Translate

Özgürlük etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Özgürlük etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Aralık 2022 Cumartesi

Sivil İtaatsizlik "civil disobedience"

Bugün üzerinde çok tartışılan sivil itaatsizlik kavramının bir çok tanımı yapılmıştır. Bu tanımlardan en tipik olanı, dar tanım olarak da ifade edilen Fleish’ın tanımıdır: “Sivil İtaatsizlik devlet gücünün üçüncü kişilerce de açıkça görülebilir ve anlaşılabilir derecede, haksız olarak duyumsanan bir edimine karşı, kaba güç kullanmadan ve kamuya açık olarak gerçekleştirilen bir protesto eylemidir. Bu eylem dikkate değer bir siyasi ahlaki motivasyondan kaynaklanır, en azından bir adet suç — uygun bir hukuk ihlalini içerir ve norm ihlalinin hukuki sonuçlarına katlanmaya hazır bulunmak tutumunu taşır.” Bu tutum sivil itaatsizliğin öncüleri olarak nitelenen insanların (Socrates, Mahatma Gandhi, Martin Luther King) düşünce ve eylemlerinde de önemli bir yer tutmaktaydı.

Sivil itaatsizlik kavramı için yapılan diğer iki modern tanımlama ise şu şekilde ifade edilmektedir;

  • “Şu ya da bir ölçüde adil ilişkilerin hüküm sürdüğü demokratik bir sistemde ortaya çıkan ciddi haksızlıklara karşı, yasal imkanların tükendiği bir noktada, son bir çare olarak başvurulan, anayasa ya da toplumsal sözleşmede ifadesini bulan, ortak adalet anlayışını temel alan, şiddeti reddeden, yasa dışı politik bir edimdir.”
  • “Hukuk devleti idesinin içerdiği üstün değerler uğruna, kamuya açık ve yasaya aykırı olarak gerçekleştirilen, bu sırada üçüncü kişilerin hakkını çiğnemeyen, barışçıl bir protesto eylemidir.”

    Sivil İtaatsizliğin Unsurları

    1. Yasaya Aykırılık
    Sivil itaatsizlik haksız bir uygulamaya karşı bütün yasal yollar denendikten sonra girişilen “yasa dışı” bir eylemdir. Ancak yasa dışı eyleme girişmek ilke olarak yasa dışı örgütlenmeyi ya da eylemi savunmak anlamına gelmez. Sivil itaatsizlik toplumsal sözleşmenin çiğnenmesinden duyulan kaygıyı dile getirmek için başvurulan bir tepki türüdür. Bu anlamıyla sivil itaatsizlik yaşadışı ancak “meşru” bir eylem olarak değerlendirilir.

    Sivil itaatsizlik, doğrudan veya dolaylı olarak ortaya konulabilir. Doğrudan sivil itaatsizlikte, söz konusu pozitif hukuk normuna, bir düzenlemeyi çiğneyerek yapılan bir protesto eylemi iken; dolaylı yapılan sivil itaatsizlikte, karşı çekilen hukuk kuralı ile protesto eylemi aynı değildir. İlgili pozitif hukuk metnine aykırı davranılmaksızın bir protesto eylemi söz konusudur.

    2. Kamuya Açıklık
    Sivil İtaatsizlik kamuya açık aleni bir eylemdir; sivil itaatsizlik kavramının en önemli unsurlarından biri kamuya açıklıktır. Sivil itaatsizlik vicdanlarda yatan bir adalet, bir hakkaniyet duygusuna çağre niteliğinde olduğundan, kamuya açıklık vasfı aranmaktadır. Sadece olaydan mağdur olanın değil “her insanın böyle bir olguya karşı tepki duyması gerektiği” öngörüsünden hareket etmektedir. Kişisel çıkar arayışlarının ötesinde, aynı durumdaki herkes için adalete yönelik bir çözüm arayışı olan sivil itaatsizlik bu yönüyle kamusallığını da ortaya koymaktadır.

    Dogrudan sivil itaatsizlikte, söz konusu pozitif hukuk normuna, bu kuralın getirdigi düzenlemeyi çigneyerek yapılan bir protesto eylemi ile karsı çıkıs söz konusudur. Bu duruma örnek olarak, ülkemizde frekans ve yayın yapmaya iliskin yasal düzenleme yapılmadan önceki özel radyo ve televizyon yayınlarını gösterebiliriz.

    Dolaylı sivil itaatsizlikte ise, karsı çıkılan hukuk kuralı ile protesto eylemi aynı degildir. .İlgili pozitif hukuk metnine aykırı davranılmaksızın bir protesto eylemi söz konusudur. Örnegin, uluslararası bir askeri anlasma geregi yerlestirilen uzun menzilli füzelerin kaldırılması için girisilen bir protesto eyleminde, bu anlasma metninin çignenmesi mümkün olmadıgından, konuya kamuoyunun dikkatini çekecek, baska bir protesto yapılabilir. Gandi’nin pasif direnis tutumu da dolaylı protestonun tipik örneklerinden biridir.

    3. Hesaplanabilirlik
    Bir sivil itaatsizlik eylemi gerçekleştirilmeden önce eylemin hedefi ve nasıl gerçekleştirileceği baştan açıklanır. Eylemin gidişatının ve ortaya çıkardığı sonuçların eylemin başından söylenenlere uygun olması gerekir. Eylemcinin, eylemin başında söyledikleri ile eylem sırasında yaşananların farklı olması, gerçekleştirilen eylemin bir sivil itaatsizlik eylemi olarak sunulmasını güçleştirir.

    4. Şiddetsizlik
    Sivil itaatsizlik şiddet kullanımını dışlayan bir eylemdir; şiddet kullanımı diğer protesto biçimlerini sivil itaatsizlikten ayıran en temel özelliklerden birisidir. Sivil itaatsizlik şiddetsiz olmalıdır. Şiddet şiddeti doğurmakta ve çoğunlukla da tırmanmaktadır. Sivil itaatsiz, kendisine karşı şiddeti haklı kılacak ve çoğaltacak bir şiddet kullanımına girmekten kaçınarak, şiddete maruz kalmayı tercih eden bir bilinç düzeyine sahiptir.

    Diğer yandan, eylemin yapısı gereği, az da olsa ortaya bir hareketlilik çıkıyorsa: bunun sivil itaatsizlik eylemi olup olmadığının en önemli ölçütü, üçüncü şahısların hak ve özgürlüklerinin çiğnenip çiğnenmediğidir. Eğer üçüncü şahısların hak ve özgürlükleri ihlâl ediliyorsa eylem bir sivil itaatsizlik eylemi olmaktan çıkar. Çünkü sivil itaatsizlik çoğunluğa yapılan bir çağır, bir mesajdır.

    5. Sivil İtaatsizlik Hukuk Devleti Düşüncesine Dayalı Siyasi ve Ahlâki Bir Yönelimdir

    Sivil itaatsizlik, “Hukuk sisteminin içinde aksayan bir kurala karşı çıkmıştır.” Dolayısıyla, sistemin bütününe yönelik genel bir kabul söz konusudur. Sivil itaatsizlik, toplumsal durum karşısında, yasaya aykırı davranışa zorunlu kılacak, vicdani bir duygu-düşünce sürecidir. Bu vicdani süreç kişiyi sivil itaatsizliğe götüren süreçtir. Asıl alan, karşı çıkılan ya da istenen şeylerde ortaklıktır. Düşünsel düzeyde genel bir örtüşmenin değil, kısmi bir çakışmanın varlığı yeterlidir. İdeolojik birliktelikler sivil itaatsizlik kavramının ve eyleminin ruhuna aykırıdır.

    6. Yaptırıma Katlanma
    Sivil itaatsizlik çiğnenen pozitif hukuk normunun yaptırımına katlanma tutumunu gerektiren bir eylemdir; bu tür bir eyleme katılanlar, bu protesto eylemiyle ihlâl ettikleri yasanın yaptırımlarına katlanmayı göze almaktadırlar. Yaptırımlara katlanma “hukuksal düzene” duyulan bağlılık ve güvenin bir göstergesidir. Ancak litaratürde hukuki sorumluluk konusunda farklı görüşler bulunmaktadır. Bazı teorisyenler hukuki sorumluluğu üstlenmenin eylemcilerin samimiyetlerinin ifadesi olarak değerlendirmekte ve eylemin çağrı etkisini güçlendireceği gerekçesiyle hukuki sorumluluğun üstlenilmesi gerektiği görüşündedir. Bazı teorisyenler ise meşru düzeyde girişilen bir eylemden dolayı cezalandırmayı kabul etmenin doğru olmadığı görüşünü savunagelmektedir. Şiddet içermeme unsurunda olduğu gibi, bu katlanmak tutumu da, sivil itaatsizliği, diğer protesto çeşitlerinden ayırmaktadır.

    Şiddetsizlik Merkezi

  • 23 Aralık 2022 Cuma

    Şebnem Korur Fincancı SAVUNMA

    Brecht: "Nasıl bir zamanda yaşıyoruz ki, suskunlukla geçiştirilen pek çok suçu içinde barındırdığı için ağaçlardan söz etmek neredeyse suç sayılıyor” Savunma Tamamı

    16 Ocak 2021 Cumartesi

    Rosa’yı hatırlamak

     Rosa Luxemburg, 15 Ocak 1919’da Berlin’de   öldürüldü. Sosyalizme katkılarını hatırlamaya   devam edeceğiz... Sosyalizmin tarihinde Rosa   Luxemburg gibi keskin bir teorik zekâ ile   etkileyici söz söyleme sanatını bir araya getiren   bir politikacıyı bulmak zordur. Neredeyse her   gün yazdığı gazete makaleleri, parti ve sendika   toplantılarındaki konuşmaları, mektupları ve   teorik yazıları bunun göstergesi.

    Luxemburg aynı zamanda önemli bir direniş sembolüdür. Sosyalist yazılarına hapishaneden devam etti ve daha sonra Nazizm’e katılan sağcı askerler tarafından acımasızca öldürülmeden önce, 1918-19’un devrimci altüst oluşuna kısa, fakat parlak bir şekilde müdahale etti. Bugün farklı nedenlerle anılmaktadır: devrimci ayaklanmaya verdiği destekten iddia edilegelen barışçılığına, bitkiler ve hayvanlara duyduğu sevgiye ve sıklıkla, özgürlüğün her zaman “farklı düşünenin özgürlüğü” olduğuna dair ısrarına kadar.

    Bugünün kriz dünyasında, ana akım sosyal demokrasi yok oluyor ve aşırı sağ yükseliyorken, soldaki pek çok insanın böylesine tutkulu bir sosyalistin bizi politik yönelimsizliğimizden çekip çıkarması için vermeyeceği hiçbir şey yoktur. Ve hiç şüphesiz Rosa Luxemburg sosyalist teori ve pratiğin bir sembolü olmaya devam etmektedir.

    Onu ölümünün yüzüncü yıldönümünde anarken, geçmişe aşırı sentimental bir bakış sıklıkla bizi geleceğimizi kavramaktan alıkoyar. Eğer insanlık yaklaşmakta olan ekolojik ve ekonomik krizlerden ve bunların sebebi olan kapitalist sistemin altında kalmadan çıkmak istiyorsa, geçmişi romantikleştirmeye daha az zaman harcamalı ve daha çok ondan ne öğrenebileceğimize odaklanmalıyız.

    Zamanının ürünü

    Luxemburg’u en iyi hayatı ve yaptığı işler anlatıyor: yazdı, okudu, çeşitli dilleri konuşuyordu, yirmi altı yaşında doktorasını tamamladı, bir dizi sosyalist yayın organı ve parti kurdu. Onun hayatı, ancak, Almanya’da yüzyılın sonundaki işçi hareketi ve Sosyal Demokrat Parti’nin (SPD) tepesinde olması bağlamında anlaşılabilir. Diğer önemli entelektüeller ve politikacılarla hararetli tartışmalara girişti; Clara Zetkin gibi kadınlar her zaman onun yakın müttefiki oldu.

    Luxemburg, işçi sınıfının zaferinin ufukta olduğuna sıkı sıkıya inanan bir sosyalist kitle kültürü içinde yetişti. 1914’ten sonra, SPD -Alman kitleleriyle birlikte- kapitalizmi yıkma hedefini terk ederek 1. Dünya Savaşı’nda ana vatanın hizmetine koşmaya karar verdiğinde bile, Luxemburg demirden inancını korudu. Rusya’daki 1905 ve 1917 devrimleri Luxemburg için politik dönüşümün hala mümkün olduğunun “kanıtı”ydı.

    Bu cinsten sarsılmaz devrimci inancı zamanımızda hayal etmek zor, özellikle her ocak ayında onun ölümünü yağmurlu ve ilham vermeyen gösterilerle andığımızı düşününce veya bugünün parti ve sendikalarını Luxemburg’un zamanındakilerle karşılaştırınca. Uzun süren bir refah devleti uzlaşması, onu takip eden (ve sosyal demokrat partiler tarafından getirilen) neoliberal deregülasyon, işçi sınıfını görünüşte kamusal söylemden silmiş gözüküyor. En geç 1989’dan beri, aklı başında hiç kimse, Luxemburg’un sosyalizmin zaferinin kaçınılmaz olduğuna dair güvenini gerçekten paylaşamaz.

    Onun yerine, yeniden başlamak zorundayız ve yaşadığımız mahalleler ve işyerlerimizde köklenmiş (kapitalizme her dönemeçte meydan okumaya muktedir) kitlevi bir sosyalist hareketi yeniden hayal etmeliyiz. 1. Dünya Savaşı’ndan önceki Sosyal Demokrasi’yi taklit ederek bunu yapamayız. Ancak, Luxemburg bize, kendisinin ölümünden yüzyıl sonra bile, sosyalist yöntem hakkında birkaç şeyi kesinlikle öğretebilir.

    Çelişkilerle düşünmek

    Rosa Luxemburg’un Marksist teoriye eşsiz hakimiyetiyle yürüttüğü keskin analizi hem biricik hem de etkileyicidir. Ancak, onu ya da onun içinde yaşadığı zamanı kopya etme teşebbüsü sadece başarısızlıkla sonuçlanacağı için, modern sol bir şehide iyi manada söylenmiş övücü ağıtlarla kaybedilmiş bir geçmişin sessiz melankolisi arasında bir yerde salınıp duruyor. Bazen de (ne yazık ki), Rosa posterlerde veya omuz çantalarındaki ikon olarak kendini gösteriyor.

    Bu bir talihsizlik, çünkü Luxemburg ilginç bir tarihten çok daha fazlasını sunabilir. Onun eserleri günümüz için en azından iki belirleyici içgörüyü açığa çıkarır. Birincisi, “günümüz kapitalist ekonomisinin acımasızlığı ve deliliği” olduğu gibi duruyor ve hem doğal kaynakların hem de insanın işgücünün altını, yani aynı ekonominin temellerini, oymaya devam ediyor.

    Üretimi dönüştürme ihtiyacı hala duruyor, halledilmedi ve eli kulağındaki çevresel felaket yüzünden daha da kötüleşti. Ama, kapitalizm kapitalist olmayan mekânlara ve yaşam alanlarına doğru genişlerken kendi ömrünü de uzatıyor. Yani, illâ kendi kendine yok olmayacak. Aslında, emekçi halk, farklı ve daha iyi bir toplumu getirmek için siyasal müdahalede bulunmak zorunda.

    Luxemburg’un gözünde bu politik müdahale eğitimi ve deneyimden öğrenmeyi gerektiriyordu. Her protesto, hatta başarısız olanlar bile, yeni ve daha başarılı hareketler yaratmaya yardımcı olabilir. SPD’nin parti okulu içindeki en popüler hocalarından biri olarak işte bu ruh haliyle görev yaptı, parti üyelerini gerçek dünyadaki gelişmeleri anlamaları için donatmak gerektiğinden emin olarak. Bu anlamda, onun gelecekteki sosyalistler için en önemli mirası formüller ve yasalar olarak yazılmış olan sosyalist teori ve politikanın ne olduğu değil, ama daha çok toplumu nasıl anlayacağımız ve nasıl dönüştüreceğimizdi.

    Özellikle de kapitalist pazarların, ulus ötesi şirketlerin, bankaların ve onların krizleri insanlığı felaketin içine atıyorken, bu aktörlerin ve sistemlerin tam da nasıl işlediklerini anlamak siyasal strateji için elzemdir. Örneğin, Luxemburg militarizmle sömürgecilik arasındaki ilişkilere çok yakın bir dikkat gösterdi. Eğer bugün aramızda olsaydı, bize, Çin’in sanayi politikası üzerine istatistiklerinin hepsini incelememizi ve onları Alman ve Amerikan karşılıklarıyla kıyaslamamızı isterdi. Eğer Luxemburg’un istediği gibi olsaydı, her sosyalist, Batı’nın Suriye’den çekilmesiyle eş zamanlı olarak kendi sınırlarını mültecilere karşı kuvvetlendirmesi arasındaki ilişkiyi açıklayabilecekti.

    Farklı hükümetleri “iyi’’ ya da “kötü” olarak gruplandırmak için kullanılan ama aslında bu rejimlerin nasıl işlediklerini anlamakta büyük ölçüde bir işe yaramayan, “Trumpizm” ya da “popülizm” gibi içi boş sloganları parçalarına ayırarak yırtıp atardı. “Post-politik çağ” retoriğine, ekonomik çıkarlar, üretici güçlerin gelişmesi, krizler ve kopuşların birbirleri arasındaki bağlantıları incelikle yeniden inşa ederek ve onlardan hangi hükümet biçimlerinin çıkacağını göstererek karşılık verirdi.

    Ama, kendi örgütlerinin, işçi sınıfının partileri ve sendikalarının da keskin bir eleştirmeniydi. Onları, genellikle, zamanın zorluklarına ve politik depremlerine esnek olmayan ve bürokratik karşılıklar verdikleri için eleştirirdi. Bugün, Sol’un protestoya -nerede kaldı ki politik şiddete- uzaklığı çok daha derin. İlan ettiğimiz savaşların hemen hepsi doğası itibariyle savunmacı.

    Rus Devrimi’nden sonra Kitle Grevi üzerine serin kanlı ama militan bir broşür yazan Luxemburg, farklı bir tarzda hareket etti. Rusya’daki olaylardan dersler çıkararak, bir grevi irade ile var etmenin ya da durdurmanın imkânsız olduğu sonucuna vardı. Bu konuda, kitle grevi hakkında onun sadece kullanılacak bir araç, bir teknik mesele olduğu anarşist anlayışından yana olan zamanın Almanya’sındaki tartışmanın iki tarafına da muhalefet etti. Kitle grevlerinin nesnel kaynaklarını keşfetmekle ve siyasal amaçları elde etmekte sundukları potansiyeli kullanmakla daha çok ilgiliydi.

    Bugün onun içgörüsü hakkında düşünerek, Fransa’daki Sarı Yelekliler hareketiyle hemen ilişkilenebiliriz. Kasabalı alt orta sınıfların bu protestoları Fransız toplumunu sarstı. (Henüz) sendikalar ve diğer politik örgütler tarafından temsil edilmiyor olmaları sosyalist politikaya dair önemli sorular ortaya atıyor: bu örgütler bu protestoları nasıl destekleyebilirler ve onları uzak-erimli dönüşümler için nasıl kullanabilirler.

    Bugünkü durumda, Luxemburg sosyal tavizlere, sendikaların “aman ürkütmeyelim” yaklaşımına muhalefet eder ve onlara işe koyulmaları çağrısında bulunurdu. Onun gözünde kitlelerin kendiliğindenliği her zaman çok önemli idiyse de işçilerin örgütlerinin daha önceki ve yıllar süren ve sonunda gücü elde edebilecekleri, “iğneyle kuyu kazma çalışması” ile yan yana gitmiyorsa hiçbir şey değildi. Biri olmadan diğerini elde edemezsin.

    Devrimci reel-politik

    Luxemburg’un devrimci politikasının Nasıl’ını, işte bu çelişkilerle düşünmek tanımlar. Liderlik ve kendiliğindenliğin birbirlerini dışlamaktan çok birbirlerinin koşulu olduğu onun düşüncesinin çekirdek unsurudur. Bir yandan eş zamanlı olarak uzun dönemli bir demokratik sosyalizm hedefine odaklanmışken, emekçi halkın yaşam koşullarında gerçek iyileşmelere yol açacak reformlara verdiği destek için de bu doğrudur; Rosa’nın “devrimci reel-politik” diye tarif ettiği bir dengeleme hareketi.

    Marksist külliyatın pek çok unsuru gibi, bu formülasyon da sol politikanın boş bir ifadesine indirgendi ve bu nedenle de Luxemburg’un kendisinin çok daha canlı olan düşüncesinin tam karşıtı olarak durur. O, formülasyonun kendisinden çok bizzat pratiği ile ilgileniyordu; bilhassa da kapitalizmin kriz anlarını anlamaya ve kullanmaya yetkin olanların pratiği. Hükümette hizmet etmenin günlük işlerini yapmanın gerçek siyasal gücü elde etmek hedefini engelleyeceğinden korkuyordu. Sol, nihayetinde apolitik olan pratik gereklilik mantığına fazlasıyla bağımlı kaldı.

    Ama şimdi bile, görünürde yenilmiş, post-politik çağımızda bile, ortalık karışmaya başladı: teknokratik yönetişim biçimleri kendi kendilerini tükettiler. Kahramanlık mitlerini politik alana otoriter güç biçiminde geri koyarak, politik sağ da bu tükenmeden yararlanıyor; çoğunlukla güçlü erkeklerin ellerinde. Bir zamanlar “tarihin sonu”nu ilan eden Francis Fukuyama bile sosyalizmin geri gelmesini istiyor.

    Ve gerçekten de demokratik sosyalistler pek çok ülkede siyasal sahnede yerlerini alıyorlar. Yeni bir neslin, daha yaşlı ve daha önce marjinalleştirilmiş solcularla beraber sosyalizmi keşfediyor olması bir tesadüf ya da şans değil, yakın dönemdeki politik protesto dalgalarının bir sonucu. Ama, “iğneyle kuyu kazma işi” ve yeni sol kanat kahramanların eğitilmesi, büyük ölçüde, çocukluk aşamasındadır. Bize kuvvet verebilecek olan şey, Luxemburg’da olduğu gibi, kitlelerin her günkü bilincinin, üretmeye ve yaşamaya dair vizyoner yeni bir fikirle bağlantısını kuracak canlı ve dünyalı bir dildir.

    Luxemburg’un analizi ve hümanist dokunaklılığı çığır açıcıdır, aynen politik eğitim ve örgütlenme anlayışı gibi. Çağımızın bir dahaki krizi için bir değil pek çok Rosa Luxemburg’lara (kadın ve erkek, genç ve yaşlı, siyah ve beyaz ve dünyanın her köşesinde) ihtiyacımız var. Onun kuşağının başlattığı ve sonuç olarak kaybettiği sosyalizm mücadelesi hala her zamanki kadar güncel. Eğer bizim kuşağımız bayrağı yerden kaldırmazsa, insanlığın bir daha şansı olmayabilir.


    Ines Schwerdtner: Yazar, siyasal analist e podcast halbzehn.fm’in eş sunucusudur. Berlin’de yaşamaktadır.Almanca orijinalinden İngilizceye çeviren Loren BalhornJacobin’in katkıda bulunan editörlerindendir ve Bhaskar Sunkara ile birlikte, Jacobin: Die Anthologie’nin (Suhrkamp, 2018) eş editörüdür.



    11 Eylül 2020 Cuma

    Ankara Gar Katliamı 10 Ekim 2015

    "Bu Katliam, Neredeyse Her Türlü Koşulu/İklimi Sağlanmış Bir Katliam"
    10 Ekim Ankara Katliamı Davası Avukat Komisyonu Üyesi İlke Işık ile Söyleşi

    10 Ekim’de siz de miting alanındaydınız. Yaşananlara tanık olmak, olayın kendisine, iddianameye ve dava sürecine bakışınızı da etkilemiş olmalı. Ama önce bir “barış” mitingine neden gerek duyuldu diye sorayım.

    Unutuyoruz aslında! 2015’te ne oldu bu memlekette? Biz neler yaşadık? Neyin içinden geçiyorduk? Çözüm süreci olarak adlandırılan ve bir süredir insanların ölmediği dönem sona erdirilmiş, bitirilmişti. Yeniden silahların ve savaşın konuşulduğu, insanların öldüğü bir yere doğru gidiyorduk. Temmuz’da Suruç Katliamı yaşanmıştı. Memleketin dört yanında IŞİD denilen tehlike dolaşıyordu. İşte o noktada, kitle örgütleri ve sendikalar bir miting yaparak “barış talebini” tekrar dillendirmek istedi.

    Gelelim o güne.

    On binlerce, belki yüz binlerce insan, hayatını “10 Ekim’den Önce” ve “10 Ekim’den Sonra” diye ayırıyor. Sadece orada olanlar değil, gelemeyenler, yetişemeyenler, televizyonlarını açıp bir mitingde katliam olduğunu öğrenenler için de durum bu. Korkunç bir şey!

    Patlamalar, on binlerce insanın bir arada olduğu mitingin başında gerçekleşti. Biz ne olduğunu anlamaya çalıştığımız kısa bir ânın ardından herkes gibi bir şeyler yapmaya çalıştık. Ama yapamadık! Yaralılara yardım etmek yerine gaz bombalarıyla, çevik kuvvetle, TOMA, akrep denen araçlarla alana girmek gibi akıl almaz şeyler yapanları gördük, dehşetin devamını yaşadık. Ama çok kıymetli ve hâlâ devam eden bir şeye de tanıklık ettik: O gün orada başlayan dayanışma! Bir patlama olduğunu anlıyorsunuz. Tahmin ettiğinizden çok daha vahim bir tablo… İnsanların öldüğünü, yerde ağır yaralılar olduğunu fark ediyorsunuz. Bir iki dakika bile geçmeden sağ kalanlar, yaralananlara yardım etmeye çalıştı. Bu, kolay tarif edilebilecek bir şey değil! Daha kendinize bile gelemeden yardıma koşuyorsunuz. Benim unutmadığım şeylerden biridir: pankartlar sedye yapıldı. En acil durumdakiler, ses araçları ile hastaneye yetiştirildi. Alandaki sağlıkçılar insanüstü bir çabayla yaralılara müdahale etti. Onlar olmasaydı, belki çok daha fazla arkadaşımızı kaybedecektik. Çok hızlı örgütlenmiş bir dayanışmaydı ve halen devam ediyor. Hukuk alanını takip etmek için de, birbirimizle dayanışarak yaralarımızı sarmak, “yola devam edeceğiz ve hesabını soracağız” demek için de devam ediyor.

    Davayı konuşmaya iddianameden başlayalım. Nasıl bir iddianame ile karşı karşıyayız?

    Katliamın hemen ardından bir soruşturma başlattılar ama çok kötü bir olay yeri inceleme yaptılar, delilleri toplamadılar. Hatta kararttılar, şüphelilerin kaçmasına izin verdiler.

    Savcılık sekiz ay boyunca, “gizlilik kararı verdim bakamazsınız. Siz benim hazırlığımı bekleyin” dedi. Sekiz ay sonra çıkan iddianame, felaket bir iddianameydi. Oysa dava açıldığında Ankara 4. Ağır Ceza Mahkemesi “ülkenin en büyük katliamı” diye ifade etti.

    Ülkenin en büyük katliamının iddianamesi, çok kötü hazırlanmış bir soruşturmanın sonucu. Her açıdan baştan savma, yetersiz ve eksik. Çünkü, sadece sanıklarla ilgili kurulmuş bir iddianame: 36 sanığı buluyor, katliamı “bunlar gerçekleştirdi” diyor. Sanıklardan dördü yargılama sırasında tutuklandı, toplam on dokuz kişi tutuklu. Geri kalanlar ise firari!

    Yunus Durmaz isimli katliam planlayıcısının evinde ele geçen dijital materyallerle oluşturulmuş, tamamen Yunus Durmaz’ın belgelerine dayanan iddianame, “hangi sanık hangi işi yapmıştır, bu sanıklar arasındaki ilişki nedir, Gaziantep yapılanması kimlerden oluşmaktadır, en tepesindeki kimdir, IŞİD’in Türkiye yapılanması neyin nesidir?” gibi basit sorulara bile yanıt vermiyor. Buna cevap vermediği gibi, “peki bu katliam nasıl gerçekleşti, başka sorumlu var mıdır?” sorularını da içermiyor. Bu kadar ağır sonuçları olan bir katliam için siz sadece “bu sanıkları buldum, bunlardan ibaret bir dava açtım” diyemezsiniz. Bu işi, bu kadar baştan savma yapamazsınız!

    Ama yaptılar ve iddianameye, gaz kullanan çevik kuvvet polisi, sağlık önlemlerini yerine getirmeyen il sağlık müdürlüğü yetkilileri dahil, hiçbir kamu görevlisini dahil etmediler. Bize söyledikleri; hiçbir kamu görevlisinin hiçbir sorumluluğu olmadığı idi. Biz ise yargılama boyunca, gerçeğin iddianamedekilerden ibaret olmadığını anlatmaya çalıştık. Avukat dayanışması olarak şu soruları sorduk: Bu sanıkların başka dosyaları var mı? Daha önce suç işlemişler mi? IŞİD ile ne zaman ilişkilenmişler? Bütün bunları bilmemiz lazım! Kim bu Yunus Durmaz? Kim bu Halil İbrahim Durgun? Kim bu bombacıları getiren araca eskortluk eden Yakup Şahin? Bütün bu soruları sormamız gerekiyordu. Savcı hiçbirini sormamıştı.

    Sordukça, bu adamların haklarında defalarca dava açıldığını, takip edilen, bilinen kişiler olduklarını görmeye başladık. İlgili dosyaları getirtmek için ciddi bir mücadele yürüttük. Mücadele diyorum, çünkü bu dosyaların çoğunluğu Gaziantep’teydi ve Gaziantep Ağır Ceza Mahkemeleri, dosyaları ısrarla göndermedi. Biz gidip aldık, araştırdık. Çıkan sonuç vahimdi!

    Ne vardı dosyaların içinde?

    Dosyalar, sanıkların hemen hepsinin 2012’den beri izlendiğini gösteriyor. Daha ortada IŞİD yok, El Kaide var. Yani ta El Kaide döneminden beri izlendikleri, takip edildikleri ve bu örgütlenmeyi ısrarla ve aralıksız sürdürdükleri anlaşılıyor.

    IŞİD dosyalarının en önemli isimlerinden biri Yunus Durmaz 2009’da Afganistan’a gidiyor, El Kaide kamplarında eğitim alıyor. Türkiye’ye döndükten sonra hep teknik takip altındaymış demek ki!

    Dönüşünde Atatürk Havalimanı’nda yakalanıyor. Fakat birkaç soru sorup bırakıyorlar. Yunus Durmaz, bir kere bile gözaltına alınmamış. Sürekli izlenmiş, varlığı bilinmiş fakat hakkında tek bir gözaltı kararı verilmemiş. Emniyete girmişliği yok. Kimse -usulen de olsa- ifadesini almayı düşünmemiş.

    Dosyaya intikal etmeyen bir Mülkiye Müfettişleri Raporu var. İddianameden çok daha fazla şey söyleyen ama dava dosyasına dahil edilmeyen rapor. 

    Katliamın hemen arkasından İçişleri Bakanlığı, Ankara Emniyet Müdürlüğü hakkında bir soruşturma başlatıyor. Soruşturma için görevlendirilen üç müfettiş, polis yetkililerinin tek tek ifadesini alıyor. İfadesi alınanlar arasında Ankara emniyet müdürü var, müdür yardımcıları var, güvenlik şube müdürleri var, istihbarat şube müdürleri var, TEM amirleri var. Ayrıca başka sorular da soruyor müfettişler; delilleri istiyor, toplu tabloyu anlatmalarını talep ediyorlar. Bu mitingle ilgili nasıl bir hazırlık ve planlama yaptıklarını, aldıkları ve almadıkları önlemleri öğrenmek istiyorlar. Dokuz klasörlük bir rapor hazırlıyorlar ve sonuç kısmında da “Ankara Emniyet Müdürlüğü yetkilileri hakkında soruşturma açılmalıdır çünkü gereken önlemleri almamışlardır” diyorlar.

    Sonra…

    Rapor Ankara Valiliği’nin önüne geliyor ve valilik, soruşturma açılmasına gerek görmüyor. Kararın usulen Savcılığa da gitmesi gerekiyor. Dosya Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na gidiyor. Savcı aynı gün Ankara Valiliği’nin kararına katıldığını ifade ediyor. İşte tablo bu!

    Sadece Ankara emniyet müdürü, güvenlik şube müdürü, müdür yardımcıları, emniyet müdür yardımcıları, TEM amirlerinin bir kısmı görevlerinden alınıyor. Ama haklarında açılmış tek bir soruşturma ya da dava yok.

    Raporda kritik başlıklar neler?

    Rapor hızla sonuçlandırılmış ve çok kapsamlı bir rapor. Birkaç noktayı vurguluyor ki, bunlar önemli: 10 Ekim gününe kadar, hatta 10 Ekim günü bile Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne gelmiş altmıştan fazla istihbarat var. Bu istihbarat, ülkenin dört bir yanından geliyor ve ısrarla diyor ki; “bazı kişiler var, bunlar canlı bomba olabilir”. İçlerinde Ankara katliamının bombacısı Yunus Emre Alagöz de var.

    IŞİD’in eylem yapabileceği, bir hazırlık içinde olduğuna dair sürekli istihbarat geliyor. Hepsi bir silsile halinde Emniyet Müdürlüğü’ne ulaşıyor. Ama asıl çok çarpıcı bir istihbarat var. Son derece net! Katliamın sadece gününü ve saatini vermemiş ama demiş ki, IŞİD’in miting gibi kalabalık yerlerde birden fazla canlı bomba ile eylem yapabileceğine dair güçlü istihbarat almış bulunuyoruz. Bunun için gereğinin yapılmasını iletiyoruz.

    Tarih, 14 Eylül 2015! Yani 10 Ekim’den -neredeyse- bir ay önce. Bu istihbarat neden önemli? Çünkü, kısa bir süre sonra 10 Ekim Barış Mitingi Düzenleme Komitesi, Ankara Valiliği’ne başvuru yapıyor. Düşünün, elinizde böyle bir istihbarat var ve önünüze bir miting başvurusu geliyor. Ama siz bu istihbaratı hiçbir şekilde değerlendirmiyor, tertip komitesine bilgi vermiyorsunuz! Sadece şöyle görüşmeler var; rahat olun biz her şeyi planlıyoruz.

    Yanlış anımsamıyorsam, 10 Ekim Mitingi’nden bir ay kadar önce Teröre Karşı Mücadele Yürüyüşü yapılıyor. O dönemin hükümetine yakın sendikaların ve kitle örgütlerinin düzenlediği bir yürüyüş bu. Orada görevlendirilmiş polis sayısı ile 10 Ekim Barış Mitingi için görevlendirilmiş polis sayısını karşılaştırma şansınız oldu mu?

    Oldu. Mülkiye müfettişleri, miting planlamasını istemişler ve sormuşlar; kaç polis görevlendirdiniz, nerede görevlendirdiniz, bunların pozisyonu nedir? Ankara Emniyeti de bütün görevli polislerin sayısını vermiş: 2.044… Müfettişler bunun üzerine kıyaslama yapabilmek için diğer mitinglerde görevlendirilen polis sayısını öğrenmek istemişler. Ellerine, Teröre Karşı Mücadele Yürüyüşü’nde görevlendirilen polis sayısı gelmiş. Küsuratı belki yanlış anımsıyorumdur ama 4.046 polis görevlendirilmiş o yürüyüş için.

    10 Ekim’dekinin iki katı.

    Evet… Bu bize şunu söylüyor; bir ay önce yapılan mitinge göre daha az önlem almışsın! Üstelik 10 Ekim Barış Mitingi, daha önce saydığımız tehditlerin olduğu, olası bir IŞİD saldırısının hedefindeki miting. Bunun tek bir açıklaması olabilir; önlem almak yerine, o canlı bombaların alana girebilmesi için gerekli her koşulu sağlamışsınız.

    Bu kadar tehdit altında, bu kadar çok yurttaşın gar meydanına akmasını göze alıyorsanız, hiç kimseyi uyarmıyorsanız, bu mitingin yapılmasına engel olmuyorsanız, devlet olarak gereğini yapmak zorundasınız! Kitleyi, gar noktasında arayabilirlerdi. Daha önceki mitinglerde yapmamışlar, ısrarla bunu söylüyorlar. Ama bu sefer elinizde istihbarat var. Dolayısıyla, IŞİD’in bu mitingde bir şey yapabileceğini öngörmeli ve gar meydanında da arama yapmalıydınız. Kaldı ki, 13 Eylül’deki mitingde toplanma noktasında yapılmış arama! Sadece bu da değil. Bir gece önce yol araması da yapmıyor Ankara Emniyeti. Bunun da hiçbir açıklaması yok. Daha önce yapıyorsun, daha sonra yapıyorsun, ama 9 Ekim gecesini 10 Ekim’e bağlayan aralıkta yol araması yapmıyorsun!

    Canlı bombalar Ankara’ya Halil İbrahim Durgun’un kullandığı araba ile geliyor. Yakup Şahin’in kullandığı araç ise önden gidip eskortluk yapıyor. Halil İbrahim Durgun’un arabasında iki canlı bomba var; biri Suriyeli, diğeri ise Suruç bombacısının kardeşi Yunus Emre Alagöz. Bu kişi terör nitelikli kayıp şahıs olarak aranmakta ve kardeşi Suruç’ta kendisini patlatmış. Üstelik Ankara Emniyeti’ne gelmiş bir istihbarat var, Yunus Emre Alagöz’ün de canlı bomba olabileceğine dair. Arabaları kullananlar, yani Halil İbrahim Durgun ve Yakup Şahin çok büyük olasılıkla teknik takipteler. İlaveten Yakup Şahin, yola çıktıktan sonra iki kez polis çevirmesine yakalanıyor. Arabasında uyuşturucu var. Buna rağmen gözaltı yapılmıyor. Halil İbrahim Durgun’un arabasının camları ise -yasak olmasına rağmen- siyah filmle kaplı. O da durdurulmuyor. Bu iki araç hiçbir engelle karşılaşmadan Ankara’ya geliyor. Bombacılar önce bir taksiye, sonra ondan inip bir başkasına binerek Gar’a geliyor. Hiç mi bir MOBESE görüntüsü yok bütün bu olan bitene dair?

    Var; olmayan, arama… Tek bir arama yok, tek bir takılma, tek bir engelleme… Sözünü ettiğiniz Ceyhan’daki aramayı, biz mahkemeye sordurduk. “Yakup Şahin böyle bir ifade veriyor, bunu araştırmanız gerek,” dedik. Ceyhan Emniyeti arama yaptığını reddetti. Oysa Yakup Şahin’in ifadesi var. Hatta Halil İbrahim Durgun’a “Çevirmeden nasıl geçtin?” diye soruyor. Durgun’un yanıtı, “Karıştırma o işleri, geçtik bir şekilde,” oluyor.

    Savcılığın hiç üzerinde durmadığı önemli noktalardan biri bu! Mahkeme -bizim ısrarımızla- bir kez sordu ama üzerine gitmedi. Koca bir muamma! Biliyoruz ki; Yakup Şahin’in oradaki görevi, olası bir çevirmeye karşı Halil İbrahim Durgun’a haber vermek.

    Ceyhan’dan sonra bir daha hiçbir çevirme ile karşılaşmıyorlar. İki araç da Ankara’ya, sabaha karşı Gölbaşı tarafından giriyor. Yakup Şahin kent merkezine kadar gidiyor. Tekrar Gölbaşı’na dönüyor ve Halil İbrahim Durgun’a çevirme olmadığını söylüyor.

    Duruşmada ifade veren yaralılar, aileler ve mitinge katılmak üzere Ankara dışından gelenler de tek bir kez bile çevirme ile karşılaşmadıklarını ısrarla vurguladılar. Oysa biliriz, Emniyet, miting katılımcılarını yolda defalarca kez durdurur. Neredeyse gelenekselleşmiş bir uygulamadır bu. Ancak o gün mitinge katılmaya gelen kimsede “üst baş araması, araç araması, kimlik kontrolü yapıldı öyküsü” yok. İnanılmaz bir rahatlıkla Kızılay Meydanı’nı geçerek gelen otobüsler var. Ankara’da Kızılay Meydanı’na otobüs giremez! Zaten bunun dosyada somut belgesi de var. Ankara Emniyet Müdürlüğü yol aramasını 9 Ekim’i 10 Ekim’e bağlayan gece durduruyor. Yol aramalarını neden durdurduklarını sorduk.

    Yanıt verildi mi?

    Hayır, hiçbir yanıt verilmedi. Suç duyurusunda bulunduk, işleme koymadılar. Mahkemeye -ısrarla- bu polisleri çağırıp dinlemek zorunda olduğunu söyledik. 14 Eylül tarihli istihbaratı gizlediğini söyleyen polis var, “Ben ilgili yerlere iletmedim, gerek duymadım,” diye itiraf ediyor zaten! İstihbaratı gizliyor, yol aramasına engel oluyor. Ankara İstihbarat Şube Müdürü Cihangir Ulusoy’un “Biz IŞİD’in bu mitingde eylem yapacağını hiç düşünmedik,” diye beyanı var. İstihbarat Şube’nin başındasınız ve bunu söylüyorsunuz: “IŞİD bugüne kadar hep HDP kitlesini hedef aldı. Hep HDP’lilerin olduğu yerlere saldırdı. Bu mitingin tertip komitesinde HDP olmadığı için IŞİD’in saldırmayacağını düşündük.” Bu, insan aklıyla alay etmektir!

    Diyelim kabul ettik. HDP’nin bu mitinge katılacağına dair beyanatı var. Mahkemede 10 Ekim Barış Mitingi Tertip Komitesi’ni dinlettik. Komite, heyet önünde, Selahattin Demirtaş ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun bu mitinge katılmasını beklediklerini söyledi. Yani Tertip Komitesi toplantılarda bu duruma ilişkin özel önlem alınması gereğini de hatırlatıyor. Kaldı ki, İstihbarat şube müdürü olarak sen böyle bir şey diyemezsin. IŞİD bu mitinge saldırmayacak diye kefil olmuşsan, o zaman korkunç bir suçla karşı karşıyayız demektir!

    Türkiye’deki en kıyıcı eylemleri örgütlemiş olan IŞİD hücresi Gaziantep’te. Peki Gaziantep Emniyeti ne yapmış?

    IŞİD Gaziantep hücresi bu ülkede beş katliam yaptı. HDP Diyarbakır Mitingi ile başlayan, ne yazık ki Ankara Katliamı’ndan sonra da Gaziantep Düğün Katliamı ile süren tam beş katliamda bu hücrenin imzası var.

    Bu işin Gaziantep ayağını konuşmadan, dosyadaki sanıklardan nasıl bahsedebiliriz? Bunların nasıl örgütlendiği sorusuna birilerinin cevap vermesi gerekiyor. Tonlarca amonyum nitrat nasıl temin edilebilir? Bombaların içine yerleştirilen binlerce demir bilye nasıl bu kadar kolay bulunabilir? Katliamdan sonra basılan hücre evlerinden gördük ki, evler birer cephanelik; silah, mermi, canlı bomba yeleği dikmek için kumaşlar, terzi malzemeleri… Belli ki illegal bir hayat sürmüyorlar. Gaziantep’te kimse onlara ne yaptıklarını sormuyor. Son derece rahatlar, serbestçe dolaşıyorlar. Gaziantep onların yeri, onların şehri.

    Telefonları dinlenmiyor mu?

    Dinleniyor. Emniyet, bu adamların kim olduğunu gayet iyi biliyor. Bizim sanıklardan yola çıkarak bulduğumuz çok şey oldu: Mesela Gaziantep’teki Genç Ensar Derneği… Polisler, derneğe operasyon düzenliyor. “Dernek El Kaide’yi, IŞİD’i örgütlüyor” diyor. Derneğin önünde fizikî takip, fotoğraf çekimleri, telefon dinlemeler… hepsini yapıyorlar.

    Genç Ensar Derneği’ne gelenler zaten Yunus Durmaz, Ahmet Güneş, Erman Ekici, Nusret Yılmaz. Bunlar bizim dosyamızdaki isimler; bir kısmı hükümlü, bir kısmı firari ya da ölmüş. Dahası dosyada, bir kroki var; Yunus Durmaz’ın evinin işaretlendiği kroki. Şöyle bilgiler gördük dosyada; “Nusret Yılmaz, şimdi Yunus Durmaz’ın evine örgütsel görüşme yapmak için gidiyor.” Yunus Durmaz’ın evini biliyorsun, bir buçuk yıl boyunca izliyorsun, dinliyorsun… Gözaltına almıyorsun.

    O halde biz de şu soruyu sorarız: Bu katliamı Yunus Durmaz örgütlediyse ve sen onu 2014 yılına kadar izlediysen, örgütsel faaliyetini tespit etmiş olmana rağmen yakalamadıysan, aksine katliam planlayıcısının gezmesine izin verdiysen, o zaman buna izin veren Emniyet Genel Müdürlüğü, İçişleri Bakanlığı, Gaziantep Valiliği, Gaziantep Emniyeti, TEM şube müdürleri; hepsi katliamlardan sorumludur.

    Mahkeme aşamasında başka bilgilere de ulaştınız mı?

    Yargılama 7 Kasım 2016’da başladı. İlk duruşmada sanık ifadeleri alındı. Sanıkların neredeyse hepsi birbirini Genç Ensar’dan tanıyordu. Bu çıktı ortaya. On dokuz tutuklu sanıktan ancak dördü ya da beşi bunu dememiş. Dikkatimizi çekti: Nedir bu Genç Ensar Derneği? Ne zaman kurulmuş, hâlâ faaliyette mi diye soralım, öğrenelim istedik. Dernekler Masası bir soruşturma yürütmüş mü? Dernek kapatılmış mı? Sanıkların sorgularını yapalım, başka suçları da var mı, aranmışlar mı? Haklarında iletişim tespiti kararı var mıdır? Mahkemeler iletişim tespit kararı almışsa, onları isteyelim. Ceyhan Emniyet Müdürlüğü’nün yaptığı çevirme tutanaklarını, hücre evlerinin, depoların civarındaki MOBESE kayıtlarını isteyelim. Bunlar gibi pek çok talep… Savcının araştırma yapmadığı hususlar. İlk taleplerimizden biri, dernekler oldu. Gaziantep Valiliği ve Gaziantep Emniyeti ısrarla bu derneklerin faaliyetlerine ilişkin sorularımıza cevap vermedi. Oysa son derece somut ve kolay bir talepti: Dernek kayıtlarına bakacaksın ve iki tane belge göndereceksin. Sonunda Gaziantep Valiliği, Gaziantep Emniyet Müdürlüğü aracılığı ile bize dedi ki; Genç Ensar Derneği ile ilgili yapılmış hiçbir idari/adli işlem yoktur.

    Hiçbir inceleme, hiçbir soruşturma yapılmamış. Bir noktayı daha bildirdiler; dernek bir genel kurul yapmış ve kendisini feshetmiş. Genel kurul tarihi ne? 10 Ekim 2015! İnsan gerçekten dehşete kapılıyor. Katliamı yaptıkları gün, genel kurul düzenleyip “dernek amacına ulaşmıştır, kapatalım” diye mi düşündüler acaba? Büyük final!

    Hazırunda imzası olanlardan Ahmet Güneş, bizim dosyamızın firari sanığı. Ahmet Güneş’in orada imzasının olduğunu görünce, mahkemeye bu şahsın o tarihte yakalanıp yakalanmadığını bir kez daha sorduk. Çünkü Ahmet Güneş, Gaziantep örgütlenmesinde Yunus Durmaz kadar önemli bir isim. Lakabı “hoca” ve çok uzun bir süredir IŞİD örgütlenmesinde çalışıyor, Genç Ensar Derneği’nde eğitim veriyor. Ayrıca Suriye’de verdiği silahlı eğitimler de var. İşte bu Ahmet Güneş, Gaziantep’te bir trafik çevirmesine takılıyor. Aracında yapılan aramada, birçok IŞİD malzemesi bulununca gözaltına alınıyor, nöbetçi mahkeme tarafından tutuklanıyor. Yargılama başlıyor. Yargılama devam ederken, çevirme sırasında bulunan dijital materyaller çözümleniyor ve Ahmet Güneş’in bizzat yaptığı bir infazın görüntüsüne ulaşılıyor. O kadar net ki görüntüler! Ama hakkında böylesine önemli belge/delil olan biri, sadece altı ay tutuklu kalıyor ve tahliye ediliyor. Şimdi birilerinin bunu sorması gerekiyor; Ahmet Güneş, neden tahliye edildi? Bizim dosyamızda neden hâlâ firari sanık?

    Siz Ahmet Güneş’i yakaladınız ve tahliye ettiniz. Ahmet Güneş tahliye edilmeseydi, muhtemelen bu katliam olmayacaktı. Çünkü Ahmet Güneş bu katliamı planlayan Gaziantep hücresinin beyin takımı içinde olan biri. Bitmedi. Ahmet Güneş’le ilgili ulaştığımız bir başka dosya daha var. 2017’de Hatay’da ele geçirilen canlı bomba yeleklerindeki parmak izleri gibi.   

    Bütün bunları öğrenince ne düşüneceğiz?

    Bütün bunlar, “öfkeli genç çocuklar” söyleminin sonucu! Hükümetin o dönemki politikasını düşündüğünüzde, hiç kimsenin IŞİD’e terör örgütü demediğini anımsayacaksınız. Özellikle Gaziantep ve Adıyaman’da, IŞİD’e ne bir hâkim dokunabilmiş ne bir savcı iddianame yazabilmiş, ne bir emniyet müdürü üzerine gidebilmiş ne sınırdaki polis mücadele edebilmiş. Çünkü siz IŞİD’e sonsuz müsamaha göstermişsiniz. Sonunda da Gaziantep’ten muazzam bir IŞİD örgütlenmesi çıkmış. Kent IŞİD’lilerin at oynattığı bir yer haline gelmiş.

    Kilis’ten İlhami Balı ile ilgili tapeler geldi. Biliyorsunuz ona “bir numara” deniyordu. Oysa bir numara filan değil, sınır sorumlusu. Sınırdaki subaylarla, komutanlarla görüşüyor, “geçemezsin, kafana sıkarım” diyor, kaçakçıları tehdit ediyor, kaçakçılık yapmalarını yasaklıyor. Açık ki, sınırları IŞİD kontrol ediyor.

    Canlı bombalar, IŞİD’e katılanlar, mühimmatlar o sınırlardan geçti. Eğer siz sınırların kontrolünü IŞİD’e bıraktıysanız, biz de bu canlı bombaların sınırdan nasıl geçtiğinin hesabını sorarız.

    Siz bütün bunları sordukça dava dosyası kaç klasör oldu?

    Çok! Elimizde daha günlerce anlatabileceğim kadar belge var. Tablo da hemen hemen ortada iken mahkeme ne yaptı biliyor musunuz? Duruşmayı bitirme eğilimi göstermeye başladı.  

    Esas hakkındaki mütalaa da iddianamenin neredeyse aynısı… Farkı; bir sanık -Erman Ekici- için daha fazla ceza istendi. Mahkeme heyeti, karar duruşması için, alelacele 2018 Temmuz sonuna gün verdi ve celseyi Sincan’a gönderdi. Yani 50 duruşma yaptığımız Ankara Adliyesi’nden davayı aldı, Sincan’a götürdü. “Yapmayın, adalet bunu göstermiyor, dosyanın kapsamı bu değil” dememize rağmen…

    Karar duruşması yapıldı. Şubat 2019’da da mahkeme gerekçeli kararı açıkladı. Nasıl bir karar yazılmış?

    10 Ekim Ankara Katliamı Davası gerekçeli kararı, 872 sayfalık bir metin. İddianame ve savcı mütalaası kopyalanarak hazırlanmış, katliamdaki sorumluluklara, toplanan delillere hiç değinmemiş, kılı kırk yararak bulduğumuz yeni delilleri es geçmiş bir karar… Yetmemiş, sanki hedef de şaşırtılmak istenmiş.

    Nasıl?

    Ankara 4. Ağır Ceza Mahkemesi, gerekçeli kararında; katliamın, 10 Ekim günü Ankara Garı’nda toplanan emek demokrasi güçlerine değil, devlete ve hatta siyasal iktidara karşı işlenmiş olduğunu söylemiş. Oysa biz başından beri IŞİD’in insanlığa karşı suç işleyen cihatçı barbar bir örgüt olduğunu vurguluyoruz. Ayrıca, yine başından beri devletin, siyasal iktidarın sorumluluğundan söz ediyoruz. Siyasal iktidarın örgüte dair her açıdan sergilediği müsamahalı tutum, sempati dolu açıklamalar, katliamların yarattığı kaos nedeniyle 2015 Kasım seçimlerini kazandıklarını bizzat kendilerinin ilan etmiş olması ve bundan sağlanan fayda… hepsi bilerek es geçilmiş. Devletin sorumluluğu âdeta örtülmek istenmiş kararda. Hüküm, başından beri ısrarla vurguladığımız “insanlığa karşı suç” yerine “anayasal düzeni ihlal” maddesi üzerinden kurulmuş. Oysa biliyoruz ki, IŞİD’in, IŞİD’lilerin, bu dosyadaki sanıkların anayasal düzen ve siyasal iktidarla bir sorunu yok. Tersine bu katliam, barış mitingi için toplanmış ülke muhalefetine karşı gerçekleştirilmiş ve neredeyse her türlü koşulu/iklimi sağlanmış bir katliam!

    Şu anda mahkeme firariler yönünden devam ediyor. Dolayısıyla Avukat Dayanışması olarak siz de iz sürmeye devam ediyorsunuz. Bu fasıldan ne umuyorsunuz peki?

    Dosyada 16 firari sanık var. Dosya onlar açısından tefrik edildi. Biz firariler açısından devam eden mahkeme sürecinde, devlet yetkililerinin sorumluluğunu daha da yüksek sesle söylemeye devam edeceğiz. Ahmet Güneş’in şu an firari olmasının sorumlusu Gaziantep’tir. İlhami Balı’nın, Edremit Türe’nin firari olmasının nedeni, zamanında gözaltına alınmamış olmalarıdır. Bu adamlar, yarın Türkiye’de yeniden bir işe giriştiklerinde, bunun sorumluluğu, zamanında bunu görmezden gelip önlem almayanlarda olacaktır. Örgütçü olanları belki bilerek yakalamadılar, belki de bilerek ellerinden kaçırdılar.

    Firariler açısından dava sürmekteyken hayli tuhaf bir şey oldu; Ankara Adliye'sinde asıl dosyaya ait 9 klasör bulundu.

    Doğru, oldukça tuhaf! Bir yıl önce 9 Ekim’de Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, Ankara 4. Ağır Ceza Mahkemesi’ne Terör Suçları Soruşturma Bürosu Soruşturma Savcısı Fatih Şimşek imzasıyla adli yazışma usulüne aykırı olan ilginç bir yazı yazmış. Demiş ki; “09/10/2019 tarihinde Terör Suçları Ön Bürosu’na kimseye haber verilmeden bırakıldığı tespit edilen 9 klasör, 10/10/2015 tarihli GAR Patlaması Olayına ilişkin evraklar olduğu anlaşıldığından yazımız ekinde gönderilmiştir”. Bu 9 klasör katliamın üzerinden dört yıl sonra ortaya çıkıyor; içlerinde mahkemeden, müştekilerden, katılanlardan gizlenen belgeler var.

    Evrakın tamamına yakını soruşturmanın ilk dönemine ait. Katliama yol açan bombaların nasıl temin edildiğine ilişkin çok önemli deliller var. Bu önemli! Yakup Şahin, 30 Eylül 2015’te, kendisi gibi katliam sanığı olan Hüseyin Tunç ile Nizip’te tarım ürünleri satan bir işyerine gidiyor. İki bin lira karşılığında “Amonyum Nitrat 33” tanımlı gübreyi satın almak istiyor. Ancak satıcı, alıcıların tedirgin hallerinden şüpheleniyor. Belge düzenlemek gerekçesiyle kimliklerini istiyor. Bunun üzerine, alıcılar acele bir şekilde dükkândan ayrılıyor. Satıcı aynı gün Nizip Emniyeti’ne ihbarda bulunuyor. Nizip Cumhuriyet Savcılığı’nca yürütülen soruşturmada, şüpheli bir şekilde gübre satın almaya çalışan kişinin Yakup Şahin olduğu tespit ediliyor. Nizip Emniyeti TEM Bürosu, 2 Ekim’de tanık ifadelerini alıyor. Aynı gün Gaziantep Emniyet Müdürlüğü İstihbarat Büro Amirliği ile Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’ne bir yazı yazıyor. Yazıda, durumun önemi açıklanıyor, Yakup Şahin hakkında örgütsel bir ilişkisinin olup olmadığına ilişkin araştırmanın yapılarak bilgi verilmesi talep ediliyor. Buraya kadar gayet güzel! Ancak bu yazıdan sonra süreç, bıçak gibi kesiliyor. Mevcut evraktan, bu yazı ile ilgili nasıl bir işlem yapıldığı ya da herhangi bir işlem yapılıp yapılmadığı anlaşılamıyor. Soruşturma derinleştirilmiş miydi, nasıl sonuçlandırılmıştı gibi sorular, aradan dört yıl geçmesine rağmen halen cevaplandırılmış değil. Aynı Yakup Şahin birkaç gün sonra, yine Hüseyin Tunç ile Birecik’ten gübreyi temin ediyor ve Nizip’te kiraladığı örgüt deposuna koyuyor. Eğer en başta soruşturma derinleştirilse, Şahin’in örgütsel ilişkisi açığa çıkarılıp yakalansa ve ifadesine başvurulsaydı; gübre temin edilemeyecek, katliam planı açığa çıkabilecek ve önlenebilecekti. Ama hiçbir şey yapılmamış, Nizip Emniyet Müdürlüğü’nün bu konudaki çabalarına yanıt verilmemiş.

    Yakup Şahin Ankara Katliamı’nın kilit ismidir. Bomba yapımında kullanılan amonyum nitratı temin etmiş, canlı bombaların Ankara'ya gelmesini sağlamıştır. Yakup Şahin durdurulabilirdi. Üstelik katliamdan sekiz gün önce durdurulabilirdi. Ama Gaziantep Emniyeti bunu yapmamıştır. Yapmadığı için de Şahin lazım olan gübreyi Birecik'ten temin etmiş, bomba hazırlanmış ve katliam planı hiç aksamadan uygulanmıştır. Katliama nasıl yol verildiği ve sorumlular, somut bir şekilde ortada aslında!  

    Siz Gaziantep Emniyet Müdürlüğü yetkilileri hakkında suç duyurusunda bulunulmasını ısrarla talep ederken ve mahkeme de bunları reddederken firari sanıkların bazılarının eşleri Türkiye'ye getirildi.

    Evet, sanıkların eşleri ya da çatışmalı dönemde IŞİD kamplarında, bölgelerinde kalan kadınlar ülkeye dönüyor bir bir. Hiçbir sorun yaşamadan geliyorlar. Etkin pişmanlıktan yararlanacağız diyorlar. Bir süre tutuklu kalıp sonra tahliye ediliyorlar. Hatta bazılarının hiç tutuklanmamış olması bile muhtemel.

    Bilgi saklayan, samimi hiçbir itirafta bulunmayan, IŞİD’e aktif katılımı olduğu gayet açık olan kadınlar bunlar. Haklarında ceza kararı bile verilmemiş. Öğrendik. Yani IŞİD’lilerin ödüllendirilmeleri bir şekilde devam ediyor. IŞİD tüm dünyada lanetleniyor, insanlığa karşı suçtan, savaş suçundan yargılanıyorken, Türkiye hâlâ onları korumaya, kollamaya devam ediyor.

    Kimisinin eşi Türkiye’ye geldi ve bazı firarilerin izi de açığa çıktı. Hangi sanıklar bunlar ve neredelermiş? Türkiye'ye getirilme olasılıkları var mı?

    Bu süreçte sık sık sanıkların nerede olduğunu, yakalanmaları konusunda ne gibi çalışmalar yapıldığını sorduk. Çünkü bu konuda bize bilgi veren hiçbir kurum yoktu. Israrlı taleplerimiz neticesinde, Mustafa Delibaşlar ve Cebrail Kaya’nın SDG, Fadile Delibaşlar’ın Roj kamplarında, İlhami Balı’nın ise adı bildirilmeyen bir kampta olduğu tespit edildi.

    Bu bilgiler neden şimdiye kadar verilmedi? Biz sormasaydık gönderilecek miydi gibi soruları Ankara 4. Ağır Ceza Mahkemesi’ne sorduk tabii. İlhami Balı’nın bulunduğu kampın neden gizlendiği, hangi kampta bulunduğu konusunda açıklama yapılması gerektiğini de…

    İlhami Balı ilginç bir isim. Sınırları uzun süre kontrol etmiş, giriş çıkışları denetlemiş biri. 2016 yılında Ankara’da bir otelde MİT’le bir görüşme yaptığına ilişkin haberler çıktı. O açıdan baktığımızda, bulunduğu kampın adının gizlenmesini manidar buluyoruz.

    Hakikat dosyalarda yok! Peki ya adalet? O nasıl sağlanacak?

    Şu andaki tutuklulara yüz milyonlarca yıl ceza verseler ya da yirmi kişiyi daha tutuklasalar da buna adalet denemez. Yaşadığımız katliam sadece tutuklu sanıkların becerebileceği türden bir katliam değil. Gaziantep örgütlenmesi olmasa, sınırlar teslim edilmese, Ankara’ya girişte ve alandaki polis önlemi bu kadar yetersiz olmasa, bu katliam kesinlikle gerçekleşmezdi! O yüzden bu katliamda payı/sorumluluğu olan herkesin yargılanması için mücadeleye devam edeceğiz.

    Biz kalabalık bir avukat ekibiyiz. Söyleşiye başladığım gibi bitireyim; böyle bir katliamı hem yaşayıp hem izini sürüp hem de hukuki anlamda mücadeleyi sürdürmek zor bir iş! Sadece birkaç kişi olsak, aileler bunca yıldır her duruşmaya ısrarla gelmese, yaşananları kamuoyunun gündeminde tutmak için ısrarla çaba sürdürülmese, yani bu dayanışma olmasa -avukatlar ne yaparsa yapsın- dava süreci çok eksik olurdu. 10 Ekim’in kamuoyu gündeminde hâlâ tartışılmasını sağlayan, bu dayanışma!

    İnsan neden adalet ister, neden adalet için uğraşır? Çünkü yola devam etmek istiyorsun. Hayat bir yerinden kırıldı, bir daha asla düzelmeyecek, asla eskisi gibi olmayacak, biliyorsun. Ama ayakta durmak zorundasın. İşte orada adalet arayışı devreye giriyor. Adalet yerine geldiğinde, “evet uğraştım ama değdi” diyebileceksin. Ben ailelerimizin adli tıptaki hallerini hatırlıyorum. Bir de bu günlerine bakıyorum. İnanılmaz direnişleri, birbirlerinden aldıkları güç çok kıymetli ve hepimize örnek olması gereken bir şey! Bu büyük ve muazzam bir güç! Onlar devam ettiği sürece, biz de avukatlar olarak devam edeceğiz.

    BİRİKİM

    18 Haziran 2020 Perşembe

    Başınıza çalın ekranınızı: Geçmişte bile kalmayacaksınız!

    Dinçer Demirkent: İzmir Atatürk Lisesi, İzmir’in göbeğindedir. Alsancak’ta, İzmir Fuarı’nın Lozan kapısının tam karşısında. 1990’lı yılların sonunda bu lisenin kapısında, herkesin gözü önünde korunarak Harun Yahya adıyla Adnan Oktar’ın Evrim Aldatmacısı kitabı dağıtılırdı. Bedava. Okulun kapısında bunları dağıtanlarla kavga ederdik. Fakat okul müdürü de polis de o okulun öğrencilerini, bizleri hedef alırdı. Liseli ufku geniştir, bu dağıtımın kim onu destekliyor ve göz yumuyorsa onlarca organize edildiğini de bilirdik.
    Aynı dönemde, aynı okulun içinde binbir emekle çıkardığımız edebiyat dergisi, kapağında Cemal Süreya’nın Dilekçe şiiri olan dergi Oktar’ın kitabının okul önünde dağıtılmasını izleyen müdür tarafından parti broşürü ilan edilmişti. Odasından kovulmuştuk.
    Okula kayıt olmak için yasaya aykırı biçimde para toplanırdı, kayıt parası adıyla. Karşı çıkan okula kayıt ettirilmez, ergenlik gururlarıyla oynanırdı. Karşı çıkardık. Katkı payı adı altında toplanan paralara karşı eylem yapardık. Eğitimin paralılaştırılmasına karşıydık. Geleceğimiz satılamazdı.
    Terörist ilan edildik tabii. Kapıda Evrim Aldatmacası adlı safsata bizi terörist ilan edenler gözetiminde dağıtılırken, tarikatlara, cemaatlere Lozan kapısının karşısındaki devlet kapısı ardına kadar aralanmışken. Gülen çetesinin dershanelerinde, kurduğu kamplarda yoksul ve geleceksiz lise öğrencileri kemikleşir, devlet kapsının sahibi olmaya hazırlanırken.
    Devlet, okul müdürü ve polisti, devlet Adnan Oktar’ın kitabını dağıttırıyor, yoksul gençleri Gülen çetesinin dershanelerine yönlendiriyordu. Ahlaklı olmak, o kapıya kapılanmamakla birdi gözümüzde o dönem, ahlaklı olmak terörist ilan edilmek demekti.
    Ünlü çok mezunu vardır bu lisenin, bir de ünlü mezun olamayanı. İşte o ünlü mezun olamayan Attila İlhan’ın atılmasının nedeni, cebinde yakalattığı Nazım Hikmet şiiridir. Nazım Hikmet şiiri, bilgisi az ufku geniş liseli için ahlaki bir rehberdir.

    SAĞCI AYDIN MI?
    ../Türkiye’de solculuk kapılanmamak demektir, sağcılık da kapılanmak. Kapıkulu kurumu, siyasi tarihimizin en önemli kurumudur. İmparatorluğun cumhuriyet bürokrasisine ve mütefekkirine bıraktığı en önemli mirastır. İşte Lozan kapısının karşısındaki devlet kapısının önünde olan işin özü de budur.
    Yüzeyde ise sağcının bitmek bilmeyen bir öfkesi ve hıncı vardır. Ne kadar kazansa, ne kadar mevki makam sahibi olsa, hatta ne kadar okusa, bilse solcu karşısındaki hıncı tükenmez. Bu da Türkiye için özgül bir tarihsel anlama sahiptir. 12 Eylül öncesinde, Komünizmle Mücadele Dernekleri’nde başlar bu hırs, 12 Eylül sonrasında kemikleşir, bugün SETA gibi kurumlarda, trol örgütlenmelerinde devam eder.

    Bütün kavram ve kurumlar gibi aydın kavramı da tarihsel ve mekânsal olarak yapılandırılmıştır. Özellikle 12 Eylül sonrası Türkiye’de sağcı aydından bahsedilemez. Sağcı hınçtan bahsedilebilir. AKP’nin mağduriyet söylemine sarıldığı dönemde de kibir döneminde de maniple ettiği bu hınçtır, sağ için verimli bir kaynaktır ama “aydın”a düşmandır.
    12 Eylül rejiminin son kalesi AKP-MHP ittifakı, sıkışmışlığını toplumun her kesimini içine alacak şekilde büyüyen bir terör çemberine alarak aşmaya, 12 Eylül kalesini korumaya çalışmakta, hıncı körüklemektedir. Hakkını arayan emekçiler, öğrenciler, öğretmenler, toprağını savunan köylüler, onurunu savunan kimlikler terörist ilan edilir, çemberin içine alınırken siyasal birliğin her eşikte zayıfladığı bir süreci yaratan da sona gelindiğinin bilincidir.

    12 EYLÜL REJİMİ SON BULUYOR, YA SONRASI?
    2015 yılından beri aşılan her eşikte sıkılaştırılan bir terör çemberi içine hapsedilmeye çalışılan HDP’ye karşı gelişen hıncı bir de bu yönüyle anlamak gerek. AKP’nin izlediği karanlık siyasetten ayrı düşünülmesi gereken bir nokta var burada. 12 Eylül faşizminde gözünün önündeki işkenceyi meşrulaştıran; 90’larda köy yakmaları, yerinden etmeleri, aydınlara yönelik infazları görmezden gelen; hakları için mücadele eden kim varsa onları devlet düşmanı ve terörist ilan etmekte beis görmeyen bir siyasal-ideolojik hıncı, Türk-İslam sentezi olarak endoktrine edilen toplumsal yeniden inşa dinamiğini anlamadan, Türkiye toplumunu kolaycı seçmen davranışı analizleriyle değerlendiremeyiz. Cumhuriyet Halk Partisi başta olmak üzere siyasetin her kesimindeki sağa çekmeyi bu ideolojik-siyasal hıncın şemsiyesinde faşist bir cunta idaresinde inşa edilen toplumun temel yapısından ve ondaki bugünün kaçınılmaz dönüşümün işaretlerinden ayrı düşünemeyiz.
    İki kritik olguyla açıklığa kavuşturmak isterim bu söylediğimi.

    -Birincisi, 2015 sonrası düzenin kuruluşunun temel motivasyonu. 7 Haziran 2015 seçimleri aslında AKP’yi değil, 12 Eylül faşizminin sağda konsolide ettiği sistemi yıkacak bir darbe vurmuştu. HDP’nin parlamenter sistem içinde hükümete girme olasılığı, bu sistemin kurucu güçlerini ve yarattığı güçleri yerinden etme, kırk yıllık 12 Eylül düzenini yıkma potansiyeli taşıyordu. İstikşafi görüşmeler sürerken AKP ve MHP uzlaşısının ve sol-sosyalist; eşit yurttaşlıktan, demokratik bir siyasal birlikten yana bir partinin yürütme gücünde yer alma olasılığını ortadan kaldırmak üzere kurgulanmış başkanlık fikrinin temeli budur. 12 Eylül faşizmini diri tutma; Türk-İslam sentezine dayalı sağ hegemonyayı ve kolay maniple edilen bir hıncı sürdürme… Baykal ile birlikte bu sistemin muhalefet dayanağı haline gelmiş CHP’nin savrulmaları içinde tutarlı kaldığı tek şey neredeyse budur. İstikşafi görüşmeler örneği bu bakımdan açıklayıcı örnektir.

    -İkinci örnek de sıkça tekrarlanan “anayasaya aykırı ama evet” oyuyla parlamentoda kabul edilen anayasa değişiklikleri ile HDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın, Figen Yüksekdağ’ın ve vekillerin cezaevine atılmasıdır. Subjektif olarak alınan tavır ve geliştirilen söylemlerin ötesindeki objektif konum Cumhuriyet Halk Partisi için artık ayakta kalma ihtimali kalmamış 40 yıllık 12 Eylül rejiminin içinde kalma çabası olarak görünmektedir.

    Türk-İslam sentezi ideolojik kılıfını lise önlerinde dağıtılan Oktar kitaplarıyla, beslediği tarikat-cemaatlerle, milli eğitim ve emniyetteki ülkücü kadrolaşmayla koruyan bu halk düşmanı, neoliberal sistemin sonu gelmiştir. Gezi bunun ilk işaretiydi, ardından 7 Haziran 2015 geldi. Bu siyasal dönüşümü anlamayan; bu rejimin sahibi olan AKP-MHP ittifakı gibi savaşarak korumaya çalışan ya da kıyısında köşesinde bir yerlerinde yer almaya çabalayan bütün siyasal konumlar da yok olmaya mahkumdur.
    Sağa çekme ve hükümet sisteminin geleceği meselesini, gına getiren seçmen davranışı analizlerinde değil, burada aramak gerekir. Siyasal geleceğimiz geri dönülmez biçimde bu kapanmadan çıkıştadır artık, Gezi’nin ve 7 Haziran’ın açtığı kapıdadır. 12 Eylül rejiminin son dayanağı olan AKP-MHP ittifakının koruduğu sistemden çıkış, iktisadi bakımdan da siyasal kurumların organizasyonu bakımından da ancak soldan olabilir, kapılanmaya karşı, kapıkullarıyla mücadele ile olabilir.

    Altı milyondan fazla seçmenin oyunu alan bir partinin temsilcilerini ekrana çıkarmayacaklarını söyleyen kapıkullarına, “alın ekranınızı başınıza çalın” demenin hiç de zor olmadığı bir zamandayız. Tabii bu sistemden çıkış programında bir araya gelebilecek siyasal özneler için.

    Dinçer Demirkent

    gazeteduvar.com.tr

    16 Haziran 2020 Salı

    50. yılında 15-16 Haziran 1970

    - 15-16 Haziran da bütün öteki büyük tarihsel olaylar gibi tekrar edilemeyecek. Ama onun değeri zaten tekrar edilebilir olmasında değil, bütün büyük devrimci mücadeleler gibi en önemli derslerinin kendinden sonraki mücadeleleri öngörmek, onlara katılmak ve onları anlayarak aşmak için bir imkan içermesinde.
    15 Haziran 1970 sabahı İstanbul'un sanayi bölgelerinde işçiler iş başı yapmadı. Ankara asfaltı üzerindeki Otosan Fabrikası’ndan çıkan 2 bin 700 işçi Gebze'ye doğru yürüyüşe başladı. Cevizli'deki Singer Fabrikası’ndan çıkan işçiler de onlara doğru yürüyüşe geçti. Ellerindeki pankartlarda “Yaşasın işçi sınıfı", "AP iktidarı bizim iktidarımız değildir", "Tüm gericiler ve faşizm kahrolsun" ve "Zincirlerimizden başka kaybedecek bir şeyimiz yok" yazıyordu. Aynı saatlerde Avrupa yakasında, Silahtarağa ve Alibeyköy'de de 5 bin işçi yürūyūşe başladı. Polis dört işçiyi gözaltına aldı. İşçiler Eyüp Karakolu’nu kuşatıp arkadaşlarını geri aldılar ve yürüyüşe devam ettiler. İşçiler merkezde Taksim ve Gümüşsuyu'nda da toplanmaya başlarken aynı saatlerde İzmit'e fabrika semtlerinden yolan çıkan iki grup da İzmit kent merkezine doğru yürüyüşe geçti.
    İstanbul, Anadolu yakasındaki yürüyüşler Ankara asfaltına taştı. İşçiler, Kartal kavşağında karşılarına çıkan bir tabur asker ve üç tankı aşıp geçti. Soğanlı'da Başbakan Süleyman Demirel'in kardeşi Haci Ali Demirel'in ortağı olduğu Haymak Döküm Fabrikası'nın büroları işçilerin öfkesinden payını aldı. Gün boyunca Ankara asfaltı üzerindeki fabrikalardan çıkarak birbirlerine doğru akan işçi kolları gün batarken Göztepe kavşağında buluştular. Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) Basın Temsilcisi 15 Haziran 1970 günü boyunca İstanbul'da "115 işyerinde 75 bin işçinin yürüyüşe katıldığını” açıkladı.
    16 Haziran sabahı, Anadolu yakasında toplanan işçiler Ankara asfaltı üzerinden Üsküdar'a doğru yürüyüşe başladı. Kuzguncuk-Beylerbeyi üzerinden Üsküdar’a doğru yürüyüşe geçen işçilerle Kartal-Yakacık bölgesinden gelen binlerce işçi birleşti. Üsküdar-Kadıköy kavşağında önleri deniz kuvvetlerine bağlı birliklerce kesildi. Deniz ulaşımı yasaklandı. Barikatı aşamayan işçiler bir koldan Paşabahçe ve Beykoz’a, bir koldan Kadıköy’e doğru yürüyüşü sürdürdüler.
    *
    Aynı saatlerde Otomarsan işçileri Ankara asfaltından Haydarpaşa’ya yürüyüşe başladı. Üç arkadaşları gözaltına alınınca Kartal polis karakolunu bastılar; iki polis otobüsünü tahrip ettiler. Kartal'dan yola çıkan işçiler Ankara asfaltında Gebze yönünden gelen işçilerle birleşti. Yürüyüşçülerin sayısı 15 bini geçti. Önleri Haydarpaşa kavşağında polis barikatıyla kesildi. İşçilerle polis arasında, yolun açılması için çıkan tartışma çatışmaya dönüştü. İşçiler, yol kenarındaki tepelerden topladıkları taşlarla polise karşı koydu. Polis, silahla karşılık vererek geri çekilirken işçiler Kadıköy’e yürüyüşlerini sürdürdü.
    Avrupa yakasında da Levent'teki fabrikalardan çıkan işçiler, İstinye'den gelen Kavel işçileriyle birleşip Şişli üzerinden Taksim'e yürümeye başladı. Tekfen fabrikası önünde “toplum polisi” en önde yürüyen kadınları coplayınca çatışma başladı. Polis ateş açtı. İki işçi öldürüldü.
    Anadolu yakasında AEG, Çivi ve Tırpan işçileri yürümeye başlayıp Gebze çarşısından Ankara asfaltına çıktılar. Arçelik, Demir Döküm, Timaş, Demirçekmece işçileri yürüyüşe katıldı. 10 bin işçi iki koldan yürüyüşü sürdürdü. 2. Zırhlı Tümen’e bağlı bir tank taburu, İstanbul-Ankara yolunu kapattı. İşçiler barikatı geçtiler. Öğle saatlerinde Kadıköy’de 15 bin işçi toplandı. Vapur ve motorlar işçilerin Avrupa yakasına geçmemeleri için iskelelerden uzaklaştırıldı. Tuğgeneral Vahit Güneri Kadıköy İskele Meydanı’nda işçilere “fabrikalarınıza dönün” çağrısı yaptı. İşçiler, dağılmadı. Sokak aralarından yürüyerek Yoğurtçu Parkı'nda toplandılar. 14.30’da parktan çıkarak yeniden iskele meydanına doğru yürüyüşe geçtiler. Askerler Kızıltoprak üzerinden gelen işçilerin önünü kesti. Yeniden çatışma çıktı. İşçiler yeniden iskele meydanına yöneldi. Fenerbahçe Stadyumu yakınlarında işçilerin önünü toplum polisleri kesti. Çatışma çıktı, işçiler bir polis aracını ateşe verdi.

    Kartal'dan kamyonlarla gelen işçiler Kadıköy İskele Meydanı'nda kaymakamlık binası önünde toplandı. Bir kadın işçi konuşma yaparken, polis tarafından kaçırılarak gözaltına alındı. Binlerce işçi kaymakamlık binası içindeki emniyet amirliğini bastı. Binadaki sivil polisler, işçilere ateş açtı. İşçiler iki polis aracını ateşe verdi. Yangın, kaymakamlık binasına sıçradı. Gün batarken çatışmalar hala sürüyordu. Kaymakamlık civarına takviye polis birlikleri sevk edildi. İşçiler üzerlerine ateş açan polislere molotof kokteyli, taş ve sopalarla karşılık verdi. Kadıköy’deki çatışmalarda da bir işçi öldürüldü. Karanlık çökerken sıkıyönetim ilan edildi. Ordu İstanbul ve İzmit'in yönetimine el koydu
    Çatışmalar son bulduğunda üç işçi Yaşar Yıldırım, Mustafa Bayram ve Mehmet Gıdak, bir toplum polisi Yusuf Kahraman ve Kadıköy’de olayları izleyen esnaf Abdurrahman Bozkurt hayatlarını kaybetmiş, 200'ü aşkın işçi, polis ve asker yaralanmış; 162 işçi ve sendikacı tutuklanarak sıkıyönetim mahkemelerine sevk edilmiş ilk elde 422 işçi işlerinden çıkarılmıştı.
    *
    Bir işçi sınıfı kazanımı olarak 15-16 Haziran
    15-16 Haziran'dan işçi sınıfının bir “kazanım”ı olarak söz etmek ilk bakışta bir paradoks olarak görünebilir. İki gün süren bir protesto yürüyüşü ve direnişin sıkıyönetimle bastırılması, işçi önderlerinin kıyıma uğratılması, öldürülmesi, hapsedilmesi, işten atılması “neden işçi sınıfının kazanç hanesine yazılsın”; bütün bunların üzerinden 50 yıl geçtikten sonra işçilerin sendikaları, sendikal hakları, sosyal hakları, ücretleri, milli gelirden aldıkları pay bunca gerilemiş, toplumsal konumları, toplumsal kültür ve politik söylemde işgal ettikleri yer bunca daralmış ve aşınmışken, hala bir “bir kazanımdan söz etmek mümkün mü” diye sorulabilir.
    Yanıt iki bağlamda da “evet”tir. Evet, 1970'te de 15-16 Haziran bir işçi sınıfı kazanımıydı, bugün de öyledir. 15-16 Haziran 1970'te dar anlamda ve kendi sınırları içinde de olsa aktüel toplumsal ve politik imaları ve etkileri itibariyle bir kazanımdı. Bugün de toplumsal mücadeleler tarihinde bıraktığı silinmez ayak izleriyle işçi sınıfı bilinci ve kimliğinin inşasında edindiği yapı taşı özelliği dolayısıyla mücadele mirasının vazgeçilmez, eşsiz cevheri olarak bir sınıf kazanımıdır ve hep öyle kalacaktır.
    *
    Dar anlamda 15-16 Haziran ve DİSK
    15-16 Haziran, dar anlamda, DİSK'te ifadesini bulan sınıf sendikacılığını tasfiyeye yönelik devlet ve sermaye saldırısına karşı işçilerin siyasi direnişiydi ve işçiler 17 Haziran günü değilse de sonunda kazandılar. Ne mücadeleleri 15 Haziran sabahı başlamıştı ne de 16 Haziran gecesi bitti. Kurulduğu 1967'den sadece üç yıl sonra DİSK'in Türkiye'yi sarsan büyük direnişin öncüsü haline gelişi aşağıda, ekonomik ve toplumsal yaşamda meydana gelen büyük sarsıntıları bir sismograf gibi yansıtır.
    İşçi hareketinin ve sendikal mücadelenin zemini DİSK'in üzerinde yeşerdiği 27 Mayıs sonrası koşullarda -1963 ile 1971 arasında- sanayide çalışmaya başlayan ve sendikalara katılan işçi sayısındaki büyük sıçramalarla birlikte genişlemişti: 1963'te 2 milyon 745 bin olan işçi sayısı 1971'de 4 milyon 55 bine yükselmişti. 1963'te 296 bin olan sendikalı işçi sayısı ise 1971'de 1 milyon 200 bindi. Aynı dönemde sendikalaşma oranı üç kat artışla yüzde 10.8'den yüzde 29.6'ya yükseldi. 1963'de imalat sanayinde ücretlilerin büyük bir kesimi 10 kişiden az işçi çalıştıran iş yerlerinde çalışıyordu. Toplam 354 bin işçi 158 bin işyerine dağılmıştı; 1968'deyse 100'den fazla işçi istihdam eden işyerlerinde çalışan işçilerin sayısı 1963'e göre yüzde 50 artarak 252 binden 360 bine çıktı.
    Sermayenin üretim maliyetlerini yükselttiğinden sürekli o]arak yakındığı ücretlerin maliyet içindeki oranı yalnızca yüzde 10,53'tü. Aynı dönemde iş kazalarıyla kaybolan işgünü sayısı grev ve direnişlerin yol açtığı kayıpların 8 katıydı.
    Resmi sayılara göre 1963'te 7 olan grev sayısı 1969'da 82'ye 1970'de 111'e yükselirken, greve katılan işçi sayısı 1963'te 1374 iken 1970'de 27 bine yükseldi.
    *
    1960'lar sonu ve ‘70'ler başındaki yoğun mücadele döneminde işçiler “kendisi için sınıf” olma yolunda hızlı ve büyük adımlarla ilerledi. Sendikalaşma çabalarında başvurulan yöntemlerin radikalliği mücadelelerin sertliğiyle doğrudan bağlantılıydı. Fabrika işgalleri ve grevler, bu direnişlerde uygulanan mücadele yöntemleri salt ekonomik mücadeleler olarak kalmadı. İşçiler yeni koşullarda bir yandan eski geleneksel kavga yöntemlerini dönüştürüyor, öte yandan 1960'lar başından beri sürüp giden fabrika dışındaki toplumsal mücadelelerden, antiemperyalist mücadelelerden edinilen yordamlara da baş vurmaktan geri durmuyorlardı. Gerçi, durmaksızın kabaran ve gelişen kendiliğinden mücadeleleri daha yüksek bir bağlama oturtabilecek devrimci dönüşüm perspektifine sahip sendikal kadrolar henüz ortada yoktu. Uluslararası deneyim ve mücadele bilgisi sendikaların uzağındaydı. Buna karşın işçiler ve işyerlerindeki sendikacılar yaratıcılıklarına sınır koymuyorlardı.
    1968'de İstanbul'da Derby Lastik Fabrikası işgali, Türkiye sendika hareketi için bir ilkti. İşçiler fabrikayı DİSK'e kapatan sermaye sahiplerine kendilerini fabrikaya kapatarak yanıt verdiler; onların başarısı, başka fabrikalara da örnek oldu.
    Öte yandan 1963'teki Kavel direnişiyle başlayan bir başka gelenek Demir-Döküm'de, Sungurlar'da, Singer'deki işgallerde yeniden doğdu. Fabrikalar çevresindeki yerleşmelerde, mahallelerde yaşayanlar direnişin içinde yer aldılar; işçilerle dayanıştılar. İşçilerin kardeşleri ve eşleri de mücadelenin içine girdiler. 1969 Demir-Döküm işgalini kırmak üzere fabrikaya saldıran polis güçlerine çevredeki gecekondu halkı işçilerle birleşerek karşı koydu.
    Devrimci gençlik örgütleri için de de mücadelenin gelişmesine katkıda bulunmak, işçi grevlerine ve işgallere destek vermek bir siyasal sorumluluk göstergesi sayılmaya başladı.
    *
    1970 yazına gelirken İstanbul 2 milyon 849 bin nüfusuyla 35 milyon nüfuslu Türkiye'nin en büyük kentiydi. Ülkede üretilen toplam toplumsal sermayenin yüzde 50'si, büyük ölçekli sanayi işletmelerinin yüzde 43'ü, sanayi işçilerinin yüzde 35'i İstanbul'da yoğunlaşmıştı. Madeni eşya, kimya, konfeksiyon ve elektrikli aletler sanayiinin de yüzde 50'den fazlası İstanbul'daydı. DİSK'in kaçınılmazca İstanbul'daki işçi hareketinin merkezinde yer alacağı örgütlenmesinin ilk üç yılında belli olmuştu.
    1970 yazında 20'den fazla işçi istihdam eden 700 büyük işletmede 116 bin 605 işçi çalışıyordu. 4 büyük işletmede 3'er bin, 26 büyük işletmede 3 bin dolayında işçi istihdam ediliyor; 250 kadar işletmedeyse 100 ile 500 arasında işçi çalışıyordu. İstanbul'daki merkezileşmiş ve yoğunlaşmış büyük ölçekli modern sanayi işletmeleri bu yapılarıyla Türkiye'nin modern sanayi işçilerinin ve onların sınıf mücadelelerinin döl yatağıydılar. Bu işletmelerin büyük bir bölümünün işçileri burjuvaziyle mücadelede DİSK'i kendi örgütleri olarak benimsemişler, onu bizzat kendileri çağırarak, ekonomik mücadelelerinin merkezi örgütü haline getirinceye kadar sermayeye karşı kavga vermişlerdi. 
    DİSK 1966'dan 1970'e kadar özellikle İstanbul-İzmit metropolü çevresindeki
    büyük ölçekli özel sanayi işletmelerinde son derece zor mücadelelerden geçerek örgütlenmiş, işçilerin güvenini kazanmış, Türk-İş'in hükümetler ve patronlarla uyum içindeki Amerikan usulü “sarı sendikacılık”ından yaka silken işçi kitlelerinin gözünde yeni sendikal seçenek olarak belirmeye başlamıştı.
    1961 Anayasası’nın sendika seçme özgürlüğüne ilişkin hükümlerinin kağıt üzerinden pratiğe aktarılabilmesi uğruna işçilerin DİSK çevresinde yürüttükleri mücadeleler işçi hareketinin devlet sendikasının denetiminden çıkarak burjuvazinin hegemonyasından bağımsızlaşabilmesinin ön önemli imkânlarından biri oldu.
    *
    Hegemonya blokunun çözülüşü
    İşçilerin ekonomik mücadelelerinin de katkısıyla 1965-68 arasında nisbi olarak artan gerçek gelirleri 1969'dan başlayarak gerilemeye başlamıştı. İktidardaki Adalet Partisi (AP) işçilerin ekonomik taleplerinin daha da güçleneceği bir dönemin arifesinde bir yandan sanayi sermayesinin desteğini korumak için işçi hareketi karşısında git gide sertleşmek, öte yandan politik hegemonyasını sürdürmek için daha geniş kesimlere yaslanmak zorundaydı. Ne var ki, sanayicilere kaynak transferi sağlamak üzere toprak rantının vergilendirilmesi için meclise sevkedilen yasalar büyük arazi ve emlak sahiplerini isyan ettirmiş; 41 AP milletvekili 1970 bütçesine karşı oy kullanarak hükümetin düşmesine yol açmıştı. Aynı şekilde ticaret gelirlerine yüklenen ek vergiler de tüccar ve esnafı ayağa kaldırmış; taşra sermayesiyle mali-sermaye arasındaki çıkar çatışması Odalar Birliği’ni bölmüştü. AP'nin Odalar Birliği başkan adayı, daha sonra Milli Nizam Partisi’ni kurarak başına geçecek olan Necmettin Erbakan karşısında seçimleri kaybetmiş, AP büyük toprak sahiplerinden sonra taşra sermayesinin de desteğini kaybetmişti. Demirel'in iktidarını koruması, mali sermayenin, özellikle büyük sanayi burjuvazisinin desteğini korumakla sıkı sıkıya bağlanmıştı. Hükümetin 1970 gündeminin birinci maddesi büyük sanayinin yani, Koçların, Sabancıların, Ezcacıbaşıların ve onların uluslararası iştiraklerinin çıkarlarının korunmasıydı. Demirel sermayenin diğer kesimleriyle kozlarını paylaşmayı bitirir bitirmez sırtını büyük sermayeye yaslayarak işçi sınıfıyla cepheleşmeye yöneldi.
    Demirel hükümeti DİSK'i tasfiye için tasarlandığını saklamaya gerek görmediği yeni sendikalar kanunu tasarısını ilkbaharla birlikte TBMM gündemine ve kamuoyuna açtı. Maksat, bütün işkollarında Türk-İş'i yetkili kılarak, işçi hareketinin bir "sarı" sendikalar ağıyla denetim altına alınabileceği bir düzenlemeydi. Tasarının başlıca hedefleri şunlardı:

    1. İşçinin sendikaya üye olabilmesi için başvuru yeterli değildi, sendikanın yetkili organının bu başvuruyu kabul etmesi gerekiyordu.
    2. Üyelikten ayrılma, istifaların noter kanalından geçmesi şartına bağlanıyordu.
    3. Tasarı, sendikaların Türkiye çapında çalışabilmesi için kurulu bulunduğu işkolunda çalışan sigortalı işçilerin en az üçte birini üye yazmış olmasını öngörüyordu.
    4. Federasyonların kurulmasında ise; aynı işkolunda kurulmuş sendikalardan en az ikisinin bir araya gelmeleri ve o işkolunda çalışan sigortalı işçilerin en az üçte birini bir araya getirmesi şartı aranıyordu.
    5. Konfederasyonlar ise; yukarıda belirtilen şartlara uygun olarak kurulan sendika veya federasyonlardan en az üçte birinin kararı ve Türkiye'deki sendikalı işçilerin yine en az üçte birinin bir araya getirilmesiyle kurulabiliyordu.
    6. İşçi sendikası kurüacak işçilerin o işkolunda en az üç yıl çalışmış olması koşulu getiriliyordu.
    7. Sendikaların, uluslararası federasyonların kurucusu olmaları Türk-iş'in iznine bırakılıyordu.
    8. Sendikaların kooperatifler kurması ve sanayi girişimlerinde bulunmaları Türk-İş'in olur şartına bağlanıyordu.
    9. Anayasal bir hak olmayan lokavtın yasada yer almasına olanak tanınıyordu
    *
    DİSK yöneticileri, tasarının kanunlaşmaması için, TİP ve CHP'yi ve Senato'daki “Milli Birlik Grubu”nu uyardılar, Başbakan Demirel ve Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'la da görüşmeye çalıştılar. Demirel görüşmeyi reddetti. Sunay yasayı veto etmesini öneren TİP'in sendikacı vekili Rıza Kuas'ı azarladı: “Neyi veto edeceğimi neyi etmeyeceğimi senden soracak değilim.”
    Olağan mücadele yolları kapatılan DİSK'in bütün yöneticileri, işyeri temsilcileri ve işçileri 13-14 Haziran 'da Lastik-İş Sendikası’nın İstanbul Merter'deki genel merkezinde bir araya gelerek kendilerine meydan okuyanlara meydan okudular. Türkiye tarihinin en büyük işçi direnişi kararını aldılar, hayata geçirdiler, dünyayı ve Türkiye'yi ayağa kaldırdılar.
    274-75 sayılı sendika yasalarında da TBMM'nin sağcı çoğunluğunca yapılan değişiklikler CHP, TİP ve Birlik Partisi'nin aykırılık başvurularını değerlendiren Anayasa Mahkemesi'nin 8-9 Şubat 1971 tarihinde aldığı kararla iptal edildi. İşçiler 1970'in uzun sıcak yazında Ankara asfaltında başlayan kavgayı 1971'in kışında Ankara'da kazandılar. 15-16 Haziran'da dünyayı ayağa kaldırmasalar ne çiğnenen haklarını geri alabilirler ne de Türkiye'nin en büyük çaplı sınıf mücadelelerinin içinde yer alacağı ‘70'lerin ikinci yarısını kuşatan halk mücadelelerine esin kaynağı olabilirlerdi. Türkiye 15-16 Haziranla işçi sınıfı çağına girmişti. Bu çağı sona erdirmeye 12 Mart yarı-darbesi de yetmeyecek, 1974-80 arasındaki faşist iç savaş dayatmasını 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’nin takip etmesi gerekecek ve cunta lideri Kenan Evren işçi sınıfının kazanımlarına olan öfkesini şu çimçiğ ifadeyle dile getirecekti: “Bir aşçıbaşı benden daha çok maaş alıyordu.”
    *
    Geniş anlamda 15-16 Haziran ve Türkiye solu
    15-16 Haziran Türkiye'nin işçi sınıfı çağını açarken, Türkiye sosyalist hareketinde bir zihniyet devrinin, bir paradigmanın da sonunu ilan ediyordu. Kapitalizme geç giren Türkiye, modem sosyalizmin ve sosyalist mücadelenin gelişme tarihi bakımından da Batı’dan farklı bir doğrultu izledi. Sosyalist mücadele Anadolu'da dünyanın hiçbir ülkesinde eşine rastlanmış olmayan bir trajediyle başladı. Henüz emperyalist devletlerin işgali altındaki Osmanlı Devleti yıkılıp, Cumhuriyet kurulmamış, işçi sınıfının kendisi tam olarak şekillenmemişken Ankara'daki “asî” burjuva hükümeti eliyle resmi (=sahte) Komünist Partisi kurulmuştu. Bunu, Ankara Hükümeti’ne biat etmeyerek, kurtuluş savaşının önderliğini üstlenme iddiasını hissettiren, Rusya'daki Türk savaş esirlerinin kurduğu Türkiye Komünist Partisi öncülerinin Karadeniz'de boğdurulması izledi. Sosyalizmin Türkiye'deki trajedisi, daha burjuvazi ile proletarya sınıf mücadelesi alanında olgunlaşmadan uluslararası alanın dinamiklerini yüklenmesiyle, gelişme eğiliminin Sovyet Devleti ile Türk Devleti arasındaki ilişkiler tarafından kıskaca alınmasıyla başladı. Bunun sonucu, sosyalist hareketin bir toplumsal güç haline gelmesinin imkanları doğmadan önce, amansız bir devlet baskısı ile karşılaşması, gelişmesinin sakatlanması, toplumun kıyısına, gizliliğe itilmesi, siyasal bir kitle hareketi halinde örgütlenemeden kalmasıydı. Beri yandan, esas olarak Avrupa kültürünün ve Avrupa sınıf mücadeleleri tarihinin ürünü olan modern sosyalizm düşüncesini, nüfusun çoğunluğu için geleneksel kültürün ve yaşama biçimlerinin 500 yıl boyunca neredeyse hiç değişmeksizin kaldığı bir ülkede yeniden üretmek daha başlangıcından itibaren; Komünistler için inanılmaz güçlüklerle doluydu. Komünizmin kendi gücüyle gelişme olanaklarından yoksun oluşunun doğurduğu güçlüğün üstesinden gelebilmek için onu İslamiyet'le bütünleyerek “halka yaklaştırmak”, Kemalizmle bütünleyerek devletten güç almasını sağlamak, ya da Kemalist diktatörlük karşısında parlamenter muhalefetle ilişkilendirerek “meşrulaştırmak” gibi tasarımlar da teorinin daha doğarken sakatlanıp parçalanmasına yol açtı. Türkiye'de sosyalizmin aktif politika sahnesine ikinci çıkışı, 27 Mayıs 1960'tan sonra gerçekleşti. Aradan geçen kırk yıl içinde modem işçi sınıfı kapitalizmi, kapitalizm modem işçi sınıfının doğurmuş, modern sosyalizmi benimsemeye hazır bir aydınlar katmanı oluşmuş, metropollere öğrenime gelen Kürt gençleri bir sosyalist Kürt aydınlan çevresi oluşturmuş, kentlerin nüfusu süratle artmış, kadınlar geleneksel toplum çerçevesini parçalayarak toplum ve çalışma hayatına girmişlerdi. 27 Mayıs rejiminin Anayasal güvencelere bağladığı düşünce ve örgütlenme özgürlüklerinin sınırlılığına karşın Türkiye bir anda modern düşünce tarihine de adımlarını attı ve sosyalizm düşüncesi kırk yılda alamadığı yolu 4 yılda katetti.
    *
    Bununla birlikte Türkiye sosyalist (Komünist) hareketi 15-16 Haziran 1970'e gelinceye kadar önceki 40-50 (Osmanlı'yı da sayarsak 100) yılın gölgesi altında hep şu sorunsal etrafında tartıştı: Türkiye'de işçi sınıfının nesnel bir varlığı var mı? İkincisi bu varlık toplumsal bir hareket yeteneğine tekabül ediyor mu? Bu tezler lehinde, aleyhinde konuşanlar; tezlerini ekonomik istatistikler, sosyolojik araştırmalar, teorik ilkeler üzerinden ispatlamaya ya da yadsımaya çalışadursunlar 15-16 Haziran tartışmayı sona erdiren son derece net, nesnel, toplumsal bir gösterge sundu ya da felsefecilerin çokça başvurduğu bir aforizmayı pratikleştirdi: “Muhallebinin kanıtı yenmesindedir.”
    Evet! 15-16 Haziran 1970 direnişi gösterdi ki, Türkiye'de işçi hareketinin bir sosyal gerçekliği ve maddi gücü vardır, kendi çıkarları için ve sendikal düzeyi aşan bir mücadele yeteneğine sahiptir. Bunu, üstelik egemen sınıfı çok korkutan bir tarzda gerçekleştirmektedir. Böylece “işçi sınıfının mevcut olmadığı”, ya da “varlığının toplumsal değişimin itici gücü olmasına elvermediği” varsayımına dayanan bütün politik değişim projelerinin gerçeklik iddiaları yerle bir oldu.
    15-16 Haziran'ın bir başka önemi öte yandan egemen güçlerin, yani Türkiye'yi yönetenlerin, sermayenin, düzen partilerinin, askerlerin, bürokrasinin aşağıdan gelen bir toplumsal hareket karşısında ne kadar kırılgan olduklarını göstermesiydi. Bunu o zamanki Genel Kurmay Başkanı Memduh Tağmaç bir cümleyle özetlemişti: "Toplumsal gelişme iktisadi gelişmeyi aştı". Kapitalizmin “kâr oranlarının düşmesi eğilimi”nin askerlerin de anlayacağı kadar yalınlaştırılmış bu ifadesiyle Tağmaç "işçilerin taleplerini karşılamaya ne devletin ne sermayenin niyeti var” demiş ve açık sınıf mücadelesi çığrının sonunun getirileceği bir olağanüstü rejim arayışı içinde olduklarını ilan etmişti.
    Üçüncüsü; 15-16 Haziran BAAS tarzında, "parlamento dışından bir askeri müdahaleyle bir tür devrimci dönüşüm mümkündür" diye düşünenlerin kararlarını revize etmelerine yol açtı. Kendi öngörülerinden çok daha kompleks, sola açık bir toplumsal zemin oluştuğunu gören ordu üst kademelerinde ciddi tereddütler oluştu ve ayrılıklar baş gösterdi. İşçi hareketi ima ettiği sosyal gelecek çerçevesiyle Türkiye'de sınırlı reformlar öngören bir askeri müdahale peşinde koşanlara üzerinde hareket edecekleri zeminin sandıklarından çok daha sert olabileceğini, kolayca kontrol edilemeyecek bir toplumsal hareketlilik zemini oluştuğunu gösterdi. Projelerini akamete uğrattı ve onları yeniden Genelkurmay'ın kanatları altına sokulmaya yöneltti.
    *
    Öte yandan 15-16 Haziran devrimci harekette bir “halk savaşı” yoluyla devrim stratejisi takip etmeye hazırlananlar açısından da iki farklı sonuç doğurdu.
    Birincisi göreli olarak işçi hareketinin önemini azımsayanların işçi hareketiyle daha yakın bağlar kurma arzularını çoğalttı ya da o akımlar içerisinde işçileri merkeze alan eğilimleri güçlendirdi. Fakat daha önemlisi işçi hareketinin önemi üzerine ne düşünürse düşünsün, devrimci kanatta yer alanların tümünün Türkiye'de bir devrimci kriz doğduğuna dair bir saptamada bulunmalarına yol açtı. Türkiye'de konvansiyonel yollarla rejimin kendisini sürdürme olanaklarının sonuna gelindiği, “yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği” bir otoriter müdahale zemininin oluştuğu, devrimci hareketin sürekliliğini sağlamak üzere yeraltına giden yollar döşemesi gerekliliği konusunda çok yaygın bir fikir birliği meydana geldi.
    Bu çıkarsamalar, devrimci hareket açısından stratejik sonuçlara yol açtı. Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu ve Türkiye Halk Kurtuluş Partisi'nin fizyonomisi 1970 yazı ve sonbaharında şekillenmeye başladı. Bu hareketlerin o dönemdeki tercihlerinin Türkiye sosyalist hareketi üzerindeki etkisi, izleri azalarak da olsa bugün hala sürüyor.
    Öte yandan süreç Türkiye İşçi Partisi gibi esasen parlamenter siyaseti tercih eden politik akımlar için de sosyal ve politik mücadele olanaklarını daraltmış oldu. Tercihlerini gerçekleştirebilmeleri buna kapı açan bir anayasal çerçevenin mevcudiyetini gerektiriyordu. Ancak, Anayasa Mahkemesi TİP'i “Kürt Meselesi”ne atıfları dolayısıyla 1971'de kapatarak tartışmayı parantez içine almış oldu.
    Bir şey daha: 15-16 Haziran özellikle öğrenci hareketinden gelenler için nispeten daha soyut olan işçi ve öğrenci kardeşliği ilkesinin somutlaşmasına çok büyük katkıda bulundu.
    İşçilere, işçiler dışından tek toplumsal destek o sırada hala açık olan ve yıl sonu sınavlarının sürdüğü Ortadoğu Teknik Üniversitesi öğrencilerinden geldi. 16 Haziran günü ODTÜ'de yüzlerce öğrenci yıl sonu sınavlarını tehlikeye atma pahasına bir gün boykot ilan ettiler. Ardından sanayi çarşısında sendikacılarla birlikte yürüyüşe çıktılar. İşçi hareketi ile öğrenci hareketi arasındaki tarihsel yakınlaşma 12 Eylül 1980 sonrasına ve Özal dönemine kadar güçlü bir eğilim olarak varlığını sürdürdü.
    Bu çerçeveden bakıldığında 15-16 Haziran, hem dar hem geniş anlamda işçi merkezli bir siyasal ve entelektüel paradigmaya değer ve içerik kazandırarak uzun bir dönem boyunca hem işçilerin öz çıkarlarının toplumsal ve politik ilgiye mazhar olmasını, hem de aydınların işçi sınıfının tarihsel özne rolü üzerine daha derinlemesine düşünmesini sağladı ve işçi sınıfı adına önemli bir tarihsel sıçrama tahtası oluşturdu.
    *
    Kürselleşme ve neo-liberal ekonomik politikalarla ithal ikameci sermaye birikim döneminin kapanması ve Sovyetler Birliği'nin yıkılması sonrasında sosyal devletin çöküşü işçi hareketinin ve sendikal hareketin eski tarzda sürdürülmesini olanaksızlaştırdı. Üniversitenin uğradığı yapısal dönüşüm ve akademi üzerindeki devlet vesayeti (YÖK) de hem işçiler ve öğrenciler arasındaki ortaklık zeminini ağır tahribata uğrattı, hem de düşünsel üretim zeminlerinin de çoraklaşmasına yol açtı.
    “Her şey akar, aynı ırmakta iki kere yıkanılamaz.” 15-16 Haziran da bütün öteki büyük tarihsel olaylar gibi tekrar edilemeyecek. Ama onun değeri zaten tekrar edilebilir olmasında değil, bütün büyük devrimci mücadeleler gibi en önemli derslerinin kendinden sonraki mücadeleleri öngörmek, onlara katılmak ve onları anlayarak aşmak için bir imkan içermesinde.
    Marx'ın Birinci Enternasyonal Tüzüğü’nün girişinde yazdığı gibi: “Emeğin kurtuluşu yerel ya da ulusal değil modern bir toplumun var olduğu bütün ülkeleri bir arada bağrına alan toplumsal bir meseledir [...] ve Avrupa'nın en çok sanayileşmiş ülkelerinde işçi sınıflarının bugünkü uyanışı bir yandan yeni umutları ayağa kaldırırken hem bir kez daha eski hatalara düşülmesine karşı ciddi bir uyarı gönderiyor hem de hala bir birinden kopuk duran hareketleri derhal bir araya gelmeye davet ediyor.”

    Ertuğrul Kürkçü