Translate

5 Mayıs 2020 Salı

Kâğıt ve Kaplan


Murat Belge
Vakt-ü zamanında Mao emperyalizmin kâğıttan bir kaplan olduğunu ilan etmişti. Ettiği yıllarda “emperyalizm” dendiğinde artık “Büyük Britanya”yı değil de Amerika Birleşik Devletleri’ni anlar olmuştuk. Buna göre Amerika da kâğıttan kaplandı. Amerika ile Mao’nun Çin’i zaman zaman Kore’de olduğu gibi karşı karşıya geldiler. Ama bu “okazyonlar” Mao’ya Amerika’yı “yırtma” fırsatı tanımadı. Amerika ise yıllar yılı Çin’in Birleşmiş Milletler’e kabulünü, dolayısıyla “Güvenlik Konseyi” içinde yerini almasını engelledi. Amerika’nın ham maddesinde bolca kâğıt bulunduğunu kanıtlamak Vietnam’a kaldı.
Şimdilerde, çoktandır Amerika bağlamında hatıra gelmeyen bu kâğıt meselesi, Koronavirüs vesilesi ile canlandı. “Emperyalizm” kavramı o kadar sık telaffuz edilmiyor (günün modalarına fazla uygun sayılmaz), ama “Dünyanın en güçlü” nitelemesine başvurularak, Amerika’ya nanik yapılıyor: “İçindeki bunca beyler nic’oldu” misali. “Bir basit virüs geldi ve koskoca Amerika devini yere serdi. Bunun öyle çok yanlış bir “durum tesbiti” olduğunu da sanırım söyleyemeyiz. Amerika kısa süre içinde insan kaybı bakımından herkesi sollayıp geçti. Amerika Türkye’den maske yardımı alıyor ve “minnet” mesajı gönderiyor (Bu arada düşmanlarımıza bu tür malzeme yardımı yaptığı da söyleniyor ya, o da başka tartışma konusu).
Hastane, yatak, sosyal yardım, tıbbi yardım konularında da çeşitli “korku hikayeleri” anlatılıyor. Şimdiye kadar olanlar bir yana, bir de bundan böyle olacaklar ya da olabileceklere dair anlatılan dehşet sahneleri var. Trump kendisi “Ölenlerin sayısı 100.000’e çıkabilir” diyor ki o dediğine fazla bir şey kalmadı. Trump bu, “nev-i şahsına münhasır” bir adem. Amerika’da ölenlerin sayısının 100.000’e çıkmasını önlemek üzere çalışmaktan çok bu virüsün Çin’de bir laboratuvarda üretildiğini kanıtlamak ona daha önemli bir hedef gibi görünüyor. Son dönemde dünyanın başına musallat olan neo-popülizmin şaşmaz kuralı. Durum ne olursa olsun, sen onu bir düşman yaratmak ve suçlamak üzere kullanacaksın.
Neyse, Trump’ı geçelim. Trump’lar gelir geçer; daha kalıcı şeyler vardır toplumlarda.
Bu koronavirüsün gelişinde ve hegemonyasını kurmasında Trump gibi, Johnson gibi “sorumsuz” önderlerin önemli bir payı olduğu belli. Ama, bir an durup düşünelim: yönetimde onlar değil de başkaları, isterseniz rakip partilerin önderleri iktidarda oturuyor olsaydı durum ne kadar değişirdi? Ayrıca, salgına karşı böyle şüpheci ve savruk tavır almayan ülkelerde de kötü şeyler oldu, oluyor. Şu somut durumda “dökülüyor” dediğimiz Amerika neden bu kadar “dökülüyor”?
Çünkü Amerika’nın sağlık sistemi zaten dökülüyordu. “Nasıl?” diye bana sormayın. İşin ayrıntılarına ben vakıf değilim. Ta ne zamandır söylenenleri yankılıyorum sadece. Ama işte o söylenenler ortada, duruyor. Tamamen ayrımcı, yani sınıf ayrımı güden bir “sistem”leri vardı—buna “sistem” denebilirse. Hastalanan, parası varsa, öder parasını, iyileşir. Parası yoksa, “vah vah” diyeceğiz. Çünkü parası olmayanı iyileştirmek “sosyal” dediğimiz türden bir yardımlaşma, dayanışma örgütlenmesi gerektiriyor ki, böyle şeylerden söz etmek bile günah. Maazallah, arkasında “sosyalizm” geliverir, ağzından yel alsın.
Amerika’da işler normal, alışıldık biçimde yürürken, tamam, hastalık, ölüm filan oluyordu. Olacağı kadar oluyordu. “Olacak o kadar” oluyordu. “Normal” kabul edilen sınırları aşmadığı için rahatsızlık yaratmıyordu. “American way of life” çerçevesinde yetişmiş insanların “Bu sistem iyi işlemiyor” demesini gerektirecek bir şey olmuyordu.
Şimdi oluyor, çünkü sayılar olağanüstü derecelerde arttı.
Virüs, insan bireylerini zayıf yerlerinden vuruyor—diye yazmıştım. Toplumsal sistemleri de öyle vuruyor. Amerika’yı öyle yakaladı, yakaladığı yerden vurdu.
Dolayısıyla biz şimdi “N’aber, hani güçlüydün? Nerde gücün?” edebiyatı yapıyoruz. Kimilerimizde bunun birikimi var. Çünkü Amerika’yı gördüğümüz gibi güçlü olmak istemişler, olamayınca “früstrasyon” basmış, şimdi seviniyorlar. Bu tür sevinmeye saygım yok.
Amerikan toplumu çaresiz kaldı: doğru mu bu? Doğru. Amma velakin, “çaresiz” kalan “Amerika”dan ibaret değil. Amerika bu sistemini ve bütün sistemlerini “kapitalizm” dediğimiz büyük sisteme göre kurmuş. “Parayı bastıran tedavi görür” kuralını yerleştiren Amerika’dan önce kapitalizm. Şu anda virüsün darbesini yiyen de o ama Amerika’nın çaresizliğine sevinenler “kapitalizm” lafını işin içine karıştırmıyorlar.
Bu günlerin popüler konusu “Bu salgın bitince eskisi gibi olacak mı?”  Ne olacaksa, önceden belirlenmiş bir şemaya göre olmayacak; o anda geçerli olan güçler dengesine göre olacak.
Salgın, bana sorarsanız, kapitalizmin zaaflarını göstermek için elinden geleni yaptı. İnsanlar bunu ne ölçüde izledi, olanlardan ne gibi dersler çıkardı, bu da ayrı konu. “Eskisi gibi” sorusunun cevabı ya da cevapları da buna bağlı.  

30 Nisan 2020 Perşembe

Siz bu rejimi ne sanıyorsunuz?

Erol katırcıoğlu:

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin nasıl bir yönetim tarzına denk düştüğü konusunun, son zamanlarda sosyal medyada muhalefet vekillerine yöneltilen eleştiriler çerçevesinde yeniden gündeme gelmesinde yarar var. Çünkü anlaşılan ülkede var olan “parlamenter demokrasi” rejiminde yapılan değişikliklerin aslında neye tekabül ettiği, bildik kavramlar arkasında kaldığından pek de görülemiyor. Kimileri sanki ortada bir “parlamenter demokrasi” varmış gibi düşünmeyi, ağır aksak da olsa siyasetin “Meclis’te” yapıldığı günleri düşünerek tutum almaya devam ediyor. Böyle düşünmelerin sebebi belki de eski ile yeni arasında varolan kurumlarda pek bir değişiklik olmadığı algısı. Çünkü bugün bu sistemde eski sistemde varolan bütün kurumların hepsi var. Cumhurbaşkanı mı? Var. Meclis mi? Var. Hükümet mi? Bakanlar mı? Yargıtay mı? Var, Danıştay mı, Anayasa Mahkemesi mi? Var. Var oğlu var! Hepsi orada Ankara’dalar!

Ama sevgili okuyucu aslında bu kurumların hemen hepsi, rahmetli ünlü sosyolog Ulrich Beck’in kullandığı kavramla ifade edecek olursak “zombi kurumlar”. Yani hem varlar, hem de yoklar! Ölmüşler ama ölmemiş gibi duruyorlar. İçlerinde herhangi bir hayatiyet kalmamış, yalnızca görüntüleri durmakta. Gerçek bu!

Bu sistemde tek var olan, klişe haline gelmiş olsa da yine de kullanalım, “Tek adam”! Bugün Türkiye’yi bu “tek adam” yönetiyor. Tabii ki aklınıza, ortada bir tek kişi, ülkede her ne oluyorsa o biliyor ve gerekli tedbirleri o alıyor gibi bir sahne gelmesin. Ama ülkede her ne oluyorsa ona iletiliyor ve o bu konularla ilgili iradesini etrafındaki küçük bir azınlığa yansıtarak ülkeyi yönetiyor.

Oysa toplumlar farklı durum ve çıkarları olan insanlardan oluşur ve siyaset yapmak dediğimiz eylem de onların aralarındaki farklılıkların ortak bir iradeye dönüşmesi için yapılır. Yani siyaset, farklı çıkarlar arasındaki uyumsuzlukları taraflar arasında kabul edilebilir bir hale getirmek için, bir başka deyişle çelişkiler arasında “uzlaşmalar” üretebilmek için yapılan bir eylemdir. Bu nedenle de siyasetin bir “ikna etme sanatı” olduğunu söylemek bile mümkündür.

Çağımızda “temsili demokrasiler” işte böyle bir mekanizma üzerinden çalışıyorlar. Toplumdaki farklı çıkarlar, farklı partilerde örgütlenerek, farklı partilerin “vekilleri”nden geçerek parlamentoda vücut buluyorlar. Parlamento ise siyasetin yapıldığı, bir başka ifadeyle, çıkarlar arasında var olan çelişkileri çözdüğü ya da çözmeye çalıştığı bir mekan. Kimi zaman “uzlaşma”, kimi zaman “taviz”lerle farklı ve çelişik talepler arasında ortak bir çözümün arandığı bir zemin.

Peki bu basit çerçeveden baktığımızda bizim parlamentomuzun da böyle çalıştığını söylememiz mümkün müdür?

Bin defa hayır!

Her ne kadar bugün Meclis’te bulunan vekiller siyaset yapmak üzere seçilmiş insanlar olsalar da (yukarıda ifade ettiğim anlamıyla) böyle bir eylem içinde değiller. Çünkü Erdoğan, siyaseti Meclis’ten kaçırıp tümüyle kendi eline almış ve küçük bir azınlık vasıtasıyla da saraydan yürütmekte. Siyaseti Meclis’ten kaçırmasını ise, yalnızca muhalefet partilerinden değil kendi partisinden de anlamına kullanıyorum. Bir başka ifadeyle tek adamın kendi partisinin milletvekillerine de Meclis’e de ihtiyacı yok aslında. Ama şimdilik bu “tek adam” yönetiminin aslında bir diktatörlük gibi algılanmasını istemediğinden zombi mombi de olsa Meclis’in varlığı devam ediyor.

Muhalefete eleştirileri olanların var olan bu rejimi bu çıplaklığıyla görüp ona göre eleştirilerini yapmalarında yarar var. Tabii her zaman şu değiştirici olabilir: Muhalefet partileri birlikte davranarak tavır alabilseler bu Cumhurbaşkanlığı rejimini değiştirebilirler. Ama siyasi alanın bu kadar daraltıldığı ve kirletildiği bir dönemde bunu yapabilmek mümkün müdür? Ya da mümkünse nasıl? Herkesin kendine sorması gereken soru bence bu.

Erol katırcıoğlu

http://yeniyasamgazetesi1.com