Translate

Sosyoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sosyoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Aralık 2019 Çarşamba

Benim yobazım senin yobazını döver

'Prof. Ahmet İnam'

Herkes kendi dünya görüşünün yobazına dikkat etsin. Yobaz dar kafalıdır, edepsizdir, düzeysizdir, sığdır, bencildir, kabadır, kendinden farklı olana kapalıdır, art niyetlidir, içten değildir.
Yobazlar, barışı, demokrasiyi arayamadıkları için, bulamazlar. Yobazların egemen olduğu dünyada barış olmaz. Yobaz düşmanıyla yaşar. Yaşaması için düşmana ihtiyacı vardır. Yobaz karşıt yobazlar yaratarak yobazlığını pekiştirmeye çalışır, düşmanını bulur. Bulamazsa icat eder. Yaşananlardan öğrenemez. Başına gelenleri kafasının içinde bulunan çerçevelere uydurmaya çalışır. Kendini sürekli olarak âdil, anlayışlı, merhametli sanır. Dünya hiçbir zaman yobazın dilediği gibi bir dünya olamayacağı için, yobaz türlü bahanelerle dünyayı kasıp kavurur.

Yobaz üreten bir dünyadayız. Düşüncede, duyuşta, dünyaya bakışta, inanışta yobazlar var. İnançlarını en saldırgan, en acımasız biçimde ortaya koyan, kendi gibi olmayanların bu dünyaya zarar verdiğini söyleyenler. Her görüşün, kavrayışın yobazı vardır. Biz genellikle bizim görüşümüzün dışındaki yobazları görüyor, kendi görüşümüzün yobazını fark edemiyoruz.
Kılavuzunuz yobaz ise yobazlık yolunda gürül gürül akıyorsunuzdur. Kitaplar, belgeler,
istatistiklerle yürütülen yobazca savunmalar ve saldırılarla kahramanca savunuyorsunuzdur, görüşünüzün kalesini.
Demokrasi sorunu yobaz sorununu görmezden gelirse anlaşılıp, çözülemez.
Yobaz demokrasi savar biridir. Hep kendi inancı haklı, kendisi gibi olanlar değerli olduğu için,
farklı görüşler haksız, kötü, yanlıştır. Demokrasi, yobazın varacağı son nokta için yalnızca bir
araçtır.
Yobazlık bulaşıcıdır. Eleştirinin, tartışmanın, farklı görüşlerin olmadığı bir dünyada yobazlık bir veba gibi yayılır. Yobazlık vebasının yaşandığı bir yerde huzur, barış, rahat görünüştedir.
Yobaz, kendi görüşünün yobazına kördür. Kendi görüşünün yobazını kahraman sanır, kutsallaştırır. Yobaza göre kendi görüşünün liderlerinin dışında hemen herkes yobazdır.

YOBAZLIĞIN ÜLKEMİZDEKİ AŞAMALARI
Yobazlığa yamak olarak başlanır. İçine düştüğümüz yobaz evinde dünya görüşümüzü yobaz yamağı olarak, yobaz bir tavırla kin, nefret, intikam duygularıyla öğreniriz. Yobazlık, sevgi anlayış, insan hakları, evrensellik, nesnellik kılığı altında da öğrenilebilir. Yamak yobaz, kendisi gibi davranmayanları düzeltmeye, doğru yola sokmaya çalışır. Zamanla dünya görüşünün dayandığı düşünsel, tarihsel arka planının bilgisini edinir, yobaz yardımcılığına yükselir. Görüşünü savunurken gösterdiği dayanıklılık, ısrar, ağız dalaşındaki başarıyla yobazlığa terfi eder. Siyasete atılırsa bir partiye girer yükselmeye başlar. Akademik hayatta ise doçent olur.
Yobaz siyaset alanında ise partinin yüksek kademelerinde rol almaya başlar. Kendini milletvekilliğe hazırlar, başarırsa milletvekili olur. Gazeteci ise iyi bir köşesi olur, gazete yönetimine geçebilir. Akademik hayatta ise artık profesördür. Yobazlığın bu aşamasına müdür yobazlık diyorum. Eğer alanında yükselirlerse, zengin olanları, bir partiyi, bir gazeteyi, bir inanç kurumunu destekler, milletvekili bakan olabilir. Ülke siyasetinde sık sık sözü edilen, televizyonlardan inmeyen biri olur ki, artık o, baş yobazlık aşamasına ulaşmıştır.
Çocuklarını "benim çocuğum büyüyecek de baş yobaz olacak" diye büyütür. Bu ülkeyi baş yobazların çevresine üşüşmüş yobazlar topluluğu kurtarır diye düşünürler. Bütün bu yobazlaşmaya karşı ülke hâlâ yaşıyorsa, yobazlaştırılmaya çalışıldığı halde imalat hatası olarak ortaya çıkıp da, sesleri yobazlar kadar yüksek olmayan birkaç "farklı", "deli", "uçuk", "korkusuz" vatanseverler sayesindedir.

Prof. Ahmet İnam


6 Aralık 2019 Cuma

Termik santrallar kapatılsın

Nuran Yüce:

Kahramanmaraş’ın Afiş-Elbistan ilçesindeki iki kömürlü termik santral yıllardan beri havayı kirletiyor. Türkiye’nin hava kalitesine ilişkin açıklanan 2018 yılı raporunda da bu gerçek bir kez daha teyit edilmiş, Kahramanmaraş Türkiye’nin hava kalitesi en kötü ili olarak yer almıştı.

Kasım ayından itibaren ise Afşin-Elbistan termik santrali dahil 15 termik santralin 2022’ye kadar filtresiz çalışmasına izin verecek Madde 50 gündemimize girdi, 21 Kasım’da TBMM’de onaylandı. Cumhurbaşkanı tarafından veto edildiği için bu düzenleme şimdilik askıya alındı. Şimdi yasayı veto etmesinden dolayı Cumhurbaşkanı’na övgüler düzülüyor, kahraman ilan ediliyor ama Madde 50’nin hazırlanmasından veto edilmesine kadar olan süreçte yaşananlar tam bir rezalet. Örneğin Kahramanmaraş Ak Parti milletvekili Habibe Öcal, Tayyip Erdoğan’ın termik santralların filtresiz çalışmasını düzenleyen yasayı veto etmesinden sonra “Milletvekillerimizin çabaları ve aziz milletimizin beklentilerini göz ardı etmeyen Cumhurbaşkanımız ‘önce insan’ diyerek Afşin-Elbistan Termik Santralleri’nin bacalarına filtre takılmasını erteleyen düzenlemeyi veto etti” diyen bir tweet attı. Sonra bu tweeti sildi. Bu silinen mesajda yer alan tek doğru şey “aziz milletin beklentisi”ydi, diğerlerinin gerçekle hiçbir ilgisi yok.

Yıllardır şirketleri korudular
İlk olarak 2013 yılında özelleştirilen kömürlü termik santrallerin çevre yatırımlarını tamamlamaları için 6446 Sayılı Elektrik Piyasası Kanunu Geçici 8’inci Maddesi ile 2018 yılına kadar süre tanıdılar. 2014 yılında Anayasa Mahkemesi çevre yatırımlarının bu kadar ertelenmesinin anayasaya aykırı olduğu kararı ile Geçici 8’inci Madde’yi iptal etti. Peki Hükümet Anayasa Mahkemesi’nin kararını hayata geçirdi mi? Tabi ki geçirmedi. 2017 yılında Anayasa Mahkemesi bu sefer iki kez, Türkiye’nin en kirli termik santrallerinin 2019 yılının sonuna kadar çevre yatırımlarını tamamlamalarını mecburi kılınmasına karar verdi. Mahkeme’nin bu kararı karşısında hükümet ne yaptı? Şubat 2019’da Madde 45 ile söz konusu santrallere iki yıl daha süre tanınmasını içeren bir düzenlemeyi Meclis’e getirdi. Kamuoyunun yoğun baskısı ile 45. Madde kanun teklifinden çıkarılarak komisyona geri çekildi. Ama iddia edildiği gibi karşımızda ne “önce insan” diyen ne de mahkeme kararlarını tanıyan bir hükümet var. Tek derdi şirketlerin çevresel yatırımlar için katlanacağı maliyet olan Hükümet son olarak 21 Kasım’da Madde 50 ile termik santrallerin filtresiz çalışmasına 2022’ye kadar izin veren düzenlemeyi tekrar TBMM’nin gündemine getirdi. Bu arada CNN Türk’te, Türkiye’nin dört bir yanında termik santral gerçeğini bizzat yaşanlarda ve genel olarak kamuoyunda termik santrallere karşı oluşan tepkiyi sindirmek için yalanlara dayalı bir yayın yapıldı. Yayında açık açık ‘çevrenin korunması, halk sağlığı diyorsunuz’ ama ‘şirketler çevresel yatırımlar için büyük paralar harcamak zorundalar kalacaklar, işten çıkarmalar olacak, günlerce elektriksiz kalacağız, hiç bunları düşünmüyorsunuz’ denilebildi.

Sonunda Madde 50 217 kabul, 36 red oyuyla Meclis’ten geçti. Termik santraller filtresiz çalışsın diye evet oyu verenler arasında Kahramanmaraş milletvekili Habibe Öcal da vardı. Şimdi bu evet oyu verenler Cumhurbaşkanının Madde 50’yi veto etmesini alkışlıyorlar. Söz konusu termik santraller hala filtresiz çalışıyor. 2019’un bitmesine günler kaldı ama bu şirketler yılsonuna kadar filtre takmamaları halinde herhangi bir ceza ile karşılaşmayacaklar. Çünkü Cumhurbaşkanı da veto ederken şirketlere ek altı ay süre tanındı.

Ortada alkışlanacak hiçbir şey yok. Türkiye’nin öldüren kömür gerçeği ise var olmaya devam ediyor. Kömürlü termik santrallerin hava, su ve toprağı kirlettiğine, kanser, astım, KOAH, erken doğum, otizm gibi daha bir çok hastalığı tetiklediğine ilişkin çok sayıda bilimsel tespit var. Bir başka gerçek ise kömürün ister filtreli ister filtresiz kullanılsın iklim krizine olan fosil yakıtlardan biri olması. Cumhurbaşkanına Madde 50’yi veto ettiren gücün içinde kömüre karşı oluşan tepkinin payı büyük. Şimdi bu tepkiyi “tüm kömürlü termik santrallerin kapatılması, kömürlü termik santrallerde çalışanların hiçbir hak kaybına uğramadan iklim dostu işlerde istihdam edilmesi” talebiyle büyütme zamanı. Kömürlü termik santraller olmaz ise elektriksiz, işsiz kalırız söylemi doğru değil. Şirketlerin sözcülüğünü yapan, kendisi de şirket gibi davranan AK Parti ve hükümet de Madde 50 sürecinde bir kez daha bunu sergilemiş oldular.

***

11 termik santrale 11 ayda 1,36 milyar TL kapasite desteği ödemesi yapıldı
Madde 50 ile 15 santrale çevre yatırımlarını yapmaları için 2022’ye kadar ek süre verilecekti. Kapasite Mekanizması Ödeme Listesi’nde bir başka gerçek daha açığa çıktı. Bu 15 termik santralden 11’inin 2018-2019’un ilk 11 aylık döneminde devletten 1,36 milyar destek aldığı görünüyor. Şirketler insani ve çevresel yıkımlara yol açacak kirli faaliyetlerini sonsuza kadar devam ettirmenin yollarını ararken bizden alınan vergilerle oluşan bütçeden de faydalanmışlar. Hükümet programlarıyla yıllardır para yok denilerek; sağlık, eğitim, sığınmaevi gibi kamusal hizmet alanlarına yapılan yatırımlar, ayrılan bütçeler azalırken şirketlere yapmadıkları çevresel yatırımlar için destekler sağlanmış.

***

Başta Kahramanmaraş ve Manisa olmak üzere bu tesislerin faaliyet gösterdiği illerde kanser nedeni ile yaşamını yitirenlerin sayısı arttı.

- Türkiye’de 2017 yılında hava kirliliği trafik kazalarından 7 kat fazla ölüme yol açtı (Temiz Hava Hakkı Platformu)

- 2018 yılında hava kalitesi, ulusal sınır değerlerine göre değerlendirildiğinde; 81 ilin yarısından fazlası (%56) kirli hava soludu.

- 2017 yılında Dünya Sağlık Örgütü’nün önerdiği kılavuz değerler kabul edilse Türkiye’de yaşanan ölümlerin yaklaşık %13’u önlenebilirdi.(Temiz Hava Hakkı Platformu, ‘Kara Rapor’a göre)


Nuran Yüce

nuranyu@gmail.com
(Sosyalist İşçi)

www.marksist.org

22 Kasım 2019 Cuma

Tüm rolleri bir kişinin oynaması imkansız.

Hayatınızda eksik olan güven ve ilham kaynağını bulmak istiyorsanız, kendinizi destekleyici insanlarla kuşatmanız gerekir.
Herşeyden önce, etrafınız kötümser ve şüphecilerle dolu olmadan bile olumsuzluklardan kaçınmak tek başına zordur. Pozitiflik çemberinize kimlerin dahil edeceğini düşünürken, göz önünde bulundurmanız gereken altı kişilik türü vardır.

-Birincisi Katalizör. Bu, sizi saklı kalabilecek heyecan verici fikirler ve fırsatlar ile tanıştırarak hayatınızı değiştirebilecek olan göz açıcı kişidir. Bu, ilham almak için her zaman mükemmel bir kitabı önerebilecek, yaratıcı veya çok okuyan bir arkadaşınız olabilir.

-İkincisi Oyuncu. Bu, kendinize acımanıza izin vermeyi reddeden ve her zaman size hayatta iyi ve güzel olan herşeyi hatırlatan bir gülümsemeye sahip olan eğlenceli arkadaşınızdır.

-Bundan sonra şefkatli var. Ağlamak için bir omuza veya yataktan kalkamayacak kadar hasta olduğunuzda tavuk çorbası getirecek birine ihtiyacınız olursa, şefkatli sizin için oradadır, hiçbir soru sormaz.

-İlham veren, cesaretlendirip destekleyen, bilgelik ve umut dolu olan arkadaşınızdır. Ne zaman bir ilham verici ile tanışırsanız, hayatın imkanları üzerine güven ve heyecanla dolup taşarsınız.

-Meydan okuyan, insanları yeni bir ışıkta görmek istediğinizde gideceğiniz kişidir. Meydan okuyanlara bu ismin verilmesinin nedeni statükoya meydan okumalarıdır. Sıradan küçük konuşmalarda harika olmayabilirler, ancak onların benzersiz bakış açıları ve akıllara durgunluk veren tartışmaları için onlara değer verirsiniz.

-Altı numara Sevgilidir. Şimdi, bu illa ki aşık olduğunuz kişi değil, koşulsuz sevgi sunan ve yargılanmadan rahatça konuşabileceğiniz kişidir. Bu kişi çocukluk arkadaşı veya ebeveyn olabilir, ancak ne olursa olsun, en kötü anınızda yanınızdadır.

Ayrıca iç çemberinizin bir bonus üyesi de var: Yapıcı, tabii ki, romantik partneriniz bu kişidir. Önceden eşinizin sıralanan her şey olması gerekmediğini anlamak önemlidir.
Pek çok ilişki, bir eşin başka her özelliğin yanısıra şefkatli, ilham verici, zorlayıcı ve eğlenceli olmasını beklemek şeklindeki gerçekçi olmayan talepler yüzünden başarısız olur. Dolayısıyla, bu rollerin çoğunun genellikle başkaları tarafından yerine getirildiğini unutmayın.

Ken Robinson
http://sirkenrobinson.com/

20 Kasım 2019 Çarşamba

32 yaşında ölen insanların ülkesi

Dünyanın en kısa süre yaşanan yeri burası... Güney Afrika'nın en uç noktalarından birinde minik bir ülke; Swaziland... Cennete benzeyen bu ülkede temiz hava, şifalı sular, yeşillik hepsi bir arada. Uzun yaşamanın anahtarı olarak gösterilen bütün imkanlara sahipler ama ortalama yaşam süresi 32'ye kadar düştü. On yıl önce 41 olan yaş süresi giderek düşüyor ve artık buradaki insanlar 32 yaşında ölüyorlar. Bu ülkenin yeni virüsler nedeniyle yok olması içten bile değil. Swaziland aslında küçücük bir ülke. Kuzey ve Güney mesafesi 200 kilometre. Ülkenin başında 11 eşi bulunan bir kral bulunuyor. Filmlere konu olan kral Mswati bakire kızlar içinden kendine eş seçiyor, kabilesinin bütün ritüelini hala sürdürüyor.



BU ÜLKE HASTALIKTAN YOK OLABİLİR

Swaziland fakirlikten çok çeken klasik Afrika ülkelerinden biri değil. Tarım var, turizm var, madencilik bile var. Masmavi gökyüzü, sıcacık iklimi var. Hatta Avrupa sosyetesinin safari merkezi. "Burası cennet, hastalık asla uğramaz" diyenlerin aksine tüberküloz oranlarının en fazla görüldüğü yer burası, HIV nedeniyle yok olma tehdidi altında. Ülkedeki enfeksiyon oranının bir benzeri dünyanın başka bir yerinde görülmemiş. 20'li yaşlardaki yetişkinlerin yarısında enfeksiyon var. Bu dünyadaki en yüksek oran olarak kabul ediliyor. Bu minik ülkenin büyümesi HIV yani bildiğiniz AIDS nedeniyle büyük tehlike altına girmiş. Tehlikenin boyutu o kadar büyümüş ki Birleşmiş Milletler Gelişme Programı bu durumun devam etmesi halinde Swaziland'ın ülke olarak daha uzun süre varlığının ciddi olarak tehlikeye gireceğini açıklamış.

HIV MİLLİ FELAKET
Kral Mswati tarafından burda HIV milli felaket ilan edilmiş. Bu edenle HIV konusunda ilk savaş vermeye başlayan üklerden biri olmuş aslında. Ancak yine de her dört evden birinde HIV pozitif var. Nerden nasıl kaptıklarını bile artık bilmiyorlar, minicik bebeklere bile test yapılıyor, burada doğan herkes potansiyel riskli olarak bakılıyor. Bu küçücük ülkeyi hastalıktan kurtarmak için dünya seferber oldu. Kızılhaç 8 bin kişi görevlendirdi. En ücra köşelerdeki hastalara bile ilaç götürülüyor. Ancak ilaç onları yaşatmak için yetmiyor yiyecek yardımı da gerekiyor. 20 kuruluş bir araya geldi. Onların tedavisi için çaba harcıyor. Lilly burada çoklu ilaca dirençli tüberkoloz için destek veriyor. Kendilerinin tüberkoloz ilaçları yok ama beş kıtada yirmiden fazla kamu ve özel sektörle birlikte burayı hastalıktan temizlemek için uğraşıyor. Dünya Sağlık Örgütü'nden Harvard Üniversitesi'ne kadar pek çok kuruluş bu yardım kuruluşları arasında bulunuyor. Bu sorunlar, hastalıklar artık yalnızca Afrika'nın Swaziland'ın sorunları değil. Ordan kolaylıkla dünyaya yayıldığı için bu noktada hapsedilip yok edilmeye çalışılıyor.



SON YAŞLILARINDAN
Mbhaceki Romanı 67 yaşında. Burada yaşlanan ender insanlardan biri. Hastalıklardan korunduğu için övünüyor. Burada çoğunluk hasta olduğu halde önyargılar nedeniyle hastalık hâlâ ayıplanıyor. Bu nedenle insanlar hasta olduklarını saklıyor.

BÜYÜCÜLER ARTIK GÖNÜLLÜ
Bu ülkenin şifacıları da artık hastalıklarla savaş için eğitiliyor. Önce yöre halkı büyücülerden şifa adamış. Ancak hastalık kutsal saydıkları büyücüleri de etkilemiş. Kızılhaç da bunun üzerine büyücüleri ve şifacıları gönüllü olarak eğitmiş. Şimdi bazı bölgelerde HIV ve tüberküloz ilaçları onlar tarafından hastalara uygulanıyor.

TÜRK DOKTOR DA VAR

Türk doktor Aylin Jaspersen de Kızılhaç Program Kordinatörü olarak bu bölgedeki kampanyaları katılıyor. İsviçre Bern'de çalışıyor ancak ocak ayından beri bu bölgedeki proje için Afrika'da bulunuyor. Tek tek evlere gidip hastaların tedavisi için gönüllü olan ekip arasında yer alıyor. Kralın emri gereği bu bölgede çalışan gönüllü doktorlar bile yerel kıyafetleri giymek zorunda.

Esra Tüzün
Dünya


18 Kasım 2019 Pazartesi

Kemalizm yeniden şahlanırken

Muhalefeti ve iktidarıyla, sağıyla ve soluyla hemen her kesim Atatürk’ü sahiplenmede birbiriyle yarışıyor. Resmi törenlere sivil katılım artıyor. Devlet kuruluşlarının ve özel şirketlerin reklam kampanyalarında muazzam bir Kemalizm güzellemesi yapılıyor. Anıtkabir’e kitleler sel halinde akıyor. Sosyal medyada Atatürk’ün sözleri ve görselleri her tarafı kaplıyor. Dış görünüşü Atatürk’e benzeyen bir şahsa “Paşa” muamelesi yapılıyor ve insanlar ona sarılıp geçmişe duydukları hasreti dile getiriyor.

Evet, Kemalizmin bu ülkede her daim geçer akçe olduğuna şüphe yok. Lâkin bugünlerde hangi parametreye bakılırsa bakılsın Kemalizmin şaha kalktığı görülebilir. Göz gözü görmüyor ve aykırı ya da aykırı olması muhtemel her ses Kemalist sloganlarla bastırılıyor. Tozun dumana karıştığı bir vasatta sakin bir şekilde konuşmak güç ama yine de Kemalizmin düşünsel temellerini tartışmak faydalı olabilir.

Milliyetçilik ve laiklik

Kemalizm iki temel ilke üzerine inşa edilmiştir: Milliyetçilik ve laiklik. Milliyetçiliğin gayesi, Osmanlı İmparatorluğunun bakiyesi olan ve tabiatı gereği çok sayıda farklılığı içeren bir coğrafyada tek bir (Türk) kimliğe dayalı bir ulus-devlet yaratmaktı. Laiklikten murat edilen ise, gerilemenin müsebbibi olarak görülen dinin kamusal ağırlığını azaltmaktı. Hedef bellenen çağdaş uygarlığa ancak bu yolla varılabilirdi.

Cumhuriyetin kurucu kadrosu, toplumsal hayatın her alanını bu kodlar dâhilinde tanzim etmeye soyundu. Siyasetten kültüre, bilimden spora, eğitimden sanata kadar bütün sahalar, milliyetçi ve laikçi umdeler doğrultusunda biçimlendirilmeye çalışıldı. Özelikle Cumhuriyetin ilânından 1950’ye kadar geçen sürede, Kemalist proje, örgütlü bir muhalefete izin vermeden, sert bir şekilde uygulandı. Projenin kesin hatlarla belirlenmiş bir çerçevesi vardı; bunun dışına çıkan bireyler ve gruplar dışlandı ve ağır baskılara maruz kaldı.

Kendisine çizdiği hedefler gözetildiğinde Kemalizmin önemli “kazanım”lara imza attığı teslim edilmelidir. Örneğin yüzyıllardır bu toprakların sakinlerinden olan gayrimüslimler tasfiye edildi; varlıkları rejim için “tehlike” arz etmeyecek bir seviyeye indirildi. Dindar-muhafazakâr kitleler uzunca bir süre iktidardan uzak tutuldu. Etnik olarak Türk olmayan birçok Müslüman grup ise Türklük dairesinin içine alındı. En büyük tehdit olarak görülen Kürtlerin bir kısmı sistemin içine çekildi, sistem dışında kalanların talepleri ise bastırıldı.

“Cumhuriyetin en muhkem ezberi”

Cumhuriyetçi söylemde, Cumhuriyetin bu şekilde demokrasiyi paranteze alarak kurulmasının bir zorunluluk olduğu ifade edilir. Gerek ülkenin tarihsel arka planının, insani ve iktisadi kalkınmışlık düzeyinin ve gerekse o vakitler Avrupa’da esen sert totaliter rüzgârların, demokrasiyi imkânsız kıldığı belirtilir.

Oysa bu, Alper Görmüş’ün ifadesiyle, “Cumhuriyetin en muhkem ezberidir.” Tarihi olgular, demokrasisiz bir Cumhuriyeti meşrulaştırmak için ileri sürülen her iki argümanı da doğrulamaz. Çünkü hem Osmanlı, kısa süreli de olsa parlamentarizmi ve çoğulculuğu içeren bir modernleşme süreci yaşadı. Hem de Cumhuriyetin ilan edildiği dönemde Avrupa’nın birçok ülkesinde demokratik yönetimler işbaşındaydı. Dolayısıyla Cumhuriyetin demokratik bir temelde kurulmaması bir mecburiyet değildi, bir tercihti.

Bu tercihin elde ettiği bazı “başarı”lara rağmen, tasavvur ettiği gibi milliyetçi ve laikçi ilkeleri şiar edinmiş kaynaşmış bir kitle yaratamadığı da belirtilmelidir. İki büyük sorun alanı vardı: Kürtler ve nüfusun büyük bir çoğunluğuna tekabül eden dindar-muhafazakârlar. Kürtler tekçi bir kimliği kabullenmedi. Muhafazakârlar geri çekildi ama olanak bulduklarında çoğunluklarına dayanarak Kemalizm ile arasına mesafe koyan anlayışları iktidara taşıdı.

Zamanla Cumhuriyetteki demokrasi açığı daha fazla göze batar oldu. Dünyada farklı kimliklerin daha fazla siyaset alanına girmesine paralel olarak Türkiye’de de 1990’lı yıllardan itibaren Kemalist projeye muhalefetin dozu arttı. Etnik, dini, mezhebi veya cinsel kimliğinden ötürü kendini “makbul vatandaş” içinde görmeyen kesimlerin taleplerini yoğunlaştırması, Kemalizmin hem fikri hem de fiili olarak kuvvet kaybetmesi sonucunu doğurdu.

Kemalizme demir atmak

AK Parti, böyle bir ortamda iktidara geldi. İddialıydı; geçmişten günümüze uzanan sorunları demokrasiyi tahkim ederek aşacak, herkesin kendisini eşit vatandaşı sayacağı yeni bir Türkiye yaratacaktı. Bu perspektif, Kemalizmin aşılmasını imliyordu. İlk başlarda bu hedefe uygun adımlar da atıldı.

Ne var ki bugün, bu yoldan çok keskin bir şekilde dönülmüş durumda. AK Parti demokraside geri vitese taktı, hukuku etkisizleştirdi ve iktidarı kişiselleştirdi. Yeni Türkiye iddiasından vazgeçince, geçmişte radikal bir şekilde karşı çıktığı davranışları sergilemeye başladı ve en güvenilir liman olarak gidip Kemalizme demir attı. Artık CHP’den bile daha Atatürkçü olduğunu savunan bir AK Parti var.

Birçok yüzü olan Kemalizm şimdi de biraz dini ve muhafazakâr değerlerle bulanmış yüzüyle hâkimiyet kuruyor. Kemalistler ne kadar sevinse azdır!

– Vahap Coşkun 15.11.2019


10 Eylül 2019 Salı

Tutuklanmak

Ahmet Altan, 'Bir Cümle'de anlattı:
Uyandım.
Kapı çalınıyordu.
Hemen karşımdaki ışıklı elektronik saate baktım… 05:42 rakamları yanıp sönüyordu.
“Polisler’’ dedim.
Ülkedeki bütün muhalifler gibi ben de her gece, şafak vakti kapının çalınmasını bekleyerek yatıyordum.
Geleceklerini biliyordum.
Gelmişlerdi.
Polis baskını ve ardından yaşanacaklar için giysiler bile hazırlamıştım.
Beli, kendi içinden bir iple bağlanan, kemere gerek göstermeyen ketenden bol siyah bir pantalon, bilekte biten kısa siyah çoraplar, yumuşak, rahat bir spor ayakkabı, ince pamukludan bir tişört ve koyu renk bir gömlek.
“Baskın elbiselerimi” giyip kapıya gittim.
Gözetleme deliğinden baktım.
Terörle Mücadele Şubesi’nin baskınlarda giydiği, göğüslerinde büyük harflerle “TEM” yazan yelekleriyle polisler duruyordu merdiven sahanlığında. Altı kişiydiler.
Kapıyı açtım.
“Arama ve gözaltı emri var” diyerek içeri girdiler.
Evin kapısını açık bıraktılar.
Karşı komşunun ve alt katın kapılarını da çaldılar… Komşuları da “tanık” olmaları için getirdiler.
Uykulu gözleri, ürkmüş bakışlarıyla iki komşum geldi… Üzgündüler…
Polisler, aynı apartmanda oturduğumuz kardeşim Mehmet Altan için de “gözaltı” kararı olduğunu, ikinci bir ekibin de onun kapısında beklediğini ama açılmadığını söylediler.
“Kaç numaralı daireye gittiklerini” sorunca yanlış bir evin kapısını çaldıkları anlaşıldı.
Mehmet’e telefon ettim.
--Misafirlerimiz var, dedim, kapını aç.
Telefonu kapatınca polislerden biri uzanıp “ben onu alayım” diyerek telefonu aldı.
Evin içine dağılarak aramaya başladılar.
Şafak söküyordu.
Tepelerin ardından kendini gösteren güneşin ışıkları, beyaz bir gül yaprağını andıran gökyüzüne mor, kızıl, eflatun dalgalanmalarla dağılıyordu.
Huzurlu bir Eylül sabahı, benim evimde olanlardan habersiz uyanıyordu.
Polisler evi ararken çay suyu koydum.
--Çay ister misiniz, dedim.
İstemediklerini söylediler.
Babamın sesini taklit ederek:
--Rüşvet değildir, dedim, içebilirsiniz.
Tam kırk beş yıl önce gene böyle bir sabah vakti, bu kez babamı almak için evimizi basmışlardı.
Babam onlara “kahve içip içmeyeceklerini” sormuş, onlar istemediklerini söyleyince de gülerek, “rüşvet değildir, içebilirsiniz” demişti.
Yaşadığım “déjà vu” değildi.
Aynı gerçeğin tekrarıydı.
Bu ülke tarih içinde çok yavaş hareket ettiğinden zaman ileriye doğru gidemiyor, dönüp kendi üstüne katlanıyordu.
Kırk beş yıl sonra aynı sabaha dönmüştü zaman.
Kırk beş yıl süren bir sabah içinde babam ölmüş, ben yaşlanmıştım, şafak ve baskın değişmemişti.
Açık kapının önünde, bana her zaman güven veren gülümsemesiyle Mehmet gözüktü. Etrafı polislerle çevrilmişti.
Vedalaştık.
Polisler Mehmet’i götürdüler.
Kendime bir çay koydum. Bir kâseye “müsli” boşaltıp üstüne süt döktüm. Bir koltuğa oturup, çayımı içip müslimi yiyerek polislerin aramalarını bitirmelerini beklemeye başladım.
Ev sessizdi.
Aramalarını sürdüren polislerin eşyaları yerlerinden oynatırken çıkardıkları seslerden başka ses duyulmuyordu.
Romanlarımdan bir kısmını onlarla yazdığım için atmaya kıyamadığım yirmi yıllık eski bilgisayarları, yıllardır biriken eski moda disketleri, halen kullandığım laptopumu kalın naylon torbalara doldurdular.
--Gidelim, dediler.
İçine yedek çamaşırlarımla bir iki kitap attığım çantayı aldım.
Evden çıktık.
Kapıda bekleyen sivil polis arabasına bindik.
Çantamı kucağıma alıp oturdum.
Kapılar kapandı.
Ölüler, öldüklerini bilmezlermiş. İslam mitolojisine göre cenaze mezara konup üstüne toprak atıldıktan sonra cemaat dağılırken ölü de kalkıp evine dönmek istermiş. Kalkmaya çalıştığında başı tabutun kapağına çarpınca öldüğünü anlarmış.
Kapılar kapanınca benim de başım tabutun kapağına vurdu.
O arabanın kapısını açıp inemezdim.
Eve dönemezdim.
Artık bir daha sevdiğim kadını öpemeyecek, çocuklarıma sarılamayacak, dostlarımla buluşamayacak, sokaklarda yürüyemeyecektim, bir çalışma odam, yazı yazacağım bir makinem, elimi uzatacağım bir kütüphanem olmayacaktı, bir keman konçertosu dinleyemeyecek, seyahate çıkamayacaktım, kitapçıları dolaşamayacak, bir fırından ekmek alamayacak, denizi göremeyecektim, bir ağaca bakamayacaktım, çiçeklerin, çimenlerin, yağmurun, toprağın kokusunu duyamayacaktım, bir sinemaya gidemeyecektim, bir daha sucuklu yumurta yiyemeyecek, bir kadeh içki içemeyecek, bir lokantaya gidip balık ısmarlayamayacaktım, güneşin doğuşunu göremeyecektim, kimseye telefon edemeyecektim, kimse bana telefon edemeyecekti, bir daha hiçbir kapıyı kendim açamayacaktım, bir daha perdeleri olan bir odada uyanamayacaktım.
Adım bile değişecekti.
Ahmet Altan silinecek, onun yerine resmî kayıtlardaki Ahmet Hüsrev Altan kullanılacaktı.
“Adın ne” dediklerinde, “Ahmet Hüsrev Altan” diyecek, “nerede kalıyorsun” dediklerinde bir hücrenin adını verecektim.
Artık ne yapacağıma, nerede duracağıma, nerede yatacağıma, ne zaman kalkacağıma, adımın ne olacağına başkaları karar verecekti.
Hep emir alacaktım.
“Dur,” “yürü,” “gir,” “kollarını kaldır,” “ayakkabılarını çıkar,” “konuşma.”
Polis arabası hızla gidiyordu.
On iki günlük uzun bayram tatilinin ilk günüydü. Bizi gözaltına aldıran savcı da dahil şehirdekilerin çoğu tatile gitmişti.
Yollar bomboştu.
Yanımda oturan polis bir sigara yaktı.
Sonra paketi bana uzattı.
Başımı sallayıp, gülümseyerek reddettim:
--Ben, dedim, sadece gergin olduğum zamanlar sigara içiyorum.
İçinde olduğu arabanın kapısını açmaktan aciz, kendi geleceğiyle ilgili karar verme hakkını tümüyle kaybetmiş, adı bile değiştirilmiş, zehirli bir örümceğin ağlarına dolanmış zavallı bir böceğe dönüştürülmüşken, bu gerçeği yok sayan, bu gerçekle alay eden, kendisiyle gerçek arasına ulaşılmaz bir mesafe koyan böyle bir cümleyi düşünmemiş, bilincimin herhangi bir köşesinde böyle bir cümle için verilmiş bir karara rastlamamıştım.
Sanki benim içimde olan tam da “ben” diyemeyeceğim, gene de benim ağzımdan benim sesimle konuştuğuna göre benim bir parçam olan “biri”, polis arabasında demir bir kafese konmak için götürülürken sigarayı sadece “gerginken” içtiğini söylemişti.
O tek cümle birden her şeyi değiştirdi.
Havaya atılan ipek eşarbı bir dokunuşuyla ikiye ayıran keskin bir Samuray kılıcı gibi gerçeği iki parçaya ayırdı.
Bu gerçeğin bir yanında etten, kemikten, kandan, kastan, sinirden oluşan ve bir kıskacın içine düşmüş bir beden vardı, öbür yanında ise o bedenin başına gelenlere aldırmayan, dalga geçen, bütün yaşananlara ve yaşanacaklara yukarıdan bakan, dokunulmaz olduğuna inanan, böyle inandığı için de dokunulmaz olan bir zihin bulunuyordu.
Alesia kalesini kuşattığında, büyük bir ordunun kaledekilere yardıma geleceğini haber alır almaz kalenin etrafına iç içe iki sur ördürerek kaledekilerin dışarı çıkmasını, gelenlerin içeri girmesini önleyen Jül Sezar gibi tek bir cümleyle iki büyük sur örmüş, hayatın tehditlerinin içeri girmesini, bilincin kuytularında birikmiş endişelerin dışarı çıkmasını, ikisinin birleşip beni korku ve dehşet duyguları içinde ezmesini önlemiştim.
O iki sur bir daha hiç yıkılmadı. O andan sonra bana yönelik hiçbir tehdit zihnime ulaşmadı, başıma gelen hiçbir şey beni etkilemedi.
Şunu bir kez daha gördüm ki hayatınızı altüst edecek gerçeklerle karşılaştığınızda, o üzgün gerçeklerin azgın sel suları gibi sizi kapıp sürüklemesi ancak sizin o gerçeklere boyun eğmeniz, o gerçeklerin sizden beklediği gibi davranmanızla mümkün olabiliyor.
Gerçeğin kirli, kabarmış dalgalarına fırlatılıp atılmış biri olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki gerçeğin “kurbanları” gerçeğe “uygun” davranmak gerektiğine inanan “akıllı” insanlardır.
Yaşanan olayların, sizi saran tehlikelerin, sizi kuşatan gerçeklerin sizden beklediği davranışlar, sözler vardır, o davranış kalıplarına uymadığınızda, beklenmedik işler yapıp, beklenmedik sözler söylediğinizde bizzat gerçeğin kendisi afallayıp zihninizin isyankâr dalgakıranlarına çarparak parçalanıyor. O zaman siz o parçaları alıp zihninizin güvenli limanlarında yeni bir gerçeklik yaratacak güce ulaşıyorsunuz.
Mesele, o beklenmeyen davranışı göstermekte, umulmayanı söylemekte.
Bunu yapabildiğinizde, kaderin bedeninizi hedef alan mızrağını küçümsediğinizde, işte o zaman Turgenyev’in unutulmaz “Düellocu” hikâyesindeki genç teğmen gibi kalbinize doğrultulmuş tabancanın karşısında şapkanıza doldurduğunuz kirazları neşeyle yiyebilir, ıssız bir sokakta aniden ortaya çıkıp “ya canını, ya malını” diyen soyguncuya Borges gibi “canımı” diyebilirsiniz.
Sınırsız bir gücü ele geçirebilirsiniz.
Bütün yaşadıklarımı ve yaşayacaklarımı algılama biçimimi değiştiren o cümleyi nasıl söylediğimi, o cümlenin esrarengiz kaynağının ne olduğunu hâlâ bilmiyorum.
Bildiğim, polis arabasında giderken sigarayı sadece “gerginken” içtiğini söyleyebilen “birinin” benim içimde bir yerlerde saklı olduğu.
O “biri”, sanırım birçok sesten, gülüşten, satırdan, cümleden, acıdan oluştu.
Babamın kırk beş yıl önce polis arabasında giderken gülümsediğini görmesem, Kartaca elçisinin işkenceyle tehdit edildiğinde elini ateşe soktuğunu babamdan dinlemesem, Neron’un emriyle intihar etmek için sıcak su dolu küvette bileklerini keserken Seneca’nın çevresindeki dostlarını teselli ettiğini bilmesem, Saint-Just’ün daha 26 yaşındayken giyotine gitmeden bir gece önce son mektubunda “koşullar, sadece mezara girmemekte direnenler için zordur” diye yazdığını, Epiktetos’un “bedenlerimiz köle olsa da zihinlerimiz özgür kalabilir” dediğini okumasam, Boethius’un en ünlü kitabını idam hücresinde yazdığını öğrenmemiş olsam o polis arabasında beni kuşatan gerçeklikten korkabilir, onunla alay edip parçalayacak gücü kendimde bulamaz, ciğerlerimden dudaklarıma kadar yükselen gizli bir kahkahayla o cümleyi söyleyemez, endişelenip sinebilirdim.
Ama o muhteşem ölülerin içime yansıyan ışıklı gölgelerinden oluştuğunu tahmin ettiğim “biri” konuştu ve bütün yaşananları değiştirmeyi becerdi.
Gerçek beni ele geçiremedi.
Ben gerçeği ele geçirdim.
Aydınlık caddelerden süratle giden polis arabasında rahat bir hareketle kucağımdaki çantayı yere bırakıp arkama yaslandım.
Emniyet Müdürlüğü’ne varınca araba çok geniş bir kapıdan binanın içine saptı, kıvrımlı bir yoldan aşağılara doğru inmeye başladı.
İndikçe ışık azalıyor, karanlık artıyordu.
Yolun bir dönemecinde araba durdu.
Arabadan çıktık.
Bir kapıdan yürüyerek çıktık.
Büyük bir meydanlığa gelmiştik.
“Yukarda” dolaşan insanların bilmediği, varlığından haberdar olmadığı, donmuş bir sülfür ormanına benzeyen kirli sarı duvarlarının içeri girenleri yeryüzünden koparttığı, taş, ter, rutubet kokan bir yeraltı dünyasıydı burası.
Çıplak lambaların tekdüze, çiğ ışığında herkes ölümün balmumu donukluğunu taşıyordu yüzünde.
Sivil polisler, dünyadan koparılmış canlıları karşılamak için bekliyorlardı.
İçerlere doğru bir koridor uzanıyordu.
Duvarların diplerine, bir deniz kazasında kaybolan talihsizlerin karaya vuran biçimsiz eşyalarını andıran çantalarla naylon torbalar yığılmıştı.
Polisler, pantalonumun belindeki ipi, ayakkabılarımın bağını, saatimi, kimliğimi aldılar.
Bir meyvenin çürümüş parçası, kurtlanmış sapı gibi bir hayatın içinden kesilip çıkarılan bu ışıksız derinlikte bizi de her hareketleri, her sözleriyle “yaşayanların” dünyasında ayırıyorlardı.
Bağcıkları çıkarılmış ayakkabılarımı sürüyerek, bir polisin peşinden koridorun içerlerine doğru yürüdüm.
Bir demir kapıyı açtı.
Ağır bir sıcağın insanı vahşi bir hayvanın pençesi gibi kavradığı daracık bir koridora girdik.
Koridorda, önlerinde kalın demir parmaklıkların bulunduğu hücreler sıralanmıştı.
İçleri tıklım tıklım insanla doluydu.
Yerlerde yatıyorlardı.
Uzamış sakalları, yorgun gözleri, çıplak ayakları, terli bedenleriyle sanki varlıklarını belirleyen sınırları eritmişler, kımıldayan kocaman etten bir kitleye dönüşmüşlerdi.
Merakla ve tedirginlikle bakıyorlardı.
Polis, beni bir hücreye sokup arkamdan kapıyı kilitledi.
Ben de diğerleri gibi ayakkabılarımı çıkarıp uzandım. İnsanla dolu o küçücük hücrede ayakta duracak yer yoktu.
Birkaç saat içinde beş yüz yıllık bir mesafeyi aşmış, Ortaçağ’ın Engizisyon zindanlarına varmıştım.
Hücrenin önünde durup beni seyreden polise gülümsedim.
Dışarıdan bakıldığında, havası ve ışığı olmayan, derin parmaklıklı bir kafeste yatan beyaz sakallı, yaşlı bir Ahmet Hüsrev Altan’dım.
Ama bu, beni oraya kapatanların gerçeğiydi.
Ben bu gerçeği değiştirmiştim.
Kalbine silah doğrultulmuşken neşeyle kiraz yiyen teğmendim ben, “ya canını, ya malını” diyen soyguncuya “canımı” diyen Borges’tim, Alesia’da surlar yaptıran Sezar’dım.
Çünkü ben sadece “gerginken” sigara içiyordum.



5 Eylül 2019 Perşembe

“Vur dediler vurduk, kır dediler kırdık"

6-7 Eylül pogromunun üzerinden 64 yıl geçti. Aralarında din adamlarının da bulunduğu çok sayıda insanın hayatını kaybettiği, öncelikle Rumlar sonra da Ermeniler başta olmak üzere gayrimüslim toplumların dehşet günleri yaşadığı bu pogromla ilgili hala kamuoyuna mal olmamış belgeler var. Araştırmacılar Hüsnü Gürbey ve Mahsuni Gül dönemin Anadolu Ajansı çalışanı Selçuk Emre’nin o vakitler yazdığı bir rapordan yola çıkarak o iki günde neler yaşandığına ışık tutuyor.

HÜSNÜ GÜRBEY-MAHSUNİ GÜL

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kütüphaneler ve Müzeler Müdürlüğü Atatürk Kitaplığı'nda bulduğumuz iki yeni belgenin (1) birincisinde; olayın bir numaralı tanığı olan ve Anadolu Ajansı kadrosunda gözüken Selçuk Emre’den, İstanbul Valisi Ord. Prof. Dr. F. Kerim Gökay, şu istekte bulunur:
“6-7 Eylül hadise günü Vilayette bulunduğunuz zamanlardaki müşahadelerinizi (gözlemlerinizi) yazılı olarak bildirmenizi rica ederim. 14/12/1955
İstanbul Valisi/İmza”

Selçuk Emre, sunduğumuz raporu hazırlar. Rapor çok sade bir dille ve olayları hiç abartmadan olduğu gibi aktarır. Ayrıca raporda geçen olayların, yine aynı arşivde bulduğumuz “İstanbul Merkez Kumandanlığı Nöb. Subaylığı, sayı: 73 806 ve 7/9/1955” ve müteakip tarihlerde hazırlanan tutanaklarla tutarlılık göstermesi bakımından ayrı bir önem kazanır.

Raporun Tamamı



19 Temmuz 2019 Cuma

Günler Perişan


Arkadaş Zekâi Özger







yırtarak geçiyor kalbimizden
hayatı da törpüleyen zaman
şuramızda birşey var
acıya benzer
umuda benzer
böyle günlerde hayat
hem acıya, hem acıya benzer
gün ölümle başlatıyor hayatı
her şafak taze bir ölünün üstünde doğuyor
her sabah ölümü anlatıyor gazeteler
sol köşede ölümü kutsallaştıran bir fotoğraf
yeni bir cinayetin röntgenini çıkartıyor gövdeme
beynim sabırla keskin
iğdişliyor haber bültenlerini, yorumları, sahte ölüm ilanlarını
bizim ilanlarımız çoktan verilmiştir
gelirse de bilinir nerden ve nasıl
böyle ölümün yücedir adı
ha kanağacı canım, ha gelincik tarlası
çünki ölümün kanıdır besleyen
bir başka baharın tohumlarını
şuramızda birşey var
bizi onduran şey
acıya saran
umudu kuşatan
kalbim: kalbim mi desem
var kalbim: yaşayan ben
hayatla ölümle cinayetle
gazetelerde, radyolarda, eski üniversitelilerde
eski prof hocalarla
yaşayan ben: geç mi kaldık/kabul edemem
ah benim sevgili annem
oğlunda elbet yurtseverden
birgün bırakırda sizi yüzüstü
yüzüstü değil: elbette bizüstü
bırakır da: kötü sarmaşıkları, yaban güllerini
bırakır da: sekizyüzlük hırtları, şunları, bunları
giriverir senin sıcacık kucağına
yani hem sana karşı, hem senin için
giriverir o yanılmaz tarihçinin yaprağına
ölüm mü dedim annem
ölüm senin gibi güzel annelerin
senin gibi güzel çocuklar feda etmiş
o tarih atlasında
bir kırmızı gül olur ancak
koksun diye çocukların bahçesi
şuramızda, tam şuramızda
kanserli bir virüs gibi kanımıza karışsa da bizi yaşatan günler perişan
işte bir bir kırıyorlar dalıylan
yeryüzünün olgunlaşan meyvelerini
çünki biliyorlar vakit dar
oysa dalları kırılmayan ölür mü sonsuz ağaç
hayatı pekiştiren kökümüz var
dünyayı emeğe kazandırmak için
hayata ve ölüme sonsuz bir anlam veren
kanağacına sözümüz mü var
biz şimdi gidiyoruz gibi ya dostlar
birgün döneriz elbet
acısız, adsız
ölümsuyu sürünün
sürünün ölümsuyu
bir ölü bir dirinin kanıdır
besler hayatsuyu
şuramızda, tam şuramızda
tarihe nasıl anlatsam
ey anneleri korkutan
bizi yaşatan kan

günler perişan


Arkadaş Z Özger


2 Temmuz 2019 Salı

Madımak, Epizodik İmgeler ve Popüler Bellek

Göze Orhon

İki görüntü var aklımıza çakılıp kalmış. Belki biri daha baskın. Behçet Aysan, Uğur Kaynar ve Metin Altıok merdivende oturuyorlar. Behçet Aysan’ın elinde yangın söndürme tüpü. Tüm bu yangın, bu pislik, bu ölümler onun yüzündenmiş gibi incecik bir mahcubiyet var sanki yüzünde. Öyle değil elbette. Kaygıdan yorgunluğa, hatta belki umursamazlığa varmış bir yüz. Hemen arkasında Uğur Kaynar. “Ağabeylerine” sorar gibi ne yapacaklarını. O da kaygılı. Onun yanında, Metin Altıok. Üstünde, bunca vahşete, ilkelliğe karşı dururmuşçasına gıcır gıcır takım elbisesi. Elinde fırça benzeri bir şey. Takım elbisesinin kontrastı. Belli ki ellerine ne geçerse onunla savuşturmaya çalıştılar yangını. O ağır, çok ağır yaralı kurtuldu Madımak Oteli’nden. Arkadaşlarını kaybetmesinin üstünden bir hafta geçmişti, yoğun bakımda öldü. Benim yeniyetme yetişkin aklımda Aziz Nesin de Madımak’ta öldürülmüştür. İki sene, dört gün sonra gitti o da. Benim doğum günümdü. Sonralarda şarkılarda ve romanlarda çok sık rastlayacağım “buruk bir sevinç” duygusunu o gün öğrenmiş olabilirim.

1993 yılında, televizyonun karşısında sadece adını bilsem de, ergen aklımla yaşadığım İç Anadolu kentine benzediğini sezdiğim bir şehirde, bir otelin yanışını izlerken olan bitene pek de anlam verememiştim doğrusu. Orta sınıf, taşrada yaşayan, depolitize, yer yer beyaz, memur bir ailenin çocuğuyum. “Alevi” kelimesini duymamışım bile; vebali benim boynuma değil. Kapanıp gidiyor sonra televizyon. Aradan geçen iki senede solcu oldum. Madımak’ta ne olduğunu, Alevi’nin kime dendiğini, Grup Yorum’u öğrenmiş ve elbette Felsefenin Temel İlkeleri’ni okumuşum. Aziz Nesin’in öldüğü haberini, Sivas’ı hatırlayarak, içimden “Kahrından gitti,” diye kahrolarak karşılamam böylece mümkün olmuş.

Diğer görüntü bir video kaydı[1]. Camiden çıkan kalabalık Madımak Oteli’nin camlarını indirmiş. Gençten biri otelin birinci katına tırmanıyor. Video kaydında görmediğimiz iki adam konuşuyor. Anlıyoruz ki otelin yakılmasına çok önceden karar verilmiş. Bir kahraman gibi bahsediyorlar otele tırmanan adamdan –hatta belki çocuktan. “Bez olacak ki bez bez,” diyor birisi, İç Anadolu şivesiyle. Bez olacak ki, iyi yanacak, hemen alev alacak. Akıl alacak gibi değil. Bunu söyleyen adamın yüzünü görmedim ama o ses çok tanıdık. Benim yaşadığım kentte liseli halimin arkasından ömrümce duymadığım iğrenç iki çift söz takan dolmuş şoförü. Belediye başkanının elini öpen esnaf. Ağzını açtığında namustan, “anam, bacım, yengem”den azını söylemeyen ama laf aralarından “a.ına koduğumun”u eksik etmeyen oto tamircisi. Tipleştiriyor muyum? Evet, kusura bakmayın, İç Anadolu taşrasında büyüyenlerin ayrıcalığıdır bu. Adına ister dar bir sosyolojik analiz, ister en tumturaklısından “muhafazakâr halkı hakir gören elitist bir bakış” deyin, o adamlar varlar. Bugün o adamların, memleketin ahvaliyle münasebetine dair bir şey söylemeyeceğim. Madımak’ı ateşe vermek için bez arayan da onlar, on bir yaşımda Ramazan’da sakız çiğniyorum diye on bir yaşında çocuğu küfrederek kovalayanlar da.


Böyle imgelere epizodik bellek deniyor. Ekseriyetle bir toplumsal olaya iliştirilmiş, onu hatırlatan, hatta bazen ezberden çağıran hatırata karşılık geliyor. Bu iki görüntünün Madımak katliamının epizodik imgeleri olduğunu düşünüyorum. Herkesin ilk elden aklına gelen, altına yazıydı, açıklamaydı istemeden ne olduğunu hemen biliverdiğimiz, ezberlediğimiz, hatta görmekten geri düşüp sadece baktığımız imgeler. İlk bakışta belleğin basitçe geçmişin yansıması olduğunu düşünürüz. Bir tür ayna. Fotoğraflara geçmişte nasıl olduğumuzu hatırlamak için bakarız. Ailemizin yahut çocukluk arkadaşlarımızın ortak geçmişimize dair anlattıklarının, geçmişin düpedüz izi olduğunu düşünürüz. Oysa artık malumun ilamı oldu, geçmiş dediğimiz şey biraz da kurgudur. Şimdiki zaman içindeki her harekette yeniden kurulur. Dolayısıyla, her şimdiki zamanda başka kurgulara dönüşür. Bir de travmanın ne olduğunu hatırlayalım. Yine en basit tanımıyla, bellek dizisine yerleştirilememiş, ağır, yakıcı, düzen bozucu olaylara denir travma diye.

Bu iki epizodik imge de çokça dönüştü bana kalırsa. Onlarda değişen bir şey yok. Yine merdivenlerde ölümü bekleyen iki şair ve bir ozan. Otel nasıl çabucak yakılır diye fikir (!) yürüten, kulun yaktığı ateşi Allah’ın kâfire ihsan eylediği cehennem ateşi sayan iki adam. Çoklarının aksine, ben içinde bulunduğumuz zamanın, dönüşen geçmiş kurgusunun, travmaya dokunan, onun karmakarışık olmuş yumağından bir ip ucu çeken, onu çözmeyeyazan bir tarafı olduğunu düşünüyorum. Travmadan çıkış, onu açımlamakla ve yukarıda da söylediğim gibi, onu hatırlama düzeninin içine çekmekle, ona orada bir yer verip yerli yerine yerleştirmekle mümkün. Elbette bu çözülmenin hemen yanı başında devasa bir gedik duruyor: Yüzleşme ve hemen akabinde tanınma. Yaranın, ağrının, belleği delip geçen sertliğin, şiddetin tanınması. Bu gerçek olmadı. Uzunca bir süre de olacağa benzemiyor. Ama o çözülmenin, Madımak katliamının bir hatırlama düzeninin içine yerleşmesinin müspet bir şey olduğunu düşünüyorum. Elbette o bellek dizisi yepyeni acılarla yüklü. 10 Ekim’le, Sur’la, Lice’yle, naaşı buzdolabının içinde bekletilen Cemile’yle, Berkin Elvan’ın annesinin yüzündeki acıyla… Saymakla bitmez son birkaç yılın acı yükü. Bu yük gelip popüler belleğin ortasına çöktü. Çökmez olaydı elbette. Ancak bu yük Madımak’ı, o akıl almaz yangını, diğerlerini de yanına katıp popüler belleğin ortasına yerleştirdi. Bu yangının bağlamı, belki de şimdiye kadar hiç olmadığı kadar ayan beyan bugün. Dönemin Adalet Bakanı Şevket Kazan, 1994 yerel seçimlerinde 28 ilde seçim kazanan Refah Partisi, onun içinden ilkin liberal saiklerle çıkıp şimdi malum totaliteryenizmin öznesi olan parti, onların yakıp yıktıkları, Gezi’den sonra en “bana dokunmayan yılan bin yaşasın”cının bile vicdanına değen ölü çocuk yüzleri, şehirlerin ortasında patlayan bombalar, IŞİD, mülteci kamplarında dikilen kamuflajlar[2], Antep’teki hücre evleri… O günden bugüne akan tarihte, bir aralık yakalayıp yerleşti Sivas Katliamı.


Geçmiş üzerine yürütülen mücadele, namı diğer bellek mücadelesi, öznelerle mümkün elbette. Ama bütün ağırlığına karşın tarihsel akışın dönüştürücü kuvvetini de kim inkâr edebilir? O iki epizodik imge, vaktiyle gerçeklemiş kötü bir olayın, devlet ağzıyla “münferit bir vaka”nın imgelerinden fazlası artık. Bir milat. Habis tarihselliğin bugün yeniden idrak edilen bir uğrağı. Kötümser olmak için hiçbir zaman sahip olmadığımız kadar çok nedenimiz var. Ama şimdi o tarihselliğin içinde bir hat daha önce hiç olmadığı kadar belirgin. Bedeni saran nöral ağdaki bütünlükten ötürü, kimi zaman bir yerimize aldığımız darbenin bedenimizin bambaşka bir yerini acıtması gibi. Hâsılı, insanlar anlıyor hanımlar, beyler… Popüler bellek ürkütücü düzeyde politize oldu. Travmatik moment bellekte yer buldu. Yakında değil, hatta uzundur iyiden iyiye naif bir dilekten fazlası değil belki ama, söylemekten geri durmamak lazım. Yüzleşeceğiz de.

04 Temmuz 2016

[1] https://www.dailymotion.com/video/x7caie0



[2] https://www.youtube.com/watch?v=tA0zJ9u3ZrU&sns=fb




www.birikimdergisi.com

7 Haziran 2019 Cuma

Çağımızın Bir (Başka) Kahramanı: Topal Osman

Falih Rıfkı Atay Çankaya kitabında “Savaş bitip de İngilizler ve müttefikleri, İttihatçı ve hele Ermeni öldürüşçülüğünün hesaplarını sormak yoluna gidince, ne kadar gocunan varsa silahlanıp bir çeteye katılmıştır” der. Hakikaten de, Milli Mücadele’nin önemli isimlerinden Yenibahçeli Şükrü Bey, Deli Halit Paşa, Küçük Kazım, Hilmi, Nail Beyler, veya daha sonra Cumhuriyet hükümetlerinde bakanlık yapan Şükrü Kaya, Abdülhalik Renda, Pirinççizade Arif Fevzi, Ali Cenani Bey, Tevfik Şükrü Aras gibi yüksek sınıftan beylerin de Ermeni Tehciri’nde rolleri vardır. Celal Bayar ise Ben de Yazdım adlı 8 ciltlik kitabında Milli Mücadelenin diğer önemli isimleri olan, İsmail Canbolat, Pertev ve Cafer Tayyar beyler, Yüzbaşı Arap Nuri, Yüzbaşı Hüsamettin, Ahmet Rıfat, Yüzbaşı Tahir, Kara Kemal gibi şahsiyetlerin 1914’de Ege’de yürütülen Rum tehcirindeki rollerini kendi açısından pek güzel anlatır. Bunların dışında, İpsiz Recep, Dayı Mesut, Kara Aslan, Kel Oğlan gibi birçoğu isimleriyle müsemma çetecilerin, Giritli Şevki, Giritli Caferaki, Çerkez Ethem ve Reşit kardeşler, Serezli Parti Pehlivan gibi kabadayıların da Ermeni ve Rumlara yönelik pek çok katliama karıştıkları bilinir. Milli Mücadele’nin Ege’deki mutemet adamı Demirci Mehmet Efe’nin yörede işlemedik suç bırakmadığı için dağa çıkan bir eşkıya olduğunu, Milli Mücadelede yer almak suretiyle bu suçlarından arındığını biliyoruz. Efe’nin Rum ahaliyi tehcir etmek konusunda ters düştüğü Türklere kızıp Denizli’yi ateşe vermesini ise olayları soruşturmak üzere Ankara’dan gönderilen Asliye Hukuk Hakimi Sındırgılı Süreyya Bey gayet güzel anlatır. Bu kişilerin her birinin hikayesi çok ilginçtir ama Topal Osman’ın temsili nitelikteki öyküsü hepsinden daha zihin açıcıdır.

ASKER KAÇAĞINDAN KAHRAMANA
Topal Osman’ın tarih sahnesine ilk çıkışı 1. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla Giresun’dan topladığı 100 kişilik çeteyle Trabzon hapishanesinin kapısını açtırıp 150 mahkumu çetesine ilave etmesiyledir. Kendi ifadesine göre 1. Balkan Harbinde yaralanarak topal kalmıştır. Topal Osman’ın gönüllüleri (!) Teşkilat-ı Mahsusa’ya bağlı olarak Artvin yöresindeki Ermeni tehcirinde görev (!) yaparlar. Nisan 1916’da Borçka’da Ruslara karşı savaşan Türk ordusuna katılan Topal Osman, orduda olduğunu unutup kabadayılığa devam etmekle kalmayıp, sıcak çarpışmaları görünce kaçma emareleri gösterince, komutanı kendisini affetmez ve 50 değnekle cezalandır. Değnekler, kahramanımızın alelacele çürük raporu alıp memleketine geri dönmesine yeter de artar bile. (Arif Cemil, 1. Dünya Savaşında Teşkilat-ı Mahsusa)

Asker kaçağı Topal Osman bir süre sonra Giresun-Samsun havalisinde ortaya çıkar. Bölge uzun süredir bağımsız Pontus Devleti’ni kurmayı hedefleyen Rum çeteleri ile uğraşmaktadır. İttihatçıların gizli örgütü Teşkilat-ı Mahsusa’nın son başkanı Hüsamettin Ertürk’e göre Mustafa Kemal’in Samsun'a gelir gelmez Havza'da Osman Ağa ile görüşmüştür. (İki Devrin Perde Arkası) Halbuki bu sırada Topal Osman İstanbul Divan-ı Harbi tarafından Ermeni katliamlarına katılmaktan aranmaktadır. Anlaşılan bu alandaki maharetlerinden Rumlara karşı yararlanmak ihtiyacı doğmuştur ki, 8 Temmuz 1919'da Osman Ağa hakkındaki tutuklama kararı Padişah Vahdettin tarafından kaldırılır. Topal Osman, Muhafazai Hukuk-u Milliye Cemiyeti Giresun Şube başkanı olur ardından Erzurum Kongresi’nde Mustafa Kemal’e muhalefet edenleri sindirme görevini başarı ile yapar. H.İ. Dinamo’ya göre Mustafa Kemal “Pontus belasından kurtulmayı Topal Osman’ın tecrübeli ellerine” bırakmıştır. Topal Osman da “Siz hiç merak etmeyin Paşam. Bu Pontus Rumlarına öyle bir tütsü vereceğim ki, hepsi mağaralarda eşek arısı gibi boğulacak” der. (Kutsal İsyan, 2. Cilt)

Falih Rıfkı’ya göre Topal Osman basılan her Türk evine karşı 3 Rum evini basmak, mezarını kendine kazdırıp diri diri adam gömmek, vapur kazanlarında kömür yerine canlı adam yakmak gibi zulüm ve işkenceleri ile bölgeyi Rumlardan tamamen temizler. Görevinde ne kadar başarılı olduğunu Genelkurmay raporlarından anlarız. O tarihte çetecilik olayına karışan Rum sayısı 11.118 iken Rum çeteciler tarafından öldürülen Türk köylü sayısı 1817’dir. 1914 Osmanlı Salnamesi’ne göre Trabzon, Sivas ve Kastamonu vilayetlerinde yaşayan 450 bin Rum’dan 86 bini 1. Dünya Savaşı sırasında Rusya’ya göç etmiş, 322 bini 1923 nüfus mübadelesiyle Yunanistan’a gitmişti. Aradaki fark olan 65-70 bin Rum’un 1916-1923 arasında şu veya bu şekilde hayatını kaybettiği tahmin edilir. (Aktaran Stefanos Yerasimos, Pontus Meselesi, Toplum ve Bilim, 1988-89 Güz sayısı.)

TEHCİR ZENGİNİ
Ocak Ağustos 1920’de 3. Fırka komutanı Rüştü Bey BMM’ye Osman Ağa’nın eşkiyalığından, taşkınlığından şikayet eder. Mustafa Kemal’den Topal Osman’a çekilen tel şöyledir:

“Hizmet vatanseverliğini takdir, fakat işlerinizde daima hükümeti güçlendirecek biçimde hareket etmeniz.” 1921’de Lazistan mebusu Osman Bey Mustafa Kemal’e bir telgraf gönderir “Bu cahil adamın şimdiye kadar Giresun’da yapmadığı rezalet kalmadı. Rumlardan ve ahaliden aldığı yüz binlerce liranın hesabını kimse soramıyor. Şimdi eşkıyalığını Trabzon liman içinde yapmaya başlıyor ki… bu halin devamı pek çok çirkin olaya sebebiyet verecektir.”

Giresun Sancağı Reji Müdürü Rükneddin Bey daha da cesurdur. Uzun mektubunda şöyle der:

“Osman Ağa tümden cahil biri olup, geçmişte bir hiç olduğundan bahsetmeye gerek yoktur. 1. Balkan Harbinde bir ayağının sakat kalması sonucu gördüğü iltifat ve yardımlardan başlayarak kahvecilik, balıkçılık yaparken, göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir zamanda milyonerliğe çıkan bu zatın kurduğu zenginliğin…. zorla ele geçirme olduğunu gözler önüne arz ederim. Memleketi terk ederek başka bir ülkeye kaçan Rumların mülk ve bahçelerini kendine, akraba ve soyuna sopuna ve dalkavukları arasında böldüğü gibi, bunların İslam halktan alacaklarına karşılık kasalarında sakladıkları senetleri (...) çaresiz köylülere geri vereceği yerde (...) senetleri zorla ödetmek veya karşılığında bir bölüm Müslümanların bağ ve bahçelerini zaptetmiş ve tapularını elde etmiştir (...) Batı cephesinde görünüşte vatan hizmeti ile uğraşırken bile memleketi hâlâ pençesinde tutmak için her araca başvurmakta ve acımasız işler yaptırmaktadır.”

Aynı tarihlerde hazırlanan resmi bir rapora göre Topal Osman, Samsun havalisinde 900 kişiyi bir mağaraya koyup öldürmüştür. Bu raporlara Mustafa Kemal’in cevabı

“Osman Ağa hakkında şikayet edilen hallerden bittabi pek müteessir oldum (...) Bu biçim hareketlerin onaylayıcısı ve destekleyicisi olmadığımı bu vesile ile hatırlatmak isterim (...) Ancak şikayetnamenizin son fıkralarında ‘kendi kendimizi müdafaa ederiz’ tarzındaki lüzumsuz ve yersiz görmekteyim efendim”

şeklindedir. Aslında işlediği suçlar hakkında adeta bir referans mektubu işlevi görmüş gibidir çünkü, bir ay sonra Topal Osman BMM tarafından Mustafa Kemal’in Muhafız Alayı Komutanı olarak Ankara’ya davet edilir ancak Osman Ağa yolda da boş durmaz ve Çorum-Alaca civarında evlere tecavüz eder, bazı hayvan ve malları gasp eder. Olayları rapor eden içişleri ve savunma bakanlığı telgrafları üzerine Mustafa Kemal’in Topal Osman’a yazdığı kısa telde “Yol boyunca müfrezeniz erlerinden bazıları uygunsuz hallere baş vurduklarından bahisle şikayet edilmektedir. Buna kesinlikle ihtimal vermiyorum…” sözcükleri anlayana çok şey söyler. (Cemal Şener, Topal Osman Olayı’nın ekindeki Cumhurbaşkanlığı arşiv belgeleri) 28 Ocağı (1921) 29 Ocağa bağlayan gecede, Kazım Karabekir’in son derece mahir manevrası sonucu, Rusya’dan ülkeye dönüş yapmaya kalkan, TKP üyesi Mustafa Suphi ve 14 yoldaşının hançerlenerek Karadeniz’in karanlık sulara atılmasının sorumlusu balıkçı kahyası Yahya ve adamları da Topal Osman’ın yoldaşlarıdır. Kayıkçı Yahya daha sonra Mustafa Kemal’in emri ile öldürülmüştür. Bu olay da aydınlatılmayı beklemektedir.

Mustafa Kemal’in artık en yakın adamı olan Topal Osman’ın oluşturduğu 47. Alay, Mart 1921’de patlak veren Koçgiri Kürt isyanını bastırırken öyle zalimane yöntemlere başvurur ki, Meclis’te büyük tartışmalar yaşanır. Topal Osman sadece isyancı Kürtleri değil, Suşehri, Koyulhisar, Reşadiye, Niksar ve Erbaa’daki Ermeni ve Rumları da öte dünyaya havale etmiştir. (Ahmet Emin Yalman’ın Topal Osman’la Mülakatı, Vakit, 19.2.1922) Birliği ile oradan Sakarya Meydan savaşına katılmak üzere yola çıktığında son bir hamle yapar ve Merzifon’un Rum ve Ermeni ahalisini katleder. Kahramanımız, ideolojik önderi, Tirebolulu Binbaşı Hüseyin Avni Bey komutasında Sakarya’da savaştıktan sonra sağ salim geri döner. (Bugün çok yaygın olan ve Topal Osman’ın cepheye 6000 kişilik Giresun gönüllü ile gittiği, bunların 5500’ünün şehit olduğu efsanesine gelince: Falih Rıfkı ve Alptekin Müderrisoğlu gibi ciddi kaynaklara göre Sakarya Meydan Savaşı’nın tüm şehit sayısı 3282’dir. Yani Topal Osman hayranlarının verdikleri rakamlar tamamen uydurmadır.)

ALİ ŞÜKRÜ OLAYI
Topal Osman’ı daha da popüler yapacak olay ise ufuktadır. Bilindiği gibi Birinci Mecliste Mustafa Kemal ve arkadaşlarının oluşturduğu 1. Grup ile Mustafa Kemal’e çeşitli nedenlerle muhalefet edenlerden oluşan 2. Grup sürekli çatışma içindedir. 2. Grubun liderlerinden biri de Trabzon milletvekili Ali Şükrü Bey’dir. Dini konulardaki hassasiyetleri ile dikkati çeken Ali Şükrü Bey, Mustafa Kemal’in Hakimiyeti Milliye gazetesine karşılık Tan gazetesini çıkarmakla yetinmez bir de Hilafet yanlısı broşür bastırır. Lozan görüşmeleri sırasında İsmet İnönü’nün hariciyeci olmamasını eleştiren Ali Şükrü, bu dönemde meclis çalışmalarını engelleyerek Mustafa Kemal’in tepesini iyice attırmıştır. Hatta Mustafa Kemal’le birbirlerinin üzerine yürümüşlerdir. Bu günlerde Ali Şükrü Bey birden ortadan kaybolur. Kayboluşunun üçüncü günü kardeşi bakanlar kuruluna başvurur, bir çobanın ihbarıyla boğulduğu anlaşılan ölüsü Ankara civarındaki Mühye köyü civarında bulunur. Kurulan bir komisyon bazı somut delillerden (örneğin Ali Şükrü Bey’in sıkılmış yumruğunun arasında bulunan hasır parçasının Topal Osman’ın evindeki sandalyeden kopmuş olduğu tespit edilmiştir) hareket ederek Topal Osman’ın suçlu olduğuna karar verir. Anlaşıldığı kadarıyla, Topal Osman, Ali Şükrü Bey’in Mustafa Kemal’i sürekli üzmesine tahammül edememiş, (yani durumdan vazife çıkarmış) ve Ali Şükrü Bey’i, Mustafa Kemal tarafından kendisine bağışlanan Papazın Bağı denen yerdeki evine davet ederek öldürmüştür.

Olayın ortaya çıkması üzerine Topal Osman’ın nasıl teslim alınması gerektiğine dair harekat planını bizzat Mustafa Kemal hazırlar ardından eşi Latife Hanımla birlikte Çankaya Köşkü’nden ayrılıp, İstasyon civarındaki eve çekilir. Alınan tedbir yerindedir, çünkü Topal Osman Ağa teslim olmayı kabul etmediği gibi Çankaya Köşkü’ne gidip öfke ile her yeri kırıp döker. (Rauf Orbay, Yakın Tarihimiz, C.4) Fakat 1 Nisan’ı (1923) 2 Nisan'a bağlayan gece sabaha kadar süren çatışmada yaralı olarak ele geçirilecek, hastaneye götürülürken yolda ölecektir. Nedense başı kesilerek alelacele gömülmüştür. Ancak Meclis daha önce Ali Şükrü Bey’in katillerinin yakalanarak Ulus Meydanı’nda idam edilmesi kararını oybirliği ile aldığı için, başsız ceset mezardan çıkarılır, Ulus Meydanı’nda ayağından darağacına asılır. Olayın arkasında kim vardır sorusu o günlerde herkesi meşgul etmiştir. Mustafa Kemal’in neden İstasyon’daki eve geçtiği, Topal Osman’ın neden Çankaya Köşkü’nü talan ettiği, yaralı halde yakalandığı halde neden kafasının hemen kesilip gömüldüğü gibi konular şüphe çekmiştir. İlginçtir, hemen her konuda bir şeyler söyleyen Mustafa Kemal, bu konuda suskunluğunu korumuştur. Ali Fuat Cebesoy Mustafa Kemal’in Topal Osman’ın ‘tepelenmesi’ sırasında sessiz kalışını biraz imalı biçimde anlatır. (Siyasi Hatıralar) O dönemde TBMM zabıt katibi olan Mahir İz Yılların İzi adlı anı kitabında hem Ali Şükrü Bey’in yıpratıcı muhalefetinden hem de artık hizmetine lüzum kalmayan Topal Osman çetesinden kurtulmak için bir taşla iki kuş vurulduğunu söyler. Türkiye Cumhuriyeti adlı kitabında Mahmut Goloğlu’da benzer bir kanıda olup, Mustafa Kemal’e ömrü boyunca sadık kalmış olan Falih Rıfkı Çankaya kitabında, “Topal Osman da en sonunda nizamlı ordunun kıta Kumanlarından İsmail Hakkı Tekçe tarafından ve Mustafa Kemal’in emriyle Çankaya sırtlarında vurulmuştur” der. Rıza Nur gibi yeminli Mustafa Kemal düşmanının bu konudaki daha ağır ithamlarını tekrarlamaya gerek yok.

EFSANENİN DİRİLİŞİ

Peki bu olayla Topal Osman efsanesinin sonu gelmiş midir? Burası biraz karışıktır. 1925’de bizzat Mustafa Kemal’in emri ile naaşı Giresun Kalesi’nde ilk gömüldüğü yerden alınıp, yine kale içindeki anıt mezara nakledilir. 1981’de Giresun mülki yöneticileri kendisini kahraman ilan etmek için Türk Tarih Kurumu’ndan görüş alırlar ama gelen cevap olumsuzdur. 1983’de Kenan Evren şehri ziyareti sırasında Topal Osman’dan övgüyle söz eder. 1987’de yerel yöneticiler 2 Nisan’larda Topal Osman’ı anmaya başlarlar. Yıllar sonra Susurluk Skandalı’nın baş kahramanlarından emekli tuğgeneral Veli Küçük, güya Giresun'da jandarma bölge komutanlığı yaptığı sırada, Topal Osman Ağa'nın hayatından pek etkilendiğini için adına bir heykel yaptırmaya karar verir. İstanbul'da yaptırdığı heykel, 2001 yılında dikilmesi için Giresun'a gönderilir ama dönemin belediye başkanı, bugünkü CHP Milletvekili Mehmet Işık'ın talimatıyla, depoya kaldırılır. 2002’de heykel konusunda mülki idare, İçişleri ve Genelkurmay arasında bir dizi yazışma yapıldığı haberleri basına sızar. Aynı yıl, Giresun kalesindeki anıtın eski Türkçe yazılı kitabesi üzerindeki metinde Topal Osman’ın “Pontusçuların imhasındaki hizmetlerini” öven cümleleri “milli güvenlik siyaseti” açısından sakıncalı bulunur ve yerine “milli güvenlik siyasetine uygun” Latin harfli yeni plaket konulur. Giresun’un milliyetçileri bu gel-gitlere bir türlü anlam veremezler ve celallenirler. O sırada bir başka kahraman Mehmet Ali Ağca aramıza karışır. Abdullah Çatlı’nın hayalati gözlerimizin önünden geçer. Bize de ülkemizde kahraman kime nedir sorusu üzerine düşünmek, kahraman yaratma geleneğimizin köklülüğüne şapka çıkarmak kalır.


    Ayşe Hür








Kısaltılmış hali 23 Ocak 2006 tarihli Radikal İki’de yayımlanmıştır.

BİRİKİM 31 Ocak 2006