Translate

Edebiyat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Edebiyat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Şubat 2021 Pazar

Yaşar Kemal

Yaşar Kemal, asıl adı Kemal Sadık Gökçeli. Van Gölü’ne yakın Ernis (bugün Ünseli) köyünden olan ailesinin Birinci Dünya Savaşı’ndaki Rus işgali yüzünden uzun bir göç süreci sonunda yerleştiği Osmaniye’nin Kadirli ilçesine bağlı Hemite köyünde 1926’da doğdu. Doğum yılı bazı biyografilerde 1923 olarak geçer.
Ortaokulu son sınıf öğrencisiyken terk ettikten sonra ırgat kâtipliği, ırgatbaşılık, öğretmen vekilliği, kütüphane memurluğu, traktör sürücülüğü, çeltik tarlalarında kontrolörlük yaptı.

1940’lı yılların başlarında Pertev Naili Boratav, Abidin Dino ve Arif Dino gibi sol eğilimli sanatçı ve yazarlarla ilişki kurdu; 17 yaşındayken siyasi nedenlerle ilk tutukluluk deneyimini yaşadı.
1943’te bir folklor derlemesi olan ilk kitabı Ağıtlar’ı yayımladı.
Askerliğini yaptıktan sonra 1946’da gittiği İstanbul’da Fransızlara ait Havagazı Şirketi’nde gaz kontrol memuru olarak çalıştı.
1948’de Kadirli’ye döndü, bir süre yine çeltik tarlalarında kontrolörlük, daha sonra arzuhalcilik yaptı.

1950’de Komünizm propagandası yaptığı iddiasıyla tutuklandı, Kozan cezaevinde yattı. 1951’de salıverildikten sonra İstanbul’a gitti, 1951-63 arasında Cumhuriyet gazetesinde Yaşar Kemal imzası ile fıkra ve röportaj yazarı olarak çalıştı. Bu arada 1952’de ilk öykü kitabı Sarı Sıcak’ı, 1955’te ise bugüne dek kırktan fazla dile çevrilen romanı İnce Memed’i yayımladı.

1962’de girdiği Türkiye İşçi Partisi’nde genel yönetim kurulu üyeliği, merkez yürütme kurulu üyeliği görevlerinde bulundu.
Yazıları ve siyasi etkinlikleri dolayısıyla birçok kez kovuşturmaya uğradı. 1967’de haftalık siyasi dergi Ant’ın kurucuları arasında yer aldı. 1973’te Türkiye Yazarlar Sendikası’nın kuruluşuna katıldı ve 1974-75 arasında ilk genel başkanlığını üstlendi. 1988’de kurulan PEN Yazarlar Derneği’nin de ilk başkanı oldu.
1995’te Der Spiegel’deki bir yazısı nedeniyle İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde yargılandı, aklandı. Aynı yıl bu kez Index on Censorhip’teki yazısı nedeniyle 1 yıl 8 ay hapis cezasına mahkûm edildiyse de cezası ertelendi.

Şaşırtıcı imgelemi, insan ruhunun derinliklerini kavrayışı, anlatımının şiirselliğiyle yalnızca Türk romanının değil dünya edebiyatının da önde gelen isimlerinden biri olan Yaşar Kemal’in yapıtları kırkı aşkın dile çevrilmiştir.

Yaşar Kemal, Türkiye’de aldığı çok sayıda ödülün yanı sıra yurtdışında aralarında Uluslararası Cino del Duca ödülü, Légion d’Honneur nişanı Commandeur payesi, Fransız Kültür Bakanlığı Commandeur des Arts et des Lettres nişanı, Premi Internacional Catalunya, Fransa Cumhuriyeti tarafından Légion d’Honneur Grand Officier rütbesi, Alman Kitapçılar Birliği Frankfurt Kitap Fuarı Barış Ödülü’nün de bulunduğu yirmiyi aşkın ödül, ikisi yurtdışında beşi Türkiye’de olmak üzere, yedi fahri doktorluk payesi aldı.

28 Şubat 2015 tarihinde vefat etti.

29 Eylül 2020 Salı

İç ses de güzel bir kardeşimizdir...

Öznur Özkaya- Uzun uzun düşündüm ve bir süre insanı yavaş yavaş delirten şeylerden söz etmek istiyorum. Başlangıcı da en ağır toplardan biriyle yapalım: İç ses ile. İç ses, hepimizin deneyimlediği üzere çoğu zaman insanı zıvanadan çıkartan sestir. Bu arkadaş soru sormaktan sadistçe zevk alır, aynı zamanda pek üretkendir ve müthiş senaryolar yazar. Çok saçmaladığı zamanlarda ya da gündelik hayhuy içinde mantık tarafından susturulsa da gün bitiminde güçlenir, susmaz, dönüşür ve siz akıl sağlığınızı korurken o düpedüz delirir. Uyutmaz, yatağınıza uzansanız bile dakikada elli kez size pozisyon değiştirtir.

Ben iç sesimle barışık olsam da, "Yeryüzünde yaşadığın her mutlu an kederle ödenmek zorundadır." ve "Avunabileceğim tek değişik şey bir keresinde üzerime yıldırım düşmüş olması, bununla gerçekten övünebilirim, yıldırım bana çarptı, ben yıldırıma çarpmadım." cümlelerini okuduğumda şu iç sesimin ağzını bulsam, elimin tersiyle iki tane çaksam diye düşünmüştüm.

Norveçli yazar Kjersti Skomsvold'un "Hızlandıkça Azalıyorum" adlı romanı yaşlı ve yalnız bir kadın olan Mathea'nın yaşamını gözler önüne seriyor. Mathea market alışverişi sırasında, yolda yürürken, eşiyle birlikteyken, hatta çocukluğundan beri kalabalıklar arasında yalnız, kendi isteklerine bile yabancılaşmış biridir. İç sesiyle bize iç dünyasını tanıtır, zamana takılır, kol saatini kurmaz, biri saatin kaç olduğunu sorduğunda hep aynı yanıtı verir çünkü ona göre zaman görecelidir. Örneğin, kocası Epsilon'la geçen bir gün onsuz geçen bir günle aynı değildir.


Skomsvold'un diğer romanı "33"te çınlayan "Kendimden başka biri daha gerekiyor bana, kendimin yanı sıra." ve "Samuel'le benim aramdaki uzaklığı anlayamıyorum, Kuzey Kutbu'nda duran, Moskova yönünü gösteren bir tabela gibi..." cümleleriyle iç sesim yine hareketlenmişti. Bu romanda da yazar yalnızlık, yabancılaşma konusunu işliyor. İntihar eden sevgilisi Ferdinand'ın yokluğuyla, akciğer hastalığıyla, "İsa'nın öldüğü yaştasınız..." diyen öğrencileriyle, üretmenin, doğurmanın, yaşatmanın güzelliğine ve zorluğuna dikkat çeken K. isimli anlatıcı kimi zaman gerçeklikten kopmuş gibi görünse de iç sesini okura feryat edercesine dinletmeyi beceriyor.

Ez cümle iç sesin ne söylediği önemlidir. Özellikle kaygının yükseldiği ve kritik kararlar vermeyi gerektiren durumlarda eleştirel olabilir. Bazen varlığını haz ilkesiyle sürdüren id kavramıyla bazen de onu toplumsal kurallara uydurarak denetim altında tutan ego – süper ego hiyerarşisiyle ilgilenir. Zaman zaman çoğullaşır, bu da sizin kaosun merkezinde olduğunuzu gösterir. Başını yastığa koyar koymaz uyuyabilenlerle pek konuşmaz, az uyuyup çok düşünenler iç sesin en yakınıdır. Saçmalasa, yorsa, yıpratsa da İlhami Algör'ün bir röportajında* söylediği gibi "İç ses de güzel bir kardeşimizdir."


Öznur Özkaya - İleri Haber

20 Mart 2020 Cuma

Rüyalar ve milliyetçilik

Ahmet Altan
Tarih boyunca kâhinler, müneccimler, psikiyatristler rüyalarla ilgilenmişler, bunlardan anlamlar çıkarmışlar, geleceğimizin, geçmişimizin, sorunlarımızın izlerini bu bulanık şekillerde aramışlar. Ama hiçbiri yaşadığımız bu esrarengiz olayın sırrını çözememişler. O sır orada öyle duruyor.

Rüyalar, içimizde, zihnimizin derinlerinde, bizim denetleyemediğimiz, müdahale edemediğimiz bir gücün varlığını bize gösteriyor. İnsanın içinde kendisinden bağımsız bir varlığın yaşaması ve bu varlığın insan yorulduğunda, çevresindeki gerçekleri algılayamadığı bir uykuya dalıp bilinci kapandığında ortaya çıkması bana ürpertici geliyor. Bizim bedenimizi, zihnimizi, sinir sistemimizi kendi arzularına göre kullanabilen bir “yabancıyı” içimizde taşıdığımızı düşünmek, bizzat kendi varlığımızı bir sırra dönüştürüyor.

Bilincimizin ürettiği bütün düşünceler bir mantık çerçevesiyle bağlı oldukları hâlde rüyalar mantık çerçevesini paramparça edebiliyor. En rasyonel, en mantıklı, en tutarlı insanlar bile rüyalarında mantıktan, gerçeklerin tutarlılığından koparak uçuyor, korkuyor, öfkeleniyor, şehvete kapılıyor. Bambaşka biri hâline geliyor.

Üstelik içimizdeki bu “yabancı” fevkalâde ayrıntılı imajlar oluşturabiliyor. Hiç tanımadığımız, görmediğimiz, düşünmediğimiz insanlarla, bitkilerle, hayvanlarla karşılaşıyoruz, onların gözlerini, çiçeklerini, kanatlarını bütün çizgileriyle görebiliyoruz.

Bu nasıl oluyor? Bu “yabancı” kim? Neden içimizde böyle birini taşıyoruz? “Bizim” bilmediğimiz bunca ayrıntıyı o nasıl biliyor?

İnsanlar gibi toplumların da içlerinde bir “yabancı” barındırdıklarını, yorulup uykuya daldıklarında, bilinçleri kapandığında da bu “yabancının” vahşi bir barbar olarak “milliyetçilik” kılığında ortaya çıktığını düşünüyorum. Uygarlık, bilinçlerimizi terbiye ettiği, “bizi” mantıklı bir düşünce sistematiği içinde tuttuğu hâlde içimizdeki “yabancıyı” terbiye edemiyor. En azından şimdiye kadar bunu yapamadı. En mantıklı, en rasyonel toplumlarda bile bu mantıksız “yabancı” varlığını sürdürüyor.

1900’de ve 1905’te Max Planck ve Einstein insanlık tarihinin en büyük buluşlarından ikisini Almanya’da gerçekleştirdi. O dönemde Almanya bilimin ve teknolojinin merkeziydi.

Einstein’ın buluşuna sahne olan Almanya’da sadece otuz yıl sonra Naziler iktidara gelmişti. Kırk yıl sonra ise Almanya milyonlarca insanını kaybetmiş, mahvolmuş, acılar içinde bir topluma dönüşmüştü.

Böylesine gelişmiş bir toplumun içinden kendisini de dünyayı da parçalayan mantıksız bir canavar nasıl çıktı?

O “canavar” orada, içlerinde, kendilerinden bile gizli duruyordu çünkü. Diğer bütün toplumlar gibi hamaset nutuklarıyla uykuya daldıklarında mantıktan kopuk bir duygular yığını hâlinde belirdi.

Tarihi, mantıklı nedenlere, ekonomik çıkarlara dayandıran açıklamalar arar insanlık. Tarih, bu arayışlara inandırıcı cevaplar vermez her zaman Moğolların dünya nüfusunun onda birini öldürmesi nasıl bir mantıkla açıklanabilir? Bütün imparatorlukların, bütün toplumların tarihinde mantıksız canavarlıkların izlerini rahatlıkla bulabiliriz.

Bir grup insanın kendilerini kavim, kabile, devlet, millet, din olarak diğerlerinden ayırıp, kendi grubunun diğer herkesten daha değerli olduğuna inanmasıyla başlar mantıktan kopuk “uyku” ve canavar ortaya çıkar.

Bugün insanlık gene bir uyku evresine giriyormuş gibi görünüyor. En gelişmiş toplumlarda bile “biz en büyüğüz” diyen liderler kafalarını kaldırıyor. Toplumlarda bir yorgunluk ve uyku ihtiyacı belirdiğinde bu liderler çoğalıyor ve onlar uykunun daha da derinleşmesi için ellerinden geleni yapıyorlar. O zaman da hepimizin içinde yatan, bizim denetimimiz dışındaki canavarlar harekete geçiyor.

Milliyetçilik, mantıkla ilişkisini koparmış bir budalalıktır. Ne olduğunu bile tam kavrayamadığımız karanlık bir boşluğun içinde dönüp duran minnacık bir gezegenin üstünde hiçbir toplum diğerinden daha değerli değildir. Hangi ırktan, hangi dinden, hangi milletten olursak olalım hepimizin ortalama ömrü belli. Birbirimize “ben senden daha değerliyim” diye bağırıp sonra ölüyoruz. Ölüm zaten herkesin “eşit” olduğunu tartışmasız biçimde gösteriyor. Daha “değerli” bir millet varsa ölmesin de onun diğerlerinden daha üstün olduğunu görelim.

Toplumlar entellektüellerini böyle kanlı uykulardan insanları kurtarsın diye yaratıyor. Çünkü insanlık bir yandan kendi içinde canavarlar beslerken bir yandan da bundan kendini korumaya uğraşıyor. Siyasetçiler, bayraklar, marşlar, nutuklarla uğursuz ninnilerini söylerken, entellektüellerin de milliyetçiliğin nasıl bir budalalık olduğunu, bu küçük gezegeni sınırlarla, silahlarla böldüğümüz sürece ortak bir acıdan kurtulamayacağımızı anlatarak toplumu uykuya dalmaktan koruması gerekiyor.

Ölüm karşısında eşit olan bir canlılar topluluğuyuz, kim kimden daha değerli ya da daha üstün olabilir? Biliyorum, tarih bu mantıksız iddianın üstünde inşa edildi. Ama tarihi değiştirmenin zamanı gelmedi mi? Kimsenin daha değerli olmadığı yeni bir tarih başlayamaz mı? Aklımızın, mantığımızın, bilincimizin, bilinçdışı canavarlığımızı engellediği bir döneme giremez miyiz? En azından bunun için uğraşamaz mıyız?

Ben bunun için mücadele edeceğimize, yeni bir tarihin başlangıcına çok yaklaştığımıza, çekilen acıları durdurabileceğimize inanıyorum.

Toplumların uyumalarını engellediğimizde bireylerin daha rahat uyuyup, kendi içlerindeki “yabancılarla” tehlikesiz maceralar yaşayacağı bir hayatımız olur. O zaman huzur içinde rüyaların sırrını çözmeye uğraşırız.


Libération gazetesi 

15 Ocak 2020 Çarşamba

Katledilişinin 100. Yılında Rosa Luxemburg’u Sanatla Anmak

Uraz Aydın -15/1/2019

Rosa Luxemburg, 5 Mart 1871-15 Ocak 1919
Dipçik darbeleriyle kafatası çatlamış, dövülmekten tanınmaz hale gelmiş bedeni, ayaklarına bağlanmış taşın ağırlığıyla Landwehr Kanalı'nın sularında kaybolurken Rosa Luxemburg’un şu sözleri bir yerlerde yankılanmış olmalıydı:

"-Bilir misiniz, zaman zaman gerçekten bir insan değilmişim, insan biçimine bürünmüş bir kuş ya da hayvanmışım gibi geliyor bana. Aslında, buradaki gibi küçük bir bahçedeyken, daha çok da kırlarda, arı sesleri arasında çimenlere uzandığımda, kendimi parti kongrelerimizin birinde olduğumdan çok daha rahat hissediyorum. Bunu size rahatça söyleyebilirim; hemencecik sosyalizme ihanet ettiğim kuşkusuna kapılmazsınız nasılsa! Gene de, bütün bunlara karşın, grev başında, bir sokak çarpışmasında ya da cezaevinde ölmeyi gerçekten isterim.
Ancak içimdeki ben, ‘yoldaşlar’dan çok iskete kuşuna yakın."

Dünyanın kaderini değiştirebilecek bir devrimin, Alman Devrimi'nin önderlerinden Rosa Luxemburg, yoldaşı Karl Liebknecht ile bundan tam yüz yıl önce, 15 Ocak 1919 günü katledildi.
                                                                       *
Kasım 1918 Devrimi’nin ardından eski düzenin yıkılışı ve cumhuriyetin ilanıyla birlikte Rosa Luxemburg üç yıldır bulunduğu hapis koşullarından kurtularak, tüm halsizliğine rağmen Spartakusbund’daki aktif görevine geri dönmüştür. İktidara yükselen –Spartakistlerin eski partisi– Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) ise yeni cumhuriyetin bir burjuva rejimi çerçevesinde kalmasına gayret etmektedir. Fakat bir yıl önce meydana gelmiş olan Rus Devrimi’nin ve savaşın yıkıcı etkileriyle birlikte işçiler de kaderlerini ellerine almak üzere özyönetim konseyleri şeklinde örgütlenmeye başlamıştır çoktan. Önce 100 bin işçinin ayaklanması, bir dizi devlet kurumunu ve yayın organını işgal etmesinin ardından yarım milyon insanın sokaklara dökülmesiyle Spartakistler tarafından Berlin’de devrim koşullarının olgunlaştığı düşünülür. Rosa Luxemburg yeterince hazırlık yapılmadığını, isyanın zamansız olduğunu düşünür, ancak böyle bir atılımın ardından geri çekilmenin çok daha ağır bir maliyeti olacağı bilincindedir.


Karşı-devrim kazanır, yeni düzen kitle hareketinin bastırılması üzerine kurulacaktır. 15 Ocak günü gizlendikleri yerden, sosyal demokrat yöneticilerin tam desteğini almış olan paramiliter güçlerden oluşan Freikorps tarafından alınır Rosa ile Karl, karargâh haline getirilmiş Eden Oteli’ne götürülürler. Rosa bilincini yitirene kadar dövülür sonra da başına sıkılan bir mermiyle öldürülüp kanala atılır. Liebknecht de önce dövülüp, ensesine bir kurşunla öldürülür. Devasa ve sessiz bir törenle uğurlanır iki devrimci. Liebknecht’in yanındaki mezar boş bırakılır, ancak üç ay sonra bulunacak Rosa’nın bedeni için.

İçkin Bir Lirizm
Rosa Luxemburg’u hatırlamak; kısa vadeli hafızanın, hazır düşüncenin ve gelip geçiciliğin her alandaki tahakkümüne karşı fikriyatının ve değerlerinin güncelliğini vurgulamak için fazlasıyla neden var. Yahudi ve engelli bir kadın olarak Alman Sosyal Demokrasisinin erkek kardeşliği içinde zekâsı ve cüretkârlığıyla kendine yer açması, reformizme karşı yürüttüğü ve kurucu bir nitelik kazanmış olan tartışması, seçim odaklı ve pasifleşmiş bir parti aygıtı karşısında kitlelerin eyleminin gücüne atfettiği stratejik önem, Birinci Dünya Savaşı’na karşı tutum alan bir avuç enternasyonalist devrimciden biri oluşu gibi. Bunların yanı sıra siyasal iktisat ve toplumsal örgütlenme alanda emperyalizm, militarizm ve ilkel toplumlar konularındaki çalışmalarını da zikretmek gerekir.
Fakat onu ezilenlerin göğünde parıltısını hiç yitirmeyecek bir yıldız haline getiren başlıca bir sebep de, yukarıdaki mektup fragmanından da tanık olduğumuz, bitkilere, hayvanlara, insanlığa, kısacası her türden canlıya karşı duyduğu dizginsiz sevgi, sınırsız şefkat duygusudur. “Dünyada nerede bulutlar, kuşlar ve insan gözyaşları varsa, ben oradayım…” Ve bunu hiç şüphesiz özel yaşamında aşka ayırdığı yerle birlikte düşünmek gerekir. Bilhassa mektuplarında ama yer yer de siyasi yazılarında karşımıza apansız çıkan şiirselliğin ardında yatan da bu yoğun hissiyat yüküdür, kendini doğayla bütün hissetme ve onun her türden coşkusunun da ıstırabının da bir parçası, bir yoldaşı olarak algılama halidir. Bacakları karıncalar tarafından yenmekte olan bok böceğinin görüntüsü karşısında duyduğu dehşet veya hapishanede kırbaç darbeleri altında sırtı parçalanmış mandayla kurduğu ilişkide bunu son derece çarpıcı biçimde görürüz:

Sırtı kan içinde olanın o kara yüzündeki, o kara gözlerindeki ifade ağlayan bir çocuğun ifadesiydi; tıpkı, nedenini, nasıl kurtulacağını bilmeden öldüresiye dövülmüş bir çocuk gibiydi. Hayvanların karşısında durdum, hayvan bana baktı; gözlerimden yaşlar boşaldı; aslında onun gözyaşlarıydı.

Bu şiirselliği siyasal yazılarında da bulmak mümkün. Bu konudaki en çarpıcı örneklerden biri ölümünden bir gün önce,  Berlin’deki Spartakist ayaklanmanın bastırılışı üzerine yazdığı yazının finalidir:

“Berlin’de düzen hüküm sürüyor!” Sizi budala zaptiyeler! Kum üzerine kurulu sizin “düzeniniz”. Devrim daha yarın olmadan “zincir şakırtıları içinde yine doğrulacaktır!” ve sizleri dehşet içinde bırakıp, trampet sesleri arasında şunu bildirecektir: “Vardım, Varım, Var olacağım!”

Marx’ın yakın arkadaşı Friedrich Freiligrath’ın dizeleriyle harmanladığı ve henüz yeni kurulmuş olan Alman Komünist Partisi’nin gazetesi Die Rote Fahne’de yayınlanan bu cümleler Rosa’nın kaleminden çıkan son kelimelerdir. Bizlere ulaşan son sözleridir. Kendi ölümünden habersiz biçimde, bu düzeyde lirik bir veda, herhalde az kişiye nasip olmuştur.
Edebiyata ve şiire son derece düşkün olduğunu biliyoruz Rosa Luxemburg’un, ama bu konudaki teşebbüslerinden geriye, bilebildiğimiz kadarıyla bir metin kalmamıştır. Ancak yine mektuplarından bu konuda tasarılarının olduğunu ve bilhassa siyasal metinlerde düz bir anlatım biçiminin kendisine yetmediğini, içindeki yaratıcılığın kendini dışavurmaya can attığını görebiliyoruz. Yoldaşı ve sevgilisi Leo Jogiches’e 19 Nisan 1899 tarihli mektubunda şöyle yazar:

Uzun süredir ne hissediyorum biliyor musun? İçimde bir şey kıpırdıyor, dışarı çıkmak istiyor. Zihinsel bir şey […] Telaşlanma; gene şiir ya da roman değil. Hayır, bir tanem; hissettiğim şey beynimin içinde. Gücümün onda birini, hatta yüzde birini bile kullanmadığımı hissediyorum. Yazdıklarımdan hiç hoşnut değilim […]. Beni doyumsuzluğa iten, yazılarımın biçimi. “İç”imde bütün kuralları ve kalıpları hiçe sayan yepyeni, özgün bir biçim olgunlaşıyor. Düşüncelerin gücü ve güçlü bir inanç onları yıkıyor. İnsanları bir gök gürültüsü gibi etkilemek, konuşarak değil, görüşümün derinliğiyle, inancımın gücüyle, anlatımımın keskinliğiyle beyinlerini ateşlemek istiyorum.

SPD'nin parti okulunda ders veren Rosa Luxemburg (solda ayakta) öğrencileriyle, 1907. 

Proleter Kültür ve Marksist Estetik
Spartakist liderin sanatla ilişkisi, şiirsel anlatımı ve yetenekli bir ressam olarak cezaevinde çizdiği resimlerle sınırlı değildir. Tıpkı Marx ve Engels, Lenin ve Troçki gibi iyi bir edebiyat okuru ve eleştirmenidir. Goethe, Shakespeare, Tolstoy, Dostoyevski tutkuyla bağlı olduğu yazarlardır. Yine mektupları içinde edebi eserlere çok sayıda gönderme ve değini bulunmakla birlikte bütünlüklü analizleri çok daha sınırlıdır. Esasen üç metinden söz etmek mümkün. Bunlardan biri, doğrudan estetik eleştirisiyle değil, Marksizmin durumuyla alakalıdır.
1903 tarihli “Marksizmin Duraklaması ve İlerlemesi” başlıklı metin, Kapital’in üçüncü cildinin yayınlanmasının ardından Marksist kuramsal çalışmalardaki duraklamanın nedenlerini tartışırken proleter kültür meselesini de ele alır. Rosa Luxemburg’a göre her şeyden mahrum olan proletarya, burjuvazinin aksine içinde yaşadığı toplumun çerçevesi içinde kaldığı takdirde bir entelektüel kültür yaratmaktan acizdir. Kapitalist üretim ilişkileri yerinde kaldığı sürece ancak bir burjuva kültürü söz konusu olabilir. Bu kültürün maddi içeriğini ve toplumsal temelini yaratan işçi sınıfı olmakla birlikte, ancak burjuva toplumu içindeki işlevini barışçıl biçimde yerine getirmesi için gerekli olduğu sürece onun bu kültürden istifade etmesine izin verilir. Dolayısıyla işçi sınıfı kendi sanatını ve bilimini ancak mevcut sınıfsal konumundan kurtulduğu takdirde yaratabilecektir Rosa’ya göre:

Bugün için yapabileceği ise burjuva kültürünü burjuva gericiliğinin vandallığına karşı korumak ve kültürün serbest gelişimi için gerekli toplumsal koşulları yaratmak. Bugünün toplumunda, ancak kendi kurtuluşunun mücadelesi için gerekli entelektüel silahları geliştirerek bu alanda aktif olabilir.

Bir Goethe’ye veya bir Schiller’e olan tüm hayranlığına karşın esas olarak Rosa’yı heyecanlandıran Rus edebiyatıdır. Doğrudan edebiyatla ilgili iki analizi de bu alandadır.
1915’ten 1918’e kadar hapishanede geçirdiği dönem boyunca Rus yazar Vladimir Korolenko’nun Çağdaşımın Tarihi başlıklı otobiyografik çalışmasını Rusçadan Almancaya çevirir. Die Rote Fahne’nin başyazarının yaşam öyküsünü kaleme alan Peter Nettl’a göre yayıncılarla yazışmalarından Rosa’nın modern Rus edebiyatı incelemelerinde bir boşluğu doldurmaya yardım etmeyi arzuladığı görülmektedir.[7] Bu çeviriye Breslau hapishanesinde Haziran 1918’de yazdığı “Korolenko’nun Yaşamı” başlığını taşıyan giriş kısmı, Rus edebiyatına ilişkin yoğunlaştırılmış bir değerlendirme teşkil eder. Rosa’ya göre yüzyıllar süren karanlığın ardından ulusal bilincin şekillenmesiyle birlikte Rus aydınların Batı’yla yakınlaşması sonucu Rus edebiyatı “Jüpiter’in başından doğan Minerva gibi parıltılı zırhıyla dikilir”. Temel karakteristiği ise Rus rejimine karşıtlık içinde, bir “mücadele ruhuyla” doğmuş olmasıdır. Tüm yaratıcılığını ve tinsel derinliğini buna borçludur. Fakat Rosa, yanlış anlamalardan kaçınmak için sözlerini netleştirir ve bu vesileyle, vaktinden önce, ileride sosyalist gerçekçilik adını alacak estetik sefalete karşı güçlü bir uyarıda bulunur:

Elbette Rus edebiyatını, kelimenin ilk anlamıyla, [siyasal] eğilimli bir sanat olarak tarif etmek veya tüm Rus şairlerini devrimci yahut en azından ilerici addetmekten daha yanlış bir şey olamaz. ‘Devrimci’ veya ‘ilerici’ gibi şemaların sanatta pek az önemi vardır.[8]

Bununla birlikte Dostoyevski’nin ve Tolstoy’un dinî mistisizmini ve gericiliğini yermekten geri kalmaz. Burada, Tolstoy’un toplumsal idealinin sosyalizm olduğunu, ve onun, ütopik sosyalizmin ustalarıyla karşılaştırılabilecek, “kendine rağmen” bir sosyalist olduğunu öne sürdüğü 1908 tarihli “Bir Toplumcu Düşünür Olarak Tolstoy” yazısıyla bir farklılaşma görmek mümkün, ki edebiyata doğrudan odaklanan diğer yazısı da budur.[9]
Ne var ki Rosa için iki yazarın metinlerinin kışkırtıcı ve özgürleştirici bir etkisi vardır okur üzerinde. Bunun nedeni yola çıkış noktalarının gerici olmaması, duygu ve düşüncelerinin statükoyu muhafaza etme arzusuna dayanmamasıdır:

Tam tersine, sımsıcak aşkları toplumsal adaletsizliğe verilecek en derin yanıttır […]. Gerçek sanatçı için, önerdiği toplumsal formül ikincil bir öneme sahiptir; belirleyici olan, sanatının kaynağı, harekete geçirici ruhudur.

İşte bu “yüksek ahlaki pathos” sayesinde Rus edebiyatı, çarlığın maddi sefaletinin oluşturduğu bu “devasa hapishanede, kendi tinsel özgürlük krallığını ve içinde nefes alıp entelektüel hayata katılabileceğimiz coşkun bir kültür yarattı”.[10]
Böylece sınırlı sayıdaki analiziyle birlikte Rosa Luxemburg, kaba bir belirlenimcilikten uzak; ideolojik yargılar çerçevesinde şekillenmiş bir sanat eleştirisinden fersah fersah ötede; sanatı, yaratıcılık ve tinsel etki gibi özgün kriterlerle kavramaya çalışan, kültürel olanın üretim ilişkileri karşısında göreli özerkliğini sezinlemiş bir Marksist estetik patikası açmıştır.

Avangard Sanat ve Spartakusbund
Birinci Dünya Savaşı’nın teşkil ettiği anlamsızlık, vahşet, kıtlık ve sefalet nasıl alt sınıflarda Rus, Alman, Macar devrimlerine yol açacak bir radikalleşmeyi tetiklediyse, yerleşmiş algı biçimlerini sarsmayı önüne koyan avangard sanat akımlarında da dolaysız bir siyasallaşmanın önünü açmıştır. Bu dönem için, özellikle de Almanya’daki varlıkları itibariyle ekspresyonizm ile Dada hareketinde yol ayrımlarının meydana geldiğini, ve bir kesim için devrimci bir angajmanın söz konusu olduğunu görebiliriz. Tristan Tzara’nın harekete kazandırdığı nihilist postür yerine daha somut politik hedefler öne çıkar. Dadacıların Berlin’deki çevresinin 1919 tarihli manifestosu yeni yönelimin bariz bir ifadesidir: “Dadaizm tüm yaratıcı ve entelektüel erkeklerin ve kadınların, radikal komünizmin temelinde enternasyonal bir devrimci birlik kurmalarını talep eder”. Arka arkaya bir dizi devrimci sanat kolektifi kurulur, manifestolar yayınlanır. Ressam George Grosz, foto-montaj teknikleriyle tanınacak olan John Heartfield ve yazar/yayıncı Wieland Herzfelde, Spartakusbund Aralık 1918’de Alman Komünist Partisi’ni (KPD) kurar kurmaz, partiye üye olarak kartlarını bizzat Rosa Luxemburg’un elinden teslim alırlar.[11]
Savaşla birlikte milliyetçi tınılarla sarmalanmış olan kabare kültürü, avangard hareketlerle birlikte biçim değiştirir ve toplumsal eleştiriye de alan açar. O sıralar Bertolt Brecht Münih kabarelerinde “Ölü Askerin Öyküsü”nü okur. Devrimci dalgayla beraber –hatta 1918-1919’un ilk dalgası sönümlenirken– komünistler için bir ajitasyon mekânı haline gelir kabareler. Berlin ve Münih, siyasal satirin öne çıktığı komünist kabarelerin doğuşuna tanık olur. Ajit-prop birliklerinin ve sokak tiyatrolarının bir örgütlenme aracı haline gelişinin temelinde de bu “kızıl kabareler” yatar.[12]
Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in katli, Alman Devrimi’ne gönül vermiş, işçi konseylerinin oluşmasından heyecan duymuş, savaştan ve sefaletten bezmiş her kesim için büyük bir darbe olur. Uzun soluklu mücadeleleri, adanmışlıkları ve SPD’nin emri altında, ilerideki faşist örgütlenmenin nüvesini oluşturan paramiliter gönüllü birlikler (Freikorps) tarafından vahşice öldürülmeleri, onları ilk günden itibaren, halkın gözünde birer martyr haline getirir. Spartakist önderlerin davasından veya kişiliğinden etkilenmiş, yahut bu trajik ölümleri karşısında kendilerine bir saygı gösterisinde bulunmak isteyen bir dizi sanatçı, eserlerinde bu iki devrimciyi anar.
Berlin Dada’nın kurucularından George Grosz, zaten bir KPD üyesidir ve Die Rote Fahne için, özellikle de iktidardaki SPD’yi yeren karikatürler çizmektedir. 1919’u Hatırla isimli resminde Luxemburg’un ve Liebknecht’in tabutları üzerinde gözleri kapalı ve alt tarafı kana dönüşmüş bir çeşit hayalet-yargıç yer alır.
Gençliğinde ekspresyonizme yakın olan Conrad Felixmüller de KPD üyesi aktif bir militandır. Dünyanın Üzerindeki İnsanlar (1919) resminde, Rosa ile Karl’ı dev bir yıldıza doğru yükselirken çizer.

Käthe Kollwitz, Liebknecht ailesinin talebi üzerine, Karl’ın bir resmini çizme görevini üzerine alır. Feminist ve solcu olan Kollwitz, Spartakist liderlerin cesaretinden –ve cenazelerinden– etkilenmekle birlikte, bir KPD taraftarı değildir. İki yıl boyunca çok sayıda eskiz çizdikten sonra eserini ağaç baskıyla gerçekleştirmeye karar verir ve Liebknecht’in cansız bedeninin önündeki insanların şaşkınlıkla karışık hüznünü işler.

Ekspresyonist olarak tanımlansa da kendisi bu tanımı benimsemeyen ressam ve heykeltıraş Max Beckmann ise, “Cehennem”in yeryüzündeki hallerini betimlediği on parçalık dizisinden bir resmi Rosa Luxemburg’a ayırır. Martyrdom (1919) isimli resimde, Luxemburg’u silahlı üniformalı ve sivil giyimli insanlar tarafından öldürülmeden önce taciz edilirken resmeder.

Hiç şüphesiz Rosa’yı (çoğu kez Liebknecht’le birlikte) anan eserler arasında, Brecht’in Rosa hakkındaki dizelerinin de dahil edilmesiyle Kurt Weill tarafından 1928’de bestelenmiş (ve yıllar sonra David Bowie tarafından kısmen uyarlanmış) “Berliner Requiem”i; psikiyatr ve yazar Alfred Döblin’in üç ciltlik Kasım 1918 isimli yapıtının “Karl ve Rosa” başlıklı son cildini; tiyatro yazarı Erwin Piscator’un Birinci Dünya Savaşı’ndan başlayıp Spartakist ayaklanmanın bastırılışını işlediği oyunu Her Şeye Rağmen’i (1925) –sahne tasarımını Heartfield yapmıştır– burada zikretmek gerekir. Özellikle 1960’lı yıllardan itibaren, Rosa’nın mücadelesini, özgürlükçü soluğunu ve elbette kadın kimliğinin önemini kavramaya daha yatkın koşulların oluşmasıyla birlikte çeşitli mecralar (tiyatro, şiir, enstalasyon, roman, sergi, fresk, çizgi roman, film) üzerinden temsil edildiği, anıldığı, güncelleştirildiği çok sayıda esere, çalışmaya tanık oluruz.

Alman sosyal demokrasisinin iflasını ele aldığı 1916 broşüründe, ilerlemeci iyimserliğe kendini teslim eden edilgen bir siyasetin karşısına, tehdit bilincine ağırlık veren uyarısıyla çıkar Rosa Luxemburg: Ya sosyalizm ya barbarlık! Bu parola, kapitalist medeniyetin derinleştirdiği iklim kriziyle birlikte her geçen gün daha da güncellik kazanıyor. Rosa, yaşamı ve mücadelesiyle, geçtiğimiz yüzyılın kandan ve ateşten harabeleri arasından bize seslenmeye devam ediyor: aşkla, kavgayla, şiirle.



22 Aralık 2019 Pazar

küçük İskender ve Şiiri Hakkında Kısa Bir Değini

22 Aralık 2019

Hasan Bülent Kahraman 1980’lerde yazılan şiiri tartışırken küçük İskender’e geniş bir parantez açar ve şiirini toplumcu şiirde yeni bir evre olarak nitelendirdiği gibi son dönem “Türk şiirinin yeni bir anlayış ve ifade olanağı geliştirdiğini” savunur ve bu şiir “yeraltı şiiri’dir (Türk Şiiri, Modernizm, Şiir, Büke, 2000, s. 319). Aynı dönemde Ece Ayhan, Can Yücel gibi öncüllerden başlayarak dil “sivilleşmiş” ve sokağa taşınmıştır, çıkmıştır.

Bunun ileri ve en uç noktasını küçük İskender ve şiirinde buluruz (a.g.e.). küçük İskender ve şiiriyle kurulmaya çalışılan ilişkilere ve bir dönem gözle görülür hale gelmiş etki ve etkilenmelere rağmen bu şiirin tekliğini koruduğunu ve şairin kendi şiirselini oluşturduğunu yazabiliriz. Bu noktada küçük İskender ve şiirinin etkilerini tartışmak için biraz daha beklemek daha doğru bir davranış biçimi olabilir. En azından bu yazının konusunun bu olmadığını baştan belirtebiliriz.

küçük İskender’in şiirin temel özelliği bireylik temelli bir şiir/şiirsel olmasıdır. İskender’in bireyliği ve bu bireyliğin büyük ölçüde tahakküm ve egemenlik ilişkilerinin dışında sokakta ya da yeraltında gerçekleşiyor olması kendine yeraltı edebiyatından ve bunun hem şiirdeki hem de romandaki karşılığından bir tarih bulurken bunu yazmakla kalmaz, tam bir serserilikle yalnız ve birlikte yaşamayı benimser ve savunur. Şiirin/yazının içerdiği ve belirtmeye/bildirmeye çalıştığı da bu yaşadığı serseri hayattır.

Bu hem kültürel hem de hayati görece bir özgürleşme kadar anti-otoriter düşünce ve bu temelde yaşama biçimlerinin yaşamaya ve yaşadığını yazmaya yönelik önemli bir sonucudur. Böylelikle Ece Ayhan’ın estetizmi ile Can Yücel’in edepsizliğini geçecek biçimde bir hayat ve beden tartışması küçük İskender’in şiiri konusu olmakla kalmaz, insan cinslerinin aynı dönemde kendi ifade etme ve gerçekleştirme mücadelesinin de etkisiyle kendini hem toplumsallaştırır hem de politikleştirir.

Baştan kendini aşırılığa açmış, Julia Kristeva’nın demesiyle çok-biçimli bir cinsellik ve bunu yaşama arzusunun belirginleştirdiği insan onun büyük ölçüde erotik olan bedeni özellikle genç kesimler için bir önceleme nedeni olurken İskender’in hem biz’le yaşadığı hayata hem de şiirine “çocuklar” olarak her anlamda çoktan dahil olmuşlardır.

Günümüz karşısında insan bedeninin teknolojikleşmesi ve insan davranışlarının cinsel dahil teknikleşmesi karşısında cinsel olanın erotizminden dolayı hem yaşamaya hem de duymaya, yani hissetmeye yönelik hâlâ bir imkân olduğu söylenebilir. Bu noktada geçmişteki örneklerden farklı olarak küçük İskender’in biz’le yaşadığı çoğunlukla cinsel olanı öncelemiş ama bunu da özgürlük olarak anlamış, öyle yaşanmış ve ifade/şiir edilmiş hayat(lar)ı yaşama arzusunu kışkırtacağı belli olsa da yine de İskender’den dolayı bu şiirde de karşılık bulmuştur. Buysa İskender merkezli entelektüel ama bir o kadar da erotik bulabileceğimiz karşı hayattır ve öyle yaşanmıştır.

Bu yaşanan hayattan dolayı küçük İskender’in bireyliğini yaşadığı biz, yani etraf toplumsal ve politik bir özellik de kazanır. Buradan marjinal bulunabilecek yanlarına ve özelliklerine rağmen ilgi duymayı ve merak etmeyi çoktan geçmiş tek tek bireylerin hayatını etkileyen bir yaşama pratiği çıktığı gibi, bu sokakta ötekinin aynı olana karşı mücadelesiyle yakınlıklar içinde olan bir direnişin de nedeni olmuştur. Ne var ki bu bir zaman sonra epey bir kesim için daha çok bedeninin arzuladığını gizlilikle değil de alenen yapma ve yaşama gibi bir noktaya gelinmesinden dolayı yazılan şiirin ve verilen mücadelenin etkisinin azalmasına neden olmuşsa da bu küçük İskender’de aynı şeye yol açmamış, o başta oluşturduğunu yazmayı ve çoğaltmayı, ikisinden de önemlisi yaşamayı sürdürmüştür.

Dünya karşısında böylesi mücadelelerin otoriterleşmeye de bağlı olarak kendini tekrar ederek karşılık biçimi olarak çoğaltması her zaman mümkündür. Sözünü ettiğimiz çoğaltma ya da tekrar etme çoğunlukla sorun olarak görünmeye ve öyle kabul etmeye sonuna kadar açıksa da hem otoritenin hem de insanın erkek, daha çok insanoğlu olduğu ve her ikisinin erilliğinin dünyayı belirlediği ve insanlığı büyük ölçüde buna razı ettiği bir düzlemde her iki durumu anlayabilir ve kabullenebiliriz. Çünkü hayat ve ifade etmek istediğimiz karşısında kimi zaman estetizmi geride tutabilir ve reddedebilir, çoğaltma ve tekrar etmeyi bile isteye sürdürebiliriz. Hatta popülerlik ve magazinel olanın etkisi ve baskısı karşısında da başka zaafa da düşebiliriz.

Kuşkusuz küçük İskender’in yukarıda sözünü ettiğimiz toplumsallığı bildik toplumsallıktan, özellikle bugünle kurduğu ilişkiden dolayı büyük ölçüde ayrılır. Bugünde yaşama isteği toplumsal olanın gelecek projeleri ile baştan beri kurduğu ilişkiyi geçersizleştirmeden bugün tartışmasına yönelmekle kalmaz, arzu ettiğini birlikte ve yalnız yaşamayı talep eder, bunu savunur. Buysa toplumsallığı ve içerdiğini şimdi ve bugün tartışmasına yöneltirken yaşamayı da fazlasıyla kışkırtır. Bu kesinlikle ve tartışmasız bir şimdi ve bugün yaşama/yaşatma arzusudur/talebidir.

Bu şimdi talebi ister istemez cinsel aşk başta olmak üzere bütün aşk ve cinsellik biçimleri yaşama ve arzusu kadar doğrudan önce bugüne ve sonra geleceğe yönelen, aynı zamanda geçmişi benzer bir bakış açısıyla sorgulayan bir şiirin ve yazının imkânı olurken, şiir ve yazı yaşama arzusunun içerdiği her bir şeyi hem deneyimleme hem de ifade etme alanı haline gelir.

Bu oluşturulana ve önceden belirlenene bakarak sokakta ya da herhangi bir mekânda yaşanan her bir şeyi serseriliğin alanı içinde tutmayı da sağlar. Dediğimiz sokağın asiliği ile son derece de uyumlu bir durum ve yaşama olduğu kadar mekân olarak sokakta ya da zemin kat bir apartman dairesinde geçen kırk sekiz saati şiir ve yazı üstünden bir daha değerli hale getirir. Bu da dünya karşısında anti-otoriter sol özellikleri bünyesinde bulunduran ve hatta öne çıkaran bireysel bir yaşama kadar toplumsallık önerisidir. Dünya bunun üstünden yorumlanırken yaşama kendini bugünde mutlu etme kadar aynı dünyayı tartışmaya ve reddetmeye ve yeni bir dünya talebine kadar gider.

Bu tabii, özellikle küçük İskender’e ve hayatına bakarak belirtirsek, insan cinsleri arasında geçen/yaşanan ama entelektüel olanı baştan kendine dahil eden ve hemen onun yanına gençliği koyan bir aşk ve beden tartışmasıdır. İnsan cinsleri ve orada erkekler arasında geçen aşk ilişkisi ve birlikte yaşama gençlikle ve onun bedeniyle ilgisinden ve her seferinde bir daha keşfetme arzusundan, yani erotizminden dolayı bedeni, onun devinimlerini, atık ve akıntılarını erotizmle pornografi arasında gidip gelen ve bedeni bu temelde ihlal eden bir çizginin üstünde gider gelir, sorun eder ve tartışır. Bu noktada Georges Bataille’ın erkek bedeninin daha estetik ve biçimli, tabii daha kışkırtıcı olduğu saptamasını unutmamak gerekir. Aynı şekilde insan cinslerinin geçmiş ve bugündeki hayatı ve onun oluşturduğu düşünsel ve yazınsal birikim de burada bunu çoğaltan başka bir unsurdur.

Tekrar başa dönersek sokakta yaşamak ya da serseri olmak öğrenilen/öğretilen çoğu şeyden kurtulma ya da hepsini baştan reddetme anlamına geldiği için son derece özgün bulabileceğimiz ve pek deneyimlenmemiş bir özgürlüktür. Burada özgünlüğü oluşturansa her şeyin bugünde yaşama temelli olması ve yaşamaya yönelmesi, yaşamanın dışındaki olguların reddedilmesi ya da geçersizleştirilmesidir. Buysa bir çatışma nedeni olduğu kadar tekrarla söz konusu yaşamayı hem toplumsallaştıran hem de politikleştiren bir durumdur.

Böylelikle Karl Marx’ın söz konusu ettiği “avare kütle” ve onun serseriler başta olmak üzere bireyleri şiirin ya da yazının konusu olduğu gibi bir uçtan toplumsallık daha geniş kesimleri/sınıfları kendine dahil eden bir durum ve olgu haline gelmekle kalmaz, onlara dönük ilgi entelektüel bir düzey ve özellik de kazanır. Buysa dünyaya dönük daha kapsayıcı bir ele almanın bizdeki başlangıcı olarak değerlendirilebilir.

Şairin yaşadığı ve şiirine yansıyan, içinde yoğun bir entelektüel birikim barındıran (ki bu yazdığı şiiri kültürel de yapar) serseri şair hayatı olmasından dolayı küçük İskender’in 1964 yılında açtığı parantez 3 Temmuz 2019’da “yaşadım” diye kapatılmıştır/kapanmıştır.[1]


[1] Bu noktada hazırladığım Küçük İskender Kitabı (İkaros, 2019) bu canlılar arasında geçen/yaşanan serseri hayatın şiir eksenli ama kendini farklı bağlam ve düzeylere açmış tartışmalara iyi bir başlangıç ve edilginliği reddeden bir okurluk çağrısı olabilir.


19 Kasım 2019 Salı

Her kadının kendi gücünün farkına varması gerekiyor

Emine Ebru ile söyleşi:

-Son Gemi okurlarına kendinizden ve “La Frida” adlı biyografik romanınızdan bahseder misiniz? Okuru neler bekliyor?
-Çocukluğu hayaller kurarak geçen biriyim öncelikle; akranlarımdan farklı değildim ama farklı düşünürdüm. Bunu kimseye belli etmezdim. Daha çok okur, daha çok oynar, daha çok gezerdim. Her şeyin normali bana az gelirdi, yorulana kadar, bayılana kadar, gücümün son damlasına kadar yaşardım her şeyi. Küçüklüğüm pek çok şehirde geçti, okuma alışkanlığını ailemden kazandım, özellikle babamdan. Kütüphanede çalıştım, buğday ambarına düşen aç tavuk gibiydim orada. Okumak yetmiyordu artık, yazmalıydım. Çok okudum, çok yazdım ama hala istediğim gibi yazamıyorum.
La Frida, Freud ve Thoreau’dan sonraki üçüncü biyografi kitabım. Fakat bu daha farklı, okurun kendini Frida Kahlo’nun hayatının içine yerleştiren, onun acılarına ortak eden bir yapısı var, derleme, araştırma ve belgelere dayanan bilgilerden öte empati yapabileceğiniz duygulara ve anlatıya sahip.
-Aşk, acı ve resim üçgeni ile duyguları arasında gidip gelen bir kadın aslında Frida. Peki Frida, sanatı, acısı ve sonsuz aşkı Diego olmasaydı yine de Frida olabilir miydi?
Bence Frida doğuştan isyankar, aşık, duygusal bir yapıya sahipti. Bu onun genlerinde var, öğrenmeye duyduğu açlığı fark eden ve bunu destekleyen babasıyla, annesinin katı tutumu arasında kalması, hayatının geri kalanında onu derinden etkiledi. Acıyla altı yaşındayken tanıştı, ilk gençlik yıllarında geçirdiği kaza sonucunda uzun süre yatağa bağlı kalması onu resim yapmaya itti. Yataktan çıkacak kadar kendini güçlü hissettiğinde ise resimlerini alıp daha önce okulunda görerek hayranlık duyduğu Diego’ya koştu. Diego, onun yeteneğine hayran kalarak o kadar yüreklendirdi ki, sanırım Diego olmasaydı Frida bu kadar ünlü bir ressam olmazdı, belki de devrimci yanı öne geçerdi ve onu günümüzde yine biliyor, konuşuyor olurduk.
-“Bir kadın ardı sıra gelen büyük acılarla nasıl baş edebilir?”i yaşamıyla anlatan nadir örneklerden sadece biridir Frida. Onda öne çıkan bu özellikler üzerinden kadın söylemi ve acılara, engellere Frida gibi büyük bir direnişle göğüs geren günümüz kadınları için neler söylemek istersiniz?
Kadın güçlü bir varlıktır, her şeyden önce duygularıyla hareket etmeleri onları güçlü kılar. Acılarıyla başa çıkmasını bilir, her kadının kendi gücünün farkına varması gerekiyor. Erkek egemen bir toplumda yaşadığımızı varsayarsak kadın olmanın zorluklarını anlayabiliriz. Kendisiyle yüzleşen ve kendi değerini bilen bir kadının bu zorlukları çoktan aştığını da görebiliriz.
Frida’nın kendine duyduğu öz saygısından yola çıkarak tüm kadınların bilmesi gereken şeylerden biri de kendilerine acımaktan vazgeçmeleridir. Bu, gücün ve gururun yansıması gibidir. Frida, resimlerinde ideal ölçülere sahip çekici ve güzel kadın tipi yaratmamıştır. Aksine kalın kaşlarını, yüz kıllarını ve bazı resimlerinde ise erkeksi duruşunu öne çıkarmıştır. Tek dostunun yine kendisi olduğu gerçeğini resmetmiştir. İç dünyasında fırtınalar koptuğu halde metanet havasının sezildiği tablolarıyla tüm dünya kadınlarına örnek olmuştır.
-Frida’nın biyografisi bana acımızı ve öfkemizi yazarak yahut çizerek dışa vurmayı öğretti. Bence Frida, bir kadının eğer isterse her şeyin üstesinden gelebileceğinin en büyük örneklerinden biri. Böyle güçlü bir kadının biyografisini yazmış olmak size neler hissettiriyor?
Frida hakkında yazılmış, çizilmiş, konuşulmuş bunca şey varken neden Frida diye sormadan, sorgulamadan, büyük bir heyecanla yazdığım bir biyografiydi. Hakkında kitaplar okudum, belgesel ve filmini izledim, araştırmalar yaptım, pek çok makale taradım. Resimlerini uzun uzun inceledim, fotoğraflarına bakmaktan kendimi alamadım. Onun yerinde olsam ne yapardım diye düşündüm, o kadar acıya dayanabilir miydim? Sadece bedeninin acımadığı, ruhunun da sürekli kanadığı bu kadın tüm olumsuzluklara rağmen kendine nefes alma alanları yaratıyordu. Yaşama sıkı sıkıya bağlanıyordu. En ufacık bir sıkıntıda kendimizi düşmekten alıkoyamadığımız anları düşünerek utandım. Eksik ve yetersiz hissettim, neden Frida olduğunu, neden bu kadar hayran olunduğunu anladım. Onunla çıktığım bu yolculuktan hem çok şey öğrendim hem büyük keyif aldım.
-Şimdilerde bir moda ikonu olarak da karşımıza çıkan Kahlo’nun popülerliği hakkında ne düşünüyorsunuz? Popüler oluşu hayatının önüne geçebilir mi? Ondan bize neler getirip neler götürmektedir?
Frida Kahlo’nun metalaştırılması hızlı ve acımasız oldu. Ölümünden sonra popülerlik kazanan sanatçılar arasına girdi. Çoraplardan çantalara kadar her yerde yüzünün basılı olduğu eşyalar üretildi. Kapitalist rejimin dayattığı bir pazarlama aracı olarak kullanıldı. Halbuki o kapitalizmden nefret eden ateşli bir devrimciydi. Frida’yı sadece imajı, görüntüsü üzerinden konuşmak ona yapılan en büyük haksızlık gibi geliyor bana. Onu, o yapan her şeyi zayıflatıyor. Frida’yı ikon yapan şey sıradışı giyimi, kalın kaşları, cinsel tercihleri olmamalı, onun kırılganlığı, cesareti ve sağlam ahlakının yanında hafif kalıyor çünkü.
-Büyük aşık Frida’yı önemli kılan birçok nitelik sıralanabilir. Peki sizin gözünüzde Frida’da öne çıkan ve onu Frida yapan özelliği nedir?
Frida, hayatımızı aşkın acısıyla yaşamanın mümkün olduğunu öğretmiştir. Diego ile olan alışılmadık ve tutkulu ilişkisi tüm çalkantılara rağmen ölene kadar devam etmiştir. Çektiği acıya karşılık sevmekten vazgeçmemiştir, ne kendini ne Diego’yu. Onu Frida yapan özelliklerden biri budur; çok sevmesi. Dünyayı sevgi kurtaracak sözünün en güzel örneğidir.
-Frida bence öncesiz ve sonrasız bir sanatçı. Onun sanatının karşılık bulmadığı bir dönemin olmadığını düşünüyorum. Zira Frida, yaşadığı dönemle beraber geçmişin de geleceğin de aşkını, sancısını, duygu yüklerini sanatıyla kapsamıştır. Dolayısıyla sanatının zamansız olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Bu bağlamda günümüz dünyasında yaşayan biri olarak siz Frida’nın hangi eserinde kendinizden bir parça buldunuz?
Frida, yaptığı resimlerin sürrealist olmadığını, kendi gerçekliğini resmettiğini söylemiştir. Yaptığı resimlerde kendi biyografisine, anı defterine rastlayabiliriz aslında. Onun eserlerini anlamak için hayatına bakmamız gerekir. Frida, büyük aşkı Diego ile boşandıktan sonra yaptığı “İki Frida” adlı tablosunda iki yönünü birbirine bağlı olarak çizmiştir. Biri Diego’nun en sevdiği hali, diğeri ise elinde yarılmış bir kalp tutarak Diego’nun terk ettiği hali. Arka plana yaptığı bulutlu hava görünümü insana huzursuzluk veren bir duruma sahip. Bu karmaşayı, bu ikilemi iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Sürreal özelliklere sahip bu tablonun aslında onun yaşadıklarından ortaya çıktığını bildiğinizde ise hayranlığınız daha da artıyor. Ben en çok bu tablosunu seviyorum. Sanırım benim de iki tarafımdan özellikler taşıdığı için.
-Sizi Frida’nın biyografisini yazmaya iten şey nedir? Neden Frida?
Bundan önce yazdığım biyografilerin ilkinde Freud’la psikanalizin etrafında dolanmış, Henry David Thoreau ile Walden Gölü’nde inzivaya çekilerek sistemin zulmettiği acılar karşısında özgürlük arayışına girmiştik. Frida bambaşkaydı. Son derece güçlü, ilham verici bu kadının yaşamının içine girmek onu anlayabilmek adına çıktığım bu yol öncelikle yayıncımın düşüncesiydi. Zaten kendisi bana yolu gösterir, o yolu ben tek başıma göğüslerim, yolun sonunda ortaya çıkan şeyin de içimize sinmesi gerekir.
Beni heyecanlandıran tarafı ise Frida’nın yol boyunca neler öğrettiğiyle ilgiliydi. Yaşadığı hayatın zorluğuna rağmen her şeyin üstesinden cesurca gelmesi, bu arada aşkına, sanatına sahip çıkması, kuralları yıkan zevkleri ve sıradışılığıyla etrafında bu kadar hayran biriktirmesi oldukça doğaldır. Zira böylesi tarihte nadir görülür.
-Frida Kahlo kitaplarına baktığımızda sizin yazdığınız kitabın diğerlerinden farkı nedir?
Bir kadın olarak Frida’yı anlamak ve onun duyguları üzerinden giderek yazmaya çalıştım öncelikle. Yaşamına dair teorik bilgilerden öte neler hissettiğini, nasıl mücadele ettiğini, aşkını, acısını, sanatını vermeye çabaladım; yaptığı resimleri inceleyerek anlatmak istediklerini yazmam gerektiğini düşündüm. Düşünmeye, üretmeye, ayakta durmaya, ilham almaya, başarmaya, acılarla baş etmeye, yaşama bağlı kalmaya iten bu kadının hayatını bir kez daha gözler önüne sermek istedim naçizane. Fakat ne yazılırsa yazılsın Frida için az olacaktır. Onu her haliyle anlamaya yetmeyecektir.
-Sayenizde Frida Kahlo’yu her yönüyle bir kez daha yaşatmanın sevincini yaşıyoruz. Bu güzel sohbetimiz adına teşekkürlerimizi sunarız.   

Söyleşi: Kübra Yüca    (songemidergisi.com)