydi.

Doğacak çocuğumuzla Yasemin’in geri gelmesini bekleyen annem Ali’ye alışmakta çok zorluk çekti. Bütün ultrasonlara rağmen son ana kadar bir kız çocuk beklemeyi sürdürmüştü. Erkek çocuk onu hayal kırıklığına uğratmıştı. Ayrıca yasından çıkmak da istemiyordu. O günlerde çekilen fotoğraflarda annem Ali’yi zoraki tutan, severmiş gibi yapmaya çalışan bir haldeydi. Ama Ali kendisini sevdirmeyi bildi. Babam zaten Ali’yle hemen aşk yaşamaya başlamıştı. Ali de dedesine çok düşkündü.

Ben, Ali doğduğunda bir yandan Roll ve Ekspress’te yazıyor bir yandan da Açık Radyo’da program yapıyordum. Paramı ise rehberlikten kazanıyordum. Ali doğunca yaşam biçimimi değiştirmeye karar verdim ve CNN-Türk’te yazar olarak çalışmaya başladım. Ayşegül de IBM’de çalıştığı için Ali gündüzleri evde bakıcıyla kalıyordu. Ağustos ayında annemler Fethiye’ye tatile gitmek istediler Ali’yle birlikte. Ama arabalarının arka koltuğunda emniyet kemeri yoktu. Öyle olunca da bebek koltuğunu bağlamak mümkün değildi ve bu riskli bir şeydi. Biz, emniyet kemeri olmadan yola çıkmalarına itiraz edince onlar Fethiye seyahatinden vazgeçtiler ve Yalova’da, Yüksel Sitesi’ndeki yazlıklarına gitmeye karar verdiler. 14-15 Ağustos’ta Ayşegül’le ben de Yalova’daydık. Annem artık yasından çıkmış ve Ali’yle o da aşk yaşamaya başlamıştı. Yıllardır yüzü gülmeyen annem, Ali’den söz ederken gözlerinin içi gülerek “Öyle tatlı şımarıyor ki!” demişti. Ali’ye şişme bir havuz almıştık. Havuzu şişirtmek için benzinciye giderken, yol kenarında ölü bir yalıçapkını kuşu gördüm. Yalıçapkınını Yalova’da daha önce hiç görmemiştim. Güney Ege’de veya Akdeniz bölgesinde görmüşlüğüm vardı, bu harika güzellikteki kuşlardan ama Yalova’da, Marmara’da? İlk kez görüyordum ve o da ölüydü. Bu garip imge kafama çakılıp kaldı. Sanki kötü bir şeyler olacağının habercisi gibiydi. Kuşa üzülmüştüm ama üzerinde de durulacak bir şey değildi. Bunlar tabii ki anlamsız tesadüfler ama insan aklı en anlamsız şeylerden anlamlar çıkarır. Benim zihnim de sonra hep bu yalıçapkınını hatırlayacaktı.

15’i akşamı annemi, babamı ve Ali’yi son kez gördüm. Vedalaştık ve biz İstanbul’a Şişli’deki evimize döndük. Aradan 27-28 saat geçmişti korkunç sarsıntıyla uyandığımda. Ne kadar uzun bir sarsıntıydı, ne kadar korkunçtu. Elektrikler kesikti. Telefonlar çalışmıyordu. Sokağa inip arabanın radyosundan depremin merkezini öğrenmeye çalıştık ama sağlıklı bir bilgi yoktu. Bunun üzerine birlikte CNN-Türk’ün merkezine gittik, belki daha sağlıklı bir bilgi ediniriz diye. Cüneyt Özdemir de gazeteci refleksiyle hemen kanala gelmişti. Sabahın erken saatinde beni görünce iş yaptıracak adam bulduğu için sevinmişti. Ben, halâ kendimden utanırım, “buraya çalışmaya değil aileme ne olduğunu anlamaya geldim” diyemediğim ve havaalanına helikopter kiralamaya yola çıktığım için. Atatürk havaalanının daha önce hiç görmediğim garip yerlerinde sersem sersem helikopter kiralayan yer aradığımı hayal meyal hatırlıyorum. Bir rüyada gibiydim. Ayşegül ise yalnız başına Yalova’ya gitmeye karar vermişti. Depremin merkezinin Gölcük olduğunu ancak öğleyin öğrendim ve derhal yola çıktım. Feribot rıhtıma yanaşırken o kadar büyük bir sorun yok gibi gözüküyordu. Minibüse binip Yüksel Sitesi dediğimde bir gariplik olduğunu sezdim. Yüksel Sitesi’ne geldiğimizde ise… Yüksel Sitesi yoktu. Çevresindeki birçok site az hasarla ya da hasarsız atlatmıştı depremi ama bizim site tuzla buz olmuştu. Yanlış yere geldiğimi sandım ama sitenin komşuları, Şekerbank Kampı ve Aydın 6 Sitesi oradaydı işte. Ortada da bizim sitenin olması gerekiyordu ama yoktu. Ayşegül’ü buldum. Ayşegül enkazı gördüğünde bayılmış. Ben yanında değildim. Ben ise kustum. Sersem gibiydim.

Ve sonra enkaz kaldırma çalışması başladı. Yıkıntıdan nerede olduklarını bile tahmin edemedik uzun süre. Bir gece, bir çocuğun cesedi çıkarken oradaydım. Çocuk kapkara olmuştu, toz topraktan. “Ali değil” diye sevinmiştim belli belirsiz. Ama o çocuğu unutamadım sonra, utançla hatırladım o korkunç anı.

İnanılmaz bir dayanışma gördüm. Çok sayıda tanıdığım, arkadaşım, yıllardır görüşmediğim dostlarım koştular yardıma. Ancak birkaç gün sonra Ali’nin oyuncakları ve giysileri çıkmaya başladı enkazdan. Artık yaşama şansları kalmamıştı. Ve Ayşegül’le ben, o an orada olmak istemedik. Arkadaşlarımız ve akrabalarımız çıkardı Ali’yi, annem Tuncay’ı ve babam Hikmet’i. Onları ölü olarak hiç görmedim. Görmeliymişim diye düşünüyorum halâ. Sanki öldüklerini halâ anlamış değilim. Belki de bu nedenle, onları ölü olarak hiç görmediğim için anlayamıyorum, kavrayamıyorum öldüklerini.

Hayatımız kökünden değişti sonrasında. Ayşegül de ben de işimizden ayrıldık. Ayşegül psikoloji okudu, ben önce radyoya döndüm, sonra Birgün’de çalışmaya başladım. Psikolojik yardım almaya başladım. Son derece irrasyonel işler yaptım, hayatımı maddi olarak çok zora soktum. Ve bütün bunları bile yeni yeni fark ediyorum. Sarsıntı sürüyor derken, bunları kastediyorum. Deprem benden hem geçmişimi hem de geleceğimi aldı. Anne, baba ve çocuk... Bir anda annesiz ve babasız bir çocuk ve çocuksuz bir baba haline geldim 1999’da. Yasemin’in öldüğü gün doğan ve nihayetinde annem ve babamı hayata döndüren Ali, annem ve babamla birlikte bu dünyadan ayrılmıştı.

Hayat devam etti. Bir erkek bir de kız çocuğu istemiştik; Ali’nin kardeşi Elif 2001 sonunda doğdu. Keşke abisi, dedesi, babaannesi, halası da hayatta olsalardı. Ama ben yine çocuklu bir babayım ve kızım bizi çok mutlu ediyor.

Büyük travmalar yaşamamış insanlar zamanla bazı şeylerin izinin kalmaması gerektiğini sanıyorlar. “Aradan bilmem kaç yıl geçmiş, artık bazı şeylerin bir anlamı kalmamış olması gerek” diye düşünüyorlar. Bazen en yakınındaki insan en anlayışsız ve en acımasız davranan olabiliyor. Oysa, zaman bazen hiçbir şeyi çözmüyor. Yara içten içe işlemeye devam ediyor. Bilmiyorum, neden deprem sırasında Yalova’da olmadığımı, neden onları orada bıraktığımı, neden oğlumu kucağıma alıp balkondan atlamadığımı, neden Fethiye’ye gitmelerine izin vermediğimi…

CÜNEYT CEBENOYAN cuneytcebenoyan@birgun.net
17.08.2014