Translate

11 Kasım 2017 Cumartesi

Makyavelizm, insanlık ayıbı insanlık suçudur...

Hasan HASTÜRER

İtalyan düşünür Niccolu Machiavelli, 1469-1527 yılları arasında yaşadı.

Makyavelizm, Niccolu Machiavelli'nin düşüceleri üzerine bina edilen bir yaklaşım biçimidir. Makyavelizim'de önemli olan amaç ve amaca nasıl olursa olsun ulaşmaktır.

Amaç yolunda her şeyi geçerlidir, mübahtır.

Niccolu Machiavelli'nin en önemli ve Makyavelizmi en iyi anlatan eseri Prens ya da Hükümdar olarak çevirisi yapılan IL PRINCIPE isimli eserdiri. O eserinde Niccolu Machiavelli, tarihin derinliklerinde yaşadığı döneme kadar yaşamdan örneklerle hükümdarlara, ya da hükmedenlere önerilerde, tavsiyelerde bulunuyor.

IL PRINCIPE'yi okuyanların buluştuğu en önemli nokta hükümdarın yerine gözü para işadamı ya da politikacıların ezici çoğunluğunun konulabileceğidir.

Bu Pazar gününde sizlere Makyavelizmi anlatma gibi bir amacım yok. Ancak Makyavelizmden biraz bahsedip çevrenizdekileri daha kolay algılayıp yargılamanıza yardımcı olmak istiyorum.

* * *

Makyavelizm üzerine çalışanlar Niccolu Machiavelli'nin “Hükümdarlar sözlerini nasıl tutmalıdır?” sorusuna verdiği yanıtı şöyle toparlarlar:

“ - Deneyler bize göstermiştir ki, büyük işler yapmış olan hükümdarlar verdikleri sözleri fazla dikkate almamışlar, ustalıkla insanları aldatmışlardır.
- Mücadelenin iki yolu vardır: biri kanun yolu, diğeri kuvvet yoludur. Birinci insanlara, ikinci hayvanlara özgüdür. Fakat çoğu zaman birinci yol kafi gelmez ikinci yola başvurmak gerekir. Bu nedenle hükümdar insanca davranmayı da hayvanca davranmayı da bilmelidir.
- Hükümdar tuzakları tanımak için tilki, kurtları korkutmak için aslan olmalıdır. Sonuç olarak, ihtiyatlı bir hükümdar, kendine zararı dokunuyorsa verdigi sözü tutmaz. Söz vermesini gerektiren şartlar değişmisse, yine sözünde durmasına gerek yoktur.

- Hükümdar rolünü iyi oynamalı gerçek amaçları konusunda açık vermemelidir. İnsanlar o kadar alışkındırlar ki, aldatmak isteyen biri mutlaka aldanacak birini bulur.
- Hükümdar, merhametli, vefalı, insancıl ve doğru bir insan olarak gözükmeli, fakat gerektiğinde tümüyle aksine davranabilecek kadar ruhsal hazırlık içinde olmalıdır.
- Hükümdar sözlerine özen göstermeli, öyle ki görüp işitenler merhametin, bağlılığın, insanlığın, doğruluğun ve dindarlığın ta kendisi oldugunu sansınlar. Bu son niteliğe sahipmiş gibi gözükmek kadar gerekli bir şey yoktur. Çünkü insanlar genellikle ellerinden çok gözleriyle yargılar. Herkes sizi nasıl görünüyorsanız öyle görür.”


* * *

Bunlar benim düşüncelerim değil.

Niccolo Machiavelli'nin düşünceleri.

Ben sadace bir bölümünü öne çıkardım.

Makyavelizm, yüzlerce yıl sonra da geçerli olabilir mi? Normalde olmaması gerekir. Ancak pek çok gözü kara işadamı, politikacı için Makyavelizm hala geçerli ve kullanılırdır. Makyavelizm, ne kadar yaygın ve iyi bilinirse Makyavelizmi rehber kabul eden politikacılar, iş adamları ya da makyavelizmi benimseyerek hayatta bir yerlere gelip tutunmak isteyenler daha kolay anlaşılır.

Makyavelizmi iyi anlayıp, bu anlayışı çağdaş en temel insan haklarıyla, demokrasiyle, hukukun üstlüğüyle birlikte okursak, Makyavelist yaklaşımın hayat bulmasının insanlık ayıbı, insanlık suçu olduğunu çok kolay anlarız.

* * *

Bizim dünyamıza şöyle bir özenle göz atınız. 500 sene önce seslendirilen ve çağdaş yaklaşımla insanlık ayıbı, suçu sayılan yaygın Makyavelizm yaklaşımlarının olduğunu görürüz.

Gücü elde eden, gücünün devamı için güçlü olanların memnuniyetini, tatminini öne çıkarır. Bunun bir diğer yaklaşımla adı gücün koruyucularının memnun edilmesidir.

Yasalar yapılır. Anayasa eşitlikten bahseder ama birileri için o eşitlik maddesi geçerli değildir. Bazıları balın tadını kavanoza dokunarak almaya çalışırken, bazılarının ağızlarına kaşık kaşık bal sokulmasının izahını başımızdakiler bir yapsın.

Yeni ve etkili güç odakları öne çıktığı zaman parti için koşturanların da artık esamesi okunmaz. Bizim gibi ülkelerde Makyavelist yaklaşım sahiplerinin kutsal ittifakı vardır. Bu kutsal ittifakın tarafları için öncelik bir birlerinin beklentilerine yanıt verip, çıkarlarını sürdürücü yapının devamını sağlamaktır.

... Ve bu yaklaşım sahipleri için etik değer, ahlaki yaklaşım, insani değerler asla ama asla bir değer taşımaz. Daha doğrusu onların sözcük listesinde “ahlak, insani değer, söz, dürüstlük” filan gibi sözcükleri hiç bir zaman olmaz.

Neden olmaz?

Etik ve insani değerler, manevi değerlerdir. Halbuki ille de her koşul altında kazanmak, her koşul altında koltuktan olmak isteyenlerin hedefleri maddi kazanımlı hedeflerdir. Maddi kazanımlı hedef paradır, koltuktur.

* * *

Yazının sonuna geldiniz. Bir soluk alıp düşünün. İsterseniz bir daha okuyun, hatta etrafınızda birileri varsa sesli okuyup, tartışın. Ve tabii bir de urup avuçluk memleketimizde kaderimizde etkin olanların yaklaşım biçimlerini sorgulayın... Bulgularınızı isterseniz bir biçimde bana iletin. Bunu yaparsanız çok memnun olacağım...
Canımızı sıkmak için elleriden geleni esirgemeyenlere inat bu Pazar gününde yüreğinde insanlık sevgisi eksilmeyen herkese nergis kokulu harika güzellikler dilerim...

Günün sözü: Her takke bir gün düşmeye mahkumdur






23 Ekim 2017 Pazartesi

300 Ankara Bebesi: Gardaş Direnmeyek mi La?

"Bir Süryani, bir Kürt ve bir Türk bağ-bahçe arasında yürüyorlarmış. Suyun kenarındaki bağlardan birinde bir yemiş ağacı görüp, açlıktan zil çalan midelerini şenlendirmek için ağaca dadanışlar. Bahçenin sahibi olan efendinin kullarından biri de ağaçtaki üç kafadarı görünce hemen sopayı kaptığı gibi ağacın yanına varıvermiş. Haliyle ağaçtan yeni inmekte olan üç arkadaş birdenbire sopalıyı karşılarında bulup neye uğradıklarını şaşırmışlar. Sopalı adam önce Türk ile Kürt’ü arkalayıp Süryani’ye dönmüş ve “haydi bunlar benim din kardeşim de, ağaçtaki meyvelerden yiyorlar, sana ne oluyor be adam, ağacımıza dadanıyorsun” demiş ve sopayla Süryani’yi ölümüne dövmüş. İşini bitirince sakinleşmemiş, bu sefer birden Kürt’ü gözüne kestirerek Türk’ü arkasına almış ve “haydi bu benim soydaşım da ağaçtaki meyvelerden yiyor, sana ne oluyor be adam, ağacımıza dadanıyorsun” diyerek Kürt’ü de dövmeye başlamış. Onunla işini bitirdiğinde ise en sonunda yalnız kalan Türk’e dönmüş ve demiş ki; “ne dadanıyorsun lan ağacımıza”. Elbette ki Türk de ölümüne dayağı yemiş ve kan revan içinde yere serilmiş. Üçü de yerde uğunduğu vakit, Kürt kanlar içinde Türk’e dönerek demiş ki; “birader en başından Süryani’yi dövmesine izin vermeyecektik”.

Malum Gezi Parkı direnişinin başlangıcına doğru şöyle bir dönelim; Türkiye’deki insanlar ekran
başına geçtiğinde penguenleri görürken dünya
televizyonlarında başıbozuk polisin “edepsizce” gaza buladığı kırmızı elbiseli kadın izleniyor. Tahammülsüz başbakan, kendi ütopik kurgusuna zeval getirebilecek her türden itiraza karşı takınmış olduğu tavrı sürdürüyor; “üç beş çapulcu”. Polisler “fırsat bu fırsat” deyip göstericilere hunharca saldırıyor. Ahali sokağa dökülüyor, gözünü hırs bürümüş iktidara ve onun mümessillerine karşı çoluk-çocuk direnmeye başlıyor. Polis “bana mısın” demiyor. Müdahalelerin şiddetini arttırdıkça arttırıyor. Derken Çarşı grubunun ve bazı kolektiflerin üyeleri polise karşı kalkan olarak halkı korumaya çalışıyor. Barikatlar kuruyorlar, taşlarla-sapanlarla polisi püskürtüyorlar, bir dozeri ele geçirip TOMA’ları kovalıyorlar…

31 Mayıs akşamı Gezi Parkı’ndaki müdahaleleri ve başbakanın konuya (ve her konuya) ilişkin tahammülsüzlüğünü protesto etmek üzere Ankara ahalisi Kuğulu Park’ta toplandı. O gün Ankara, son derece heterojen kalabalığın omuz omuza attığı sloganlarla birlikte oldukça şenlikli ve heyecanlı bir şekilde direnişe katılmıştı. Fakat saatler süren haykırışların ardından gruplar parktan çekilmeye başladığında “polisin vakti” geldi çattı. Akay kavşağında başlayan sert müdahaleler, gece boyu tüm şehirde devam etti. Saçlarından çekiştirilen kadınlar, fütursuzca sağa sola saçılan biber gazı kapsülleri, coplanan delikanlılar ve o gece polisin şehirde yarattığı terör havasını soluyan “herkes”, iktidarın tahammülsüzlüğünü bilfiil kolluk şiddetine maruz kalmak yoluyla tecrübe etmiş, iktidar tarafından inatla göz ardı edilen, yok sayılan insanların “kabul görme tutkusu” böyle alevlenmişti…

Çocukluğumuzda yanına yaklaşanlara anlamsızca tüküren arkadaşlarımız olurdu. Tükürüp gülerlerdi hani. Büyüdük, psikoloji-pedagoji filan okuduk da dikkat çekmeye çalıştıkları için böyle yaptıklarını sonradan öğrendik. İşte 1 Haziran sabahı Kızılay’da dolaşan polis ekipleri aynı o çocuklar gibiydi. Kendilerince stratejik olduğunu düşündükleri noktalara konumlanan polisler, yan yana dolaşan üç beş kişiye bile sorgusuz sualsiz biber gazı savurmaya, “tipini beğenmediklerini” coplamaya, en iyi ihtimalle de taciz ve tehditlerle korkutarak müdahale başlamıştı. Derken olayları duyan Ankara ahalisi birdenbire hararetlenerek “dinamit patlamadan evvel fitili kesmek” için inisiyatifi ele almaya karar verdi: “Amir, çoluğun çocuğun üstüne gaz atmasana!”

Başta “anarşist” diye andığımız kara elbiseli çocuklar, yanı sıra İncesu-Seyran-Dikmen-Mamak “bebeleri”, üzerine Ankaragücü formasını giyinmiş gecekondu çocukları, Tunalı Hilmi Caddesi’nin bazı müdavimleri ve devlet terörüne karşı koyabilecek olan her bir Ankara genci ansızın sokağa döküldü. Halka zulmeden polislerin karşısına dikildiler, daha doğrusu kollukla kolluğun “anladığı dilden” konuşmaya başladılar. Ne biber gazı, ne portakal gazı, ne ses bombaları, ne de plastik mermiler onları durdurabildi. Güvenpark’a girişleri engellemek için Kızılay’ın dört bir yanını saran polis ekipleri, yüz binlerce kişilik kalabalığı geri püskürtmeyi başarsa dahi en ön saflarda mücadele eden, toplamda sayıları üç yüzü geçmeyen bu gençlerle başa çıkamıyordu. Başlangıçta Kızılay meydanına çıkmak şöyle dursun, protestocuların bir araya gelmelerini bile engelleyen polis ekipleri, bu Ankaralı “bebelerin” korkusuyla birdenbire geri çekilmeye başladılar. Meydana giren yollar açıldı ve polis ekipleri TBMM başta olmak üzere muhtelif devlet binalarını korumaya çekildi.

Halk Güvenpark’ı ve Kızılay Meydanı’nı zapt ettiğinde “bebeler” hala polisi uzaklaştırmaya çalışıyorlardı. Yıllar evvel Jansen Planı gereğince sırf “barikat kurulmasın” diye olabildiğince geniş tasarlanan Atatürk Bulvarı hatlarına bile onlarca barikat kurmayı başarmışlardı. Polis birbiri ardına gaz bombaları sallarken, “Ankara bebeleri” sıcak gaz kapsüllerini çıplak elleriyle tutarak bulvardaki küçük havuzlara atıyor, meydandaki ahalinin biraz olsun nefes almasını sağlıyordu. Aralarında yaralananları meydana koşuyor, tenceresiyle-tavasıyla bekleyen “teyzeleri” tarafından tedavi ediliyordu. “Bebeler”, yıllarca bilgisayar oyunlarında, fantastik düşlerinde verdikleri savaşları, bir günde deneyimler alemine aktarmışlardı. Arada sırada ön saflara, “onların” yanına gidenler, kısa süre sonra öksürükler içerisinde geri dönüyor, o gençlerin saatlerdir orada nasıl can havliyle mücadele etmeye devam edebildiklerine şaşıyordu. Hatta 300 Spartalı hikayesinin popüler Hollywood versiyonuna atıf yapan liseliler, “300 Ankara Bebesi” demişlerdi onlara. Kocaman bir orduyu dize getirmekle mükellef bir avuç cengâver misali, demokratik haklarını aradıkları için dövülen-sövülen insanlara kalkan oldular.

Erdoğan’ın Afrika seyahatinde olduğu günlerde, iktidarın sözde “selim aklının” prodüktörleri bir araya gelerek, nicedir toplumsal muhalefet karşısında uyguladıkları söylemsel bir taktiğe başvurmaya karar verdiler: Şeytanileştirme… Öncelikle “polisin orantısız güç kullanımının” cüzi bir eleştirisi yapılacak, sonra protestocuların bir kısmı “sivil” ve “masum” kabul edilerek, “kamu malına zarar verenler, polise mukavemet edenler, şiddeti bir direniş tarzı olarak kullananlar” suçlanacak, bunların “provokatör” oldukları ve “kutsal düzene” zarar verdikleri kadar “masum protestocular” ile “eylemlerin meşruiyetine” de zarar verdikleri deklare edilecekti.

Önceleri cılız bir tesire sahip olan bu “söylem”, kolluk kuvvetlerinin birkaç gün süren göstermelik tevazusuyla süslendiğinde hakimiyetini arttırmaya başladı. Protestocular arasına karışan sivil polisler de ahaliyle polis arasına barikat kurmaya yeltenen “bebeleri” tartaklama lüksünü böylelikle elde ettiler. Ahalinin yüreğine “provokatörlerin oyununa gelmemek” korkusu salındıkça protestocular arasındaki çatlaklar artıyordu. İktidar da bunun her aşamasını yakından takip ederek kendi lehine kullanmaya başlamıştı.

Daha sonra iktidar mümessillerinin itinayla şeytanileştirdiği “bebeler” artık alanlarda pek fazla yer bulamaz oldular. Hemen akabinde “bebeler dükkanlarımızı talan eder” korkusuyla protestocuları destekleyen, gaz maskesi, su, yiyecek dağıtan küçük burjuvalar da ansızın kepenklerini kapatarak protestoculara verdikleri desteği sona erdirdi. Kolluk bu sefer de sendikal örgütlenmeleri ve sol siyasi partileri hedef gösterdi. Polis ekipleri protestocuları dağıtmak için sürekli olarak flama taşıyanları işaret ederek “aranızda kötü niyetli gruplar var, bize saldıracaklar, dağılın” anonsları yapmaya başladılar.

Nihayet televizyon kanalları polisin “orantısız güç kullanımının” sözde eleştirisinden “marjinal grupların zavallı polislere neler ettiğinin” hikayelerini yazma aşamasına geçtiğinde, protestolarda ortaya çıkan şiddetin sorumlusu olarak halen bu “marjinal gruplara” olanak tanıyan “eylemciler” işaret edilir oldu. Ankara’da Kızılay Meydanı çoktan polisin eline geçmiş, her bir toplanma, basın açıklaması, ahali reaksiyonu ve hatta Güvenpark’taki kitap okuma eylemleri dahi yine tahammülsüz ve sert müdahalelerle bertaraf edilmişti. Kızılay’daki hakimiyetini pekiştiren kolluk kuvvetleri, bu sefer Kennedy Caddesi’nde toplanan insanlara “trafiği kapatıyorsunuz, esnafı rahatsız ediyorsunuz” gibi gerekçelerle müdahalelerde bulunmaya, sonra da canları her sıkıldığında Kuğulupark’a giderek afiş, poster, yazılama ve çadırların kaldırılması için tehditler savurmaya başlamıştı. “Orantısız güç” retoriği sona erdiğinde, başıbozukluklarının meşruiyetini yeniden tahsis eden polisler intikam operasyonlarını ahali üzerinde gerçekleştirirken, ortaya çıkan şiddetin sorumlusu olarak da bizzat protestocular gösterilecekti.

Özetle, Ankara’da öncelikle polis şiddetine tepkisel olarak cevap veren “bebelerin”, sonrasında kim olduğunu bilmediğimiz “marjinal grupların”, sonra sol kolektifler ve siyasi partilerin, daha sonra protestocuların ve en son bizzat protesto fiiliyatının kendisinin, iktidar tarafından sırayla kriminalize edildiğini gördük. “Bebeler” aradan çekildiğinde, bir süre için “dinlenmiş olan” polis ekipleri, yeniden tüm enerjileriyle halka hunharca saldırmaya devam ettiler [1].



İstanbul’da Gezi Parkı’na yapılan insanlık dışı müdahalenin ertesi günü, Ankara’da polis kurşunuyla hayata gözlerini yuman Ethem Sarısülük’ün cenazesi için Kızılay Meydanı’nda toplanan insanlar olarak yine polisin tahammülsüz saldırılarına maruz kaldık. Çok sayıda insan gözaltına alındı, polisin hedef alarak on metre uzaklıktan sıktığı gaz kapsülü kafasına isabet eden yirmi yaşındaki bir öğrenci daha hayati tehlikeyle hastaneye kaldırıldı. Protestocular olarak ses bombaları ve tazyikli suya bir ölçüde dayanabilsek de, biber gazı ve copların yarattığı panikle dağıldık. Gözaltı tedirginliği içerisinde saklandığımız kuyulardan birinde, araştırma görevlisi bir arkadaşımla karşılaştım. Gömleği yırtılmış ve dudağı patlamıştı. Beni gördüğünde kafasını kaldırıp “hata ettik” dedi: “O ilk günlerdeki 300 bebe vardı ya, onları kriminalize etmelerine en başından izin vermeyecektik”.

[1]Nitekim Ankara üzerinde uygulanan tüm bu taktikler bilfiil İstanbul’da da tekrar edilmiştir: Başbakan sözde “alçakgönüllülüğünü” göstererek Gezi Parkı inisiyatifinden insanlarla görüştüğü günlerde, Taksim Meydanı’na çıkan barikatlar çoktan yıkılmış, AKM’ye asılan -başbakanın “paçavra” dediği- pankart ve levhalar kaldırılmış, çatışmalar ve müdahalelerin sorumluları olarak da yine kim olduğunu bilmediğimiz marjinaller hedef gösterilmiştir. Sonrasında Gezi Parkı son derece sert müdahalelerle boşaltılmış hatta Ankara’dakilere ek olarak bir de eli sopalı paramiliter gruplar “Recep Tayyip Erdoğan” sloganlarıyla sokağa salınmıştır.





Yasin Durak


Birikim


"

18 Ekim 2017 Çarşamba

Militarist Estetik - Hilalin Gölgesinde Ölmek

Bu ay ‘sahaf’ta bile zor bulunur bir kitaptan söz edeceğim. Altmışları yaşayanlar Faruk Güventürk adını hemen hatırlar; acar Atatürkçü, hızlı anti-komünist bir generaldi. Ama onların çoğu da Güventürk’ün “Kore’de Türk Yıldızı” (1954) adında bir roman yazdığını bilmez.
“... küçükten beri içimi yakan kitap yazmak arzusunu tahakkuk ettireceğim” demiş, “Giriş”inde.

Romanın bizim bildiğimiz estetikle herhangi bir ilişkisi yok. Ama bizimkinden bilinçli olarak farklı, ‘milliyetçi-militarist bir estetik’ kurmaya çalıştığı da söylenebilir. Böyle bir zihniyetin bütün öğeleri gözümüzün önünden sırayla geçiyor. İlginç olan da zihniyet.

Üsteğmen Şahin’in nişanlısı Semra’nın ağabeyi Yavuz, Kore’de şehit düşmüş. Bununla başlıyoruz. Semra’nın babası müstakbel damadına, “Semra’nın yanına git oğlum, çok ağlıyor” diyor; “Kadın olduğu için iradesi zayıf.” Daha sonra Japonya’yı da gören Şahin, ora kadınlarını şöyle övecek: “Bu bakımdan kocasına böyle huzur sağlamayan kadın da tereddütsüz vatan hainidir.” Bereket Japon kadını sorumluluğunu biliyor, ‘erkeğine hürmet’te hiç aksamıyor, kavga çıkarmıyor, “vazifesinin bütün dikkatiyle erkeğini mesut etmek, yuvasını tam bir saadet ocağı haline getirmek ve yavrusunu çok iyi yetiştirmek...” olduğunu bellemiş durumda.

İRADESİ ZAYIF KADIN
Güventürk bu ideolojisinin bir kısmını bugünkü koşullarda, revize etmek zorunda kalabilirdi. Kore’de “Avrupakâri giyinen kadınlar, hayatlarını kötü yoldan kazananlardır. Ondan gayrı bütün Koreli kadınlar milli geleneklerini aynen tatbik ederler.” Tabii Kore Müslüman olmadığı için bu ‘milli gelenekler’ arasında başörtüsü yok. Oradan kurtarıyor.
Semra kadın olduğu için ‘iradesi zayıf.’ Gene de bir celadet gösteriyor. Nişanlısına, “Ağabeyimin intikamını sen almalısın,” diyor, “Ben de hasta bakıcı olarak gelmeğe çalışacağım.”

Ama, ne olsa kadın, zayıf. Şahin’in tayini çıkınca “Gitmeni istemiyorum” diyor; sonunda kadere razı oluyor.

Militarizm, askerlikle ilgili klişeleri, kişisel hayatın tepesinde oturup ona hükmeden değerler haline getirmesiyle kendini belli eder. Bir kadın âşık olduğu adama “Git, savaşta öl,” diyorsa, (ya da bir anne oğluna “Sütüm sana helal olmaz, saldırmazsan düşmana” diyorsa) bunun adı militarizmdir. Herhalde Güventürk de bunu görüyor ki “Gitme” dedirtiyor. Ama kitabın gerisinde öbür teraneyi sık sık görüyoruz: “Bu Cevat nişanlıdır ve tabii bilirsin ki nişanlılık hayatında herkes âşıktır. Fakat son anda dudaklarından dökülen kelime ne Ayşe’dir ne de Fatma, sadece bayraktır.” Bundan Ayşe ile Fatma da kıvanç duymalı. “Fakat bil ki sevgilim, ne senin aşkın, ne anamın sevgisi, hiçbir şey milletime karşı duyduğum sevginin karşısında bir kıymet ifade etmiyor.”

Şahin’in sevgisi cömert olmakla birlikte nefreti de bundan aşağı kalmıyor. Önce komünizm: Mısır’da “motöre binmiş 15-20 komünist köpeği”... Ama komünizmin yanına ‘millet’ de eklenince nefret daha da somutlaşıyor: “...damarlarındaki aşağılığı ve kalleşliği meydana vuran Bulgarlar...”; Koreliler “...sureti umumiyede kısa boylu ve çirkin mahluklardır...” Çok zaman ırkçı bir tınıyla birlikte gidiyor bu nefret. NATO çerçevesinde İngilizler henüz iyi, Mısırlı Araplar berbat: Süveyş’te “Bir taraf İngiliz kamplariyle dolu, medeniyet ve refah. Diğer taraf çöl”... Yemen’in “halkı akıl alamıyacak kadar pis ve çok ahlaksız”... Seylan halkının “Renkleri zenciler gibi iğrenç değil”... Ne mutlu onlara!

SARMISAKTAN DÜŞMAN TEŞHİSİ
Üstelik komünist olan Ruslar ve Çinliler için söyleyecek laf yok. Çinliler “Adetleri olduğu veçhile birer köpek gibi dört ayak üstünde sürüne sürüne tepeye yaklaşıyorlar.” (Sürünmek, askerlikte evrensel olarak vardır ve iki ya da altı ayak üstünde yapılmaz.) Çinlilerin bu gece baskınını fark edip önlüyoruz. Anlayana yüzbaşı soruyor: “Nereden anladın?” “Sarmısak kokusundan, diyor ve telefonu kapatıyor.”
Yani Türkün koku alma yetisi de insan-ötesi gelişmiş...

Ya Türkler? Anlaşılıyor ki, bir Türk için ‘ölmek’ kadar büyük bir zevk bulunamaz: “Daha asırlarca yine milyonlarca Türk o hilalin gölgesinde ölecek ve onun için ölmekten mütevellit bir saadetle ve en büyük haşmetle Allah’ın huzuruna çıkacaklardır.”

“Haddizatında çok merhametli olan Türk, muharebe meydanında korkunç derecede atılgan ve o nisbette de öldürücüdür.” “Parçalanan cesetlerin üzerinden atlanarak baba oğlunun ölüsüne basarak, oğul babasının anasının yaralanmasına aldırış etmeden Allah Allah diyerek düşman üzerine saldırıyor.”

Böyle olduğu içindir ki “Ebediyetin mahiyeti nedir bilinmez, ama Türk ezelden evvel vardı ve ebediyetten sonra da olacaktır.” Amin.


Murat Belge
Milliyet Kitap, 14.5.2008