Translate

Faşizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Faşizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Mart 2020 Salı

Triyaj


Triyaj Fransızca seçmek, ayırmak anlamına gelmektedir?
Türkçe Wikipedi’de “Triyaj, savaş alanlarında ve acil servislerde tıbbi müdahale önceliklerini belirleme sistemi. Bu öncelikler; hastanın yaşama şansı, durumunun aciliyeti gibi unsurlara dayanarak belirlenir.” diye açıklanmış.
Peki kim seçilecek? Hangi ölçülere göre seçilecek? Ne için seçilecek?
Yaklaşan ve giderek engellenemez hale gelen yaşlı ve hastaların soykırımını görmek ve asgari ölçüde de olsa engellemek bu soruların cevabında gizlidir.
*
Triyaj kavramı bugünkü kullanımıyla modern devletler ve savaşlarla ortaya çıkıp gelişmiştir.
Triyaj ciddi bir sorun olarak Fransız devriminden sonraki savaşlarda eşit yurttaşların genel silah altına alınmasıyla ortaya çıktı. Hiyerarşik bir toplumda triyajı elbette toplumsal hiyerarşi belirler ve örneğin soyluların önceliği olurdu.


Fransız ordusunda Larrey adlı bir askeri doktor, hızlı bir sınıflama ve seçim sistemiyle, yani triyajla bacak kesmelerde diğer doktorlara göre daha çok oranda askeri yaşatmayı başarıyor (%75-80) oranında. Bu konunun ilk başlangcı oluyor.
Daha sonra bir Rus doktor, Kırım ve Kafkasya savaşlarında öncelikli olarak tedavi görecekler için seçme ilkelerini belirliyor ilk kez. Bunu Prusya ordusu da benimsiyor Ve sonra da bütün dünya ordularına yayılıyor. Modern tıpta özellikle acil servislerde büyük önem kazanıyor.

Örneğin gemilerin batışında, “önce kadınlar ve çocuklar” “en son kaptan” bir triyaj ilkesidir.
Yani büyük felaketler, savaşlar ve pandemilerde kimin öncelikle tedaviye alınacağı, kimin önce kurtarılacağı, yani “yangında ilk kurtarılacak” olanı seçmek, bunun ilkelerini belirlemek zorunludur.

Triyajda çeşitli ülkeler ayrıntıda farklılıklar gösteren standartlara sahipse de, esas olarak beş aşamalı bir triyaj kabul görmüştür ve uygulanmaktadır ve bu aşamaları sembolize eden renkler vardır:
Kırmızı: hayati tehlike, derhal müdahale
Sarı: Ağır yaralı
Yeşil: Sonra müdahale
Mavi: yaşama şansı yok
Siyah: Ölü

*

Peki ya binlerce kırmızı, yani acil müdahale bir anda gelirse ne olacak?

Önümüzdeki günlerde hastanelere binlerce “hayati tehlike”, yani kırmızı hasta yığılacak, eldeki yoğun bakım yatakları binlerin yüzde veya binde birine bile yetmeyecek ve bu muhtemelen bu böyle, en iyi ihtimalle yaz ortasına kadar, birkaç ay sürecek, (ertesi yıla uzama olasılığı bile var).
Yani acil müdahale gerektiren ağır hastalar içinde de seçim yapılmak zorunda kalınacak. Durumları eşit derecede acil olanlar veya daha yaşlı ama daha umutvar olmakla birlikte daha genç ama daha az umutvar olan arasında yaşaması ve suni solunum aygıtına bağlanması için kim seçilecek?
Doktorları kimin yaşayacağına karar verme ahlaki yükünden ve sorumluluğundan kurtarmak için, olabildiğince nesnel kriterler belirlenmiştir. Ancak gelecek hasta sayısı, zaman kısıtlılığı personelin yorgunluğu ve sınırlılığı nedeniyle bu “nesnel” kriterler bile işe yaramayacaktır.

Kaldı ki, bu hastalıkta henüz böyle ölçütler de yoktur ve belirlenmiş değildir.
Bu durumların nesnel bir kriteri o kadar zordur ki.
Bu gibi durumlarda seçim yapmak zorunda kalan doktor ve diğer personel genellikle travma sonrası rahatsızlıklar gösterir.
Bu durumda ne olacak?

Zamanında sokağa çıkma yasağı ilen etmeyerek, hastalığın yayılma hızını yavaşlatmak için elinden geleni yapmayarak, yoğun bakım ve suni solunum cihazlarını, bunları kullanacak personeli azami düzeye çıkarmayarak, sayıları gizleyerek ve az göstererek, sorunun hastalığı yavaşlatma ve kapasiteyi aşmama olduğunu gizleyerek bizzat virüs aracılığıyla hükümet bir triyaj (ayıklama, seçim) yapıyor. Yani önceliği daha genç ve sağlıklı olanlara veriyor.
Bu “büyük triyaj”.
Böylece yaşlı nüfusu ölüme terk etmiş oluyor.
Bir de hastaneye gidenler içinde de ikici bir triyaj olacak. Bu da “küçük triyaj”
Büyük bir olasılıkla gençlere vs. öncelik tanınarak, birinci triyajda virüsün gözünden kaçanlar, bu ikinci triyajda eleneceklerdir.

*

Bu geleceği apaçık olan yığılmayı engellemek için hiçbir şey yapmayan, sorunu bu yığılmayı engellemek ve hastalığın yayılışını yavaşlatıp zamana yaymak gibi bir strateji izlemeyen hükümet apaçık olarak yaşlı nüfusun büyük ölçüde soykırıma uğratmayı planlamış bulunmaktadır.
Muhalefet de sorunun bu olduğunu hiçbir şekilde öne çıkarmayarak hükümete fiilen destek olmuştur ve olmaktadır.

Daha önceleri insanlar dillerinden, dinlerinden, “ırklarından”, siyasi görüşlerinden dolayı defalarca soykırımlara uğramışlardır.
Bunun benzerini saf ve sağlıklı olanı seçmeyi kısmen öjenikler, naziler savunurdu bir zamanlar.
Ama şimdi ilk kez hasta ve yaşlıların soykırımı karşısındayız.

İngiltere’nin uygulayacağını söylediği “sürü bağışıklığı” tamı tamına bir yaşlı ve hasta soykırımıdır.
Ve başlangıçta buna hiç tepki vermeyen İngilizler sonra tepki verince hükümet geri adım atmak sorunda kaldı ama tedbirleri hala fiilen bu yaşlı ve hasta soykırımını engelleyecek durumda değildir.

Türkiye’de ise hükümet resmen bunu istedi ve bütün stratejisini, bunun gizlenmesi üzerine, dikkatleri başka noktaya çekme ve bunu açıklayanları bastırıp susturma ve tüm toplumu fiilen bu soykırımdan habersiz bırakma üzerine kurdu.
Şu ana kadar da bunu başardı,
Erdoğan ve damadının gülmelerinin nedeni budur. Güzel günlerden, ekonomik başarılardan söz etmelerinin nedeni budur.

Eğer toplumdan ses çıkmaz ve sıkı durup on binlerce hasta ve yaşlı insanın boğulurak ölümünü “solunum yetmezliği” ve “zatürre” raporlarıyla gizler ve bu soykırımı kişisel ve ailevi trajediler olarak topluma kabul ettirebilirse kendi açısından başarıya da ulaşmış olacak ve kendisiyle suç ortağı ve iyice çürümüş bir toplum yaratacaktır.
Çünkü yaşayanlar tıpkı Ermeni mallarına konmuş Müslümanlar gibi bu suç ortaklığından maddi bakımdan kazançlı olarak çıkacaklardır. Ölen yaşlı ve hastaların masrafının azalması sosyal sigortaların hastalık ve emeklilik sigortalarının örneğin soluklanmasına yol açacaktır. Buradan küçük ödülleri kalanlara dağıtmak memnuniyetsizlikleri bastırmaya yarayabilir.

*

Yaşlı ve hastaların bu soykırımı yepyeni bir olgudur.
Herkes bu salgının yol açacağı sosyolojik değişmelerden söz ediyor.
Böyle tahminlerde bulunmak entelektüel bir spor haline geldi. Ama bu sporu yapanlar gerçek bir olgu karşısında susuyorlar.
Kimseden çıt çıkmıyor.
Yaptığım paylaşımları çok az insan paylaşıyor.
Sadece korku değil bunun nedeni. Haydi benim dilim sivri, önermelerim keskin köşeli ama yumuşak ve yuvarlak da olsa konuyu öne çıkaran yok.
Ezop dili veya başka olanaklarla da başkaları aynı şeyleri söylemeyi deneyebilir.
Bu bile yapılmıyor.
Ortada bu soykırımı sessizce bir kabullenme de var.
Bu korkunç bir durumdur. İnsanlığın, toplumun sonudur.
*
Peki neler yapılabilir?
Oyunun kuralları değişmiş bulunuyor.
Bu artık bildiğimiz dünya değil.
Hayatın ve toplumsal yaşamın en temel sorunları karşısındayız.
Örneğin böylesine bir soykırım söz konusuyken işçilerin durumundan söz etmek gibi şeyler nesnel olarak bu soykırıma onay vermek anlamına gelmektedir.
Bu satırların yazarı bir Marksisttir.
Marksizm de gerçekliğin somut olduğunu, her şeyin her an kendi zıddına dönebileceğini söyler.
İşte böyle bir anda bir Marksistin görevi bu değişimi görmek ve ona uygun bir strateji ve program uygulamak ve geliştirmektir.
Nasıl “Bugün sosyalistlerin, demokratların, HDP'nin hükümetin tedbirlerini eleştirirken emekçilerden, fakirlerden söz etmesi, gerçek sorunu anlamadığını gösterir. Bugün sorun emekçilerin değil, çoğu hasta ve yaşlı olanların YAŞAMA HAKKINI savunmaktır.” diyorsak, bununla bilinen bütün ezberleri bozuyorsak, şimdi de acil olarak yine ezber bozan tedbirler önereceğiz.
*
Türkiye’de acil görev Hükümet’in bu gizleme ve soykırım stratejisin ve planını bozabilmek için her şeyi yapmaktır.
Aşağıda bu bağlamda en acil ve somut öneriler yer alıyor.

Bunları bir, en temel bir yerde bulunma hakkı üzerinden sivil direniş önerileri yapan bir Marksistin şimdi derhal ve kesin olarak sokağa çıkma yasağı önermesi kimseyi şaşırtmamalıdır.
Çünkü soykırımı biraz olsun engellemenin ve hükümetin oyununu bozmanın tek yolu budur.

Pandemi’nin yayılma hızını yavaşlatmak ve ölümcül tehlike içindeki hastaları bakım kapasitesinin altına çekebilmek için acilen şunlar yapılmalıdır.
1) Derhal, acilen, hiçbir gevşetmeye mahal vermeden, kesin ve istisnasız sokağa çıkma yasağı. Tüm sivil nüfusun evlerine kapanması, evsizlere barınak bulunması.
2) Hapishaneler, yatılı okullar vs.’de yaşayanların birbirine virüsün bulaşmayacağı ölçüde mesafeli yaşayabilmeleri için evlerine yollanmaları veya evleri olmayanlara kalacakları yerler sağlanması.
3) Tüm nüfusun evde kaldığı sürece temel yaşam ihtiyaçlarını karşılamak için, ilk elde tüm ordu, polis, bekçi ve diyanetten maaş alanları görevlendirmek. Yani ordu ve polisin ve bekçilerin vs. asli görevi evine kapatılmış yurttaşların alışverişi, iaşe ve ibadesi gibi en temel ihtiyaçlarını karşılamak olmalıdır. Şu anki durumla baş edebilecek tek kullanılabilir güç bunlardır. Bunun için başka ülkelerde bulunan tüm güçlerin ülke içine çekilerek ihtiyaç olan yerlerde görevlendirilmesi
4) Tüm ödemeler, borçlar, dondurulmalı, ihtiyacı olan her yurttaşa, eşit miktarda olmak üzere temel ihtiyaçlarını karşılayacak bir para verilmelidir. Yurttaşlara bu paraları vermek, bu paralarla ihtiyaçlarını alıp onlara getirmek tüm ordu, polis vs. gibi personelin temel görevi olmalıdır.
5) Ülke yönetimini Türkiye Büyük Millet Meclisi ele almalı ve sürekli toplantı halinde bulunmalıdır. Meclis tıpkı Birinci Büyük Millet Meclisinde olduğu gibi, kendisine karşı sorumlu bakanları ve diğer komisyonları görevlendirmelidir.
6) Yurttaşlar birbirinden izole olacağı için, büyük önem kazanacak tüm medya organları, sendikalar, meslek kuruluşları, odalar vs. gibi sivil toplum örgütlerinin kontrolüne verilmelidir.
7) Tüm hastaneler ve sağlık kurumları derhal kamulaştırılmalıdır. Tüm sağlık kurumlarının yönetimi, efektif bir çalışma ve koordinasyon için, tam sağlık kurumlarının yönetimi sağlık personelinin kontrolüne verilmelidir.
8) Ancak tarihte görülmemiş, devletin şiddet araçlarını yurttaşların ihtiyaçlarını karşılamakla görevlendiren ve onların yaşamlarını en az kayıpla sürdürmesinin aracı kılan böyle tedbirlerle uçuruma doğru giden arabaya ani fren yaptırıldıktan ve uçuruma yuvarlanmak engellendikten sonra, neyin nasıl yapılacağına yine halk karar verebilir.
9) Tarihte daha önce görülmemiş tüm ezberleri bozan bu pandemi ve sonuçlarıyla yine tarihte benzeri görülmemiş ezber bozan tedbirlerle baş edilebilir.

21 Mart 2020 Cumartesi
Demir Küçükaydın

27 Şubat 2020 Perşembe

Lümpenliğin bulaşıcı niteliği…

Murat Sevinç:
Maç öncesi ortalık yerde galiz küfürler eşliğinde tükürüğünü saçıp bunu marifet sayan insan; trafikte diğerlerini taciz ediyor, taksinin direksiyonunda saçmalıyor, dolmuşunda yolcu azarlıyor, dükkanında müşterisini kazıklıyor… Ya da eğer bir avukatsa örneğin, savunmasını bütünüyle ahlak ve izan dışılık üzerine inşa edebiliyor. Çünkü ‘artık’ hepsini ve ‘sakınmaksızın’ yapabiliyor, mesele bu.


Lümpenlik bir davranış/yaşam biçimi ve her davranış gibi, bünyesinde filizlendiği sosyal-siyasal koşullar mevcut. Uygun toprağa ve ideolojiye gereksinim duyuyor serpilmek için. Siyaset, o uygun koşulları yaratan olgulardan biri ve herhalde en önemlisi. Yalnızca günlük/sığ siyasi çatışmaları değil, daha genel, dönüştürücü gücü ve niyeti olan siyasi faaliyeti kastediyorum. Gerek hakim üretim ilişkilerinin sürdürülebilmesi için ihtiyaç duyulan; gerekse yüzeysel anlamıyla siyaset, toplumun hücrelerine nüfuz etme potansiyeline sahip.
‘Türkiye ezelden beri şöyleydi, böyleydi,’ genellemeleri yaparak, başımıza gelenlerin gerekçelerini açıklamaya çalışmak mümkün tabii. Söze her seferinde ‘bizim memleket’ ile başlamak, ‘adam olmayız’ ile devam etmek de. Her genellemenin ve dilimize, zihnimize yerleşmiş klişelerin, konfor sağlayan bir yanı var. ‘Klişeler’ yanlış olmak zorunda değil, buna mukabil fazla kolaycı olduğunu kabul etmek gerekiyor.
Söz konusu ‘kolaya kaçma’ eğiliminin sakıncaları malum olsa da, bu alışkanlığın (ya da tercihin) özellikle günlük yaşamda kaçınılmaz olduğu, göründüğü durumlar da var. Sanırım önemli olan ölçüyü kaçırmamak, çoğu tespitimizin acele olabileceğini ve genellemelerin aklın fikrin yerini almaması gerektiğini hatırda tutmak.
Okuduğunuz peşrevin nedeni, aslında biraz da kendimi ikna çabası! Bir süredir genelleme yapma, tanık olduğumu büyütme eğilimine teslim olmaya başladığımı fark ediyorum. Henüz bunu fark edebildiğim, kendimden rahatsız olduğum ve okuduğunuz satırları yazabildiğim için durumumun umutsuz olmadığını düşünebilirim! Derdim, günlük yaşamda sinirle verdiğim bazı tepkilerin asıl nedenlerini düşünme konusunda daha bıkkın, yorgun hissetmeye başlamam. Bazen kızgınlığa neden olan davranışın ‘yaygınlığı’ konusunda şüpheye düşmem. Ardından, o şüphenin kendisi hakkında şüpheye kapılmam! Zannettiğim, dilediğim ölçüde ‘münferit’ olmayabileceği yönündeki kaygılarım.
“Canım, milyonlarca insan böyle davranıyor ya da düşünüyor değil ki!” Bu bir varsayım kuşkusuz. Büyük olasılıkla doğru ama ‘diğerinin’ yaşamını cehenneme çevirmek için, rahatsız edici/bezdirici hal ve tavırların ‘milyonlar’ tarafından sergilenmesine gerek yok. Söz konusu büyük nüfusun şu ya da bu gerekçeyle susması, görmezden gelmesi ya da daha fenası ‘umursamaması,’ birlikte yaşam ve ortak kamusal mekân ihtimalini zayıflatmaya yetiyor. Azgın bir lümpen azınlık, suskun ve bezgin çoğunluğun geleceğini karartma, umutsuzluğa sevk etme becerisine sahip.
Türkiye başka pek çok konuda olduğu gibi lümpenleşme konusunda da ‘şahken şahbaz oldu’ gibi. Geçmişe yönelik ısrarlı ‘özlem’ cümlelerinin ve ölçüsüz güzellemenin anlamsız olduğunu düşünmekle birlikte, Türkiye ortalamasının kendi yaşam sürem içinde dahi belirgin biçimde hoyratlaştığını gözlemleyebiliyorum. Bu gözlem muhtemelen biraz doğru, biraz eksiktir. Çünkü kırk yıl öncesine dair ‘gözlem’ diyebileceğim her ne varsa, aslında o yaşın dünyasında yer alabildiği kadardı. Ayrıca bunca yıl her şey değişirken, toplumsal ilişkilerin aynı kalması da herhalde mümkün değil. Tüm bu çekincelerle birlikte, yine de durumun on yıllar öncesinden daha vahim olduğunu görmek mümkün. Kuşkusuz vahametin gerekçelerini tahmin etmek de.
Uzun süredir tanık ve muhatap olduğumuz iktidar haleti ruhiyesi ve ondan bağımsız olduğunu düşünmenin mümkün görünmediği günlük sorunlar, giderek olağanlaşan şiddet, vasatın hoyratlığı, insanı sözsüz bırakan arsızlık, yüzsüzlük, adaletsizlik örnekleri makul düşünmeyi ve davranmayı giderek zorlaştırıyor.
‘Lümpenleşme’ ise hemen her musibetin mayasında var. Kadına şiddet uygulayan erkek, çocuğu taciz eden yetişkin, yalan söyleyen siyasetçi, usulsüzlük yapan bürokrat, intihalci bir akademisyen, muhbirliği meslek edinmiş bir öğretim üyesi ve öğrenci, şiddet kullanan ve bundan zevk alan güvenlik görevlisi, herkese aptal muamelesi yapmakta hiç duraksamayan basın mensubu… Tümü aynı zamanda lümpenlikten mustarip ve demokrasi yoksunluğundan, hukuk dışılıklardan, yozlaşmadan, gelenek tanımazlıktan beslenen bu davranış biçiminin bulaşıcı özelliği (belki de cazip gelen bir yanı) var! Birlikte yaşam için gerekli asgari ilke ve kuralları ihlal etmek ve edebildiğini, karşılığında bedel ödemediğini görmenin cazibesi. Bedel ödemeyecek olmak bir yana, benzerlerince takdir edilmek. Kendine benzemeyenleriyse ürkütmek, korkutmak, kaçırmak, pes ettirmek. Lümpenleşme, hukuk tanımazlıkla yakın akraba ve buradaki hukuk tanımazlıkla kastım yalnızca resmî değil, gayri resmî hukuk; toplumsal alana ilişkin.
Yalnızca güncel bir örneğe bakalım. Günlük yaşamımıza dair ve son günlerde basında/sosyal medyada yer alan, giderek sıradanlaşan, sıradanlaştığı ölçüde ürkütücü hale gelen zorbalık ve lümpenlik hikâyeleri. Toplumsal yaşamın gereksinim duyduğu asgari edebi dahi reddeden bir hal ve gidişat!
Bir iki gündür, bazı taraftar kümelerinin toplu taşıma araçları ve bir lokantadaki davranışlarını seyretmek zorunda kalıyoruz. İnanılır gibi değil, diyeceğim, fakat doğru ve inandırıcı bulunmayacak, biliyorum. Çünkü hem inanılır, hem de beklenebilir davranışlar bunlar. Kamusal alanda, çılgınlar gibi bağırıp çağıran ve küfreden erkek güruhlar. Çekindikleri hiçbir şey olmadığı gibi, yaptıklarının çekinilmesi gereken davranış olduğunu da düşünmüyorlar. Görüntülerden haberdarsınızdır. Olup biteni, dehşete düşüren pervasızlığı ‘münferit’ diyerek geçiştirmek olanaksız, çünkü değil. İlk gençlik yıllarımda epeyce maç maceram olmuştu İnönü Stadyumu’nda. Yeni Türkiye’nin henüz stadyum isimlerini de rezil etmediği yıllar. Küfür o zaman da vardı. Hatta yıllar önce bir maç esnasında, o sırada sahada olmayan takımın antrenörü Fatih Terim’in ‘ailesine’ edilen sonu gelmez küfürleri işitince bir daha maça gitmek gelmedi içimden. (Ankara’daki bir iki Gençler maçı hariç!)
Fakat halihazırdaki durum, o günlerle karşılaştırılamayacak ölçüde vahim. Ortalama yetişkinin iyi ihtimalle perişan ergenlere dönüşüverdiği stadyumun dışında ve yalnızca bir takımla sınırlanamayacağı da açık. Semtlerin sembolik mekânlarında maç öncesi taraftar gösterilerine defalarca tanık oldum ve yüzlerce taraftarın asgari edep-adap kurallarını dahi nasıl yok sayabildiklerini gördüm. Hakikaten ürkütücü bir lümpenlik hali bu. Her şeyi yapmayı, her cümleyi kurmayı, her küfrü edebilmeyi, her tacizi kendinde hak görme durumu. Rahatsız olan ‘çoğunluğu’ suskunlaştıran, uzaklaştıran, ‘sıradanlaşmış’ bir ahlaksızlık. O çoğunluk suskunlaşıp ürktüğü sürece daha fazla yüz bulan ve henüz yolun başındaki toy ‘edepsiz adaylarına’ umut veren bir yoksunluk.
Benzer tavır ile ortak yaşam mekânlarının tümünde karşılaşmak mümkün. Maç öncesi ortalık yerde galiz küfürler eşliğinde tükürüğünü saçıp bunu marifet sayan insan; trafikte diğerlerini taciz ediyor, taksinin direksiyonunda saçmalıyor, dolmuşunda yolcu azarlıyor, dükkanında müşterisini kazıklıyor… Ya da eğer bir avukatsa örneğin, savunmasını bütünüyle ahlak ve izan dışılık üzerine inşa edebiliyor. Çünkü ‘artık’ hepsini ve ‘sakınmaksızın’ yapabiliyor, mesele bu. Örneğin, geçen ay bindiğim bir Kadıköy dolmuşunun arka camında boydan boya iliştirilmiş bir atkı, atkının üzerinde namlı bir mafya babasının fotoğrafı ve ‘özlü sözleri’ vardı! Dolmuş sahibinin bu durumu hiç dert etmemesini ve yolcuların yadırgamamasını nasıl açıklamalı?
Her yerde muhatap olunan şirretlik, hoyratlık, cahil özgüveni ve kibri. Her yerde. Lümpen ve azgın bir ‘azınlığın,’ kendi halinde yaşam sürmeye çalışan dürüst yurttaş kesimlerine eziyet ettiği bir siyasal-toplumsal düzen.
Yaşamın hemen her alanına nüfuz ederek, kendi halinde olanı ürkütüp sindiren lümpenlikle mücadele edilecekse eğer, herhalde öncelikle bu felaketin boyunu posunu kabul etmek gerekiyor. Taraftarından esnafına, akademisinden hukukçusuna, siyasetçisinden bürokratına, bulaşıcılığını… Hâkim hale geldikçe dikkat çekici olmaktan çıkıp sıradanlaşan, sıradanlaştığı ölçüde çürüten ve tüketen, ülkeyi dürüst bir yaşam sürmek isteyenler için gitgide daha da tahammül edilmez bir yere dönüştüren bir felaket.
Bir sonuç ve neden olan ‘lümpenlik’ kötülüklerin anası mıdır bilinmez, ancak sayısız kötülüğün mütemmim cüzüdür, demek çok yanlış olmaz sanırım…

21 Şubat 2020 Cuma

Bir Irkçı'nın Beyni Nasıl İşler

Bir ırkçının beyni nasıl işler? Irkçılık herkesin nöronlarında var mı, iradenin rolü ne?

İnsanlığın tarihi gelişimi sürecinde ve modern çağlarda da kurtalamadığı bir olgu olarak görülüyor ırkçılık. Bilgiye ulaşmanın son derece kolaylaştığı, dolayısıyla da 'başka olan'ın bilinmezliğinin büyük ölçüde ortadan kalktığı bir çağda, bu çağın insanoğluna sunduğu en özgür ifade alanı olarak sayılabilecek sosyal medyada ırkçılığın yankılarını duymak mümkün.

Fakat politik hesapların ötesinde, ne tür bilişsel mekanizmalar ırkçılığı üretiyor? Ya da başka bir deyişle, bir ırkçı aklında ne var?

Wired dergisinin konu hakkında New York ve Amsterdam Üniversiteleri'nde doçentlik yapan nörobilim uzmanı David Amodio ile söyleşisi şaşırtıcı sonuçlar ortaya koydu.

Amodio'ya göre tüm insanlar bilinçsizce de olsa biraz ırkçı ama bu önyargılarının kontrolü aynı zamanda kendi elinde.

'Irkçılık en çok 'duygu eksikliği' ile ifade buluyor'
Profesör Amodio, ırkçı davranışları ortaya çıkaran duyguların sosyal durum ve gruplar arasındaki ilişkilere bağlı geliştiğini belirtiyor. Buna göre ırkçı tepkiler; korku veya tehdit, kin, hor görme ve iğrenme gibi duygularının farklı kombinasyonlarıyla ortaya çıkabiliyor.

Ancak Amodio'ya göre ırkçı davranışlar en çok 'duygu eksikliği' ile ifade buluyor. Örneğin karşısındaki yok farz ederek veya insan kimliğinin dışına çıkararak.

Zararsız bir etnik azınlığın üyelerine karşı duyulan korkunun temelinde ırkçı stereotiplerin ve önyargıların olduğunu belirten nörobilim profesörüne göre önyargılar; ekonomik tehditler, göreceli olarak yoksunluk hissi, steriotipler vasıtasıyla diğer grubun potansiyeli ya da düşmanlığı düşünceleri ile tahrik ediliyor.

'Bilinçaltı ırkçı önyargı her insanda kasıt olmadan ortaya çıkan bir durum'
'Bilinçaltı ırkçı önyargılar' hakkıda çalışmalar yapan Amodio bu kavramı "Herkesin davranışında bilinçli olmadan veya kasıt olmadan ortaya çıkan bir önyargı modeli" olarak tanımlıyor.

Duygusal hafıza ve duygusal tepkilerin oluşmasında öncül bir role sahip olan beynin amigdala bölgesinin 'bilinçaltı ırkçı önyargılar'ın oluşumunda etkisi hakkında çok az kanıta sahip olunduğunu ifade eden profesör, ön korteks ve striatum bölgesinin bu alanda daha direkt etkili olduğunu belirtiyor.

'İnsan davranışları üzerinde büyük bir kontrole sahip'
Amigdalanın, bilinçaltı düzeyde önyargılara bağlı tehditlerin öğrenilmesinde rolü olduğunu belirten nörobilimci, güven ile ilişkili konularda karar alma mekanizmasında beynin başka bölgelerinin devreye girdiğini ifade ediyor. David Amodio, bu noktada insanın davranışları üzerinde büyük bir kontrol kapasitesine sahip olduğunun altını çiziyor.

Amodio'ya göre, insanın önyargılardan arınmış bir tepki vermesi için motive olması gerekiyor. Doğru davranış biçiminin nasıl olduğunu bilmek de önemli.

'Kültürel önyargılardan kurtulmak çok zor'
Basmakalıp düşüncelerin ve önyargıların gelenekler ve kültürle aktarıldığını belirten Amodio beyne işlemiş bu duygulardan kurtulmanın çok zor olduğunu belirtiyor. NYU doçenti, bu konuda en etkili yöntemi, akla gelen her türlü önyargıyı görmezden gelmek yaklaşımı olarak ifade ediyor. Yani beyinde önyargıların oluşmuş olması bunun davranışlara yansımasını gerektirmiyor.



Euronews


10 Eylül 2019 Salı

Tutuklanmak

Ahmet Altan, 'Bir Cümle'de anlattı:
Uyandım.
Kapı çalınıyordu.
Hemen karşımdaki ışıklı elektronik saate baktım… 05:42 rakamları yanıp sönüyordu.
“Polisler’’ dedim.
Ülkedeki bütün muhalifler gibi ben de her gece, şafak vakti kapının çalınmasını bekleyerek yatıyordum.
Geleceklerini biliyordum.
Gelmişlerdi.
Polis baskını ve ardından yaşanacaklar için giysiler bile hazırlamıştım.
Beli, kendi içinden bir iple bağlanan, kemere gerek göstermeyen ketenden bol siyah bir pantalon, bilekte biten kısa siyah çoraplar, yumuşak, rahat bir spor ayakkabı, ince pamukludan bir tişört ve koyu renk bir gömlek.
“Baskın elbiselerimi” giyip kapıya gittim.
Gözetleme deliğinden baktım.
Terörle Mücadele Şubesi’nin baskınlarda giydiği, göğüslerinde büyük harflerle “TEM” yazan yelekleriyle polisler duruyordu merdiven sahanlığında. Altı kişiydiler.
Kapıyı açtım.
“Arama ve gözaltı emri var” diyerek içeri girdiler.
Evin kapısını açık bıraktılar.
Karşı komşunun ve alt katın kapılarını da çaldılar… Komşuları da “tanık” olmaları için getirdiler.
Uykulu gözleri, ürkmüş bakışlarıyla iki komşum geldi… Üzgündüler…
Polisler, aynı apartmanda oturduğumuz kardeşim Mehmet Altan için de “gözaltı” kararı olduğunu, ikinci bir ekibin de onun kapısında beklediğini ama açılmadığını söylediler.
“Kaç numaralı daireye gittiklerini” sorunca yanlış bir evin kapısını çaldıkları anlaşıldı.
Mehmet’e telefon ettim.
--Misafirlerimiz var, dedim, kapını aç.
Telefonu kapatınca polislerden biri uzanıp “ben onu alayım” diyerek telefonu aldı.
Evin içine dağılarak aramaya başladılar.
Şafak söküyordu.
Tepelerin ardından kendini gösteren güneşin ışıkları, beyaz bir gül yaprağını andıran gökyüzüne mor, kızıl, eflatun dalgalanmalarla dağılıyordu.
Huzurlu bir Eylül sabahı, benim evimde olanlardan habersiz uyanıyordu.
Polisler evi ararken çay suyu koydum.
--Çay ister misiniz, dedim.
İstemediklerini söylediler.
Babamın sesini taklit ederek:
--Rüşvet değildir, dedim, içebilirsiniz.
Tam kırk beş yıl önce gene böyle bir sabah vakti, bu kez babamı almak için evimizi basmışlardı.
Babam onlara “kahve içip içmeyeceklerini” sormuş, onlar istemediklerini söyleyince de gülerek, “rüşvet değildir, içebilirsiniz” demişti.
Yaşadığım “déjà vu” değildi.
Aynı gerçeğin tekrarıydı.
Bu ülke tarih içinde çok yavaş hareket ettiğinden zaman ileriye doğru gidemiyor, dönüp kendi üstüne katlanıyordu.
Kırk beş yıl sonra aynı sabaha dönmüştü zaman.
Kırk beş yıl süren bir sabah içinde babam ölmüş, ben yaşlanmıştım, şafak ve baskın değişmemişti.
Açık kapının önünde, bana her zaman güven veren gülümsemesiyle Mehmet gözüktü. Etrafı polislerle çevrilmişti.
Vedalaştık.
Polisler Mehmet’i götürdüler.
Kendime bir çay koydum. Bir kâseye “müsli” boşaltıp üstüne süt döktüm. Bir koltuğa oturup, çayımı içip müslimi yiyerek polislerin aramalarını bitirmelerini beklemeye başladım.
Ev sessizdi.
Aramalarını sürdüren polislerin eşyaları yerlerinden oynatırken çıkardıkları seslerden başka ses duyulmuyordu.
Romanlarımdan bir kısmını onlarla yazdığım için atmaya kıyamadığım yirmi yıllık eski bilgisayarları, yıllardır biriken eski moda disketleri, halen kullandığım laptopumu kalın naylon torbalara doldurdular.
--Gidelim, dediler.
İçine yedek çamaşırlarımla bir iki kitap attığım çantayı aldım.
Evden çıktık.
Kapıda bekleyen sivil polis arabasına bindik.
Çantamı kucağıma alıp oturdum.
Kapılar kapandı.
Ölüler, öldüklerini bilmezlermiş. İslam mitolojisine göre cenaze mezara konup üstüne toprak atıldıktan sonra cemaat dağılırken ölü de kalkıp evine dönmek istermiş. Kalkmaya çalıştığında başı tabutun kapağına çarpınca öldüğünü anlarmış.
Kapılar kapanınca benim de başım tabutun kapağına vurdu.
O arabanın kapısını açıp inemezdim.
Eve dönemezdim.
Artık bir daha sevdiğim kadını öpemeyecek, çocuklarıma sarılamayacak, dostlarımla buluşamayacak, sokaklarda yürüyemeyecektim, bir çalışma odam, yazı yazacağım bir makinem, elimi uzatacağım bir kütüphanem olmayacaktı, bir keman konçertosu dinleyemeyecek, seyahate çıkamayacaktım, kitapçıları dolaşamayacak, bir fırından ekmek alamayacak, denizi göremeyecektim, bir ağaca bakamayacaktım, çiçeklerin, çimenlerin, yağmurun, toprağın kokusunu duyamayacaktım, bir sinemaya gidemeyecektim, bir daha sucuklu yumurta yiyemeyecek, bir kadeh içki içemeyecek, bir lokantaya gidip balık ısmarlayamayacaktım, güneşin doğuşunu göremeyecektim, kimseye telefon edemeyecektim, kimse bana telefon edemeyecekti, bir daha hiçbir kapıyı kendim açamayacaktım, bir daha perdeleri olan bir odada uyanamayacaktım.
Adım bile değişecekti.
Ahmet Altan silinecek, onun yerine resmî kayıtlardaki Ahmet Hüsrev Altan kullanılacaktı.
“Adın ne” dediklerinde, “Ahmet Hüsrev Altan” diyecek, “nerede kalıyorsun” dediklerinde bir hücrenin adını verecektim.
Artık ne yapacağıma, nerede duracağıma, nerede yatacağıma, ne zaman kalkacağıma, adımın ne olacağına başkaları karar verecekti.
Hep emir alacaktım.
“Dur,” “yürü,” “gir,” “kollarını kaldır,” “ayakkabılarını çıkar,” “konuşma.”
Polis arabası hızla gidiyordu.
On iki günlük uzun bayram tatilinin ilk günüydü. Bizi gözaltına aldıran savcı da dahil şehirdekilerin çoğu tatile gitmişti.
Yollar bomboştu.
Yanımda oturan polis bir sigara yaktı.
Sonra paketi bana uzattı.
Başımı sallayıp, gülümseyerek reddettim:
--Ben, dedim, sadece gergin olduğum zamanlar sigara içiyorum.
İçinde olduğu arabanın kapısını açmaktan aciz, kendi geleceğiyle ilgili karar verme hakkını tümüyle kaybetmiş, adı bile değiştirilmiş, zehirli bir örümceğin ağlarına dolanmış zavallı bir böceğe dönüştürülmüşken, bu gerçeği yok sayan, bu gerçekle alay eden, kendisiyle gerçek arasına ulaşılmaz bir mesafe koyan böyle bir cümleyi düşünmemiş, bilincimin herhangi bir köşesinde böyle bir cümle için verilmiş bir karara rastlamamıştım.
Sanki benim içimde olan tam da “ben” diyemeyeceğim, gene de benim ağzımdan benim sesimle konuştuğuna göre benim bir parçam olan “biri”, polis arabasında demir bir kafese konmak için götürülürken sigarayı sadece “gerginken” içtiğini söylemişti.
O tek cümle birden her şeyi değiştirdi.
Havaya atılan ipek eşarbı bir dokunuşuyla ikiye ayıran keskin bir Samuray kılıcı gibi gerçeği iki parçaya ayırdı.
Bu gerçeğin bir yanında etten, kemikten, kandan, kastan, sinirden oluşan ve bir kıskacın içine düşmüş bir beden vardı, öbür yanında ise o bedenin başına gelenlere aldırmayan, dalga geçen, bütün yaşananlara ve yaşanacaklara yukarıdan bakan, dokunulmaz olduğuna inanan, böyle inandığı için de dokunulmaz olan bir zihin bulunuyordu.
Alesia kalesini kuşattığında, büyük bir ordunun kaledekilere yardıma geleceğini haber alır almaz kalenin etrafına iç içe iki sur ördürerek kaledekilerin dışarı çıkmasını, gelenlerin içeri girmesini önleyen Jül Sezar gibi tek bir cümleyle iki büyük sur örmüş, hayatın tehditlerinin içeri girmesini, bilincin kuytularında birikmiş endişelerin dışarı çıkmasını, ikisinin birleşip beni korku ve dehşet duyguları içinde ezmesini önlemiştim.
O iki sur bir daha hiç yıkılmadı. O andan sonra bana yönelik hiçbir tehdit zihnime ulaşmadı, başıma gelen hiçbir şey beni etkilemedi.
Şunu bir kez daha gördüm ki hayatınızı altüst edecek gerçeklerle karşılaştığınızda, o üzgün gerçeklerin azgın sel suları gibi sizi kapıp sürüklemesi ancak sizin o gerçeklere boyun eğmeniz, o gerçeklerin sizden beklediği gibi davranmanızla mümkün olabiliyor.
Gerçeğin kirli, kabarmış dalgalarına fırlatılıp atılmış biri olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki gerçeğin “kurbanları” gerçeğe “uygun” davranmak gerektiğine inanan “akıllı” insanlardır.
Yaşanan olayların, sizi saran tehlikelerin, sizi kuşatan gerçeklerin sizden beklediği davranışlar, sözler vardır, o davranış kalıplarına uymadığınızda, beklenmedik işler yapıp, beklenmedik sözler söylediğinizde bizzat gerçeğin kendisi afallayıp zihninizin isyankâr dalgakıranlarına çarparak parçalanıyor. O zaman siz o parçaları alıp zihninizin güvenli limanlarında yeni bir gerçeklik yaratacak güce ulaşıyorsunuz.
Mesele, o beklenmeyen davranışı göstermekte, umulmayanı söylemekte.
Bunu yapabildiğinizde, kaderin bedeninizi hedef alan mızrağını küçümsediğinizde, işte o zaman Turgenyev’in unutulmaz “Düellocu” hikâyesindeki genç teğmen gibi kalbinize doğrultulmuş tabancanın karşısında şapkanıza doldurduğunuz kirazları neşeyle yiyebilir, ıssız bir sokakta aniden ortaya çıkıp “ya canını, ya malını” diyen soyguncuya Borges gibi “canımı” diyebilirsiniz.
Sınırsız bir gücü ele geçirebilirsiniz.
Bütün yaşadıklarımı ve yaşayacaklarımı algılama biçimimi değiştiren o cümleyi nasıl söylediğimi, o cümlenin esrarengiz kaynağının ne olduğunu hâlâ bilmiyorum.
Bildiğim, polis arabasında giderken sigarayı sadece “gerginken” içtiğini söyleyebilen “birinin” benim içimde bir yerlerde saklı olduğu.
O “biri”, sanırım birçok sesten, gülüşten, satırdan, cümleden, acıdan oluştu.
Babamın kırk beş yıl önce polis arabasında giderken gülümsediğini görmesem, Kartaca elçisinin işkenceyle tehdit edildiğinde elini ateşe soktuğunu babamdan dinlemesem, Neron’un emriyle intihar etmek için sıcak su dolu küvette bileklerini keserken Seneca’nın çevresindeki dostlarını teselli ettiğini bilmesem, Saint-Just’ün daha 26 yaşındayken giyotine gitmeden bir gece önce son mektubunda “koşullar, sadece mezara girmemekte direnenler için zordur” diye yazdığını, Epiktetos’un “bedenlerimiz köle olsa da zihinlerimiz özgür kalabilir” dediğini okumasam, Boethius’un en ünlü kitabını idam hücresinde yazdığını öğrenmemiş olsam o polis arabasında beni kuşatan gerçeklikten korkabilir, onunla alay edip parçalayacak gücü kendimde bulamaz, ciğerlerimden dudaklarıma kadar yükselen gizli bir kahkahayla o cümleyi söyleyemez, endişelenip sinebilirdim.
Ama o muhteşem ölülerin içime yansıyan ışıklı gölgelerinden oluştuğunu tahmin ettiğim “biri” konuştu ve bütün yaşananları değiştirmeyi becerdi.
Gerçek beni ele geçiremedi.
Ben gerçeği ele geçirdim.
Aydınlık caddelerden süratle giden polis arabasında rahat bir hareketle kucağımdaki çantayı yere bırakıp arkama yaslandım.
Emniyet Müdürlüğü’ne varınca araba çok geniş bir kapıdan binanın içine saptı, kıvrımlı bir yoldan aşağılara doğru inmeye başladı.
İndikçe ışık azalıyor, karanlık artıyordu.
Yolun bir dönemecinde araba durdu.
Arabadan çıktık.
Bir kapıdan yürüyerek çıktık.
Büyük bir meydanlığa gelmiştik.
“Yukarda” dolaşan insanların bilmediği, varlığından haberdar olmadığı, donmuş bir sülfür ormanına benzeyen kirli sarı duvarlarının içeri girenleri yeryüzünden koparttığı, taş, ter, rutubet kokan bir yeraltı dünyasıydı burası.
Çıplak lambaların tekdüze, çiğ ışığında herkes ölümün balmumu donukluğunu taşıyordu yüzünde.
Sivil polisler, dünyadan koparılmış canlıları karşılamak için bekliyorlardı.
İçerlere doğru bir koridor uzanıyordu.
Duvarların diplerine, bir deniz kazasında kaybolan talihsizlerin karaya vuran biçimsiz eşyalarını andıran çantalarla naylon torbalar yığılmıştı.
Polisler, pantalonumun belindeki ipi, ayakkabılarımın bağını, saatimi, kimliğimi aldılar.
Bir meyvenin çürümüş parçası, kurtlanmış sapı gibi bir hayatın içinden kesilip çıkarılan bu ışıksız derinlikte bizi de her hareketleri, her sözleriyle “yaşayanların” dünyasında ayırıyorlardı.
Bağcıkları çıkarılmış ayakkabılarımı sürüyerek, bir polisin peşinden koridorun içerlerine doğru yürüdüm.
Bir demir kapıyı açtı.
Ağır bir sıcağın insanı vahşi bir hayvanın pençesi gibi kavradığı daracık bir koridora girdik.
Koridorda, önlerinde kalın demir parmaklıkların bulunduğu hücreler sıralanmıştı.
İçleri tıklım tıklım insanla doluydu.
Yerlerde yatıyorlardı.
Uzamış sakalları, yorgun gözleri, çıplak ayakları, terli bedenleriyle sanki varlıklarını belirleyen sınırları eritmişler, kımıldayan kocaman etten bir kitleye dönüşmüşlerdi.
Merakla ve tedirginlikle bakıyorlardı.
Polis, beni bir hücreye sokup arkamdan kapıyı kilitledi.
Ben de diğerleri gibi ayakkabılarımı çıkarıp uzandım. İnsanla dolu o küçücük hücrede ayakta duracak yer yoktu.
Birkaç saat içinde beş yüz yıllık bir mesafeyi aşmış, Ortaçağ’ın Engizisyon zindanlarına varmıştım.
Hücrenin önünde durup beni seyreden polise gülümsedim.
Dışarıdan bakıldığında, havası ve ışığı olmayan, derin parmaklıklı bir kafeste yatan beyaz sakallı, yaşlı bir Ahmet Hüsrev Altan’dım.
Ama bu, beni oraya kapatanların gerçeğiydi.
Ben bu gerçeği değiştirmiştim.
Kalbine silah doğrultulmuşken neşeyle kiraz yiyen teğmendim ben, “ya canını, ya malını” diyen soyguncuya “canımı” diyen Borges’tim, Alesia’da surlar yaptıran Sezar’dım.
Çünkü ben sadece “gerginken” sigara içiyordum.



5 Eylül 2019 Perşembe

“Vur dediler vurduk, kır dediler kırdık"

6-7 Eylül pogromunun üzerinden 64 yıl geçti. Aralarında din adamlarının da bulunduğu çok sayıda insanın hayatını kaybettiği, öncelikle Rumlar sonra da Ermeniler başta olmak üzere gayrimüslim toplumların dehşet günleri yaşadığı bu pogromla ilgili hala kamuoyuna mal olmamış belgeler var. Araştırmacılar Hüsnü Gürbey ve Mahsuni Gül dönemin Anadolu Ajansı çalışanı Selçuk Emre’nin o vakitler yazdığı bir rapordan yola çıkarak o iki günde neler yaşandığına ışık tutuyor.

HÜSNÜ GÜRBEY-MAHSUNİ GÜL

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kütüphaneler ve Müzeler Müdürlüğü Atatürk Kitaplığı'nda bulduğumuz iki yeni belgenin (1) birincisinde; olayın bir numaralı tanığı olan ve Anadolu Ajansı kadrosunda gözüken Selçuk Emre’den, İstanbul Valisi Ord. Prof. Dr. F. Kerim Gökay, şu istekte bulunur:
“6-7 Eylül hadise günü Vilayette bulunduğunuz zamanlardaki müşahadelerinizi (gözlemlerinizi) yazılı olarak bildirmenizi rica ederim. 14/12/1955
İstanbul Valisi/İmza”

Selçuk Emre, sunduğumuz raporu hazırlar. Rapor çok sade bir dille ve olayları hiç abartmadan olduğu gibi aktarır. Ayrıca raporda geçen olayların, yine aynı arşivde bulduğumuz “İstanbul Merkez Kumandanlığı Nöb. Subaylığı, sayı: 73 806 ve 7/9/1955” ve müteakip tarihlerde hazırlanan tutanaklarla tutarlılık göstermesi bakımından ayrı bir önem kazanır.

Raporun Tamamı