Translate

Makale etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Makale etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Şubat 2022 Pazartesi

Otoriter/Demokratik Siyaset Tartışmalarının Arka Planı

Nuray Mert - Türkiye’de 2000’li yıllardan itibaren demokratikleşme umulurken sürecin yeni bir otoriter rejimle sonuçlanması şikâyetle geçiştirilecek bir konu değil. Mevcut rejimin otoriter olduğu konusunda anlaşanlar ve bu durumu değiştirmeyi talep edenlerin, sürekli otoriter rejim emarelerini vurgulamak ve şikâyetçilikte ittifak etmek ötesinde bir siyaset üretmeleri gerekiyor. Halihazırda gündemde olan, Türk Tipi Başkanlık sistemi yerine parlamenter rejime geri dönmek çabası bir adım, ancak kaybedilen eşeği bulmanın ötesinde, Türkiye’nin demokratikleşmesi ve hatta mevcut otoriter rejimden kurtulması için çok şey vaat etmiyor. 90’lı yıllarda demokratikleşme düşünce ve taleplerini gündeme getiren iki önemli konu Kürt meselesi ve laiklik idi. Cumhuriyet’in kurucu ideolojisi olan ulus-devletin tekçi anlayışı, Kürt modernleşmesini dikkate almak bir yana, Kürtlerin varlığını toptan inkâr noktasına gelmişti. Katı bir laiklik tanımı ise, modernleşme, orta sınıflaşma olgularını ve bu çerçevede özgürlük taleplerini göz ardı eden baskıcı bir siyaset biçimine dönüşmüştü. Demokratikleşme bu zeminden hareket etmeliydi, nitekim liberal ve demokrat yaklaşımların kalkış noktası bu zemin oldu. Demokratikleşme yerine otoriterleşme ile karşılaşmak, pek çokları açısından eskiyi geri getirmeyi idealleştirmiş görünüyor.

90’lı yıllarda demokratikleşme taleplerine kuşku ile bakanlar ise zamanında ileri sürdükleri itirazlarında haklı olduklarını iddia ediyor. Zamanında Kürt hak ve özgürlük taleplerinin bölücülükten başka bir şey olmadığını ileri sürenler, mevcut iktidarın (rejimin) milliyetçi savrulması ve Kürtler ile arasının açılması sonucu şimdilerde Kürtlere daha sıcak bakıyorlar, ancak halen iktidarın belirlediği “milli”lik tanımının dışına çıkmamaya özen gösteriyorlar. Hak ve özgürlükleri baskılayan bir laiklik anlayışını sorgulamayı “dincilik”, “şeriatçılık ve gericiliğe ödün verme” olarak görenler ise, demokratikleşme diye çıkılan yolun İslâmcı bir otoriter rejimle bitmesinin, uyarılarının görmezden gelinmesinin sonucu olduğuna inanıyorlar. Kimse kızmasın ama yeni bir otoriter rejimin varlığı bile geçmişin demokratikleşme taleplerinin ve ihtiyacının önemini gölgelememeli. Ancak bu gerçek, 90’lı yılların “demokratikleşme” tanımının ve 2000’li yıllarda demokratikleşme için çıkılan yolun sorgulanma dışı bırakılmasının mazereti de olmamalı.

Kısaca ve tersinden, yani 2000’li AK Partili yıllardan başlayalım. “Eski Türkiye” veya “statüko”ya itirazı olan AK Partisi’nin “demokratikleşme dinamiği” olarak algılanması anlaşılır bir tavırdı. Bu anlayış, toplumsal desteği arkasına alan bir siyasi aktörün demokratikleşme için alan açacağı düşüncesine dayanıyordu. Ancak AK Partisi ve içinden çıktığı İslâmcı siyaset ve dönüştüğünü iddia ettiği “muhafazakâr demokrat” siyasetin “statüko”ya itirazının merkezinde siyasal yapının laiklik vurgusu olduğu dikkate alınmadı. Burada söz konusu olanın, yukarıda sözünü ettiğimiz hak ve özgürlükleri baskı aracına dönüşmüş laiklik değil, demokrasinin vazgeçilmez unsuru olarak tanımlanmış bir laiklik anlayışı olduğunu belirtmem gerekiyor. İslâmcı siyaset bir yana, Türkiye’de merkez sağ/muhafazakâr siyaset anlayışı laikliği ülkenin İslâmi kimliğinin inkârı olarak tanımlar, tam da bu nedenle 1950’lerden itibaren seküler ulusal kimliğin ve ulusçuluğun yerini dinî milliyetçi kimlik ve sağ milliyetçilik almıştır. Sağ, muhafazakâr, milliyetçi, İslâmcı siyasal anlayışlar çerçevesinde devlet ve asker karşıtı söylemler, otoriter devlet ve militarist anlayışa itirazdan ziyade, bu kurumların laiklik vurgulu yapısını sorun etmiştir.

1950’li yıllarda iktidar olan anlayış, “demokrasi”yi kültürel bir karşı çıkışın ifadesi ve çoğunlukçuluk çerçevesinde tanımlıyordu. En iyi ifadesini “yeter, söz milletin” sloganında bulan bu anlayışa göre, demokrasinin anlamı yabancılaşmış bir bürokratik zümrenin iktidarının yerini “milletin gerçek temsilcileri”nin alması idi. Benim “otantik temsil” dediğim bu temsiliyet iddiası, sağ otoriter siyaset geleneğinin kurucu fikridir. Bu anlayış ekonomik liberalizm ve dinî milliyetçilik bileşkesi olarak merkez sağ siyasetlerin zeminini oluşturdu. 12 Eylül darbesinin ardından merkez sağı temsil eden ANAP da benzer şekilde neoliberal ekonomik model ile dinî muhafazakârlığı buluşturuyordu. Bu açıdan, İslâmcılık gömleğini çıkararak merkez sağın temsiline soyunan AK Partisi kendisini halen Menderes ve Özal’ın mirasçısı olarak tarif ediyor. Çıkarıldığı iddia edilen gömlek, yani İslâmcılık, din ve vicdan özgürlüğü taleplerinin temsilcisi olarak toplumsal bir tepkinin ifadesi olmak dışında, tanımı icabı zaten otoriter bir siyaset anlayışıdır.

2000’li yıllarda AK Partisi’nin iktidar olması, bu partinin temsil ettiği toplumsal tepki ve talepleri yok sayan ve bu partiyi siyaset alanının dışına itmek için gösterilen direncin, seçim başarısı ile kırılması açısından demokratik bir zaferdi. Ancak bu süreçte demokratikleşme için bu partiye verilen destek, öncelikle sağ/muhafazakâr/İslâmcı siyasetlerin otoriter siyaset anlayışını göz ardı edecek yönde ilerledi. Diğer taraftan, sistem dışına itilmeye çalışılan bir partinin iktidar olmasıyla açılan görece özgürlük ortamını demokratikleşme mücadelesi alanına çevirmek yerine, AK Partisi’ne demokratikleşme için “genel vekalet” verme tavrı oldu. Diğer taraftan, AK Partisi’ne muhalefetin, baskıcı bir laiklik anlayışı ile tanımlanması ve 2008’deki parti kapatma davası gibi eski statükonun baskı araçları üzerinden devam etmesinin de AK Partisi’ni otoriter yönde savrulmaya iten etkenlerden biri olduğunu teslim etmek gerekir.

Demokrat ve liberal çevrelerin AK Partisi’ne verdiği destek, aslında 90’lı yıllarda öne çıkan demokratikleşme söylemi çerçevesinde anlaşılabilir. Bu dönemde ulusçuluk ve laiklik adına otoriter siyaset savunusu karşısında gelişen demokratikleşme savunusu, sivil toplumculuk, insan hakları ve AB süreci ekseninde şekillendi. Bu süreçte, kendini sol siyaset çerçevesinde tanımlayanların bile “demokratikleşme için iç dinamiklerin yetersiz olmasından dolayı dış dinamiklere (AB) ihtiyaç duyulduğu” kanaatini beslediği, tepeden inmeci modernleşmeyi eleştirenlerin tepeden demokratikleşmeyi savunduğu bir ülkede, demokratikleşme savunusunun mahiyetini ve zafiyetini iyice sorgulamak gerekiyor. Bu sorgulamayı ihmal edersek, demokratikleşme amacıyla çıkılan yolun sarpa sarmasını hakkıyla kavrayamayız.

“Demokratikleşme” Söylemi

Türkiye’de 90’lı yıllarda öne çıkan demokratikleşme söylemi, bir grup entelektüel tarafından dillendiriliyordu. Bazılarının kısa süren Yeniden Demokrasi Hareketi (YDH) çevresinde buluştuğu bir grubun yanı sıra sol demokrat ve sol liberal diye tanımlanabilecek farklı isimler, Türkiye’de “otoriter siyaset” ve statüko tartışmasına katkı sundular. Bu tartışmaların çıkış noktası, otoriter siyasi geleneğin kökenlerini sorgulamak zemininden hareket ediyordu ve demokratikleşmenin ipuçlarının bu zeminde kurgulanabileceğini düşünüyordu. Bu çevre içinde değerlendirilebilecek sol siyaset kökenli bazıları, artık kendini “liberal” olarak tanımlamaya başlamıştı ve ANAP ve Turgut Özal şahsında Türkiye’nin liberalleşme ve demokratikleşme sürecine girdiğine inanıyordu. 12 Eylül sonrası, kısa bir askerî yönetim sonrası parlamenter sisteme geçişin ardından Özal’ın sivil siyaseti güçlendirdiği fikri, Özal’ın Kürt meselesine farklı yaklaşımını demokratikleşme işareti olarak görüyordu. Kendini sol siyaset çerçevesinde tanımlayan diğer bazıları ise Özal dönemini ve siyasetlerini sol hassasiyetler çerçevesinde eleştirmekte, ancak sivilleşme ve Kürt meselesi vurgulu demokratikleşmenin önemini vurgulamaktaydı. Bu çerçevede, Kemalizm’in sorgulanmasının önemli olduğu düşünülüyordu. Bu düşüncenin temel varsayımı, Türkiye’de otoriter siyaset geleneğinin temelinde Kemalist resmî ideolojinin olmasıydı. Bu bakış açısına göre, otoriter siyaset geleneği Kemalizm’in devletçi, ulusçu, tekçi özelliklerinin sonucuydu, dahası siyaset Kemalizm’in koruyuculuğu misyonu adına sivil siyasete müdahale eden “askerî/bürokratik vesayet” altındaydı. Bu anlayış, bu dönemde tüm dünyada popülerleşen, ulus-devlet ve modernizmin sorgulandığı entelektüel atmosfer ile de örtüşüyordu. Cumhuriyet’in inşasının otoriter bir modernleşme projesi olarak yaşanmış olması Türkiye’de bu sorgulamaları pekiştiren bir unsurdu. Daha sonra post-Kemalizm/post-Kemalistler olarak tartışma konusu edilen “paradigma” bu çerçevede oluştu.[1]

Sol siyaset çevrelerinde, 12 Eylül darbesinin “Atatürkçülük” adına meşrulaştırılmasının, sol ve Kemalizm ilişkisini sorgulamayı tetiklemesi anlaşılır bir şeydi. Dahası, darbe sonrası solun demokrasi konusundaki tereddütlü tavrı ile hesaplaşması da önemli bir etken olarak görülebilir. Son olarak Sovyetler Birliği’nin çözülüş süreci, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de sol siyasetin yeniden tanımlanması yönünde bir hareketlilik oluşturmuştu. Bu süreçte, sol kökenli bazı aydınlar sol siyasal söylemlerin topyekûn iflas ettiğini iddia ederek kendilerini liberal-demokrat olarak tanımlamaya başladılar. Diğer bazıları ise sol siyaseti demokrasi merkezli biçimde yeniden tanımlamak gerektiğini düşünüyorlardı. İlk bakışta anlaşılır ve hatta isabetli görünen bu bakış açılarının bence en önemli sorunu, neoliberalizmin yükselişte olduğu bir dönemde neoliberalizm sorgulamasını ihmal etmek bir yana, demokrasi ve demokratikleşmeyi neoliberalizm çerçevesinde tanımlamasıydı. Kendini artık liberal olarak tanımlayanlar bu konuda çok da tutarsız sayılamazdı. Ancak sol siyaseti yeniden tanımlama iddiasında olanların neoliberalizm ile buluşma noktaları üzerinde durmak gerekir.

Bence en önemli buluşma noktası, demokrasinin öncelikle devlet-toplum ve asker-sivil karşıtlıkları çerçevesinde tanımlanması idi. 2000’li yıllarda, “askerî vesayet”in sona ermesinin doğal olarak demokratikleşme ile sonuçlanacağını bekleme zaafının arka planında 90’lı yıllarda hakim olan bu anlayış vardı. Diğer taraftan, otoriter siyaset geleneğini, Kemalizm ve Cumhuriyet’in tek parti dönemi siyasetlerine bağlamak, sağ siyasetler çerçevesinde gelişen bir diğer otoriter siyaset geleneğini (veya sürecini) sorgulama dışı bırakmaktaydı. Dahası, sağ siyasi söylem ve pratiklerinin üzerinde geliştiği Türkiye’nin kapitalistleşme sürecinin ürettiği toplumsal dinamikler ve Soğuk Savaş döneminin Türkiye’de siyasete yansıma biçimlerini göz ardı ediyordu. İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan iki kutuplu dünyada ABD/Batı ittifakı içinde yer alan ve NATO üyesi olan Türkiye’de ordunun siyasi önemi, Cumhuriyet’in kurucu ekibinin askerî kökenli olması ve askerî bürokrasinin kurucu ideolojinin bekçiliğini üstlenmesinin ötesinde artmıştı. 1950’li yıllarda ABD/Batı dünyasında müttefik sayılan “az gelişmiş ülkeler”de askerî bürokrasi modernleşmeci bir güç olarak alkışlanmakla kalmayıp destekleniyordu. NATO üyesi olması, özellikle ABD açısından, Türkiye’de ordunun fazladan önem kazanması demekti.

Devletçiliğe gelince, ekonomi alanında devletçilik siyaseti çoktan terk edilmişti. Ancak mevcut devlet yapısı “komünizmle mücadele” çerçevesinde tahkim ediliyordu. Dahası, bu dönemde, pek çok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de aşırı sağ, milliyetçi paramiliter güçler “komünizmle mücadele” adına desteklenmiş, devletle ilişkileri (kontrgerilla) bu çerçevede tanımlanmıştı. 12 Eylül darbesi, öncelikle yükselen sol ve emek siyasetlerinin baskılanmasını hedefliyordu ve ardından gelen dönemde eski paramiliter milliyetçi grupların ve şahısların devrede olduğu asker/sivil bürokrasi ve mafya ilişkileri yeni bir çerçeve kazanmıştı. 90’lı yıllarda Susurluk kazası ile ortaya dökülen bu tablo, “derin devlet” şablonu etrafında değerlendirilirken “derin devlet” büyük ölçüde ideolojik çerçevede tanımlandı ve ekonomipolitiği ve tarihsel serüveni büyük ölçüde sorgulama dışında kaldı. Demokratikleşme söyleminin neoliberal bakışla buluşma noktalarından söz ederken tam da bu yaklaşım biçimini kastediyorum, yani sorunun iyi, adil işlemeyen bir devlet yapısı olduğu kanaatinin altını çizmek istiyorum. Kuşkusuz bu yaklaşımın karşısına, devleti -demokratik veya değil- sonuçta kapitalist altyapının meşrulaştırıcısı bir üst yapı kurumu olarak tanımlayan kaba Marksist analizleri koymayı amaçlamıyorum. Ancak Türkiye’de (veya başka bir kapitalist ülkede) otoriter siyaset sorgulamasını “askerî vesayet” ve rutin dışında oluşmuş karanlık bağlar etrafında “derin devlet” ile sınırlamanın yanıltıcılığına işaret etmek istiyorum. Bu karanlık bağlar, Türkiye’de de İtalya ve diğer pek çok ülkede de Soğuk Savaş sürecinin komünizmle mücadele konsepti çerçevesinde kurulmuştu

Türkiye’de askerî vesayetin ve “derin devlet” yapısının özellikle Kürt meselesi çerçevesinde meşruiyet kazanarak güçlenmiş olduğu bir gerçek. Ancak bu yapı, Cumhuriyet’in otoriter inşa sürecinden ziyade İkinci Dünya Savaşı sonrası küresel siyasetlerinin kalıntısı idi ve ancak bu çerçevede hakkıyla sorgulanabilirdi. Neoliberal demokrasi söylemlerinin bu yapılara karşıtlık çerçevesinde şekillenmesinin gerisinde, Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile bu yapıların büyük ölçüde işlevlerini kaybetmeleri vardı. Tam da bu nedenle, İtalya’da “derin devlet”e karşı “temiz eller” operasyonundan, sonuçta Berlusconi iktidarları çıktı. Toplumsal dinamikler ve Soğuk Savaş sonrası koşulların, Türkiye’de de devletin/statükonun yapısının dönüşmesini zorladığı bir gerçekti. Ancak bu kavşakta, yadırgatıcı olan sol siyaset söylemlerinin “demokratikleşme”/”demokrasi”yi giderek daha fazla liberal/neoliberal çerçevede tanımlamaya başlaması oldu. Türkiye’deki demokratikleşmenin önündeki engeller olarak askerî vesayetin, otoriter siyaset geleneğinin kökeninin Kemalizm ve Cumhuriyet’in ilk döneminde aranması, kapitalist ekonomipolitiğin, Soğuk Savaş sürecinin ve neoliberal yükselişin sorgulanmasını göz ardı etme işlevi gördü.

Bu noktayı biraz daha açalım; liberal/neoliberal bakış açısı demokrasiyi liberal piyasa ekonomisinin doğal sonucu olarak tanımlar. Bu çerçevede, faşizm/totalitaryanizm ve otoriter siyasetler “olağandışı” bir durum olarak değerlendirilir. Nazizm ve Stalinizm gibi örnekler, bu bakış açısını pekiştirecek şekilde, yani ırkçılık, militarizm ve şiddet siyasetlerini kapitalist ekonomik sistemden bağımsız biçimde tanımlar. Oysa, tüm otoriter tarihî tecrübeler kapitalist ekonomik sistem ve sistem denemelerinin veya krizlerinin içinden çıkmıştır. Kuşkusuz bu krizlerin öznel koşullarını sorgulamak gerekir, ancak aradaki bağı tümüyle yok saymak, otoriter siyasetlerin mahiyetini kavramamızı engeller. Batı Avrupa’da Nazizm (Almanya), Faşizm (İtalya) ve otoriter sistemler (İspanya, Portekiz), kapitalist sistemin sol ve emek hareketlerinin tehdidi karşısında güçlenmişti. Komünist ütopyanın bürokratik örgütlenmesi olan Stalinizm ise kapitalizme alternatif arayışının savrulduğu ve bu çerçevede sorgulanması gereken bir tarihî tecrübe idi. Nazizm ve Stalinizm’i aynı çerçevede sorgulamak otoriter siyaset deneyimlerini liberal ekonomik sistemin karşıtı olarak veya liberal ekonomik sistemi otoriter siyasetlerin alternatifi olarak tanımlar.

1980’li yıllarda, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’da yaşanan değişim sosyalist otoriter düzenlerden, “sivil toplum”un başarısı ve demokrasiye geçiş olarak selamlandı. Oysa, dönüşüm sadece piyasa ekonomisine geçişle sınırlı idi, Rusya dahil olarak tüm bu alanda “sivil toplum”un büyük ölçüde devletin inhisarında olan ekonomik varlıkların, eski parti bürokrasisinin talanına girişmiş şahıslar ve mafyatik bağlantıları olduğu, demokratikleşmenin ise devletçi yapıdan “crony kapitalizm” denilen ahbap çavuş kapitalizmine geçiş olduğu ortaya çıktı. Ukrayna ve Gürcistan’ın Batı nüfuz alanına geçiş çabaları Turuncu Devrim ve Gül Devrimi gibi adlar altında selamlandı, 90’larda Yugoslavya’nın çözülüş süreci “insani müdahalecilik” olarak askerî müdahaleleri meşrulaştırdı. 90’lardan bugüne kadar bu coğrafyada yaşanalar halen büyük ölçüde sorgulama dışında kaldı. Dahası, bu ihmal demokratikleşme ve demokrasi kavramlarının yıpranmasına ve demokrasiye kuşku ile bakan siyasi söylemleri gerekçelendirme işlevi gördü.

Ortadoğu ülkelerinin veya Müslüman nüfuslu coğrafyanın “demokratikleşme” ihtiyacı ve talepleri de hızla bu çerçeveye yerleştirildi. 90’lı yıllardan itibaren bu coğrafyadaki otoriter siyaset geleneğinin kökeni, Batı merkezci/seküler modernleşme sürecinin öne çıkardığı, toplumlarına “yabancılaşmış” askerî-sivil bürokratik devlet/siyaset yapısı idi. Bu çerçeveden hareketle, Batı dünyasında Ortadoğu ülkeleri üzerine yapılan analizler, bu ülkelerdeki otoriter devlet yapılarını bağımsızlıkçı-milliyetçi kadroların kurduğu bürokratik devletin siyasal mirası olarak değerlendiriyordu. Türkiye üzerine yapılan pek çok analiz, ülkedeki demokratikleşmenin önündeki engelin kökeninde otoriter/seküler modernleşme süreci olan “Kemalizm”in olduğuna işaret ediyordu. Oysa, 90’lı ve 2000’li yıllar söz konusu ülkelerde (Mısır, Tunus, Cezayir, hatta Libya) neoliberal ekonomik modelin güçlendiği yıllardı. Mevcut siyasi yapıların, neoliberal ekonominin öne çıkmasının yarattığı yoksulluk ve eşitsizlik temelinde oluşan toplumsal tepkileri baskılamak üzere giderek daha fazla otoriterleşmesi söz konusuydu. Türkiye örneğinde, 12 Eylül darbesinin neoliberal sürecin önünü açma işlevi gördüğünü biliyoruz, askerî yönetimin ekonomi müşaviri olan Turgut Özal’ın Türkiye’de sivilleşme ve demokratikleşmenin öncüsü olarak görülmesi bu çerçevede daha iyi değerlendirilebilir. Ortadoğu dahil, Batı dışı pek çok ülkede neoliberal ekonomik modelin hayata geçmesinin otoriter siyasetlerin himayesinde gerçekleştiği bir gerçekti. Mısır’da Mübarek rejiminin Nasır döneminin otoriter devlet yapısı üzerinden yükselmiş olması bir yana, bu rejimi ayakta tutan, bir yandan Batı müttefiki olarak desteklenmiş olması, diğer yandan Sedat döneminde başlayan liberal ekonomiye (infitah/açılma) geçişin yarattığı tepkileri baskılama işlevi görmesiydi. Mısır’da orduyu en güçlü kurum haline getiren en önemli etkenlerden biri, ABD müttefiki olarak askerî-mali yardıma boğulmuş olmasıydı. Türkiye’de 90’lı yıllara gelindiğinde devletin Kemalist kabuğunun içi ellili yıllardan itibaren yaşanan sürecin dinamikleri ile belirlenmişti.

Kemalizm eleştirisinden neo-Oryantalizm’e

Hal böyle iken 90’lı yılların demokratikleşme söylemlerinin merkezine, otoriter siyaset geleneğinin tükendiği Kemalizm’i yerleştirmek olsa olsa liberal/neoliberal demokrasi tanımının içinden konuşmak anlamına geliyordu. Mustafa Kemal’in bir otokrat olduğu, “tek parti” döneminin -adı üzerinde- otoriter bir siyaset süreci olduğu keşfedilecek bir sır değildi. Saltanatın ilgası sürecinde mesele zaten emrivaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir, bu behemehal olacaktır. Burada içtima edenler meclis ve herkes meseleyi tabi görürse, fikrimce muafık olur. Aksi takdirde, yine hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktır, fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir” diyen bir siyasi liderden söz ediyoruz. Cumhuriyet’in kuruluşunun “devrim” olarak tanımlanıp tanımlanamayacağı tartışma konusudur, ancak demokratik bir süreç olamayacağı ve olmadığı açıktır. Kemalizm’i demokrasiye bükme çabalarını yadırgamak tabidir, ancak 90’lı yıllarda, demokratikleşmenin önündeki engelin kökeninde bu tarihsel olgunun yattığını iddia etmek, yukarıda da işaret etmeye çalıştığım gibi, bence siyasi bir şaşılıktı. Bu siyasi şaşılığın altını çizmemizin nedeni, Kemalizm’i otoriterlik ithamlardan azade kılmak değil, kalkış noktası bu zeminden hareket eden demokratikleşme iddialarının ve çabalarının yel değirmenleri ile savaşmaya benzemesidir. Demokratikleşme söyleminin, “eski moda solculuk” ve sınıf indirgemeci sığ sol analizlerden uzaklaşmak için küresel çapta neoliberal demokrasi söylemleri ile buluşulmuş olmasıdır.

Batı dünyasında da öne çıkan bu bakış açısına dayalı otoriter/bürokratik devlet eleştirileri, Habermas’ın işaret ettiği gibi, devletin sosyal yükümlülüklerinden uzaklaşması fikrinin meşrulaştırılması ve neoliberalizmin neo-muhafazakÂrlıkla buluşması işlevi görüyordu.[2] Bizim gibi otoriter modernleşme süreçlerinin yaşandığı Batı dışı toplumlar açısından da söz konusu olan, mevcut siyasi yapıların sorunlarını, ekonomik modeli tartışma dışına çıkaracak şekilde uzak bir dönemin mirasına yormaktı.

Bu tür tarihsel okuma biçimi, İslâmcı söylemlerin modernleşmenin seküler özelliklerine itirazlarla kolaylıkla örtüştü. Dahası, muhafazakâr/İslâmcı söylemlerin ekonomik liberalizmi, politik liberalizm (özgürlükler ve çoğulculuk) ile ayrı tutan tavrı ile uyuşuyordu. Gerçi demokratikleşme söylemine sahip çıkanlar içinde kendini sol olarak tanımlayanlar, İslâmcılık konusunda eleştirel tavır takındılar. Ancak bu çevrelerde de İslâmcılık, siyasal bir ideoloji olmaktan ziyade bir din konusu olarak tartışılıyordu. Tam da bu nedenle neoliberalizmle uyumlu İslâmcılığın siyasi olarak sorgulanmasından ziyade, başörtüsü, mescit, muhafazakâr yaşam tarzı bir kıstas olarak görüldü. Bu nedenle, demokrasi söylemi içinde kendini liberal/demokrat olarak tanımlayanlar ile hâlâ solcu olarak tanımlayanlar arasında ciddi bir tartışma yaşanmadı. Zaten başlangıçta, bu çevreler açısından en önemlisi AB sürecine verilen destekti. Daha sonraki süreçte, AK Partisi içinde veya çeperinde siyaset yapan veya entelektüel destek veren liberaller, sol liberal/demokratlar için (özellikle de seküler hayat tarzına sahip oldukları sürece) AK Partisi’nin demokratikleşme iddiasının güvencesi sayıldı. Bu şartlar altında, tıpkı liberal ekonomi modelinin yolunun illa demokrasiden geçmek zorunda olmadığı gibi neoliberal ekonomi modelinin yolunun da illa demokratikleşmeden geçmeyebileceği akıllara gelmedi. Tam tersine, AK Partisi iktidarının (ve muhafazakârların, İslâmcıların öteden beri) orduyla ile sorunlarının nedeni anti-militarist olmaları değil, ordunun laikliğin bekçiliğine soyunmuş olmasıydı. Oysa bahsedilen kesimler bunu gözden kaçırıp AK Partisi ile ordu arasındaki mücadeleyi “askerî vesayet” ile mücadele olarak tanımladılar. 2010 Yargı Reformu ve Referandumu aynı çerçevede desteklendi. Kısacası, aslında 90’lı yıllarda yanlış iliklenen düğmenin devamı gelmiş oldu. Askerî/sivil bürokrasi ve yargının Kemalist kabuğunun soyulduktan sonra, yeni kurgulanan iktidar/rejim yapısı içinde otoriter siyaset işlevini kolaylıkla sürdürebileceği hesaba katılmadı. Tam da bu nedenle demokratikleşme söylemlerinin Kemalizm sorgulanması ve devlet/toplum, asker-sivil karşıtlığı çerçevesinde kurgulanmış olmasının demokratikleşmenin anahtarı olmadığı acı bir ders ile öğrenilmiş oldu.

90’lı yılların demokratikleşme söyleminin bir diğer sorunu, Kemalizm’i sorgulamak için, bir İngiliz tabiriyle, “yıkandığı suyu dökerken bebeği de atmak” (throw the baby out with the bathwater) oldu. Kemalizm’i tartışırken modernleşme ve Cumhuriyet’in kazanımlarını hiçe saymak demokratikleşme taleplerinin mecrasını büyük ölçüde etkiledi. Modernleşme, Aydınlanma merkezcilik ve ulus-devletin otoriter özelliklerini sorgulayan ve 80’li yıllarda popülerleşen post-modernist eleştiriler, bu çerçeveler içinde baskılanan özgürlüklerin vurgulanması ve bu yönde direniş alanlarına işaret etmesi açısından önemliydi. Ancak Aydınlanma, modernlik, ulus-devlet eleştirilerinin siyasal izdüşümü, büyük ölçüde bunları aşan özgürlük siyasetlerine dönüşmedi ve çoğunlukla neoliberalizm ile örtüştü. Çok kültürlülük ve kültürel rölativizm neo-Oryantalizm’e[3] dönüştü. Modernizm ve ulus-devlet eleştirileri, devletin sınıfsal tahakküm yapısını göz ardı eden ve tam da bu noktada neoliberal devletçilik/bürokratik yapı eleştirileri ile buluştu. Yukarıda da Habermas’a gönderme yaparak işaret ettiğim gibi, kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi yoluyla devletin bu alandan çekilmesi ve sosyoekonomik taleplerin muhatabı olması sorumluluğundan sıyrılmasını meşrulaştırma işlevi gördü. Dahası, neoliberal demokrasi tanımı ile örtüşen otoriter ulus-devlet eleştirileri, Soğuk Savaş siyasetlerini ve kapitalist ekonomik modeli tartışma dışına çıkaran anakronizm ile büyük ölçüde örtüştü. Sosyoekonomik taleplerin demokrasi tartışmasının dışına itilmesi ve sosyoekonomik hakların yerini “insan hakları” söyleminin alması, küresel çapta bu yönde değişen demokrasi söylemlerini yansıtıyordu.

Kuşkusuz 1950’li yılların “modernleşme teorilerine” dönelim veya her şey eskisi gibi kalsaydı, demiyorum, tam tersine demokrasi tartışmalarının modernleşme ve ulus-devlet paradigmasının baskıladığı özgürlük alanlarının açılabilmesi için bu paradigmanın gerisine düşülmemesi gerektiğinin altını çizmeye çalışıyorum. Nitekim, Aydınlanma ve modernizm eleştirileri merkezli demokrasi ve özgürlükler söyleminin vardığı noktada, “cemaatçilik” ve kültürel rölativizm fikirleri çerçevesinde burjuva devrimlerinin tarihe tanıttığı bireysel özgürlükler kavramının gölgelendiğini biliyoruz. Modern Batı kapitalizminin sınırları çerçevesinde tanımlanan “evrensel değerler” iddiasının sorgulanması önemliydi, ancak bu kalkış noktasından hareketle varılan “Batı dışı modernlikler”, “liberal olmayan demokrasiler” gibi kavramsallaştırmaların Batı dışı ülkelerde demokrasi kavramını piyasa ekonomisinin varlığı ile sınırlandırması çokça tartışıldı. Laiklik ilkesinin özgürlükleri baskılayan tanımı sorgulanmaya muhtaçtı, ancak toptan bir baskı aracı olarak kavranması özgürleştirici olmaktan ziyade din ve mezhep iddialı yeni baskılama kurgularına açıktı.

Modernleşmenin düşünsel sınırlarının ve siyasal açılımlarının darboğazlarını görmezden gelen otoriter modernizm ve ulusalcılık savunularının demokrasi ufku açısından ne bizde ne de dünya ölçeğinde karşılığının olduğunu düşünenlerden biriyim. Diğer taraftan, demokrasi ufkunun modernleşme, laiklik, cumhuriyet ve hatta ulus-devlet paradigmasının kazanımlarını görmezden gelen sorgulamalarının, bu kazanımların gerisine düşme riski taşıdığına sadece Türkiye’de değil, dünya çapında tanıklık ediyoruz. Her şeyi yeniden düşünmek ve sorgulamak gerekiyor. Daha gerisine gitmek de mümkün, ancak özellikle 90’lı yılların tartışmalarını hatırlatmak ihtiyacı duymamın nedeni, vardığımız noktada otoriter bir rejimin yerleşmesinin ötesinde, siyasal muhalefet alanında yeni bir demokrasi ve özgürlükler ufkunun olmadığına ilişkin kanaatimdir. Kemalizm’in ideolojik gücü halen devam ettiği için demokrasi ve özgürlükler yönündeki siyasetlerin önünün kapandığını iddia edenlerin aksine, dar bir çevre dışında Kemalizm’in/ulusçuluğun yeniden itibar görmesinin nedeninin 90’lı yıllardan bu yana demokrasi söylemlerinin zaafları olduğunu düşünüyorum.


[1] İlker Aytürk’ün Birikim’de başlattığı bu tartışmayı derginin 391. sayısında değerlendirdim.

[2] Jurgen Habermas, The New Conservatism, Polity Press, 1989.

[3] Ian Almond, The New Orientalists, Tauris, 2007.


Nuray Mert - birikimdergisi.com



18 Mart 2021 Perşembe

Newroz ve Nevruz Rekabeti Üzerine Notlar

Yücel Demirer
../..

NEREDEN?
21 Mart Nevruz, Newroz, Navrız, Noruz ve benzeri pek çok biçimde yazılıp okunan bir geleneksel bayram günü. Bu doğa bayramında Kuzey yarımküreye gelen bahar karşılanıp, doğanın uyanışı bolluk ve bereket arzusuyla kutlanıyor. İki önceki cümlede sıralanan söylenme-yazılma biçimleri “yeni gün” anlamını taşıyor, o etimolojik kökten kaynaklanıyor. Geleneğin farklı isimlerle adlandırılması bu bayramın tüm Ortadoğu ve Orta Asya halklarınca kutlandığını ve bunların dillerinde farklı yazılış biçimleriyle de olsa yer aldığını anımsatması açısından önemlidir. Günü evrenin yaratıldığı gün olarak kutlayan İran’ın mitolojisinin geleneğin temel harcında özel bir yeri mevcut. Kültür alanından aşina olduğumuz bir akışkanlık ve karşılıklı değişim içerisinde, kutlamanın ülkeden ülkeye değişen özelliklerinden bahsetmek mümkün. Özellikle bazı örneklerde politik yanın tematik ağırlığına ve geleneksel yönlerine baskın halinden bahsetmek de olanaklı. Ancak özgül farklılıklar ne olursa olsun ve hangi nedenden kaynaklanırsa kaynaklansın bolluk, bereket dileği ve bunların erken bir kutlaması niteliği ile iyimser bir yeniden başlangıç temasının öne geçtiği görülmekte. Geleneğin bu özelliği insan-doğa etkileşiminin folklorik bir dışavurumu olan “yeni gün”ün, insan-insan ilişkisine doğru genişlemesine olanak vermiş ve bu bayram toplumsal yaşam içinde de bir yeniden doğuşu, canlanmayı ve bu noktada da kollektif umudu temsil etmiştir. Kutlamaya bitişik olan başta barış ve kardeşlik teması olmak üzere, dayanışma ve paylaşma eksenli yoğunluk, toplumsal dönüşüm ve hatta atılım bilincini yükseltme yönünde önemli işlevler üstlenmiştir. Doğada gözlenen yenilenme ve uyanışın toplumsal hayata aktarılması fikri, geleneğin kültürel boyutunun en çarpıcı özelliklerindendir.

Verilen isimler, kutlama biçimlerinin ayrıntıları ve kutlamacıların güne bitiştirdikleri anlam öbeklerinde farklılıklar olmasına rağmen bütün Ortadoğu ve Orta Asya halklarının bayramı olan bu günün köklerini, yukarıda belirttiğim gibi, Zerdüşti-İran mitolojisine dayandıranların yanı sıra, kendi ulusal özelliklerini öne çıkaran ve bu günü milli varoluşları ile açıklayan tanımlar da mevcuttur. Ülkemizde kutlanan Türk ve Kürt versiyonları bu türden örnekler arasında bulunmaktadır. Bu gibi örneklerde bayramın ana temasının yerel mitolojik unsurlar temelinde ve güncel politik gereksinimler uyarınca belirlendiği bir şenlik günü olduğunu söylemek mümkündür.

NASIL?
Bayramın coğrafyamızda kutlanmasının kökenleri Cumhuriyet döneminden çok öncelere dayanıyor. Geleneğin Osmanlı dönemindeki varlığı ve etkisini gösteren çalışmalar mevcut. Cumhuriyet’in başlangıcındaki kısa bir dönemde resmî olarak Ankara’da kutlandığı belgelerden izlenebiliyor. Ancak devamında sönümlenip, birincil düzeyde ilişkilerin üretildiği bir düzleme doğru geriye çekilip, resmî bayramlar repertuvarından çıktığı da bilinmekte. Bu bayramın belki de kalıcı olarak kutlamalar koleksiyonuna dönüp, popülaritesini yeniden kazanması 1970’lerden itibaren yükselen Kürt politik muhalefetiyle birlikte olmuştur. Tüm dünyayı etkileyen 1968’ler ve onun ivmesiyle şekillenen 1970’ler boyunca sistem sınırlarını zorlayan muhalefet çizgilerindeki yükseliş ülkemizi de etkilemiştir. Bu dönemin konumuzla ilgili bir önemli özelliği, sonraki dönemdeki Kürt muhalefetinin söylemini ve kadrolarını üretecek bir kitleselleşmeye de ön ayak olmuş olmasıdır. Doğu mitingleriyle, yerele uzanmış DDKO örgütlenmeleriyle politik akışını bulan bu muhalefet, kültürel alandaki mecrasını aramakta da gecikmedi. Kendisini kullanışlı bir kültürel çerçeve olarak ödünç veren Newroz çerçevesi içinde yalnızca bir gelenek değil, toplumsal muhalefetin kitlesel örüntüleri de kurgulandı. O dönemde Kürt muhalefetinin sosyalist örgütsel dili, Newroz efsanesinin temel figürü olan Kawa ile, Dehak ile, bunların arasındaki amansız mücadele ile kitlenin diline çevrildi ve kitleselleşmenin araçlarından biri oldu.

“Dünya Irkçılıkla Mücadele Günü”ne denk gelen bu günün seçilip, bir Kürt kimliği tanımı ve hedefler beyannamesi türetmek için kullanılmaya başlanması Eric Hobsbawm ve Terence Ranger’in “geleneğin icadı” diye tarif ettikleri sürece bir örnek sayılabilir. Burada bir geleneğin icadından çok uyandırılması ya da sosyal alandaki sınırlı işlevinin politik alana doğru taşırılmasından bahsetmek belki daha doğru olabilir. 1970’lerde hızla kitleselleşen Kürt muhalefeti, Newroz üzerinden bir kollektif varlık ve itiraz söylemi oluşturmayı denemiştir. Kürt dili ve kimlik oluşturma süreci önündeki engeller ile Kürtlük bilincinin o dönemdeki eksikliği, geleneklerden kaynaklanan ve Newroz gibi kitleler indinde tanıdık bir kimlik oluşturma mecraını gündeme getirmiş olabilir. Bu süreci başlatan aktif siyasal aktörlerin dönemin politik yapısında önemli yeri olan gençler olması ayrı bir öneme sahiptir. Kendi politik projeleri doğrultusunda harekete geçirmek istedikleri kitlelere Newroz bağlamıyla seslenen bu kesim, adı geçen geleneği hem bir alternatif siyasal toplumsallaşma ve hem de içinde Kürt kimliğinin içerisinde gelişeceği bir kültürel koza gibi kurgulamışlardır. Alan araştırmalarım sırasında, Newroz alanlarındaki yaşı ileri katılımcılardan beş ya da on yıl önceki Newroz’lara ilişkin ayrıntılı anılar dinlemiş olmama rağmen, 20-30 yıl öncesine ilişkin sorularımın yanıtlarındaki değişme, bu sorulara yanıt olarak ev ve aile içine dönük kutlamaların hatırlanır olması, bugünkü Newroz bilinci ve buna paralel olarak dönüşen kutlamaların kökeninin 1970’lerdeki politik mücadelede aranması gerektiğini gösteren nedenlerden biridir. O dönemde Kürt muhalefetine önderlik eden gençlerin bu geleneği bir kimlik tarifi ve kitlesel bir muhalefet potası olarak istihdam etmeye başlaması akla Margaret Mead’ın kriz dönemlerinde toplumun öğrenme süreç ve rollerindeki altüst oluşu açıklayan çalışmalarını getirmektedir. Mead’e göre toplumsal buhran dönemlerinde geleneksel öğreten-öğrenen ilişkisinin durmuş oturmuş rolleri değişir ve öğrenen rolünü oynamaya alışık gençler topluma rol verebilirler. Ben de Kürt muhalefetinin genç liderliğinin bu türden bir pedagojik “ayakların baş, başların ayak olması” sürecinde toplumun öğretmenleri olup Newroz dersini verdiklerini düşünüyorum.

“Yeni gün” geleneğinin kollektif bilince malolması ve Kürt muhalefeti için politik-kültürel işlev görmeye başlaması ile birlikte ortaya çıkan Türkiye Cumhuriyeti kaynaklı yanıt iki grupta toplanabilir. İlk aşamada Newroz kutlamalarının görmezden gelinmesi ve “teröristlerin oyunu” söylemi içinde yanıtın politik ve askerî alandan gelmesi sözkonusu olmuştur. Bu dönemin temel özelliği sorunun politik alan içinde çözüleceğine olan inanç ve operasyonelliğin bu alanla sınırlı tutulmasıdır. İkinci aşamada, Newroz’un kitleselleşmesi ve Türkiye’nin Kürt nüfusunun bir bölümü içinde benimsenerek yaygınlaşmasıyla, 1990’lardan başlayarak, Nevruz’un bir yanıt olarak sistemli bir tutundurma ve kitleye maledilme faaliyetinin öznesi olma durumunu izlemekteyiz. İçte Kürt Newroz’unu yanıtlamak, dışta da eş zamanlı dönemde yıkılan Sovyetlerden doğan Türk cumhuriyetlerinin ağabeyliğine soyunmak için elverişli bir araç olmak üzere Nevruz, merkezden organize edilip, yerelde doğrudan doğruya valilikler, eğitim teşkilatı ve üniversiteler aracılığıyla yaygınlaştırılmaya başlanmıştır. Nevruz konulu konferanslar, resim yarışmaları, askerî ve mülki erkanın katıldığı kutlamaların bu tarihten sonra yaygınlaştığını gözlemek mümkündür. Bu ikinci aşamada kültürel alanın kurum ve organları eliyle politikleşmiş Newroz’un etki alanı daraltılmaya çalışılmıştır. Özellikle son beş yılda kültür organlarınca organize edilen ve kamunun taşra teşkilatı aracılığıyla uygulanan çok boyutlu bir Nevruz projesi, medyanın da ciddi desteği ile önemli ilerlemeler kaydetmiştir. Geçmeden, Nevruz’daki geleneği “geri talep etme” durumunun en az Newroz projesi kadar özgün ve siyasal anlam yüklü ayrıntılarla dolu olduğunu burada ifade etmek isterim.

NEDEN?
Başlangıçta belirttiğim gibi “yeni gün” zor bir coğrafyada kutlanmakta ve kutlandığı coğrafyanın politik durumu nedeniyle, pek azı dışında, kutlanan versiyonlar şu ya da bu biçimde güncel politikanın etki alanı içerisinde. Hal böyle olunca güncel kültürel ve politik gereksinimler bağlamında bir takım boyutların öne çıkması, kısmen unutulması ya da anımsanması gibi durumlar gözlenebilmekte. Bu ilişkiyi kuruduktan sonra, Newroz’un siyasal anlamını ve başarı nedenlerini tartışmanın başlangıç noktası kaçınılmaz olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinin atıldığı yıllara gitmek durumundadır. Çok etnili bir başlangıç öyküsüne rağmen bir Türk devleti olarak sonuçlanan projeyi izleyen ilk dalga Kürt ayaklanmalarının 1938’te bastırılmasıyla araya giren sessizlik, 1960-70’lere dek sürecektir. 1970’lerde yükselen muhalefetin ideolojik bir dil ile asla dolduramayacağı bir boşluğu Newroz efsanesinin motifleri ile doldurma denemesinin birden fazla nedeni vardır. Bir yandan devletin tüm organlarıyla ayakta tuttuğu hegemonyaya alternatif sağlayacak, Kürtlük bilincini yükseltecek, kısa ve sade senaryosuyla bunun yaygınlaştırılmasına imkan sağlayacak, Richard Bauman’ın sözüyle olan ve olması gereken arasında karşılaştırma yapmak üzere kendisini sunacak bir çerçeve olan Newroz, diğer yandan kollektif sahipliği ve bir gün için dahi olsa alanda sağladığı özgürlük ile Kürtün dilini, ülkesini, Kürtlüğünü ve nihayet kendi varlığını kutladığı bir mekan olabilecek nitelikleri taşımıştır. Geçici de olsa bu serbest ve kuralları dışarıdan konulmayan alanda kollektif bir fantezi hayata geçirilmektedir.

Bu fantezinin ne olduğu sorusu meraklı ve ayrı bir sorudur. Newroz’un asıl gücü siyasal konjonktüre göre değişen kollektif fantezileri yansıtabilme gücünde yatmaktadır. Savaş yıllarında kahramanlığa dizilen övgü teması bir yıl sonra yerini idam cezasının kaldırılması talebine ya da barış çağrısına bırakabilmektedir. Newroz’un 1970’lerden bu yana “tutması”nın nedenlerinden bir diğeri, birbirinden farklı; okumuş-okumamış, genç-yaşlı, köylü-kentli katılımcı için taşıyabildiği çeşitli mesajlardır. Bu mesaj her zaman sallanan mendilin rengi, söylenen isyan şarkısı ya da sahneye asılan slogan ile verilmez. Sadece orada olmak, kitle aynasında görünmek bile mesajın yerine geçebilir. Yılda bir gün bile olsa kollektif bir kimliğin hayal edildiği Newroz alanı tüm politik fantezilerin hayata geçirildiği bir vahadır. Kutlama alanı dışında söylenmesi hayal bile edilemeyecek sözler, taşınamayacak resim veya semboller, moral, bilinç, eğitim, kimlik, politik yön ve en önemlisi de, James Fernandez ifadesiyle, etnik kimlik arayışı için tarihsel bir sahne sunar. Bu alternatif ve yazılı olmayan Hayat Bilgisi kitabından, Kürt olmak ve Kürt gibi davranmak öğrenilir.

Nevruz bağlamında mesaj ağırbaşlı ve yalındır. Geri istenen “bölücü ve teröristler”ce rehin alınan tarihsel mirastır. Geleneğin Orta Asya’ya uzanan köklerine yapılan vurgu ile bir yandan bayramın Türklüğünün altı çizilirken diğer yandan birarada yaşamı öne çıkaran kardeşlik boyutu öne çıkarılır. Newroz bahsinde bahsettiğim değişkenlik ve uyum yeteneği burada da gözlenir. 1990’larda yapılan salt Türkçü vurgunun ve “etnik öteki”nin yok sayıldığı bir tanımın yerini “Nevruz Ortadoğu uluslarının” bayramıdır söylemine bırakması bu durumu göstermektedir.

NEREYE?
Bir kitap boyu tartışılmayı gerektiren, bazen sayfalar dolusu somut örneklerle zenginleştirilmeyi hakeden bir konuyu makale boyutunda tartışmak hele de konuya ilişkin projeksiyonları burada hakkıyla yapmak olanaksız. Son söz yerine Newroz ve Nevruz rekabetinin nereye gittiği konusunda birkaç söz söylemek gerekirse, işaret levhalarından ilki 2007 kutlamalarından süzülen fotoğrafı gösterecektir: Rekabetin hızlanarak, genişleyerek ve kuvvetlenerek sürecek olması. Ancak çıkarılabilecek sonuç bununla sınırlı olmak zorunda değildir. İki alternatif kutlamayı dikkatle ve milliyetçilik gözünü karartmadan izlemeyi başaranların görecekleri gibi, “yeni gün” geleneği içerdiği benzerlik, coşku ve yeniden başlama sevinci ile üzerinde saygın ve meşru bir barışın inşa edilebileceği bir kaide olarak orta yerde durmaktadır.


Yücel Demirer - Birikim Sayı 216

9 Şubat 2021 Salı

Boğaziçi ile Başlayan? - Ömer Laçiner

Recep Tayyip Erdoğan’ın 2011’den, özellikle de 2015’ten sonra “reform” veya “hukuki düzenleme” etiketiyle yaptırdığı her hamlenin Cumhuriyet’ten beri bu ülkenin modern-uygar ve demokratik bir toplum olma yolunda oluşturabildiği ne varsa hepsini sırayla tahrip etmenin bir adımı olduğunu yeterinden fazla gördük. Bu trendin geldiği noktada bu ülke devleti, kâğıt üstündeki tarifinde yer alan “sosyal”, “hukuk”, “laik” ve “demokratik” gibi sıfatları bazı kalıntılara indirgenmiş, güvencesini verdiği hak ve özgürlükleri keyfileştirmiş ve neredeyse çıplak bir baskı ve şiddet aygıtından ibaret hale gelmiş olduğu gibi; bu enkazın yanı sıra toplum da parçalara ayrıştırılmış, kendilerine memleketin sahibi/efendisi unvanı verilmiş –yerli ve milli– AKP-MHP seçmenleri ile böyle sayılmayanlar arasında Ortaçağ’a özgü bir hiyerarşinin epeydir fiilen yürürlükte olduğu bir “düzen” ortaya çıkmıştır.

Hal ve gidişat böyleyken Erdoğan’ın geçen Kasım ayında “hukuk reform” lafını ortaya atıp, Aralık’ta ardından Ocak başlarında “hazırlıkların tamamlanmak üzere olup yakında açıklanacağını” söyledikten sonra birden bire “yeni bir Anayasa” girişimi başlatmasının amacı ve gerekçesi ne olabilir?

Yukarıda işaret edilen trend dikkate alınırsa, Erdoğan’ın bu “el yükseltmesi” bir adım daha atmak yerine bir sıçrama yapmaya niyetli, hatta kararlı olduğu anlamına gelir. Amacı ve muhtemel gerekçelerini daha sonraya bırakarak şunu peşinen söyleyelim ki; geldiğimiz eşikte o “sıçrama” herhalde Anayasa metnine “Türkiye devletinin dini İslâm’dır’ ibaresinin bir biçimde sokulması ile yapılabilir.

Erdoğan açısından böylesi bir girişimin gerekçeleri, amacından daha önemli, daha ön planda gözüküyor olmalıdır. Bir diğer ifadeyle bu girişimini sonucuna vardırmaktan çok onun tartışılmasıyla oluşacak gayet gerilimli havaya, körükleyeceği keskin kutuplaştırmaya ihtiyacı var. Ve bu ihtiyacın büyüklüğü ve acilliği nedeniyle; şimdiye kadarki kutuplaştırma hamlelerinde karşıtlarını örtük veya dolaylı biçimde din dışı, dine aykırı olmakla itham etme tavrına “eşik atlatarak”; onları Müslüman olmamakla yaftalamanın ortamını oluşturmayı kurguluyor olmalıdır.

Çünkü 2019 mahalli seçimlerinde açıkça görülen “Cumhur ittifakı” tabanındaki erimeyi durdurmak için o zamandan beri yapılan hamleler sonuç vermediği gibi, hemen tamamı “dışarda ne kadar güçlü olduğumuz” izlenimi vermeye ve bunu içerde oy devşirmek için kullanmaya matuf o hamlelerin ya kofluğu belli olmaya başlamış ya da muhataplarının bedelini ödetme girişimleri karşısında mecburen gerileyerek “taban”ın zihninde soru işaretlerinin doğmasına yol açılmıştır. Bu sorular “pandemi süreci”nin yönetimindeki öngörü yoksunluğu, keyfilik ve beceriksizliklerle katmerlenmiş ve bu da “taban”ın sayısal desteğinin değilse bile sadakat duygusunun bariz biçimde gevşemesine kapı açmıştır.

Tabandaki bu kayganlaşma ekonomideki sıkıntıların ağırlaşacağı, dışarıda ABD ve AB ile ilişkilerin zorlaşacağı önümüzdeki aylarda, AKP-MHP iktidarını –elindeki tüm baskı ve şiddet araçlarına rağmen– yıllardır sahip olduğu “gündemi belirleme” kozunu kaybettiği takdirde ayakta kalamayacağı bir sarsıntı sürecine iter. Dolayısıyla bu gevşemeyi sertleştirmeye dönüştürmenin yanı sıra “kaçış”ları da önlemenin ve ayrıca yeni iltihak kanalları açılmasının yolu mutlaka bulunmalıdır.

O nedenle Ocak ayı ortalarından itibaren iktidar ortaklarından MHP kendi tabanındaki erimenin ve kaçışların yöneldiği İYİ Parti ve Gelecek Partisi’ne karşı meşrebine uygun “uyarı”lar yapmaya, pusular tertiplemeye veya özendirmeye girişirken; AKP de Sünni muhafazakâr kitleyi kendi etrafında toparlamak için harekete geçti. Ancak bu iki farklı kanaldan faaliyeti birbirine kenetleyecek ve aynı zamanda gevşemeleri sertleşmeye dönüştürecek bir tutkal da gerekiyordu. Bu elbette din olacaktı ama istenilen sonuç için aşırı keskinleştirilmiş bir “sürüm”ü gerekiyordu. Cumhuriyet’in 100. yılına hazırlanılıyorken Cumhuriyet’in ilk (1921 ve 1924) anayasalarında yer alan “devletin dini İslâm’dır” maddesini yeniden yürürlüğe koyma kararlılığının ilan edilmesi pekâlâ bu gereksinimi karşılayabilirdi.

Öyle tahmin ediyoruz ki, MHP’nin haliyle asıl olarak AKP kadrolarının inisiyatifinde yürütülecek böylesi bir kampanyada geri planda hatta bağımlı konumda kalacağından ötürü tereddütlü oluşu, resmen ilanını geciktiriyor. Ancak önümüzdeki günlerde ya MHP’nin tereddütleri giderilerek ya da AKP tarafından bir oldu-bittiye getirilerek veya adı resmen konulmayarak “devlet İslâm’ındır” temasını odağına almış, buna itiraz eden her laiklik savunucusunu İslâmofobiyle, dahası İslam düşmanlığı ya da mürtedlikle suçlayacak bir kampanyanın başlatılması çok büyük bir ihtimaldir. Bu suçlamalar ABD ve AB talepleri gündeme geldiğinde içerik ve gerekçelerinden dikkatleri saptırıp yaftalanabilmelerini mümkün kılacağı için de kullanışlı olacaktır. Ayrıca AKP-MHP rejimine yönelik her tür eleştirinin bu suçlamalarla bağlantısını kurdurtacak psikolojinin –her ikisinin de düçar olduğu aşağılık kompleksinin– ittifakın harcındakı asli payı dikkate alınırsa bu kanalın tamamen açılacağı da kestirilebilir.

Nitekim Boğaziçi olayı bunun gayet uyarıcı bir örneği ve “prova”sı oldu. Suçlama kanalı bahane bile sayılamayacak bir şeyden bir “din düşmanlığı, dine hakaret” argümanı türetilerek o aşağılık kompleksinin hemen tüm tezahürlerinin fışkırtıldığı kanal açılıverdi. Erdoğan, kimseye eliyle bile dokunmayan, buna mukabil coplarla dövülüp ite kaka sürüklenerek nezaretlere atılan Boğaziçi’nin parıltılı gençlerine “terörist” diyebilmekten çekinmedi. Bahçeli de bu konuda ne kadar kararlı olduğunu göstermekte gecikmedi: Boğaziçi öğrencilerini “vandal-barbar” ve “gözlerini kan ve nefret bürümüş” diye niteleyebildi. Sicili pusularla, bomba tuzaklarıyla, boğarak adam öldürmelerle yüklü bir hareketin başında olan birinin o tür sıfatları kullanırken kendini tarif ediyormuş izlenimi yaratacağından dolayı çekineceği sanılır ama anlaşılan Bahçeli kompleksini gemleyememiş. Liseyi bitirdiklerinde yetenek, (kurnazlık değil) zekâ ve zihinsel donanımlarıyla Boğaziçi’ne girmeyi hayal bile edemediklerini tahmin ettiğimiz kimselerin şimdi böyle bir üniversiteye rektör atayabilecek statüde olmaları ülkenin düştüğü durumun acıklı bir göstergesi olduğu kadar aynı zamanda da bu ikilinin Boğaziçi’ne karşı sergiledikleri ölçü tanımaz huşunetin ta o dönemlerden beslenen kompleksin dışavurumu olduğu da not edilmelidir. Ayrıca Erdoğan o kompleksinin bir diğer yüzünün nesnesi, “hedefi” olan Osman Kavala’ya ilişkin kin ve hasedini Osman’ın eşi Ayşe Buğra’nın Boğaziçi’nde öğretim üyesi olmasını fırsat bilip bir kez daha sergilemeyi de ihmal etmedi. Ama, zihni donanımının derinliği kadar imrenilesi nezaketiyle de bilinen Ayşe Buğra’ya provokatör diyebilmenin değeri ve hükmü ne olabilir ki?

AKP-MHP bloku, bu kampanyayı yeni vesilelerle takviye ederek ve son iki yüz yıldır Sünni “hassasiyetler”in mücavir alanından gelip ahlaki, yapıcı ve iyicil ögeleri iteleyerek odağına yerleşmekte olan ilkel güdü ve –kindarlık,haset gibi– duyguların körüklendiği bir din adına seferberlik havasının giderek güçlenmesinden medet umacak noktadadır. Bu kampanya karşısında savunmacı bir reflekse kapılmak, “İslâm’a, onun hassasiyetlerine saygılıyız” hattının arkasına sığınmak değil tam tersine o kampanyayla üzerinin örtülmesine çalışılan gerçek sorunları,AKP-MHP blokunun eseri olan enkazın bütün boyutlarını,özellikle manevi sefalet halini, ülkenin yapıcı, yaratıcı potansiyelini nasıl tahrip ettiklerini layıkıyla teşhir ederek inisiyatifi ele geçirmenin yol ve araçlarına odaklanılmalıdır. Boğaziçi olayı vesilesiyle ülke gençliğinin bu konulara ilişkin duyarlılığının canlanmış oluşu gayet verimli bir çıkış, başlangıç noktası olabilir.

Ömer Laçiner
Birikim - 8 Şubat 2021

Boğaziçi’nin Düşündürdükleri


- Murat Belge
Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör tayin etme olayı şimdiden önemli bir siyasi olay haline geldi, ancak göründüğünden daha da önemli olduğunu sanıyorum. Çünkü Tayyip Erdoğan’ın bu davranışı zihninde bir süredir oluşturmaya çalıştığı daha kapsamlı bir planın önemli bir parçası. Bunun nasıl bir plan olduğunu entelektüel düzeyde iktidar olamamak üstüne söylediği sözlerden hemen kavrayabiliriz. Bunun başlangıcını da birkaç yıl daha önce İstanbul İl Başkanı’na söylettiği “Biz artık sizden fikir alacak değiliz” deklarasyonuna götürebiliriz.

“Entelektüel alanda iktidar olamama” tesbitinde Tayyip Erdoğan haklı. Olamadılar. Bu şimdiki kadrolara göre daha “mürekkep yalamış” gibi duran Gülen cemaatinin münevverleriyle araları bozulmasaydı da böyle bir “iktidar” kuramazlardı. Çünkü entelektüel bir yaratıcılığa sahip olmak dogmatik bir inançla yan yana yürümez. Gülenciler daha esnek “görünse” de bu yalnızca bir görüntüydü.

Tayyip Erdoğan’ın entelektüel bir yaratıcılığa sahip olamayan bir siyasi hareketin uzun süre egemenliğini sürdüremeyeceği tesbiti de doğruydu. Sürdüremez. Öte yandan, sadece “ihale” yasası çıkarma konusunda gösterilen şecaat da bu kadroların hem kafayı neye taktıklarını, hem de başarılarını açığa vuruyor.

Durum böyleyse Tayyip Erdoğan ve kadroları kollarını sıvamalı, hareketin entelektüel bagajını doldurmalı... diye düşünebiliriz; ama bu iş kolay bir iş değildir. “Ol” demekle insan ilim irfan sahibi olmaz. “Bilgi” öyle elma armut gibi bir şey değildir; tohumu ekilip meyvası alınmaz.

O halde ne yapmak gerek? Tayyip Erdoğan erişmek istediği ama erişemeyeceğini de sanırım anladığı yeri tahrip ederek orayı ele geçirmeye karar verdi. Her işini zorla yapmaya alıştığı için olsa gerek, zorla aydın yetiştireceğini de (daha doğrusu başkalarının aydınının yetişmesini engelleyeceğini) aklı kesti. Bunun bir adımı (önemli bir adımı) olmak üzere de Boğaziçi saldırısını başlattı.

Bunun zorlu bir iş olduğunu herhalde tahmin ediyordu. Zorluğu göze aldı. Çünkü, bu “entelektüel iktidar” stratejisinin yanında başka sorunları da vardı. Boğaziçi’nde okuyup yetişen “elitler” konusunda yaptığı edebiyat bu öfkesini açığa çıkarıyor. Tabii bu yalnız Boğaziçi Üniversitesi’yle sınırlı bir şey değil. Tayyip Erdoğan ve çevresindekiler “elit” sevmiyorlar ve zaten bu kelimeyi bir hakaret sözü olarak kullanıyorlar. Oysa elbette, “elit olmak” 1) kötü bir şey değil; 2) kolay bir şey de değil. Ayrıca, faşist veya faşizan diktatörlüklerde şaşmaz bir biçimde karşımıza çıkan bir davranış. Entelektüel yaratıcılıkla dogmatik inancın yanyana varolamayacağını söylemiştim.

Tayyip Erdoğan’ın saldırı girişimi karşısında Boğaziçi Üniversitesi’nin hem hocalarının, hem de öğrencilerinin tutumu ve eylemleri bence tam olması gerektiği gibi oldu. Karşı geldiler, gelecekler de. Bu işin sonunun nasıl geleceğine dair bir tahmin yürütemiyorum ama iki tarafın da kendi istediği sonucun oluşması için ellerinden geleni yapacağı belli. Erdoğan’ın aklında, “tek adam” olmaya karar verdiği sürecin başında Gezi Direnişi karşısında duralamasının anısı hâlâ bir hayli taze olmalı. Tayyip Erdoğan mizacında bir adamın kolay kolay sineye çekebileceği bir durum değil bu.

Dolayısıyla Boğaziçi’nde elde etmeyi istediği sonucun aynı zamanda Gezi’nin intikamı olmasına önem verdiğini düşünüyorum. Elinin altındaki “kaba kuvvet”le böyle bir sonuç alması imkansız görünmüyor. Böyle bir kol bükme stratejisi Tayyip Erdoğan’ı ve yakın çevresini rahatsız etmez. Tersine, bundan özel bir zevk almaları da muhtemeldir, ama bunun toplumda geniş bir tepki yaratacağını tahmin ediyorum.


Murat Belge
Birikim - 9 Şubat 2021 Salı

Mahalle - Tanıl Bora

2007 ve izleyen yıllarda Şerif Mardin’in ortaya attığı “mahalle baskısı” sözü çok konuşulmuştu. Herkesin had ve hizasını kontrol eden geleneksel töre kontrolünün, Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarında muhafazakâr bir baskı iklimine inkılâp ettiğine veya edebileceğine dair tartışmalarda kullanılmıştı bu tabir. Zamanla, tabir revaçtan düştü; belki, ‘düz’ baskıdan sonra sıra gelmiyordur.

Epeydir, mahalle kavramı başka bir bağlamda dillerden düşmez oldu. Bizim mahalle – öteki mahalle; kendi mahallemiz – başka mahalleler… Siyaseti ve toplumu yorumlarken, herkes aklın-fikrin, sözün işlev ve etkisini mahalle kavramıyla ölçüyor. Her cenahta öyle - her mahallede, yani!
Kastedilen, fikirlerin ve sözlerin, kutuplaşmış kamuoyları içinde yalıtılmış olarak kalmasıdır; farklı kamplara, öteki kamuoylarına ulaşmamasıdır.

Bunu sorun edenler, yani her mahallelinin sadece kendi mahallesine hitap etmesinden yakınanlar, başka mahallelere kulak vermek ve oradakilerle de konuşmak gerektiğini söyleyenler, “mahallenin delisi” durumuna düşmekten yakınıyorlar.
Yersiz bir endişe değil, kesinlikle. Memlekette farklı kamuoyları arasında geçirimsizlik var; diyalogdan önce bilmeme engeli var, ondan da önce bilmek istememe, çünkü arada bir müştereklik görmeme, hatta insandan saymama sorunu var.

Bu meseleyi dert ederken, mahalle kavramının üzerine düşülmüş olmasına takılacağım biraz. Herkesin mahalle teşbihine sarılması, bu meselemiz hakkında bize neler söylüyor olabilir?
***
Belki şu merakla başlamalı: Mahallenin kalmadığı bir zamanda sürekli mahalleden bahsetmekte bir acayiplik yok mu? Hâlâ soluk alıp can çekiştiği yerler yok değil elbette - can çekişme şekli dahi farklılaşarak bile olsa… Fakat geleneksel mahalle, her sahada ilk hayat tecrübelerinin edinildiği, herkesin birbirine mukayyet olduğu, denetim (mahalle baskısı!) karşılığında sıcaklık ve dayanışma sunan cemaat idili, artık adresinde bulunamıyor. Nostaljisi dahi eskidi sayılır, mahalle dizileri bile çevrilmez oldu – istisnalar var ama mesela Çukur’u klasik bir mahalle dizi saymak zor.
Mahalle teşbihine rağbetin, mahalleyi özlemekle ilgisi olabilir mi? Şu da var ki her “mahalle,” başka türlü özleyecektir mahalleyi. Muhafazakâr nostalji, herkese edep ve terbiye veren o kolektif tarassutu özleyecektir. Sol nostalji, jenerik bir dayanışma mekânı olarak özleyecektir.
***
Kebîkeç dergisinin 2005’te çıkan 20. sayısının başlığı: “Dünyanın merkezi mahallemiz” idi. Zeki ve şefkatli bir çerçeve çizmişti dergi; mahallenin çerçevelediği dünyaya çıkma tecrübesinin kıymetini bilerek, yeniyetmenin mahalleyi dünyanın merkezi zanneden muhayyilesine şefkat gösteriyor, fakat tam da “dünyanın merkezi” lâfıyla, oranın dünyanın merkezi olmadığını da hatırlatıyordu. Mahalle, dünyanın merkezi sanıldığında, en feci darlıktır. “Mahalle takımında bile…” kıyası boşuna çıkmamış. E zaten günümüzün, fikrin-sözün ufkunun mahalleye sıkışmasından yakınan söylemi, zımnen buna da dikkat çekiyor.
***
Mahallenin kalmadığı yerde, mahalle teşbihinin uygunluğunu sormaya devam edelim. Mahallenin yerinde ne var artık? Yüksek bloklar var, güvenlikli ve güvenliksiz siteler var, plazalar var. Komşuluğun, yardımlaşmanın yerini anonimleşmiş bazen profesyonelleşmiş ilişkilerin aldığı iskân birimleri… (“Kapıcı” yerine “apartman görevlisi” denmesinin nedeni sadece siyasî doğruculuk değil. Bir üst aşaması, “facility manager”dir.) Mahalle, şeklen durduğu yerde bile, kentsel dönüşümden geçince mutasyona uğruyor.
(Mike Davis’in Gecekondu Gezegeni’nde dikkat çektiği olguyu, yani dünya nüfusunun üçte birinin mahalle haysiyeti taşımayan kitlesel izbelerde yaşadığını unutmayarak,[1] şimdilik “imarlı kesimde” kalalım.)

“Mahalle” teşbihiyle andığımız siyasî camiaların, alt-kamuoylarının ortamı da, artık mahallelerin yerini alan yeni habitatlara, yeni yaşam alanlarına benzemiyor mu? Toplu konutlardaki gibi, “sakinlerin” birbirlerini tanımadığı veya sadece fragmanlarından tanıdığı bir habitat. Sanal ortamdaki güruhlaşma istidadının yol açtığı yüzsüz-anonim linççilik, “mahalle baskısı”ndan farklı bir şey değil mi?

İstişarenin bulunduğu, düşünce sevgisinin ve merakın canlı olduğu, fikrin birikerek geliştiği, eleştirinin yergi-övgü zıtlığına sıkışmadığı, müphemin grisine yaşam ağacının yeşiline açık bir söz ortamını, bir kamuoyunu, -tamam, biraz da idealize ederek-, mahalle teşbihiyle karşılayabilirdik. Bu vasata sahip miyiz? “Mahallemiz” dediğimiz kendi kamuoyumuzda, sahih anlamıyla tartışma ve eleştiri şevki namına ne var?

Mahalle teşbihi, -az evvel yine değindim-, jenerik bir dayanışma mefhumunu da ifade ediyor. Ama işte, ancak jenerik veya jenerikleşmiş bir dayanışma o. Dayanışma, tarihsel tecrübeyle, yapıp ederek, eylemle kurulan bir ilişki. Geleneksel veya eski biçimlerinin aşındığı, yeni, anonim-sanal biçimlerin kalıcı ve bağlayıcı ilişkiler kurmaya muktedir olamadığı şartlarda, dayanışmanın yeni biçimlerini düşünmek gerekmiyor mu?

Tuncay Birkan’ın Sol: Evin Reddi derlemesine aldığı 2010 tarihli bir yazısında, işte bunun eksikliğine yanıyor. Benim de burada tekrarladığım türden muhtelif tahlillerin nesnesi olarak mahallenin insanları ile temas aramak; mahalleli ile, “sıradan” insanlarla, onları dinleyerek ilişki kurmak.[2]

Kısacası, “mahalle”nin imâ ettiklerini kaybettik ve onları yeniden icat etmeye ihtiyaç var. Kendi mahallemize kapanmamaktan, öteki mahalleye seslenmekten söz ederken, belki bunu da düşünmeliyiz.
***
Şehircilik terimleriyle devam edeceksek, mahalleden başka da kaybolan bir mekânı hatırlayalım isterseniz: meydanları. Malûm, başka mahallerde oturanlar, mahalle maçı ve mahalle kavgası yaparak da iletişim kurarlar ama meydanlarda, mahalleli kimliklerinden biraz olsun sıyrılarak karşılaşır, kaynaşırlar. Kamusal alanın mekânsallaştığı yerlerdir. Siyasî toplantı (miting) ve gösteriler yapılır buralarda, -mahallelere takılmadan, ortalığa seslenilir-, bunlar da herkesi çoğaltan karşılaşmalardır. (Demirel “bile,” birkaç vesileyle söylemişti ki, “meydanlar demokrasinin ciğerleridir.”) Mahallelerin yitmesi gibi, meydanlar da yitti. İki büyük şehrin ana meydanlarının, Taksim’in, Kızılay’ın, özellikle siyasî-toplumsal demonstrasyon (gösteri demektir ve altını çizelim; arz demektir) hakkına kapatılmalarıyla, kamusal alan hüviyetleri iyice eridi.
Fikrin, sözün, teklifin, kapalı devreye sıkışmamasını, herkese ulaşmasını özlerken, mahalleden mahalleye hat çekmeye gayret ederken, meydanı, meydanları da unutmamalı. Mahalleliyle değil dünyayla konuşan söz, meydan sözüdür.

İktidar nazarında “karşı mahalle”nin timsallerinden sayılan Boğaziçi Üniversitesi’nin öğrencileri ve öğretim üyeleri, protestolarını nerede duyuruyorlar? Güney Meydan’da. İşte orası, mahallenin, meydana döndüğü yer.

[1] Bu konuda muazzam bir eşitsizlik var: “azgelişmiş ülkelerde oran % 78. Mike Davis: Gecekondu Gezegeni. Çev. Gürol Koca. Metis, 2010 (2. baskı).
[2] Tuncay Birkan: Sol: Evin Reddi. Metis, 2020, s. 83.


Birikim - Tanıl Bora 10 Şubat 2021 Çarşamba

5 Şubat 2021 Cuma

Türkiye'deki öğrenci protestolarının uluslararası bağlamı

Dördüncü Enternasyonal'in Uluslararası Komitesi'nin Sekreteri Peter Schwarz'ın 17 Ocak Pazar günü düzenlenen "Demokrasinin küresel çöküşünün ortasında Boğaziçi Üniversitesi protestoları için ileriye giden yol" başlıklı çevrimiçi toplantıda yaptığı konuşma.
Sevgili yoldaşlar ve dostlar,
Öncelikle, Boğaziçi Üniversitesi’nde Erdoğan yönetiminin otoriter emellerine karşı mücadele eden öğrencilerle tam dayanışmamı ifade etmek istiyorum.
Türkiye, uzun bir askeri darbeler ve otoriter rejimler tarihine sahip: 1960 ve 1980’de ordu iktidarı şiddetli darbelerle ele geçirmiş, 1971 ve 1997’de hükümet değişikliği olmasını dayatmıştı. Yine de Erdoğan’ın otoriter yöntemlere yönelmesini, önceki diktatörlüklerin bir tekrarı olarak görmek yanlış olur.

  • Yazının Tamamı
  • 16 Ocak 2021 Cumartesi

    Rosa’yı hatırlamak

     Rosa Luxemburg, 15 Ocak 1919’da Berlin’de   öldürüldü. Sosyalizme katkılarını hatırlamaya   devam edeceğiz... Sosyalizmin tarihinde Rosa   Luxemburg gibi keskin bir teorik zekâ ile   etkileyici söz söyleme sanatını bir araya getiren   bir politikacıyı bulmak zordur. Neredeyse her   gün yazdığı gazete makaleleri, parti ve sendika   toplantılarındaki konuşmaları, mektupları ve   teorik yazıları bunun göstergesi.

    Luxemburg aynı zamanda önemli bir direniş sembolüdür. Sosyalist yazılarına hapishaneden devam etti ve daha sonra Nazizm’e katılan sağcı askerler tarafından acımasızca öldürülmeden önce, 1918-19’un devrimci altüst oluşuna kısa, fakat parlak bir şekilde müdahale etti. Bugün farklı nedenlerle anılmaktadır: devrimci ayaklanmaya verdiği destekten iddia edilegelen barışçılığına, bitkiler ve hayvanlara duyduğu sevgiye ve sıklıkla, özgürlüğün her zaman “farklı düşünenin özgürlüğü” olduğuna dair ısrarına kadar.

    Bugünün kriz dünyasında, ana akım sosyal demokrasi yok oluyor ve aşırı sağ yükseliyorken, soldaki pek çok insanın böylesine tutkulu bir sosyalistin bizi politik yönelimsizliğimizden çekip çıkarması için vermeyeceği hiçbir şey yoktur. Ve hiç şüphesiz Rosa Luxemburg sosyalist teori ve pratiğin bir sembolü olmaya devam etmektedir.

    Onu ölümünün yüzüncü yıldönümünde anarken, geçmişe aşırı sentimental bir bakış sıklıkla bizi geleceğimizi kavramaktan alıkoyar. Eğer insanlık yaklaşmakta olan ekolojik ve ekonomik krizlerden ve bunların sebebi olan kapitalist sistemin altında kalmadan çıkmak istiyorsa, geçmişi romantikleştirmeye daha az zaman harcamalı ve daha çok ondan ne öğrenebileceğimize odaklanmalıyız.

    Zamanının ürünü

    Luxemburg’u en iyi hayatı ve yaptığı işler anlatıyor: yazdı, okudu, çeşitli dilleri konuşuyordu, yirmi altı yaşında doktorasını tamamladı, bir dizi sosyalist yayın organı ve parti kurdu. Onun hayatı, ancak, Almanya’da yüzyılın sonundaki işçi hareketi ve Sosyal Demokrat Parti’nin (SPD) tepesinde olması bağlamında anlaşılabilir. Diğer önemli entelektüeller ve politikacılarla hararetli tartışmalara girişti; Clara Zetkin gibi kadınlar her zaman onun yakın müttefiki oldu.

    Luxemburg, işçi sınıfının zaferinin ufukta olduğuna sıkı sıkıya inanan bir sosyalist kitle kültürü içinde yetişti. 1914’ten sonra, SPD -Alman kitleleriyle birlikte- kapitalizmi yıkma hedefini terk ederek 1. Dünya Savaşı’nda ana vatanın hizmetine koşmaya karar verdiğinde bile, Luxemburg demirden inancını korudu. Rusya’daki 1905 ve 1917 devrimleri Luxemburg için politik dönüşümün hala mümkün olduğunun “kanıtı”ydı.

    Bu cinsten sarsılmaz devrimci inancı zamanımızda hayal etmek zor, özellikle her ocak ayında onun ölümünü yağmurlu ve ilham vermeyen gösterilerle andığımızı düşününce veya bugünün parti ve sendikalarını Luxemburg’un zamanındakilerle karşılaştırınca. Uzun süren bir refah devleti uzlaşması, onu takip eden (ve sosyal demokrat partiler tarafından getirilen) neoliberal deregülasyon, işçi sınıfını görünüşte kamusal söylemden silmiş gözüküyor. En geç 1989’dan beri, aklı başında hiç kimse, Luxemburg’un sosyalizmin zaferinin kaçınılmaz olduğuna dair güvenini gerçekten paylaşamaz.

    Onun yerine, yeniden başlamak zorundayız ve yaşadığımız mahalleler ve işyerlerimizde köklenmiş (kapitalizme her dönemeçte meydan okumaya muktedir) kitlevi bir sosyalist hareketi yeniden hayal etmeliyiz. 1. Dünya Savaşı’ndan önceki Sosyal Demokrasi’yi taklit ederek bunu yapamayız. Ancak, Luxemburg bize, kendisinin ölümünden yüzyıl sonra bile, sosyalist yöntem hakkında birkaç şeyi kesinlikle öğretebilir.

    Çelişkilerle düşünmek

    Rosa Luxemburg’un Marksist teoriye eşsiz hakimiyetiyle yürüttüğü keskin analizi hem biricik hem de etkileyicidir. Ancak, onu ya da onun içinde yaşadığı zamanı kopya etme teşebbüsü sadece başarısızlıkla sonuçlanacağı için, modern sol bir şehide iyi manada söylenmiş övücü ağıtlarla kaybedilmiş bir geçmişin sessiz melankolisi arasında bir yerde salınıp duruyor. Bazen de (ne yazık ki), Rosa posterlerde veya omuz çantalarındaki ikon olarak kendini gösteriyor.

    Bu bir talihsizlik, çünkü Luxemburg ilginç bir tarihten çok daha fazlasını sunabilir. Onun eserleri günümüz için en azından iki belirleyici içgörüyü açığa çıkarır. Birincisi, “günümüz kapitalist ekonomisinin acımasızlığı ve deliliği” olduğu gibi duruyor ve hem doğal kaynakların hem de insanın işgücünün altını, yani aynı ekonominin temellerini, oymaya devam ediyor.

    Üretimi dönüştürme ihtiyacı hala duruyor, halledilmedi ve eli kulağındaki çevresel felaket yüzünden daha da kötüleşti. Ama, kapitalizm kapitalist olmayan mekânlara ve yaşam alanlarına doğru genişlerken kendi ömrünü de uzatıyor. Yani, illâ kendi kendine yok olmayacak. Aslında, emekçi halk, farklı ve daha iyi bir toplumu getirmek için siyasal müdahalede bulunmak zorunda.

    Luxemburg’un gözünde bu politik müdahale eğitimi ve deneyimden öğrenmeyi gerektiriyordu. Her protesto, hatta başarısız olanlar bile, yeni ve daha başarılı hareketler yaratmaya yardımcı olabilir. SPD’nin parti okulu içindeki en popüler hocalarından biri olarak işte bu ruh haliyle görev yaptı, parti üyelerini gerçek dünyadaki gelişmeleri anlamaları için donatmak gerektiğinden emin olarak. Bu anlamda, onun gelecekteki sosyalistler için en önemli mirası formüller ve yasalar olarak yazılmış olan sosyalist teori ve politikanın ne olduğu değil, ama daha çok toplumu nasıl anlayacağımız ve nasıl dönüştüreceğimizdi.

    Özellikle de kapitalist pazarların, ulus ötesi şirketlerin, bankaların ve onların krizleri insanlığı felaketin içine atıyorken, bu aktörlerin ve sistemlerin tam da nasıl işlediklerini anlamak siyasal strateji için elzemdir. Örneğin, Luxemburg militarizmle sömürgecilik arasındaki ilişkilere çok yakın bir dikkat gösterdi. Eğer bugün aramızda olsaydı, bize, Çin’in sanayi politikası üzerine istatistiklerinin hepsini incelememizi ve onları Alman ve Amerikan karşılıklarıyla kıyaslamamızı isterdi. Eğer Luxemburg’un istediği gibi olsaydı, her sosyalist, Batı’nın Suriye’den çekilmesiyle eş zamanlı olarak kendi sınırlarını mültecilere karşı kuvvetlendirmesi arasındaki ilişkiyi açıklayabilecekti.

    Farklı hükümetleri “iyi’’ ya da “kötü” olarak gruplandırmak için kullanılan ama aslında bu rejimlerin nasıl işlediklerini anlamakta büyük ölçüde bir işe yaramayan, “Trumpizm” ya da “popülizm” gibi içi boş sloganları parçalarına ayırarak yırtıp atardı. “Post-politik çağ” retoriğine, ekonomik çıkarlar, üretici güçlerin gelişmesi, krizler ve kopuşların birbirleri arasındaki bağlantıları incelikle yeniden inşa ederek ve onlardan hangi hükümet biçimlerinin çıkacağını göstererek karşılık verirdi.

    Ama, kendi örgütlerinin, işçi sınıfının partileri ve sendikalarının da keskin bir eleştirmeniydi. Onları, genellikle, zamanın zorluklarına ve politik depremlerine esnek olmayan ve bürokratik karşılıklar verdikleri için eleştirirdi. Bugün, Sol’un protestoya -nerede kaldı ki politik şiddete- uzaklığı çok daha derin. İlan ettiğimiz savaşların hemen hepsi doğası itibariyle savunmacı.

    Rus Devrimi’nden sonra Kitle Grevi üzerine serin kanlı ama militan bir broşür yazan Luxemburg, farklı bir tarzda hareket etti. Rusya’daki olaylardan dersler çıkararak, bir grevi irade ile var etmenin ya da durdurmanın imkânsız olduğu sonucuna vardı. Bu konuda, kitle grevi hakkında onun sadece kullanılacak bir araç, bir teknik mesele olduğu anarşist anlayışından yana olan zamanın Almanya’sındaki tartışmanın iki tarafına da muhalefet etti. Kitle grevlerinin nesnel kaynaklarını keşfetmekle ve siyasal amaçları elde etmekte sundukları potansiyeli kullanmakla daha çok ilgiliydi.

    Bugün onun içgörüsü hakkında düşünerek, Fransa’daki Sarı Yelekliler hareketiyle hemen ilişkilenebiliriz. Kasabalı alt orta sınıfların bu protestoları Fransız toplumunu sarstı. (Henüz) sendikalar ve diğer politik örgütler tarafından temsil edilmiyor olmaları sosyalist politikaya dair önemli sorular ortaya atıyor: bu örgütler bu protestoları nasıl destekleyebilirler ve onları uzak-erimli dönüşümler için nasıl kullanabilirler.

    Bugünkü durumda, Luxemburg sosyal tavizlere, sendikaların “aman ürkütmeyelim” yaklaşımına muhalefet eder ve onlara işe koyulmaları çağrısında bulunurdu. Onun gözünde kitlelerin kendiliğindenliği her zaman çok önemli idiyse de işçilerin örgütlerinin daha önceki ve yıllar süren ve sonunda gücü elde edebilecekleri, “iğneyle kuyu kazma çalışması” ile yan yana gitmiyorsa hiçbir şey değildi. Biri olmadan diğerini elde edemezsin.

    Devrimci reel-politik

    Luxemburg’un devrimci politikasının Nasıl’ını, işte bu çelişkilerle düşünmek tanımlar. Liderlik ve kendiliğindenliğin birbirlerini dışlamaktan çok birbirlerinin koşulu olduğu onun düşüncesinin çekirdek unsurudur. Bir yandan eş zamanlı olarak uzun dönemli bir demokratik sosyalizm hedefine odaklanmışken, emekçi halkın yaşam koşullarında gerçek iyileşmelere yol açacak reformlara verdiği destek için de bu doğrudur; Rosa’nın “devrimci reel-politik” diye tarif ettiği bir dengeleme hareketi.

    Marksist külliyatın pek çok unsuru gibi, bu formülasyon da sol politikanın boş bir ifadesine indirgendi ve bu nedenle de Luxemburg’un kendisinin çok daha canlı olan düşüncesinin tam karşıtı olarak durur. O, formülasyonun kendisinden çok bizzat pratiği ile ilgileniyordu; bilhassa da kapitalizmin kriz anlarını anlamaya ve kullanmaya yetkin olanların pratiği. Hükümette hizmet etmenin günlük işlerini yapmanın gerçek siyasal gücü elde etmek hedefini engelleyeceğinden korkuyordu. Sol, nihayetinde apolitik olan pratik gereklilik mantığına fazlasıyla bağımlı kaldı.

    Ama şimdi bile, görünürde yenilmiş, post-politik çağımızda bile, ortalık karışmaya başladı: teknokratik yönetişim biçimleri kendi kendilerini tükettiler. Kahramanlık mitlerini politik alana otoriter güç biçiminde geri koyarak, politik sağ da bu tükenmeden yararlanıyor; çoğunlukla güçlü erkeklerin ellerinde. Bir zamanlar “tarihin sonu”nu ilan eden Francis Fukuyama bile sosyalizmin geri gelmesini istiyor.

    Ve gerçekten de demokratik sosyalistler pek çok ülkede siyasal sahnede yerlerini alıyorlar. Yeni bir neslin, daha yaşlı ve daha önce marjinalleştirilmiş solcularla beraber sosyalizmi keşfediyor olması bir tesadüf ya da şans değil, yakın dönemdeki politik protesto dalgalarının bir sonucu. Ama, “iğneyle kuyu kazma işi” ve yeni sol kanat kahramanların eğitilmesi, büyük ölçüde, çocukluk aşamasındadır. Bize kuvvet verebilecek olan şey, Luxemburg’da olduğu gibi, kitlelerin her günkü bilincinin, üretmeye ve yaşamaya dair vizyoner yeni bir fikirle bağlantısını kuracak canlı ve dünyalı bir dildir.

    Luxemburg’un analizi ve hümanist dokunaklılığı çığır açıcıdır, aynen politik eğitim ve örgütlenme anlayışı gibi. Çağımızın bir dahaki krizi için bir değil pek çok Rosa Luxemburg’lara (kadın ve erkek, genç ve yaşlı, siyah ve beyaz ve dünyanın her köşesinde) ihtiyacımız var. Onun kuşağının başlattığı ve sonuç olarak kaybettiği sosyalizm mücadelesi hala her zamanki kadar güncel. Eğer bizim kuşağımız bayrağı yerden kaldırmazsa, insanlığın bir daha şansı olmayabilir.


    Ines Schwerdtner: Yazar, siyasal analist e podcast halbzehn.fm’in eş sunucusudur. Berlin’de yaşamaktadır.Almanca orijinalinden İngilizceye çeviren Loren BalhornJacobin’in katkıda bulunan editörlerindendir ve Bhaskar Sunkara ile birlikte, Jacobin: Die Anthologie’nin (Suhrkamp, 2018) eş editörüdür.



    19 Ekim 2020 Pazartesi

    Titanic Kemancıları/Bekir Coşkun

     

    Kaptan “Çalın” diyordu...

    “Kemanlar çaldığına göre gemi batmıyor” diye düşünenler…
    …devrilen sancak direklerini sorgulamadılar bile...
    Ülkenin yurtseverleri, Atatürkçüleri, cumhuriyete gönül vermiş aydınları...
    Bu ülkeyi kuran güç, koca Türk ordusunun komutanları, şerefli subayları...
    Bilim adamları, hocalar, gazeteciler, yazarlar alınıp götürüldüğünde...
    Kemancılar çaldılar…
    Hukuk, eğitim, bürokrasi çöktüğünde...
    Üniversiteler, medya, sendikalar, devrimin getirdiği kurumlar çöktüğünde...
    Kemancılar çaldılar…
    Bu, sıradan bir çarpma değildi...
    Buzdağının görünmeyen yanı vardı...


    Karanlık bir gecede devletin omurgası parçalanıp, gövdesi gömülürken...
    Dinleyin...
    Titanic kemancıları çalmaya devam ediyor.

    Bir ülkenin neresinde hadise varsa, nerede sorun, nerede acı, nerede isyan, nerede rezalet, nerede kahır...
    Oraya yetişmek gibi bir günahın ürünü her bir yazı...
    Yazılarım kaybolsun istemedim...
    Onları emanet edecek en iyi yeri seçtim.
    Kimler için yazdıysam onlara...
    Size emanet yazılarım.
                                           
    Bekir Coşkun