Translate

26 Ocak 2020 Pazar

Depremde nerede durmalı ?

Basitçe ifade edilirse, binalar yıkılırken, objelerin üzerine düşen tavan ağırlığı veya içerideki mobilyalar bu nesnelere çarparken yanlarında bir yer, boşluk bırakırlar. Bu boşluk benim 'hayat üçgeni' dediğim alandır. Nesne ne kadar büyük ve ne kadar dayanıklı olursa daha az ezilecektir.
Adım Doug Copp. Dünyanın en tecrübeli kurtarma birimi Amerikan Uluslar arası Kurtarma Ekibinin Kurtarma şefi ve afet olayları müdürüyüm. Bu makaledeki bilgiler bir deprem anında hayat kurtaracaktır.
875 yıkılmış binaya sürünerek girdim, 60 ülkeden kurtarma ekipleriyle çalıştım, birçok ülkede kurtarma ekipleri oluşturdum, ve çok sayıda ülkede birçok kurtarma ekibinin üyesiyim. 2 Yıl boyunca birleşmiş milletler felaket 'azaltma' uzmanıydım. 1985'ten beri aynı anda gerçekleşenler hariç dünyadaki bütün büyük felaketlerde çalıştım.
1996'da benim hayatta kalma metodumun geçerliliğini ortaya koyan bir film yaptık. Türk hükümeti, İstanbul belediyesi, İstanbul Üniversitesi, Case yapımcılık, ve ARTI bu pratik ve bilimsel testin filme alınmasında işbirliği yaptılar.
İçinde 20 maket (mannequis) olan bir okulu ve evi yıktık. On maket 'çömel ve korun' metodunu uygularken, 10 maket 'hayat üçgeni' metodumu uyguladı. Tasarlanmış yıkımdan sonra görüntüleri filme almak ve sonuçları belgelemek için enkazı geçip binaya girdik. Bina yıkımlarında oluşabilecek şartlar dahilinde direk olarak gözlemlenebilen ve bilimsel şartlar altında hayatta kalma tekniklerimi uyguladığım film 'çömelip korunan/saklanan' kişiler için hayatta kalma şansının sıfır olduğunu ortaya koydu.
Hayat üçgeni metodumu kullananlar için hayatta kalabilme şansı yaklaşık olarak % 100 oldu. Bu film Türkiye'de ve Avrupa'nın geri kalan kısmında milyonlarca izleyici tarafından izlendi. Bu film ABD, Kanada ve Güney Amerika'da RealTV programında izlendi.
Enkazına girdiğim ilk bina 1985 Mexico City depreminde bir okuldu. Bütün çocuklar sıralarının altındaydı. Her bir çocuk kemiklerinin kalınlığına kadar ezilmişlerdi. Sıralarının yanındaki koridorlara uzanmış olsalardı hayatta kalmış olabilirlerdi. Bu 'ayıptı, gereksizdi' ve çocukların neden koridorlarda (sıraların arasında) olmadığını merak ettim. O an, çocuklara bir şeyin/eşyanın altına saklanmalarının söylendiğini bilmiyordum.
Basitçe ifade edilirse, binalar yıkılırken, objelerin üzerine düşen tavan ağırlığı veya içerideki mobilyalar bu nesnelere çarparken yanlarında bir yer, boşluk bırakırlar. Bu boşluk benim 'hayat üçgeni' dediğim alandır. Nesne ne kadar büyük ve ne kadar dayanıklı olursa daha az ezilecektir.
Nesneler ne kadar az ezilirse boşluk ve bu boşluğu kullanan kişinin yaralanmama olasılığı o kadar artar. Bir dahaki sefere televizyonda yıkılan bina izlerken gördüğün üçgenleri say. Heryerdeler.
Yıkılan bir binada göreceğiniz en yaygın biçimdir.
Deprem anında hayatta kalma, ailelerine bakma ve başkalarını kurtarma hakkında 750 bin nüfuslu Trujillo kentinin İtfaiye bölümünü eğittim. Trujillo İtfaiye Departmanının kurtarma şefi Üniversitede profesördür. Bana her yerde eşlik etti. Kişisel ifadeleridir:
'Adım Roberto Rosales. Trujillo kurtarma ekibi şefiyim. 11 yaşındayken çöken bir binada mahsur kaldım. Mahsur kalışım 1972 yılında 70.000 kişini öldüğü depremde oldu. Erkek Kardeşimin motosikletinin yanında oluşan 'hayat üçgeni' içinde hayatta kaldım.
Yataklarının veya sıraların, masaların altına giren arkadaşlarım ezilerek öldüler (isim, adres vb detayları anlatıyor). Ben hayat üçgeninin yaşayan örneğiyim. Ölen arkadaşlarım 'çömel ve korun' örnekleridir.
DOUG COPP'UN ÖNERİLERİ ;
1) 'Binalar çökerken basitçe 'çömelen ve korunan' kişiler istisnasız her defasında ezilerek ölüyorlar. Masa, araba gibi nesnelerin altına giren kişiler her zaman ezilirler.
2) Kediler, köpekler ve bebekler'in hepsi doğal bir şekilde dizlerini ana rahmindeki gibi karınlarına doğru çekerek kıvrılırlar. Deprem anında sizde bu şekilde kıvrılmalısınız. Bu doğal bir güvenlik ve hayatta kalma içgüdüsüdür. Daha küçük bir boşlukta hayatta kalabilirsiniz. Hafifçe ezilecek ama yanında boşluk yaratacak bir kanepe, geniş büyük bir eşyanın yanında durun.
3) Ahşap evler deprem anındaki en güvenliyapılardır. Sebebi basittir; ahşap esnektir ve depremin zorlamasıyla hareket eder. Eğer ahşap bina çökerse geniş yaşam boşlukları oluşur. Ayrıca, ahşap binalar daha az yoğunlukta yıkılış ağırlığına sahiptir. Tuğla binalar ayrı tuğla parçalarına ayrılacaklardır. Tuğlalar bir çok yaralanmalara sebep olacaktır, ama (beton) bloklardan daha az ezilmiş vücutlar yaratırlar.
4) Eğer gece yataktayken deprem olursa, basitçe yuvarlanarak yataktan düşün. Yatağın çevresinde güvenli bir boşluk oluşacaktır. Oteller müşterilerine deprem anında yatakların yanında yere uzanmalarını salık veren bir uyarı notunu odalarda her kapının arkasına asarlarsa depremlerde çok büyük hayatta kalma oranlarını sağlayabilirler.
5) Televizyon izlerken deprem olursa ve kolayca kapıdan veya pencereden dışarı kaçmak mümkün değilse, kanepe veya büyük bir koltuğun/sandalyenin yanında cenin pozisyonunda kıvrılarak yere uzanın..
6) Bina çökerken Kapı kirişlerinin altına geçen herkes ölür...Nasıl mı? Eğer kapı kirişlerinin altına geçerseniz ve kapı kirişi öne veya arkaya doğru düşürse inen tavanın altında ezilirsiniz. Eğer kapı kirişi yana doğru yıkılırsa ikiye bölünürsünüz. Her iki durumda da ölürsünüz!
7) Hiçbir zaman merdivenlere gitmeyin/yönelmeyin. Merdivenler (ana binadan) farklı bir 'frekans aralığına' sahiptir; ana binadan bağımsız/ayrı olarak sarsılırlar. Merdivenler ve binanın geri kalanı devamlı olarak birbirlerine çarparlar, ta ki merdivenlerin yıkılışı gerçekleşene kadar.
Merdivenlere ulaşan insanlar basamaklar yüzünden yaralanırlar. Korkunç şekilde sakatlanırlar. Bina yıkılmasa dahi, merdivenlerden uzak durun. Merdivenler binanın hasar görmesi en muhtemel kısmıdır.
Depremde yıkılmamış olsa dahi, merdivenler bağırarak kaçmaya çalışan insanların aşırı yüklenmesi ile çökebilir. Merdivenler binanın geri kalan kısmı zarar görmemiş olsa dahi her zaman güvenlik açısından kontrolden geçirilmelidir.
Binanın dış duvarlarına yakın yerlerde durun, mümkünse dışına çıkın. Binanın iç kısımlarındansa dış kısımlarına yakın yerlerde olmak çok daha iyidir. Binanın dış çevresinden ne kadar içeride olursanız, çıkış yolunuzun kapanma ihtimali o kadar artacaktır.
9) Aynen Nimitz yolundaki katlar arasındaki (yıkılan) blokların meydana getirdiği gibi, deprem anında üst yolun yıkılmasıyla ezilen araçların içinde bulunan insanlar ezilirler. San Francisco depreminin kurbanlarının hepsi araçlarının içindeydiler. Hepsi öldü.
Araçlarının dışına çıkıp,aracın yanına uzanıp veya oturarak kolaylıkla hayatta kalabilirlerdi. Ölen herkes eğer araçlarından çıkıp, araçlarının yanına oturabilseler veya uzanabilselerdi yaşıyor olabilirdi. Ezilen bütün araçların yanında-kolonların direkt olarak üzerine düştüğü araçlar hariç- 3 feet yükseklikte boşluklar oluşmuştu.
10) Enkaz halindeki gazete ofislerini ve çok miktarda kağıdın olduğu ofisleri dolaşırken kağıdın sıkışmadığını/ezilmediğini
keşfettim. Kağıt yığınlarının/kümelerinin etrafında geniş boşluklar bulunur/oluşur.

Dip not: Neden Deprem düdüğü?
-İnsan birkaç saat bile bağıramaz çünkü sesi kısılır. bağırsa bile iş makinelerinin sesi insan sesini bastırır. Oysa düdükle günlerce ses çıkartabilirsiniz.

15 Ocak 2020 Çarşamba

Katledilişinin 100. Yılında Rosa Luxemburg’u Sanatla Anmak

Uraz Aydın -15/1/2019

Rosa Luxemburg, 5 Mart 1871-15 Ocak 1919
Dipçik darbeleriyle kafatası çatlamış, dövülmekten tanınmaz hale gelmiş bedeni, ayaklarına bağlanmış taşın ağırlığıyla Landwehr Kanalı'nın sularında kaybolurken Rosa Luxemburg’un şu sözleri bir yerlerde yankılanmış olmalıydı:

"-Bilir misiniz, zaman zaman gerçekten bir insan değilmişim, insan biçimine bürünmüş bir kuş ya da hayvanmışım gibi geliyor bana. Aslında, buradaki gibi küçük bir bahçedeyken, daha çok da kırlarda, arı sesleri arasında çimenlere uzandığımda, kendimi parti kongrelerimizin birinde olduğumdan çok daha rahat hissediyorum. Bunu size rahatça söyleyebilirim; hemencecik sosyalizme ihanet ettiğim kuşkusuna kapılmazsınız nasılsa! Gene de, bütün bunlara karşın, grev başında, bir sokak çarpışmasında ya da cezaevinde ölmeyi gerçekten isterim.
Ancak içimdeki ben, ‘yoldaşlar’dan çok iskete kuşuna yakın."

Dünyanın kaderini değiştirebilecek bir devrimin, Alman Devrimi'nin önderlerinden Rosa Luxemburg, yoldaşı Karl Liebknecht ile bundan tam yüz yıl önce, 15 Ocak 1919 günü katledildi.
                                                                       *
Kasım 1918 Devrimi’nin ardından eski düzenin yıkılışı ve cumhuriyetin ilanıyla birlikte Rosa Luxemburg üç yıldır bulunduğu hapis koşullarından kurtularak, tüm halsizliğine rağmen Spartakusbund’daki aktif görevine geri dönmüştür. İktidara yükselen –Spartakistlerin eski partisi– Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) ise yeni cumhuriyetin bir burjuva rejimi çerçevesinde kalmasına gayret etmektedir. Fakat bir yıl önce meydana gelmiş olan Rus Devrimi’nin ve savaşın yıkıcı etkileriyle birlikte işçiler de kaderlerini ellerine almak üzere özyönetim konseyleri şeklinde örgütlenmeye başlamıştır çoktan. Önce 100 bin işçinin ayaklanması, bir dizi devlet kurumunu ve yayın organını işgal etmesinin ardından yarım milyon insanın sokaklara dökülmesiyle Spartakistler tarafından Berlin’de devrim koşullarının olgunlaştığı düşünülür. Rosa Luxemburg yeterince hazırlık yapılmadığını, isyanın zamansız olduğunu düşünür, ancak böyle bir atılımın ardından geri çekilmenin çok daha ağır bir maliyeti olacağı bilincindedir.


Karşı-devrim kazanır, yeni düzen kitle hareketinin bastırılması üzerine kurulacaktır. 15 Ocak günü gizlendikleri yerden, sosyal demokrat yöneticilerin tam desteğini almış olan paramiliter güçlerden oluşan Freikorps tarafından alınır Rosa ile Karl, karargâh haline getirilmiş Eden Oteli’ne götürülürler. Rosa bilincini yitirene kadar dövülür sonra da başına sıkılan bir mermiyle öldürülüp kanala atılır. Liebknecht de önce dövülüp, ensesine bir kurşunla öldürülür. Devasa ve sessiz bir törenle uğurlanır iki devrimci. Liebknecht’in yanındaki mezar boş bırakılır, ancak üç ay sonra bulunacak Rosa’nın bedeni için.

İçkin Bir Lirizm
Rosa Luxemburg’u hatırlamak; kısa vadeli hafızanın, hazır düşüncenin ve gelip geçiciliğin her alandaki tahakkümüne karşı fikriyatının ve değerlerinin güncelliğini vurgulamak için fazlasıyla neden var. Yahudi ve engelli bir kadın olarak Alman Sosyal Demokrasisinin erkek kardeşliği içinde zekâsı ve cüretkârlığıyla kendine yer açması, reformizme karşı yürüttüğü ve kurucu bir nitelik kazanmış olan tartışması, seçim odaklı ve pasifleşmiş bir parti aygıtı karşısında kitlelerin eyleminin gücüne atfettiği stratejik önem, Birinci Dünya Savaşı’na karşı tutum alan bir avuç enternasyonalist devrimciden biri oluşu gibi. Bunların yanı sıra siyasal iktisat ve toplumsal örgütlenme alanda emperyalizm, militarizm ve ilkel toplumlar konularındaki çalışmalarını da zikretmek gerekir.
Fakat onu ezilenlerin göğünde parıltısını hiç yitirmeyecek bir yıldız haline getiren başlıca bir sebep de, yukarıdaki mektup fragmanından da tanık olduğumuz, bitkilere, hayvanlara, insanlığa, kısacası her türden canlıya karşı duyduğu dizginsiz sevgi, sınırsız şefkat duygusudur. “Dünyada nerede bulutlar, kuşlar ve insan gözyaşları varsa, ben oradayım…” Ve bunu hiç şüphesiz özel yaşamında aşka ayırdığı yerle birlikte düşünmek gerekir. Bilhassa mektuplarında ama yer yer de siyasi yazılarında karşımıza apansız çıkan şiirselliğin ardında yatan da bu yoğun hissiyat yüküdür, kendini doğayla bütün hissetme ve onun her türden coşkusunun da ıstırabının da bir parçası, bir yoldaşı olarak algılama halidir. Bacakları karıncalar tarafından yenmekte olan bok böceğinin görüntüsü karşısında duyduğu dehşet veya hapishanede kırbaç darbeleri altında sırtı parçalanmış mandayla kurduğu ilişkide bunu son derece çarpıcı biçimde görürüz:

Sırtı kan içinde olanın o kara yüzündeki, o kara gözlerindeki ifade ağlayan bir çocuğun ifadesiydi; tıpkı, nedenini, nasıl kurtulacağını bilmeden öldüresiye dövülmüş bir çocuk gibiydi. Hayvanların karşısında durdum, hayvan bana baktı; gözlerimden yaşlar boşaldı; aslında onun gözyaşlarıydı.

Bu şiirselliği siyasal yazılarında da bulmak mümkün. Bu konudaki en çarpıcı örneklerden biri ölümünden bir gün önce,  Berlin’deki Spartakist ayaklanmanın bastırılışı üzerine yazdığı yazının finalidir:

“Berlin’de düzen hüküm sürüyor!” Sizi budala zaptiyeler! Kum üzerine kurulu sizin “düzeniniz”. Devrim daha yarın olmadan “zincir şakırtıları içinde yine doğrulacaktır!” ve sizleri dehşet içinde bırakıp, trampet sesleri arasında şunu bildirecektir: “Vardım, Varım, Var olacağım!”

Marx’ın yakın arkadaşı Friedrich Freiligrath’ın dizeleriyle harmanladığı ve henüz yeni kurulmuş olan Alman Komünist Partisi’nin gazetesi Die Rote Fahne’de yayınlanan bu cümleler Rosa’nın kaleminden çıkan son kelimelerdir. Bizlere ulaşan son sözleridir. Kendi ölümünden habersiz biçimde, bu düzeyde lirik bir veda, herhalde az kişiye nasip olmuştur.
Edebiyata ve şiire son derece düşkün olduğunu biliyoruz Rosa Luxemburg’un, ama bu konudaki teşebbüslerinden geriye, bilebildiğimiz kadarıyla bir metin kalmamıştır. Ancak yine mektuplarından bu konuda tasarılarının olduğunu ve bilhassa siyasal metinlerde düz bir anlatım biçiminin kendisine yetmediğini, içindeki yaratıcılığın kendini dışavurmaya can attığını görebiliyoruz. Yoldaşı ve sevgilisi Leo Jogiches’e 19 Nisan 1899 tarihli mektubunda şöyle yazar:

Uzun süredir ne hissediyorum biliyor musun? İçimde bir şey kıpırdıyor, dışarı çıkmak istiyor. Zihinsel bir şey […] Telaşlanma; gene şiir ya da roman değil. Hayır, bir tanem; hissettiğim şey beynimin içinde. Gücümün onda birini, hatta yüzde birini bile kullanmadığımı hissediyorum. Yazdıklarımdan hiç hoşnut değilim […]. Beni doyumsuzluğa iten, yazılarımın biçimi. “İç”imde bütün kuralları ve kalıpları hiçe sayan yepyeni, özgün bir biçim olgunlaşıyor. Düşüncelerin gücü ve güçlü bir inanç onları yıkıyor. İnsanları bir gök gürültüsü gibi etkilemek, konuşarak değil, görüşümün derinliğiyle, inancımın gücüyle, anlatımımın keskinliğiyle beyinlerini ateşlemek istiyorum.

SPD'nin parti okulunda ders veren Rosa Luxemburg (solda ayakta) öğrencileriyle, 1907. 

Proleter Kültür ve Marksist Estetik
Spartakist liderin sanatla ilişkisi, şiirsel anlatımı ve yetenekli bir ressam olarak cezaevinde çizdiği resimlerle sınırlı değildir. Tıpkı Marx ve Engels, Lenin ve Troçki gibi iyi bir edebiyat okuru ve eleştirmenidir. Goethe, Shakespeare, Tolstoy, Dostoyevski tutkuyla bağlı olduğu yazarlardır. Yine mektupları içinde edebi eserlere çok sayıda gönderme ve değini bulunmakla birlikte bütünlüklü analizleri çok daha sınırlıdır. Esasen üç metinden söz etmek mümkün. Bunlardan biri, doğrudan estetik eleştirisiyle değil, Marksizmin durumuyla alakalıdır.
1903 tarihli “Marksizmin Duraklaması ve İlerlemesi” başlıklı metin, Kapital’in üçüncü cildinin yayınlanmasının ardından Marksist kuramsal çalışmalardaki duraklamanın nedenlerini tartışırken proleter kültür meselesini de ele alır. Rosa Luxemburg’a göre her şeyden mahrum olan proletarya, burjuvazinin aksine içinde yaşadığı toplumun çerçevesi içinde kaldığı takdirde bir entelektüel kültür yaratmaktan acizdir. Kapitalist üretim ilişkileri yerinde kaldığı sürece ancak bir burjuva kültürü söz konusu olabilir. Bu kültürün maddi içeriğini ve toplumsal temelini yaratan işçi sınıfı olmakla birlikte, ancak burjuva toplumu içindeki işlevini barışçıl biçimde yerine getirmesi için gerekli olduğu sürece onun bu kültürden istifade etmesine izin verilir. Dolayısıyla işçi sınıfı kendi sanatını ve bilimini ancak mevcut sınıfsal konumundan kurtulduğu takdirde yaratabilecektir Rosa’ya göre:

Bugün için yapabileceği ise burjuva kültürünü burjuva gericiliğinin vandallığına karşı korumak ve kültürün serbest gelişimi için gerekli toplumsal koşulları yaratmak. Bugünün toplumunda, ancak kendi kurtuluşunun mücadelesi için gerekli entelektüel silahları geliştirerek bu alanda aktif olabilir.

Bir Goethe’ye veya bir Schiller’e olan tüm hayranlığına karşın esas olarak Rosa’yı heyecanlandıran Rus edebiyatıdır. Doğrudan edebiyatla ilgili iki analizi de bu alandadır.
1915’ten 1918’e kadar hapishanede geçirdiği dönem boyunca Rus yazar Vladimir Korolenko’nun Çağdaşımın Tarihi başlıklı otobiyografik çalışmasını Rusçadan Almancaya çevirir. Die Rote Fahne’nin başyazarının yaşam öyküsünü kaleme alan Peter Nettl’a göre yayıncılarla yazışmalarından Rosa’nın modern Rus edebiyatı incelemelerinde bir boşluğu doldurmaya yardım etmeyi arzuladığı görülmektedir.[7] Bu çeviriye Breslau hapishanesinde Haziran 1918’de yazdığı “Korolenko’nun Yaşamı” başlığını taşıyan giriş kısmı, Rus edebiyatına ilişkin yoğunlaştırılmış bir değerlendirme teşkil eder. Rosa’ya göre yüzyıllar süren karanlığın ardından ulusal bilincin şekillenmesiyle birlikte Rus aydınların Batı’yla yakınlaşması sonucu Rus edebiyatı “Jüpiter’in başından doğan Minerva gibi parıltılı zırhıyla dikilir”. Temel karakteristiği ise Rus rejimine karşıtlık içinde, bir “mücadele ruhuyla” doğmuş olmasıdır. Tüm yaratıcılığını ve tinsel derinliğini buna borçludur. Fakat Rosa, yanlış anlamalardan kaçınmak için sözlerini netleştirir ve bu vesileyle, vaktinden önce, ileride sosyalist gerçekçilik adını alacak estetik sefalete karşı güçlü bir uyarıda bulunur:

Elbette Rus edebiyatını, kelimenin ilk anlamıyla, [siyasal] eğilimli bir sanat olarak tarif etmek veya tüm Rus şairlerini devrimci yahut en azından ilerici addetmekten daha yanlış bir şey olamaz. ‘Devrimci’ veya ‘ilerici’ gibi şemaların sanatta pek az önemi vardır.[8]

Bununla birlikte Dostoyevski’nin ve Tolstoy’un dinî mistisizmini ve gericiliğini yermekten geri kalmaz. Burada, Tolstoy’un toplumsal idealinin sosyalizm olduğunu, ve onun, ütopik sosyalizmin ustalarıyla karşılaştırılabilecek, “kendine rağmen” bir sosyalist olduğunu öne sürdüğü 1908 tarihli “Bir Toplumcu Düşünür Olarak Tolstoy” yazısıyla bir farklılaşma görmek mümkün, ki edebiyata doğrudan odaklanan diğer yazısı da budur.[9]
Ne var ki Rosa için iki yazarın metinlerinin kışkırtıcı ve özgürleştirici bir etkisi vardır okur üzerinde. Bunun nedeni yola çıkış noktalarının gerici olmaması, duygu ve düşüncelerinin statükoyu muhafaza etme arzusuna dayanmamasıdır:

Tam tersine, sımsıcak aşkları toplumsal adaletsizliğe verilecek en derin yanıttır […]. Gerçek sanatçı için, önerdiği toplumsal formül ikincil bir öneme sahiptir; belirleyici olan, sanatının kaynağı, harekete geçirici ruhudur.

İşte bu “yüksek ahlaki pathos” sayesinde Rus edebiyatı, çarlığın maddi sefaletinin oluşturduğu bu “devasa hapishanede, kendi tinsel özgürlük krallığını ve içinde nefes alıp entelektüel hayata katılabileceğimiz coşkun bir kültür yarattı”.[10]
Böylece sınırlı sayıdaki analiziyle birlikte Rosa Luxemburg, kaba bir belirlenimcilikten uzak; ideolojik yargılar çerçevesinde şekillenmiş bir sanat eleştirisinden fersah fersah ötede; sanatı, yaratıcılık ve tinsel etki gibi özgün kriterlerle kavramaya çalışan, kültürel olanın üretim ilişkileri karşısında göreli özerkliğini sezinlemiş bir Marksist estetik patikası açmıştır.

Avangard Sanat ve Spartakusbund
Birinci Dünya Savaşı’nın teşkil ettiği anlamsızlık, vahşet, kıtlık ve sefalet nasıl alt sınıflarda Rus, Alman, Macar devrimlerine yol açacak bir radikalleşmeyi tetiklediyse, yerleşmiş algı biçimlerini sarsmayı önüne koyan avangard sanat akımlarında da dolaysız bir siyasallaşmanın önünü açmıştır. Bu dönem için, özellikle de Almanya’daki varlıkları itibariyle ekspresyonizm ile Dada hareketinde yol ayrımlarının meydana geldiğini, ve bir kesim için devrimci bir angajmanın söz konusu olduğunu görebiliriz. Tristan Tzara’nın harekete kazandırdığı nihilist postür yerine daha somut politik hedefler öne çıkar. Dadacıların Berlin’deki çevresinin 1919 tarihli manifestosu yeni yönelimin bariz bir ifadesidir: “Dadaizm tüm yaratıcı ve entelektüel erkeklerin ve kadınların, radikal komünizmin temelinde enternasyonal bir devrimci birlik kurmalarını talep eder”. Arka arkaya bir dizi devrimci sanat kolektifi kurulur, manifestolar yayınlanır. Ressam George Grosz, foto-montaj teknikleriyle tanınacak olan John Heartfield ve yazar/yayıncı Wieland Herzfelde, Spartakusbund Aralık 1918’de Alman Komünist Partisi’ni (KPD) kurar kurmaz, partiye üye olarak kartlarını bizzat Rosa Luxemburg’un elinden teslim alırlar.[11]
Savaşla birlikte milliyetçi tınılarla sarmalanmış olan kabare kültürü, avangard hareketlerle birlikte biçim değiştirir ve toplumsal eleştiriye de alan açar. O sıralar Bertolt Brecht Münih kabarelerinde “Ölü Askerin Öyküsü”nü okur. Devrimci dalgayla beraber –hatta 1918-1919’un ilk dalgası sönümlenirken– komünistler için bir ajitasyon mekânı haline gelir kabareler. Berlin ve Münih, siyasal satirin öne çıktığı komünist kabarelerin doğuşuna tanık olur. Ajit-prop birliklerinin ve sokak tiyatrolarının bir örgütlenme aracı haline gelişinin temelinde de bu “kızıl kabareler” yatar.[12]
Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in katli, Alman Devrimi’ne gönül vermiş, işçi konseylerinin oluşmasından heyecan duymuş, savaştan ve sefaletten bezmiş her kesim için büyük bir darbe olur. Uzun soluklu mücadeleleri, adanmışlıkları ve SPD’nin emri altında, ilerideki faşist örgütlenmenin nüvesini oluşturan paramiliter gönüllü birlikler (Freikorps) tarafından vahşice öldürülmeleri, onları ilk günden itibaren, halkın gözünde birer martyr haline getirir. Spartakist önderlerin davasından veya kişiliğinden etkilenmiş, yahut bu trajik ölümleri karşısında kendilerine bir saygı gösterisinde bulunmak isteyen bir dizi sanatçı, eserlerinde bu iki devrimciyi anar.
Berlin Dada’nın kurucularından George Grosz, zaten bir KPD üyesidir ve Die Rote Fahne için, özellikle de iktidardaki SPD’yi yeren karikatürler çizmektedir. 1919’u Hatırla isimli resminde Luxemburg’un ve Liebknecht’in tabutları üzerinde gözleri kapalı ve alt tarafı kana dönüşmüş bir çeşit hayalet-yargıç yer alır.
Gençliğinde ekspresyonizme yakın olan Conrad Felixmüller de KPD üyesi aktif bir militandır. Dünyanın Üzerindeki İnsanlar (1919) resminde, Rosa ile Karl’ı dev bir yıldıza doğru yükselirken çizer.

Käthe Kollwitz, Liebknecht ailesinin talebi üzerine, Karl’ın bir resmini çizme görevini üzerine alır. Feminist ve solcu olan Kollwitz, Spartakist liderlerin cesaretinden –ve cenazelerinden– etkilenmekle birlikte, bir KPD taraftarı değildir. İki yıl boyunca çok sayıda eskiz çizdikten sonra eserini ağaç baskıyla gerçekleştirmeye karar verir ve Liebknecht’in cansız bedeninin önündeki insanların şaşkınlıkla karışık hüznünü işler.

Ekspresyonist olarak tanımlansa da kendisi bu tanımı benimsemeyen ressam ve heykeltıraş Max Beckmann ise, “Cehennem”in yeryüzündeki hallerini betimlediği on parçalık dizisinden bir resmi Rosa Luxemburg’a ayırır. Martyrdom (1919) isimli resimde, Luxemburg’u silahlı üniformalı ve sivil giyimli insanlar tarafından öldürülmeden önce taciz edilirken resmeder.

Hiç şüphesiz Rosa’yı (çoğu kez Liebknecht’le birlikte) anan eserler arasında, Brecht’in Rosa hakkındaki dizelerinin de dahil edilmesiyle Kurt Weill tarafından 1928’de bestelenmiş (ve yıllar sonra David Bowie tarafından kısmen uyarlanmış) “Berliner Requiem”i; psikiyatr ve yazar Alfred Döblin’in üç ciltlik Kasım 1918 isimli yapıtının “Karl ve Rosa” başlıklı son cildini; tiyatro yazarı Erwin Piscator’un Birinci Dünya Savaşı’ndan başlayıp Spartakist ayaklanmanın bastırılışını işlediği oyunu Her Şeye Rağmen’i (1925) –sahne tasarımını Heartfield yapmıştır– burada zikretmek gerekir. Özellikle 1960’lı yıllardan itibaren, Rosa’nın mücadelesini, özgürlükçü soluğunu ve elbette kadın kimliğinin önemini kavramaya daha yatkın koşulların oluşmasıyla birlikte çeşitli mecralar (tiyatro, şiir, enstalasyon, roman, sergi, fresk, çizgi roman, film) üzerinden temsil edildiği, anıldığı, güncelleştirildiği çok sayıda esere, çalışmaya tanık oluruz.

Alman sosyal demokrasisinin iflasını ele aldığı 1916 broşüründe, ilerlemeci iyimserliğe kendini teslim eden edilgen bir siyasetin karşısına, tehdit bilincine ağırlık veren uyarısıyla çıkar Rosa Luxemburg: Ya sosyalizm ya barbarlık! Bu parola, kapitalist medeniyetin derinleştirdiği iklim kriziyle birlikte her geçen gün daha da güncellik kazanıyor. Rosa, yaşamı ve mücadelesiyle, geçtiğimiz yüzyılın kandan ve ateşten harabeleri arasından bize seslenmeye devam ediyor: aşkla, kavgayla, şiirle.



11 Ocak 2020 Cumartesi

Muhafaza’kar’ siyasetin depremi

'Pınar Demircan'

Etimolojik olarak muhafaza eden, mevcut şartları koruyan, gelenekselci ya da  yeniliğe ve değişime karşı manasında kullanılan  Muhafazakar kelimesi  değişime kapalı sağ siyaseti temsilen de kullanılır. Ancak neoliberal düzende sağ siyaset neo-sağ olurken, bu kelime de önceliğini ifşa eder. Zira muhafaza edilen geleneksel düşünce falan değil, Kanal İstanbul ile de bir tekrarını yaşamakta olduğumuz üzere devşirilen kardır, ranttır…



Başlangıçta Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin Türkiye açısından dezavantaj yaratıyormuş gibi gösterilmesi ve uysal Boğaz kıyılarının  şahlanıp gemilere çarpmasıyla“ihtiyaç” olarak gündeme getirilen projenin temel amacı son haftalarda iyice anlaşıldı.  Kuşkusuz bu gerçeğin keşfinde teyakkuza geçen sivil toplumun  İstanbul’da Büyükşehir yerel yönetimini yanında bulmasının ve proje alanındaki  tapu kayıtlarının el değiştirdiğinin öğrenilmesinin payı  büyük. Bunu en çok, akabinde Istanbul Büyükşehir Belediyesi’nin yetki kapsamına getirilen sınırlamadan anlıyoruz. Böylece  çok sesliliğin, farklı siyasi partilerin iş süreçlerinde birlikte görev almasının şeffaflığın sağlanmasındaki önemi bir kez daha tecrübeyle sabitlendi. Fakat, o başka bir yazının konusu, bu yazıda muhafazakarlığın yıkıcılık potansiyeline bakacağız.

Ekoloji ve çevre konularındaki uzmanların, bilim insanlarının  projenin etkisine dair hararetle yaptıkları uyarılar her fırtınada denizin Karadeniz Sahil Yolu’nu  yutmasıyla anlaşılan raddeye gelmemeli.  Zira  yurt toprağını seven, onu ata yadigarı belleyen kimsenin su kaynaklarının kirletilmesine, su havzasının geri dönüşü olmayan şekilde tahrip edilmesine, bitki örtüsünün, biyoçeşitliliğin, hayvan türlerinin 136 milyon karelik orman ve tarım alanıyla beraber yok edilmesine katlanması, sessiz kalması  mümkün değil.

Günde 11 ton dinamit

Bilim insanlarının uyarılarına en son Yüksek Çevre Mühendislerinin uyarıları da eklendi. Buna  göre  kanalın açılması için günde 11 ton dinamit kullanılacak ve  proje süresi olan 5 yıl boyunca her gün  kullanılan dinamitin kümülatif yıkım gücü   20 bin tonluk (20 Kiloton)  etkiye tekabül edecek. Bununla birlikte uzmanlara göre mesele 11 kilometre mesafeden Kuzey Anadolu Fay Hattı’nın, 30 kilometre mesafeden Çınarcık Fay Hattı’nın geçmesi nedeniyle olası bir depremde kanalın iki yakası arasındaki yardım faaliyetlerinin yapılamaması/aksaması söz konusu olacak. Ayrıca uzmanlar yalnızca deprem riskine değil, kanalın açılması halinde Trakya bölgesinin zemininin killi volkanik yapısının durdurulması zor heyelan ve göçüklere yol açabileceğine de dikkat çekmekte.
Öte yandan  İstanbul depremine yönelik hazırlıkların yapılmayışını en son 2 ay önce bütçenin yetersizliğiyle açıklamış olan hükümet yetkilileri  Kanal İstanbul’un yapılması için “gerekirse hazineden karşılarız” diyerek kararlı olduklarını topluma göstermeye çalışıyor. Tarihe not düşülmesi için ben buradan net şekilde soruyorum: Depreme yönelik binaların hatta okul binalarının  güçlendirme çalışmalarının hazinede bütçe olmadığı için yapılamayacağını söyleyen siyasi iktidarın temsilcileri, şimdi Kanal İstanbul’un yapılması için Hazine’nin devreye gireceğini söylüyor öyle mi?
Normal şartlarda bir deprem, doğal afet meydana geldiği zaman, misal Marmara depremi , Düzce Depremi, Van depremleriyle de hatırlanırsa devlet maddi manevi imkanlarını seferber eder, medyadan dramatik mesajlar verilir, siyasetçiler bölgeye gider, deprem çadırları ziyaret edilir vs. Neticede yürekleri yakan bir dert hasıl olmuştur, telafisine çalışılır. Peki eğer Kanal İstanbul için dinamitler insan eliyle patlatıldığında  deprem, heyelan meydana gelirse vebali kim olacak? Bilim insanlarının uyarılarının reddi de fıtrata mı bağlanacak?

Ya kanal ya memleket

17 yıllık  nüfuzunun  ekonomik alt yapısını  inşaat projelerine dayandıran siyasi iktidarın yeni pay dağıtmak için pasta bulma çabasında olduğu ortada. Zira  genel işsizlik , ekonomi sorunlarını bırakın çözmeyi sorunun kaynağıyken kendi içinde de depremler yaşanmakta belli ki. Zira başka türlü  en basitinden enflasyon daha ne kadar hissedilen enflasyonun beşte biri olarak %11 gösterilebilir ki? Sanki Tanıl Bora’nın derlemesiyle inşaatın rant dağıtımından korporatizme uzanan ekonomi- politik gücün  hicvedildiği “İnşaat Ya Resullulah” dergisini okumanın tam zamanı…Özetle Kanal İstanbul’un yapılmasındaki sertlik ve ısrar  göze alınan yıkımla birlikte düşünüldüğünde yapılamayacak Kanal’ın bir başka doğal yıkım sürecini başlatacağını öngörmek çok zor değil. Fakat aksi Trakya’ya, Çanakkale’ye  doğru yeni kanal ve inşaat projelerinin de  habercisi olur ki bu noktada yeni sloganı tekrar etmeli Ya kanal ya İstanbul değil,  hakikaten Memleket…
Yeşil Gazete


8 Ocak 2020 Çarşamba

Kenevir

Kenevir (latCannabis) veya kendirCannabaceae familyasına ait tek yıllık, çift çenekli ve otsu bir bitki cinsidir. Bitkiler 50 cm'den 3 m'ye kadar büyüyebilmektedir. Cinsin gövde kısımı dik ve içi boş olup üzerleri dikenimsi tüylerden dolayı pürtüklüdür. Bitki cinsi eşeylidir ve bitkiler erkek ve dişi olmak üzere ikiye ayrılır. Erkek bitki polen üretirken dişi bitki çiçeklenir ve bazı türlerde yüksek oranda tetrahidrokannabinol ihtiva eder.[2] Tozlaşma rüzgar vasıtasıyla gerçekleşir.[3] Tartışmalı olsa da cins çoğunlukla farklı fiziksel ve kimyasal özelliklere sahip Cannabis indicaCannabis sativa ve Cannabis ruderalis olmak üzere üç türe ayrılır.
Bitkinin anavatanı Orta Asya ve Hint altkıtası olmasına rağmen günümüzde ılıman ve tropik bölgelerin çoğunda yetişir ve kültürü yapılır.[4] Büyük ihtimalle yetiştirilmeye ve ıslah edilmeye başlanan ilk bitkilerden biri olan kenevir, tarih boyunca bitkisel hammadde kaynağı ve keyif verici madde olarak kullanılmıştır.[5] Bitkinin saplarında bulunan lifler, iplik, dokuma ve kumaş yapımında, hamurlu kısmı ise kâğıt yapımında kullanılmaktadır. Ayrıca kenevir tohumlarından elde edilen kenevir yağı (esrar yağı ile karıştırılmamalıdır) ve kenevir proteini de gıda olarak kullanım alanlarına sahiptir.[6] Dişi bitkilerin doğada Temmuz-Ağustos aylarında açan soluk yeşilimsi renkli çiçekleri ve tohum yataklarından ise esrar elde edilmektedir.

Endüstriyel kullanım

Cinsin yağ ve lif eldesi gibi endüstriyel amaçlarla yetiştirilen türü Cannabis sativa'dır, ancak bu amaçla yetiştirilen bitkiler normal C. sativa'ya kıyasla çok düşük miktarlarda THC içermesi ve olabildiğince çok tohum ve lif üretmesi için özel olarak ıslah edilmişlerdir. Bu tür sert, çalımsı, içi boş gövdeli, ince ve uzun yapraklı, dioik ve tek yıllıktır. Lifleri dayanıklı ve oldukça uzundur. Liflerde lignin maddesi biriktiğinde esneklik özelliği azalır. Bu lifler, kaba dokumacılıkta (çuval, halat çanta, ağ yapımı gibi) kullanılır. Tohumu ise oldukça yağlı olması açısından yakıt ve oldukça besleyici olması açısından da gıda olarak kullanılmaktadır. Sabun yapımı ve boya yapımında da tohumlarından yararlanılır. Tohumları kuşların en sevdiği besinlerden biridir.
Kenevirin endüstri için Türkiye'de yetiştirildiği yerler Kastamonu, Samsun, Kocaeli, Adana, Amasya, Kayseri, Sivas, İzmir ve Kütahya'dır. Buna ek olarak Antakya'da da yasadışı olarak ekimi yapılmaktadır.

Keyif verici ve tıbbi kullanım

Esrar eldesinde ise hem Cannabis indica hem de C. sativa kullanılabilir ve günümüzde elde edilen esrar çoğunlukla bu iki türün çaprazlanması sonucunda elde edilmiş bitkilerden gelmektedir. Kenevirden elde edilen esrar maddesi, dişi bitkilerin çiçek ve tohum yataklarından ve bu bölgelerin etrafında bulunan yapraklardan elde edilir ve bu madde daha sonra kubartoz esrar veya kubar yağı yapmak için işlenebilir. Esrar maddesi keyif verici olarak kullanılabilmekle birlikte bazı tıbbi kullanım alanları da bulunmaktadır.
Dişi bitkinin yetiştirilmesi için Tarım ve Orman Bakanlığından izin alınması gerekmektedir. Erkek bitki çiçeklenmediğinden ötürü esrar elde etmek amacıyla kullanılamazken, yetiştirmek için izin gerekli olup olmadığı kanunda tam olarak belirtilmemiştir.
Diğer bir tür olan Cannabis ruderalis'in, düşük oranlarda THC içerdiğinden ve lifsiz ve küçük olduğundan ötürü her hangi bir endüstriyel veya ekonomik kullanım alanı yoktur ve Avrupa'da yabani olarak yetişmektedir.

Yasal durum

Kenevir bitkisi, 1930'larda ABD'de çıkarılan "Marihuana Vergi Yasası" ile yetiştirilmesine engeller getirildikten sonra adım adım tüm dünyada yasaklanmıştır. Yasaklamanın bilimsel açıdan çok, ekonomik ve siyasi çıkar gruplarınca yapıldığı düşünülmektedir. Kenevir kağıt ve lif üretiminde, petrol yan sanayi ürünü olan sentetik lifler dünya çapında yaygınlaşmadan önce bütün dünyada lif kaynağı olarak kullanılmıştır. Keneviri yasaklamada önderlik eden çıkar çevrelerinin aynı zamanda da petrol ve ilaç endüstrisiyle bağlantılı olduğu düşünülmektedir. Dişi kenevirin yasaklanması için neden olarak gösterilen ve esrar olarak da adlandırılan bitkinin goncalı üst kısımlarında yoğun olarak tetrahidrokannabinol (THC) bulunur ve maddenin tıbbi kullanımlarının olduğunu gösteren bilimsel dergilerde yayınlanmış birçok araştırma vardır.

Yasallaşma süreci

Günümüzde kenevirin endüstriyel olarak yetiştirilmesi dünyanın çoğu ülkesinde yasaldır. Buna ek olarak esrarın ve esrar türevi ilaçların tıbbi olarak kullanımı da hızla yasallaştırılmaktadır. Buna rağmen keyif verici ve eğlence amacıyla esrar kullanımı dünyadaki çoğu ülkede yasadışı kalmaya devam etmektedir. Günümüzde UruguayGürcistanGüneyAfrika ve ABD'nin AlaskaMaineColoradoMassachusettsMichiganNevadaOregonVermontKaliforniya eyaletleri ile Washington DC şehri keyif verici olarak esrar kullanımının yasal olduğu ülke ve bölgeleri oluşturmaktadır. Kanada'da da kenevirin keyif verici olarak yetiştirilmesi, işlenmesi ve satışı 7 Haziran 2018'de yasallaşmış ve bu kanun 17 Ekim 2018 tarihinde yürürlüğe girmiştir. İspanya ve Hollanda'da ise esrar tüketimi ve satışı yasal olmamasına rağmen madde dekriminalize edildiğinden dolayı esrarın keyif verici olarak kullanım ve satışına lisanlı özel işletmelerde belli bir limite kadar izin verilmektedir.
Vikipedi 
https://tr.wikipedia.org

Galeri

@guvenislamoglu #Kenevir
İklim değişikliğini durdurmak için yeşil örtüyü artırmak karbon emilimini hızlandırmak lazım. Kenevir en hızlı yolu.
Çok hızlı büyüyor ve O2 kapasitesi de çok yüksek.
Yüzlerce iş kolunda kullanılan bir bitki.