Translate

Politik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Politik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Kasım 2019 Pazartesi

Kemalizm yeniden şahlanırken

Muhalefeti ve iktidarıyla, sağıyla ve soluyla hemen her kesim Atatürk’ü sahiplenmede birbiriyle yarışıyor. Resmi törenlere sivil katılım artıyor. Devlet kuruluşlarının ve özel şirketlerin reklam kampanyalarında muazzam bir Kemalizm güzellemesi yapılıyor. Anıtkabir’e kitleler sel halinde akıyor. Sosyal medyada Atatürk’ün sözleri ve görselleri her tarafı kaplıyor. Dış görünüşü Atatürk’e benzeyen bir şahsa “Paşa” muamelesi yapılıyor ve insanlar ona sarılıp geçmişe duydukları hasreti dile getiriyor.

Evet, Kemalizmin bu ülkede her daim geçer akçe olduğuna şüphe yok. Lâkin bugünlerde hangi parametreye bakılırsa bakılsın Kemalizmin şaha kalktığı görülebilir. Göz gözü görmüyor ve aykırı ya da aykırı olması muhtemel her ses Kemalist sloganlarla bastırılıyor. Tozun dumana karıştığı bir vasatta sakin bir şekilde konuşmak güç ama yine de Kemalizmin düşünsel temellerini tartışmak faydalı olabilir.

Milliyetçilik ve laiklik

Kemalizm iki temel ilke üzerine inşa edilmiştir: Milliyetçilik ve laiklik. Milliyetçiliğin gayesi, Osmanlı İmparatorluğunun bakiyesi olan ve tabiatı gereği çok sayıda farklılığı içeren bir coğrafyada tek bir (Türk) kimliğe dayalı bir ulus-devlet yaratmaktı. Laiklikten murat edilen ise, gerilemenin müsebbibi olarak görülen dinin kamusal ağırlığını azaltmaktı. Hedef bellenen çağdaş uygarlığa ancak bu yolla varılabilirdi.

Cumhuriyetin kurucu kadrosu, toplumsal hayatın her alanını bu kodlar dâhilinde tanzim etmeye soyundu. Siyasetten kültüre, bilimden spora, eğitimden sanata kadar bütün sahalar, milliyetçi ve laikçi umdeler doğrultusunda biçimlendirilmeye çalışıldı. Özelikle Cumhuriyetin ilânından 1950’ye kadar geçen sürede, Kemalist proje, örgütlü bir muhalefete izin vermeden, sert bir şekilde uygulandı. Projenin kesin hatlarla belirlenmiş bir çerçevesi vardı; bunun dışına çıkan bireyler ve gruplar dışlandı ve ağır baskılara maruz kaldı.

Kendisine çizdiği hedefler gözetildiğinde Kemalizmin önemli “kazanım”lara imza attığı teslim edilmelidir. Örneğin yüzyıllardır bu toprakların sakinlerinden olan gayrimüslimler tasfiye edildi; varlıkları rejim için “tehlike” arz etmeyecek bir seviyeye indirildi. Dindar-muhafazakâr kitleler uzunca bir süre iktidardan uzak tutuldu. Etnik olarak Türk olmayan birçok Müslüman grup ise Türklük dairesinin içine alındı. En büyük tehdit olarak görülen Kürtlerin bir kısmı sistemin içine çekildi, sistem dışında kalanların talepleri ise bastırıldı.

“Cumhuriyetin en muhkem ezberi”

Cumhuriyetçi söylemde, Cumhuriyetin bu şekilde demokrasiyi paranteze alarak kurulmasının bir zorunluluk olduğu ifade edilir. Gerek ülkenin tarihsel arka planının, insani ve iktisadi kalkınmışlık düzeyinin ve gerekse o vakitler Avrupa’da esen sert totaliter rüzgârların, demokrasiyi imkânsız kıldığı belirtilir.

Oysa bu, Alper Görmüş’ün ifadesiyle, “Cumhuriyetin en muhkem ezberidir.” Tarihi olgular, demokrasisiz bir Cumhuriyeti meşrulaştırmak için ileri sürülen her iki argümanı da doğrulamaz. Çünkü hem Osmanlı, kısa süreli de olsa parlamentarizmi ve çoğulculuğu içeren bir modernleşme süreci yaşadı. Hem de Cumhuriyetin ilan edildiği dönemde Avrupa’nın birçok ülkesinde demokratik yönetimler işbaşındaydı. Dolayısıyla Cumhuriyetin demokratik bir temelde kurulmaması bir mecburiyet değildi, bir tercihti.

Bu tercihin elde ettiği bazı “başarı”lara rağmen, tasavvur ettiği gibi milliyetçi ve laikçi ilkeleri şiar edinmiş kaynaşmış bir kitle yaratamadığı da belirtilmelidir. İki büyük sorun alanı vardı: Kürtler ve nüfusun büyük bir çoğunluğuna tekabül eden dindar-muhafazakârlar. Kürtler tekçi bir kimliği kabullenmedi. Muhafazakârlar geri çekildi ama olanak bulduklarında çoğunluklarına dayanarak Kemalizm ile arasına mesafe koyan anlayışları iktidara taşıdı.

Zamanla Cumhuriyetteki demokrasi açığı daha fazla göze batar oldu. Dünyada farklı kimliklerin daha fazla siyaset alanına girmesine paralel olarak Türkiye’de de 1990’lı yıllardan itibaren Kemalist projeye muhalefetin dozu arttı. Etnik, dini, mezhebi veya cinsel kimliğinden ötürü kendini “makbul vatandaş” içinde görmeyen kesimlerin taleplerini yoğunlaştırması, Kemalizmin hem fikri hem de fiili olarak kuvvet kaybetmesi sonucunu doğurdu.

Kemalizme demir atmak

AK Parti, böyle bir ortamda iktidara geldi. İddialıydı; geçmişten günümüze uzanan sorunları demokrasiyi tahkim ederek aşacak, herkesin kendisini eşit vatandaşı sayacağı yeni bir Türkiye yaratacaktı. Bu perspektif, Kemalizmin aşılmasını imliyordu. İlk başlarda bu hedefe uygun adımlar da atıldı.

Ne var ki bugün, bu yoldan çok keskin bir şekilde dönülmüş durumda. AK Parti demokraside geri vitese taktı, hukuku etkisizleştirdi ve iktidarı kişiselleştirdi. Yeni Türkiye iddiasından vazgeçince, geçmişte radikal bir şekilde karşı çıktığı davranışları sergilemeye başladı ve en güvenilir liman olarak gidip Kemalizme demir attı. Artık CHP’den bile daha Atatürkçü olduğunu savunan bir AK Parti var.

Birçok yüzü olan Kemalizm şimdi de biraz dini ve muhafazakâr değerlerle bulanmış yüzüyle hâkimiyet kuruyor. Kemalistler ne kadar sevinse azdır!

– Vahap Coşkun 15.11.2019


2 Temmuz 2019 Salı

Madımak, Epizodik İmgeler ve Popüler Bellek

Göze Orhon

İki görüntü var aklımıza çakılıp kalmış. Belki biri daha baskın. Behçet Aysan, Uğur Kaynar ve Metin Altıok merdivende oturuyorlar. Behçet Aysan’ın elinde yangın söndürme tüpü. Tüm bu yangın, bu pislik, bu ölümler onun yüzündenmiş gibi incecik bir mahcubiyet var sanki yüzünde. Öyle değil elbette. Kaygıdan yorgunluğa, hatta belki umursamazlığa varmış bir yüz. Hemen arkasında Uğur Kaynar. “Ağabeylerine” sorar gibi ne yapacaklarını. O da kaygılı. Onun yanında, Metin Altıok. Üstünde, bunca vahşete, ilkelliğe karşı dururmuşçasına gıcır gıcır takım elbisesi. Elinde fırça benzeri bir şey. Takım elbisesinin kontrastı. Belli ki ellerine ne geçerse onunla savuşturmaya çalıştılar yangını. O ağır, çok ağır yaralı kurtuldu Madımak Oteli’nden. Arkadaşlarını kaybetmesinin üstünden bir hafta geçmişti, yoğun bakımda öldü. Benim yeniyetme yetişkin aklımda Aziz Nesin de Madımak’ta öldürülmüştür. İki sene, dört gün sonra gitti o da. Benim doğum günümdü. Sonralarda şarkılarda ve romanlarda çok sık rastlayacağım “buruk bir sevinç” duygusunu o gün öğrenmiş olabilirim.

1993 yılında, televizyonun karşısında sadece adını bilsem de, ergen aklımla yaşadığım İç Anadolu kentine benzediğini sezdiğim bir şehirde, bir otelin yanışını izlerken olan bitene pek de anlam verememiştim doğrusu. Orta sınıf, taşrada yaşayan, depolitize, yer yer beyaz, memur bir ailenin çocuğuyum. “Alevi” kelimesini duymamışım bile; vebali benim boynuma değil. Kapanıp gidiyor sonra televizyon. Aradan geçen iki senede solcu oldum. Madımak’ta ne olduğunu, Alevi’nin kime dendiğini, Grup Yorum’u öğrenmiş ve elbette Felsefenin Temel İlkeleri’ni okumuşum. Aziz Nesin’in öldüğü haberini, Sivas’ı hatırlayarak, içimden “Kahrından gitti,” diye kahrolarak karşılamam böylece mümkün olmuş.

Diğer görüntü bir video kaydı[1]. Camiden çıkan kalabalık Madımak Oteli’nin camlarını indirmiş. Gençten biri otelin birinci katına tırmanıyor. Video kaydında görmediğimiz iki adam konuşuyor. Anlıyoruz ki otelin yakılmasına çok önceden karar verilmiş. Bir kahraman gibi bahsediyorlar otele tırmanan adamdan –hatta belki çocuktan. “Bez olacak ki bez bez,” diyor birisi, İç Anadolu şivesiyle. Bez olacak ki, iyi yanacak, hemen alev alacak. Akıl alacak gibi değil. Bunu söyleyen adamın yüzünü görmedim ama o ses çok tanıdık. Benim yaşadığım kentte liseli halimin arkasından ömrümce duymadığım iğrenç iki çift söz takan dolmuş şoförü. Belediye başkanının elini öpen esnaf. Ağzını açtığında namustan, “anam, bacım, yengem”den azını söylemeyen ama laf aralarından “a.ına koduğumun”u eksik etmeyen oto tamircisi. Tipleştiriyor muyum? Evet, kusura bakmayın, İç Anadolu taşrasında büyüyenlerin ayrıcalığıdır bu. Adına ister dar bir sosyolojik analiz, ister en tumturaklısından “muhafazakâr halkı hakir gören elitist bir bakış” deyin, o adamlar varlar. Bugün o adamların, memleketin ahvaliyle münasebetine dair bir şey söylemeyeceğim. Madımak’ı ateşe vermek için bez arayan da onlar, on bir yaşımda Ramazan’da sakız çiğniyorum diye on bir yaşında çocuğu küfrederek kovalayanlar da.


Böyle imgelere epizodik bellek deniyor. Ekseriyetle bir toplumsal olaya iliştirilmiş, onu hatırlatan, hatta bazen ezberden çağıran hatırata karşılık geliyor. Bu iki görüntünün Madımak katliamının epizodik imgeleri olduğunu düşünüyorum. Herkesin ilk elden aklına gelen, altına yazıydı, açıklamaydı istemeden ne olduğunu hemen biliverdiğimiz, ezberlediğimiz, hatta görmekten geri düşüp sadece baktığımız imgeler. İlk bakışta belleğin basitçe geçmişin yansıması olduğunu düşünürüz. Bir tür ayna. Fotoğraflara geçmişte nasıl olduğumuzu hatırlamak için bakarız. Ailemizin yahut çocukluk arkadaşlarımızın ortak geçmişimize dair anlattıklarının, geçmişin düpedüz izi olduğunu düşünürüz. Oysa artık malumun ilamı oldu, geçmiş dediğimiz şey biraz da kurgudur. Şimdiki zaman içindeki her harekette yeniden kurulur. Dolayısıyla, her şimdiki zamanda başka kurgulara dönüşür. Bir de travmanın ne olduğunu hatırlayalım. Yine en basit tanımıyla, bellek dizisine yerleştirilememiş, ağır, yakıcı, düzen bozucu olaylara denir travma diye.

Bu iki epizodik imge de çokça dönüştü bana kalırsa. Onlarda değişen bir şey yok. Yine merdivenlerde ölümü bekleyen iki şair ve bir ozan. Otel nasıl çabucak yakılır diye fikir (!) yürüten, kulun yaktığı ateşi Allah’ın kâfire ihsan eylediği cehennem ateşi sayan iki adam. Çoklarının aksine, ben içinde bulunduğumuz zamanın, dönüşen geçmiş kurgusunun, travmaya dokunan, onun karmakarışık olmuş yumağından bir ip ucu çeken, onu çözmeyeyazan bir tarafı olduğunu düşünüyorum. Travmadan çıkış, onu açımlamakla ve yukarıda da söylediğim gibi, onu hatırlama düzeninin içine çekmekle, ona orada bir yer verip yerli yerine yerleştirmekle mümkün. Elbette bu çözülmenin hemen yanı başında devasa bir gedik duruyor: Yüzleşme ve hemen akabinde tanınma. Yaranın, ağrının, belleği delip geçen sertliğin, şiddetin tanınması. Bu gerçek olmadı. Uzunca bir süre de olacağa benzemiyor. Ama o çözülmenin, Madımak katliamının bir hatırlama düzeninin içine yerleşmesinin müspet bir şey olduğunu düşünüyorum. Elbette o bellek dizisi yepyeni acılarla yüklü. 10 Ekim’le, Sur’la, Lice’yle, naaşı buzdolabının içinde bekletilen Cemile’yle, Berkin Elvan’ın annesinin yüzündeki acıyla… Saymakla bitmez son birkaç yılın acı yükü. Bu yük gelip popüler belleğin ortasına çöktü. Çökmez olaydı elbette. Ancak bu yük Madımak’ı, o akıl almaz yangını, diğerlerini de yanına katıp popüler belleğin ortasına yerleştirdi. Bu yangının bağlamı, belki de şimdiye kadar hiç olmadığı kadar ayan beyan bugün. Dönemin Adalet Bakanı Şevket Kazan, 1994 yerel seçimlerinde 28 ilde seçim kazanan Refah Partisi, onun içinden ilkin liberal saiklerle çıkıp şimdi malum totaliteryenizmin öznesi olan parti, onların yakıp yıktıkları, Gezi’den sonra en “bana dokunmayan yılan bin yaşasın”cının bile vicdanına değen ölü çocuk yüzleri, şehirlerin ortasında patlayan bombalar, IŞİD, mülteci kamplarında dikilen kamuflajlar[2], Antep’teki hücre evleri… O günden bugüne akan tarihte, bir aralık yakalayıp yerleşti Sivas Katliamı.


Geçmiş üzerine yürütülen mücadele, namı diğer bellek mücadelesi, öznelerle mümkün elbette. Ama bütün ağırlığına karşın tarihsel akışın dönüştürücü kuvvetini de kim inkâr edebilir? O iki epizodik imge, vaktiyle gerçeklemiş kötü bir olayın, devlet ağzıyla “münferit bir vaka”nın imgelerinden fazlası artık. Bir milat. Habis tarihselliğin bugün yeniden idrak edilen bir uğrağı. Kötümser olmak için hiçbir zaman sahip olmadığımız kadar çok nedenimiz var. Ama şimdi o tarihselliğin içinde bir hat daha önce hiç olmadığı kadar belirgin. Bedeni saran nöral ağdaki bütünlükten ötürü, kimi zaman bir yerimize aldığımız darbenin bedenimizin bambaşka bir yerini acıtması gibi. Hâsılı, insanlar anlıyor hanımlar, beyler… Popüler bellek ürkütücü düzeyde politize oldu. Travmatik moment bellekte yer buldu. Yakında değil, hatta uzundur iyiden iyiye naif bir dilekten fazlası değil belki ama, söylemekten geri durmamak lazım. Yüzleşeceğiz de.

04 Temmuz 2016

[1] https://www.dailymotion.com/video/x7caie0



[2] https://www.youtube.com/watch?v=tA0zJ9u3ZrU&sns=fb




www.birikimdergisi.com

7 Haziran 2019 Cuma

Çağımızın Bir (Başka) Kahramanı: Topal Osman

Falih Rıfkı Atay Çankaya kitabında “Savaş bitip de İngilizler ve müttefikleri, İttihatçı ve hele Ermeni öldürüşçülüğünün hesaplarını sormak yoluna gidince, ne kadar gocunan varsa silahlanıp bir çeteye katılmıştır” der. Hakikaten de, Milli Mücadele’nin önemli isimlerinden Yenibahçeli Şükrü Bey, Deli Halit Paşa, Küçük Kazım, Hilmi, Nail Beyler, veya daha sonra Cumhuriyet hükümetlerinde bakanlık yapan Şükrü Kaya, Abdülhalik Renda, Pirinççizade Arif Fevzi, Ali Cenani Bey, Tevfik Şükrü Aras gibi yüksek sınıftan beylerin de Ermeni Tehciri’nde rolleri vardır. Celal Bayar ise Ben de Yazdım adlı 8 ciltlik kitabında Milli Mücadelenin diğer önemli isimleri olan, İsmail Canbolat, Pertev ve Cafer Tayyar beyler, Yüzbaşı Arap Nuri, Yüzbaşı Hüsamettin, Ahmet Rıfat, Yüzbaşı Tahir, Kara Kemal gibi şahsiyetlerin 1914’de Ege’de yürütülen Rum tehcirindeki rollerini kendi açısından pek güzel anlatır. Bunların dışında, İpsiz Recep, Dayı Mesut, Kara Aslan, Kel Oğlan gibi birçoğu isimleriyle müsemma çetecilerin, Giritli Şevki, Giritli Caferaki, Çerkez Ethem ve Reşit kardeşler, Serezli Parti Pehlivan gibi kabadayıların da Ermeni ve Rumlara yönelik pek çok katliama karıştıkları bilinir. Milli Mücadele’nin Ege’deki mutemet adamı Demirci Mehmet Efe’nin yörede işlemedik suç bırakmadığı için dağa çıkan bir eşkıya olduğunu, Milli Mücadelede yer almak suretiyle bu suçlarından arındığını biliyoruz. Efe’nin Rum ahaliyi tehcir etmek konusunda ters düştüğü Türklere kızıp Denizli’yi ateşe vermesini ise olayları soruşturmak üzere Ankara’dan gönderilen Asliye Hukuk Hakimi Sındırgılı Süreyya Bey gayet güzel anlatır. Bu kişilerin her birinin hikayesi çok ilginçtir ama Topal Osman’ın temsili nitelikteki öyküsü hepsinden daha zihin açıcıdır.

ASKER KAÇAĞINDAN KAHRAMANA
Topal Osman’ın tarih sahnesine ilk çıkışı 1. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla Giresun’dan topladığı 100 kişilik çeteyle Trabzon hapishanesinin kapısını açtırıp 150 mahkumu çetesine ilave etmesiyledir. Kendi ifadesine göre 1. Balkan Harbinde yaralanarak topal kalmıştır. Topal Osman’ın gönüllüleri (!) Teşkilat-ı Mahsusa’ya bağlı olarak Artvin yöresindeki Ermeni tehcirinde görev (!) yaparlar. Nisan 1916’da Borçka’da Ruslara karşı savaşan Türk ordusuna katılan Topal Osman, orduda olduğunu unutup kabadayılığa devam etmekle kalmayıp, sıcak çarpışmaları görünce kaçma emareleri gösterince, komutanı kendisini affetmez ve 50 değnekle cezalandır. Değnekler, kahramanımızın alelacele çürük raporu alıp memleketine geri dönmesine yeter de artar bile. (Arif Cemil, 1. Dünya Savaşında Teşkilat-ı Mahsusa)

Asker kaçağı Topal Osman bir süre sonra Giresun-Samsun havalisinde ortaya çıkar. Bölge uzun süredir bağımsız Pontus Devleti’ni kurmayı hedefleyen Rum çeteleri ile uğraşmaktadır. İttihatçıların gizli örgütü Teşkilat-ı Mahsusa’nın son başkanı Hüsamettin Ertürk’e göre Mustafa Kemal’in Samsun'a gelir gelmez Havza'da Osman Ağa ile görüşmüştür. (İki Devrin Perde Arkası) Halbuki bu sırada Topal Osman İstanbul Divan-ı Harbi tarafından Ermeni katliamlarına katılmaktan aranmaktadır. Anlaşılan bu alandaki maharetlerinden Rumlara karşı yararlanmak ihtiyacı doğmuştur ki, 8 Temmuz 1919'da Osman Ağa hakkındaki tutuklama kararı Padişah Vahdettin tarafından kaldırılır. Topal Osman, Muhafazai Hukuk-u Milliye Cemiyeti Giresun Şube başkanı olur ardından Erzurum Kongresi’nde Mustafa Kemal’e muhalefet edenleri sindirme görevini başarı ile yapar. H.İ. Dinamo’ya göre Mustafa Kemal “Pontus belasından kurtulmayı Topal Osman’ın tecrübeli ellerine” bırakmıştır. Topal Osman da “Siz hiç merak etmeyin Paşam. Bu Pontus Rumlarına öyle bir tütsü vereceğim ki, hepsi mağaralarda eşek arısı gibi boğulacak” der. (Kutsal İsyan, 2. Cilt)

Falih Rıfkı’ya göre Topal Osman basılan her Türk evine karşı 3 Rum evini basmak, mezarını kendine kazdırıp diri diri adam gömmek, vapur kazanlarında kömür yerine canlı adam yakmak gibi zulüm ve işkenceleri ile bölgeyi Rumlardan tamamen temizler. Görevinde ne kadar başarılı olduğunu Genelkurmay raporlarından anlarız. O tarihte çetecilik olayına karışan Rum sayısı 11.118 iken Rum çeteciler tarafından öldürülen Türk köylü sayısı 1817’dir. 1914 Osmanlı Salnamesi’ne göre Trabzon, Sivas ve Kastamonu vilayetlerinde yaşayan 450 bin Rum’dan 86 bini 1. Dünya Savaşı sırasında Rusya’ya göç etmiş, 322 bini 1923 nüfus mübadelesiyle Yunanistan’a gitmişti. Aradaki fark olan 65-70 bin Rum’un 1916-1923 arasında şu veya bu şekilde hayatını kaybettiği tahmin edilir. (Aktaran Stefanos Yerasimos, Pontus Meselesi, Toplum ve Bilim, 1988-89 Güz sayısı.)

TEHCİR ZENGİNİ
Ocak Ağustos 1920’de 3. Fırka komutanı Rüştü Bey BMM’ye Osman Ağa’nın eşkiyalığından, taşkınlığından şikayet eder. Mustafa Kemal’den Topal Osman’a çekilen tel şöyledir:

“Hizmet vatanseverliğini takdir, fakat işlerinizde daima hükümeti güçlendirecek biçimde hareket etmeniz.” 1921’de Lazistan mebusu Osman Bey Mustafa Kemal’e bir telgraf gönderir “Bu cahil adamın şimdiye kadar Giresun’da yapmadığı rezalet kalmadı. Rumlardan ve ahaliden aldığı yüz binlerce liranın hesabını kimse soramıyor. Şimdi eşkıyalığını Trabzon liman içinde yapmaya başlıyor ki… bu halin devamı pek çok çirkin olaya sebebiyet verecektir.”

Giresun Sancağı Reji Müdürü Rükneddin Bey daha da cesurdur. Uzun mektubunda şöyle der:

“Osman Ağa tümden cahil biri olup, geçmişte bir hiç olduğundan bahsetmeye gerek yoktur. 1. Balkan Harbinde bir ayağının sakat kalması sonucu gördüğü iltifat ve yardımlardan başlayarak kahvecilik, balıkçılık yaparken, göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir zamanda milyonerliğe çıkan bu zatın kurduğu zenginliğin…. zorla ele geçirme olduğunu gözler önüne arz ederim. Memleketi terk ederek başka bir ülkeye kaçan Rumların mülk ve bahçelerini kendine, akraba ve soyuna sopuna ve dalkavukları arasında böldüğü gibi, bunların İslam halktan alacaklarına karşılık kasalarında sakladıkları senetleri (...) çaresiz köylülere geri vereceği yerde (...) senetleri zorla ödetmek veya karşılığında bir bölüm Müslümanların bağ ve bahçelerini zaptetmiş ve tapularını elde etmiştir (...) Batı cephesinde görünüşte vatan hizmeti ile uğraşırken bile memleketi hâlâ pençesinde tutmak için her araca başvurmakta ve acımasız işler yaptırmaktadır.”

Aynı tarihlerde hazırlanan resmi bir rapora göre Topal Osman, Samsun havalisinde 900 kişiyi bir mağaraya koyup öldürmüştür. Bu raporlara Mustafa Kemal’in cevabı

“Osman Ağa hakkında şikayet edilen hallerden bittabi pek müteessir oldum (...) Bu biçim hareketlerin onaylayıcısı ve destekleyicisi olmadığımı bu vesile ile hatırlatmak isterim (...) Ancak şikayetnamenizin son fıkralarında ‘kendi kendimizi müdafaa ederiz’ tarzındaki lüzumsuz ve yersiz görmekteyim efendim”

şeklindedir. Aslında işlediği suçlar hakkında adeta bir referans mektubu işlevi görmüş gibidir çünkü, bir ay sonra Topal Osman BMM tarafından Mustafa Kemal’in Muhafız Alayı Komutanı olarak Ankara’ya davet edilir ancak Osman Ağa yolda da boş durmaz ve Çorum-Alaca civarında evlere tecavüz eder, bazı hayvan ve malları gasp eder. Olayları rapor eden içişleri ve savunma bakanlığı telgrafları üzerine Mustafa Kemal’in Topal Osman’a yazdığı kısa telde “Yol boyunca müfrezeniz erlerinden bazıları uygunsuz hallere baş vurduklarından bahisle şikayet edilmektedir. Buna kesinlikle ihtimal vermiyorum…” sözcükleri anlayana çok şey söyler. (Cemal Şener, Topal Osman Olayı’nın ekindeki Cumhurbaşkanlığı arşiv belgeleri) 28 Ocağı (1921) 29 Ocağa bağlayan gecede, Kazım Karabekir’in son derece mahir manevrası sonucu, Rusya’dan ülkeye dönüş yapmaya kalkan, TKP üyesi Mustafa Suphi ve 14 yoldaşının hançerlenerek Karadeniz’in karanlık sulara atılmasının sorumlusu balıkçı kahyası Yahya ve adamları da Topal Osman’ın yoldaşlarıdır. Kayıkçı Yahya daha sonra Mustafa Kemal’in emri ile öldürülmüştür. Bu olay da aydınlatılmayı beklemektedir.

Mustafa Kemal’in artık en yakın adamı olan Topal Osman’ın oluşturduğu 47. Alay, Mart 1921’de patlak veren Koçgiri Kürt isyanını bastırırken öyle zalimane yöntemlere başvurur ki, Meclis’te büyük tartışmalar yaşanır. Topal Osman sadece isyancı Kürtleri değil, Suşehri, Koyulhisar, Reşadiye, Niksar ve Erbaa’daki Ermeni ve Rumları da öte dünyaya havale etmiştir. (Ahmet Emin Yalman’ın Topal Osman’la Mülakatı, Vakit, 19.2.1922) Birliği ile oradan Sakarya Meydan savaşına katılmak üzere yola çıktığında son bir hamle yapar ve Merzifon’un Rum ve Ermeni ahalisini katleder. Kahramanımız, ideolojik önderi, Tirebolulu Binbaşı Hüseyin Avni Bey komutasında Sakarya’da savaştıktan sonra sağ salim geri döner. (Bugün çok yaygın olan ve Topal Osman’ın cepheye 6000 kişilik Giresun gönüllü ile gittiği, bunların 5500’ünün şehit olduğu efsanesine gelince: Falih Rıfkı ve Alptekin Müderrisoğlu gibi ciddi kaynaklara göre Sakarya Meydan Savaşı’nın tüm şehit sayısı 3282’dir. Yani Topal Osman hayranlarının verdikleri rakamlar tamamen uydurmadır.)

ALİ ŞÜKRÜ OLAYI
Topal Osman’ı daha da popüler yapacak olay ise ufuktadır. Bilindiği gibi Birinci Mecliste Mustafa Kemal ve arkadaşlarının oluşturduğu 1. Grup ile Mustafa Kemal’e çeşitli nedenlerle muhalefet edenlerden oluşan 2. Grup sürekli çatışma içindedir. 2. Grubun liderlerinden biri de Trabzon milletvekili Ali Şükrü Bey’dir. Dini konulardaki hassasiyetleri ile dikkati çeken Ali Şükrü Bey, Mustafa Kemal’in Hakimiyeti Milliye gazetesine karşılık Tan gazetesini çıkarmakla yetinmez bir de Hilafet yanlısı broşür bastırır. Lozan görüşmeleri sırasında İsmet İnönü’nün hariciyeci olmamasını eleştiren Ali Şükrü, bu dönemde meclis çalışmalarını engelleyerek Mustafa Kemal’in tepesini iyice attırmıştır. Hatta Mustafa Kemal’le birbirlerinin üzerine yürümüşlerdir. Bu günlerde Ali Şükrü Bey birden ortadan kaybolur. Kayboluşunun üçüncü günü kardeşi bakanlar kuruluna başvurur, bir çobanın ihbarıyla boğulduğu anlaşılan ölüsü Ankara civarındaki Mühye köyü civarında bulunur. Kurulan bir komisyon bazı somut delillerden (örneğin Ali Şükrü Bey’in sıkılmış yumruğunun arasında bulunan hasır parçasının Topal Osman’ın evindeki sandalyeden kopmuş olduğu tespit edilmiştir) hareket ederek Topal Osman’ın suçlu olduğuna karar verir. Anlaşıldığı kadarıyla, Topal Osman, Ali Şükrü Bey’in Mustafa Kemal’i sürekli üzmesine tahammül edememiş, (yani durumdan vazife çıkarmış) ve Ali Şükrü Bey’i, Mustafa Kemal tarafından kendisine bağışlanan Papazın Bağı denen yerdeki evine davet ederek öldürmüştür.

Olayın ortaya çıkması üzerine Topal Osman’ın nasıl teslim alınması gerektiğine dair harekat planını bizzat Mustafa Kemal hazırlar ardından eşi Latife Hanımla birlikte Çankaya Köşkü’nden ayrılıp, İstasyon civarındaki eve çekilir. Alınan tedbir yerindedir, çünkü Topal Osman Ağa teslim olmayı kabul etmediği gibi Çankaya Köşkü’ne gidip öfke ile her yeri kırıp döker. (Rauf Orbay, Yakın Tarihimiz, C.4) Fakat 1 Nisan’ı (1923) 2 Nisan'a bağlayan gece sabaha kadar süren çatışmada yaralı olarak ele geçirilecek, hastaneye götürülürken yolda ölecektir. Nedense başı kesilerek alelacele gömülmüştür. Ancak Meclis daha önce Ali Şükrü Bey’in katillerinin yakalanarak Ulus Meydanı’nda idam edilmesi kararını oybirliği ile aldığı için, başsız ceset mezardan çıkarılır, Ulus Meydanı’nda ayağından darağacına asılır. Olayın arkasında kim vardır sorusu o günlerde herkesi meşgul etmiştir. Mustafa Kemal’in neden İstasyon’daki eve geçtiği, Topal Osman’ın neden Çankaya Köşkü’nü talan ettiği, yaralı halde yakalandığı halde neden kafasının hemen kesilip gömüldüğü gibi konular şüphe çekmiştir. İlginçtir, hemen her konuda bir şeyler söyleyen Mustafa Kemal, bu konuda suskunluğunu korumuştur. Ali Fuat Cebesoy Mustafa Kemal’in Topal Osman’ın ‘tepelenmesi’ sırasında sessiz kalışını biraz imalı biçimde anlatır. (Siyasi Hatıralar) O dönemde TBMM zabıt katibi olan Mahir İz Yılların İzi adlı anı kitabında hem Ali Şükrü Bey’in yıpratıcı muhalefetinden hem de artık hizmetine lüzum kalmayan Topal Osman çetesinden kurtulmak için bir taşla iki kuş vurulduğunu söyler. Türkiye Cumhuriyeti adlı kitabında Mahmut Goloğlu’da benzer bir kanıda olup, Mustafa Kemal’e ömrü boyunca sadık kalmış olan Falih Rıfkı Çankaya kitabında, “Topal Osman da en sonunda nizamlı ordunun kıta Kumanlarından İsmail Hakkı Tekçe tarafından ve Mustafa Kemal’in emriyle Çankaya sırtlarında vurulmuştur” der. Rıza Nur gibi yeminli Mustafa Kemal düşmanının bu konudaki daha ağır ithamlarını tekrarlamaya gerek yok.

EFSANENİN DİRİLİŞİ

Peki bu olayla Topal Osman efsanesinin sonu gelmiş midir? Burası biraz karışıktır. 1925’de bizzat Mustafa Kemal’in emri ile naaşı Giresun Kalesi’nde ilk gömüldüğü yerden alınıp, yine kale içindeki anıt mezara nakledilir. 1981’de Giresun mülki yöneticileri kendisini kahraman ilan etmek için Türk Tarih Kurumu’ndan görüş alırlar ama gelen cevap olumsuzdur. 1983’de Kenan Evren şehri ziyareti sırasında Topal Osman’dan övgüyle söz eder. 1987’de yerel yöneticiler 2 Nisan’larda Topal Osman’ı anmaya başlarlar. Yıllar sonra Susurluk Skandalı’nın baş kahramanlarından emekli tuğgeneral Veli Küçük, güya Giresun'da jandarma bölge komutanlığı yaptığı sırada, Topal Osman Ağa'nın hayatından pek etkilendiğini için adına bir heykel yaptırmaya karar verir. İstanbul'da yaptırdığı heykel, 2001 yılında dikilmesi için Giresun'a gönderilir ama dönemin belediye başkanı, bugünkü CHP Milletvekili Mehmet Işık'ın talimatıyla, depoya kaldırılır. 2002’de heykel konusunda mülki idare, İçişleri ve Genelkurmay arasında bir dizi yazışma yapıldığı haberleri basına sızar. Aynı yıl, Giresun kalesindeki anıtın eski Türkçe yazılı kitabesi üzerindeki metinde Topal Osman’ın “Pontusçuların imhasındaki hizmetlerini” öven cümleleri “milli güvenlik siyaseti” açısından sakıncalı bulunur ve yerine “milli güvenlik siyasetine uygun” Latin harfli yeni plaket konulur. Giresun’un milliyetçileri bu gel-gitlere bir türlü anlam veremezler ve celallenirler. O sırada bir başka kahraman Mehmet Ali Ağca aramıza karışır. Abdullah Çatlı’nın hayalati gözlerimizin önünden geçer. Bize de ülkemizde kahraman kime nedir sorusu üzerine düşünmek, kahraman yaratma geleneğimizin köklülüğüne şapka çıkarmak kalır.


    Ayşe Hür








Kısaltılmış hali 23 Ocak 2006 tarihli Radikal İki’de yayımlanmıştır.

BİRİKİM 31 Ocak 2006

24 Nisan 2019 Çarşamba

24 Nisan Nedir?

Hüseyin Şengül
İstanbul - BİA Haber Merkezi

24 Nisan 2012

Ermeni, Yahudi, Süryani, Rum, Türk, Müslüman , karaderili, Kızılderili, Kürt; her kim zulme uğramışsa kimlik ayrıt etmeksizim mazlumun yanında, zalimin karşısında olmayı bir düşünün. Bir 24 Nisan daha geldi! İnsan olan beri gelsin!




24 Nisan 1915, İttihatçı hükümetin Osmanlı'daki Ermeni tebaasını tehcir yoluyla yok etme planlarının uygulamaya konulduğu tarihtir. Ve bu tarih, 1890'lardan bu yana Ermeni tebaasına zaman zaman uygulanan bölgesel kırımlardan kapsam olarak farklıdır.

24 Nisan'da İstanbul'daki Ermeni cemaatinin ileri gelenlerinin Çankırı ve Ayaş taraflarına sürgünüdür. Bu bir başlangıçtır! Asıl oyun, Haziran 1915'te sahnelenir.

..devamı >>

20 Nisan 2019 Cumartesi

12 Eylül Davası’nın örtbas edildiği duruşmadan tarihe notlar



Baskın Oran

Karar okundu: Kamu davasının ölüm nedeniyle ortadan kaldırılmasına; Sanıkların TSK’yle ilişkilerinin kesilmesine yer olmadığına. Müebbet hapis isteminden bu noktaya. Nasıl oluyor?
Arşivlere kalması için biraz ayrıntılı yazacağım. Ama önce davanın geçmişini özetleyelim:
Darbeyi yapan “Beşibiyerde” generaller, 82 Anayasası Geçici Md. 15’le yargılanmaya karşı kendilerini korumaya almışlardı. Bu madde, “Yetmez Ama Evet” sloganının öne çıktığı 2010 Referandumu’yla kaldırılınca çok sayıda suç duyurusu geldi ve Ocak 2012’de tarihimizde ilk kez darbecilere dava açıldı. Çok sayıda kuruluş ve benim de aralarında bulunduğum 12 Eylül mağduru davaya müdahil olarak katıldı.
Beş generalden o sırada hayatta bulunan ikisi (Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya) “Anayasayı ve TBMM’yi cebren ortadan kaldırmak” suçundan yargı önüne çıkarıldı. TV’den hatırlarsanız, sorgulara yatağa yatıp cevap verdiler. Ankara 10. Ağır Ceza bu ikisini Haziran 2014’te müebbet hapse çarptırdı ve rütbelerinin sökülmesine karar verdi.
Dosyanın temyizde olduğu yıllarda iki darbeci ölünce, Yargıtay 16. Ceza Dairesi davayı düşürdü. Yerel mahkeme bu karara uydu. Dosyanın tekrar gittiği Yargıtay kararı bu sefer usulden bozdu. Dava yine Ankara 10. Ağır Ceza’ya döndü ve 12.04.2019’a gün verildi.
***
O gün duruşma, müdahillerin esas hakkında beyanlarıyla başladı. Bunların yaklaşık tamamı, 12 Eylül işkencecilerinin tezgâhından geçmiş mazlumlardan veya öldürülenlerin yakın akrabalarından oluşuyordu.
Örneğin, “Berfo Ana” diye tanıdığımız ve oğlu Cemil Kırbayır’ın mezarını göremeden ölen Cumartesi Annesi’nin kızı Fatma Gülmez şöyle dedi: “Abimi sapasağlam götürdüler. Sonra kaçtı kayboldu dediler. Ne ölüsünü verdiler ne dirisini. Abimin mezarını istiyorum”. Cemil’in abisi Mikail Kırbayır olayı daha ayrıntılı anlattı:
“Kardeşimi götürdüler. İşyerimden rapor alıp gittim, komutanlar Cemil’in Emniyet’çe sorguya götürüldüğünü söylediler. Emniyet’e gittim, böyle birini almadık dediler. Gözetime gittim, bir rütbeli Cemil’in Kars Siyasi Şube tarafından alındığına dair kayıtları gösterdi; Cemil’in isminin karşısında kırmızı kalemle ‘getirilmedi’ yazılıydı. Emniyet’e tekrar gittim, firar etti dediler. Sonunda Cemil’in görevliler tarafından katledildiğine karar verilip 2011’de Kars Cumhuriyet Savcılığı’na bildirildi ama şu âna kadar bir iddianame hazırlanmadı”.
Gözaltında işkenceden ölen Osman Mehmet Önsoy’un kardeşi A. İ. Önsoy kendisinin de işkenceden sağ ayağının sakat kaldığını ve bütün ailesine yapılanları anlattı.
Ocak 83’te idam edilen Ramazan Yukarıgöz’ün kardeşi Yılmaz Yukarıgöz, bu kararı veren yargıç Eyüp Menteş’in başka bir davada rüşvet alırken yakalandığını ve mahkûm olduğunu hatırlattıktan sonra, bu idamların dosyaya cinayet olarak girmesini talep etti.
Hüseyin Esertürk üniversite öğrencisiyken yıllarca işkence gördüğünü söyledi ve “Mahkeme ne karar verirse versin sağlığım elverirse peşlerini bırakmayacağım, elvermezse çocuklarım, dostlarım ve yoldaşlarım devam edecektir” dedi.
Cumhur Yavuz, Aralık 80’den Ağustos 91’e kadar içerde sürekli işkence gördüğünü ve açtığı davaların zaman aşımından kapatıldığını söyleyerek, “Günlerce hücremde asılmayı bekletildim; bana bu psikolojiyi yaşatanlardan hesap sorulmasını istiyorum. Darbe kültürü devam etmektedir, bunun en iyi örneği de son seçimde mazbataların verilmemesidir” dedi.
Gözaltında kaybolanlardan Mustafa Asım Hayrullahoğlu’nun eşi Aynur, “Bana eşimin gözü önünde işkence yapılmasın diye yurt dışına çıktım. Ailesi beş ay aradı, sonunda sekiz saat sürekli işkence yapıldığını ve Kasımpaşa’da kimsesizler mezarlığına gömüldüğünü öğrendik. İşkenceci polisler mahkûm oldu, Yargıtay bozdu, ceza veren hâkimler görevden alındı, işkenceciler terfi etti. Bu dava iki generale dayandırılmış, onların ekibi yargılanmamıştır” dedi.
Rahmi Yıldırım üçlü kararnameyle TSK’den atıldığını, tutukluyken işkenceye tabi tutulduğunu, üç yıl yattıktan sonra beraat ettiğini söyledi. Protesto için sıkıyönetim duruşmasına don-gömlekle çıktıklarının fotosu kapağında yer alan “Kışlada Sol Kırım” isimli kitabını heyete verdi.
***
Bana da soruldu. Şöyle dedim: “Sadece beş general yargılanamaz. Onları klonlayan kamu personeli de yaptı bu yapılanları. Örneğin ben YÖK yasasının yürürlüğe girdiği 06.11.1982’de yrd. doç. olduğum halde görevden sarı zarfla atıldım. Bugünkü durumun aksine o zaman dava açılabiliyordu; açtım. Temmuz 83’te iki telgraf birden aldım. Birincisi, davayı kazandığım için göreve çağırıyordu; imza: Dekan Prof. Necdet Serin. On dakika sonra çekildiği görülen telgraf ise 1402 s. Sıkıyönetim Kanunu tarafından görevden alındığımı bildiriyordu; imza yine Dekan Prof. Necdet Serin; bu kişi ardından mükafaten rektör yapılmıştır. İşte bunlar beş darbeci generalin klonlanmış sivilleri. Bunlar da yargılanmalıdır.
“Bugün OHAL kalkınca dava açılamıyor ama, o zaman sıkıyönetim kalkınca dava açılabiliyordu. Açtım ve sekiz yıl sonra göreve döndüm. Doçent ve profesör oldum o yaştan sonra; hatta profluk jürimdeki proflardan biri de eski bir öğrencim idi”.
***
Av. Ömer Kavili söz alarak özetle şunları söyledi: “Duruşmada usul kuralları ihlal edilmektedir. Dosyaya gelen belgeler okunması gerektiği halde okunmamıştır. 12 Eylül Bayrak Harekât Planı’nın ekinde bulunan ve sanıkların eğitip besledikleri kişileri içeren “Sivil İşler Koordinasyon Grubu Listesi” başlıklı belge dosyaya girmemiştir”.
Kavili taleplerini sıraladı: “Sanıkların 1982 ve 83 yıllarında kol saati ve maaşla taltif ettiklerinin listesi getirtilmelidir çünkü bunlar bunları halka karşı suç işledikleri için almışlardır. İşkencelerin raporlanabilenlerinin kayıtları getirtilmelidir. Aramızda bulunan Cumhurbaşkanlığı vekilinin yetki belgesini talep etmiştik, oysa kendisinin sunduğu A4 kağıt sadece 703 s. KHK Md. 218’i içeren bir yazıcı çıktısından ibarettir, mahkemenize hitaben yazılmamıştır, tarihsiz ve imzasızdır, Cumhurbaşkanlığı makamından çıktığı da belli değildir. Bu kağıt bile okunmadan dosyaya konmuştur; yollayana iade edilmelidir”.
Av. Arif Ali Cangı söz aldı: “Ölüm sonucu hapis cezasının düştüğü kuralını bilmekteyiz. Fakat bu dosya, davanın düşürülmesi şeklinde kısa bir metinle bitirilecek dava değildir. Sizleri de bizleri de tarih önünde mahkûm eder.”
TÖB-DER adına Av. İsmail Çevik söz aldı: “K. Evren’in rütbelerinin sökülmesini ve naaşının devlet mezarlığından çıkarılmasını, sanıkların yasal mirasçılarına intikal eden mal varlıklarının müsaderesini [el koyma], MASAK’tan [Mali Suçları Araştırma Kurulu] ilgili kayıtların getirtilmesini, ihbar yaptığımız Hazine’den gelecek cevabın beklenmesini talep ediyorum”. Muğla Barosu vekili Av. Kaan Çabuk da kendisine katıldı.
***
Şimdi mahkeme heyetine geçelim.
Müdahillerin ve avukatların tümü, esas hakkında mütalaa verebilmek için süre istediler. Heyet, “davanın geldiği aşama gözetilerek” deyip reddetti.
Avukatım Oya Aydın Göktaş tahkikatın genişletilmesini talep etti. Heyet, “tahkikatın yeterli olması nedeniyle” deyip reddetti.
“Maliye Hazinesi'ne mahkememizce bir ihbar yapılmamıştır” gerekçesiyle, Hazine’nin cevabının beklenmesi reddedildi.
Sivil İşler Koordinasyon Grubu ve taltif edilenler listeleri ile işkenceye ilişkin kayıt ve raporların getirtilmesi talepleri, “Mahkememizce talep edilmemiş olduğu için” denilerek reddedildi.
Duruşmaya son verildi. Karar okundu:
1) K. Evren ve T. Şahinkaya’ya açılan kamu davasının ölüm nedeniyle ortadan kaldırılmasına;
2) Sanıkların mirasçılarına bıraktıkları malların müsaderesine yer olmadığına;
3) Sanıkların TSK’yle ilişkilerinin kesilmesine yer olmadığına.
***
Bu notları, duruşmadan şu satırlarla bitireyim:
Katılan Başbakanlık (mülga) Cumhurbaşkanlığı vekili Av. Mehmed Faruk Öztürk'ten esas hakkındaki beyanı soruldu. ‘Bugün burada güzel bir tablo ile karşı karşıya olduğumuzu görüyorum. Burada bir yargılama yapılıyorsa, katılanlar ve katılan vekilleri özgürce beyanda bulunabiliyorlarsa, bunu bu devlete ve demokrasiye borçluyuz’, dedi”.
***
Müebbet hapis isteminden bu noktaya. Nasıl oluyor?
Bilmem. Belki iktidar taktik değiştirmiştir ve hiçbir ilgisi yok ama, her zaman yazdığım bir formüle gelip varmıştır, “Mahşerin Dört Atlısı” dediğim:
Dinci AKP + Irkçı MHP + Ergenekoncu askerler + Aydınlıkçı Ulusalcılar.

19 Nisan 2019 Cuma

Bahaettin Şakir’in Ermenilerin imhasına dair mektupları

Taner Akçam:
Aram Andonian 1921 yılında Naim Efendi adlı, Halep Sevkiyat Ofisi’nde çalışan bir Osmanlı bürokratının anılarını yayımlamıştı. Aslında bu klasik bir anı kitabı değildi; Naim Efendi’nin el yazısı ile kopya ettiği, Ermenilerin imha edilmeleri emirlerini de içeren 52 civarında Osmanlı belgesi idi.

Naim Efendi, Andonian’a ayrıca 26 civarıda orijinal belge de vermişti. Andonian bunların 14 adedinin resimlerini kitabında yayımlamıştı. Bu belgelerden iki tanesi Bahaettin Şakir’e ait mektuplardı ve Adana Murahhası Cemal Bey’e yazılmıştı.

Birinci mektup 3 Mart 1915 tarihlidir. Şakir mektubunda, “Cemiyet, vatanı bu lanetlenmiş kavmin [Ermenilerin] ihtirasından kurtarmaya ve bu konuda Osmanlı tarihine sürülecek lekenin sorumluluğunu milli onura sahip omuzlarına almaya karar vermiştir. Birbiri ardı sıra gelen intikam duygusu ile ağzına kadar dolu, uğursuz ve acı geçmişi unutamayan cemiyet, gelecekten ümitli olarak Türkiye’de yaşayan bütün Ermenileri, bir tanesi kalmayıncaya kadar mahvetmeye karar, bu hususta da hükümete geniş yetki vermiştir.Hükümet Katledip yok etmenin nasıl gerçekleşeceği konusunda, vali ve ordu kumandanlarına gerekli izahatı verecektir. İttihat ve Terakki’nin bütün delegeleri bulundukları yerlerde bu konunun takibiyle ilgilenecek, hiçbir Ermeni’nin korunmasına ve yardım görmesine meydan vermeyeceklerdir, (koyu harfler bana aittir).”[1]


İkinci mektup 7 Nisan 1915 tarihlidir ve Bahaettin Şakir aynı ifadeyi tekrar edecektir: “18 Şubat 330 [3 Mart 1915] tarihli mektupta da yazıldığı üzere cemiyet, çalışmalarında bundan sonra izleyeceği yol ile yıllardan beri çarpıştığı çeşitli güçleri bugün artık temelinden söküp imhaya karar vermiş ve yazık ki bu konuda çok kanlı tedbirler almaya mecbur kalmıştır. Emin olunuz ki bu tedbirlerin korkunç olmasından biz de üzgünüz. Fakat cemiyet varlık göstermek için bundan başka çare göremiyor (koyu harfler bana aittir).”[2]

Andonian imzaların Şakir’e ait olduklarını bilmiyordu

Andonian’ın, İsviçre’de yaşayan Mary Terzian isimli bir Ermeni arkadaşına 1937’de yazdığı bir mektuptan anlıyoruz ki, Andonian, Şakir’in mektuplarını yayımladığında, bunların Bahaettin Şakir’e ait olduklarını bilmiyordu. Terzian Andonian’a, “Cemal Bey’e yazılmış iki mektupta imzası bulunan kişi olarak Bahaddin Şakir Bey’in adını” niye belirtmediğini sorar. Andonian, “Kitabımın yayınlanması esnasında bu mektupların Bahaddin Şakir Bey’e ait olduklarını bilmiyordum,” cevabını verir.[3] Bu nedenle kitabında “[mektuplar], basma kalıp bir rumuzla (muhtemelen komitenin İstanbul merkezinden birinin rümuzu ile) imzalanmıştı”, diyecektir. İmzanın Şakir’e ait olduğunu, kitabın yayımlanmasından aylar sonra, Berlin’e Talat Paşa cinayeti davasına gittiğinde öğrenir. Orada kendisine verilen gazete kupürleri arasında Sabah gazetesinden yapılmış bir çeviri vardır. Sabah, kitaptaki mektupların Bahaettin Şakir’e ait olduğunu söylemiş ve yeniden basmıştır. İstanbul’a Sabah gazetesine mektup yazan Andonian, onlardan mektup altındaki imzanın Şakir’e ait olduğu bilgisini elde edecektir.

Şakir’e ait iki mektup, Talat Paşa’ya ait bazı telgrafların asılları ile birlikte Tehlirian davası dosyasına dahil edilirler. Andonian, “Paris’e dönüşümden sonra onları alabilmek için iki girişimde bulundum, ama netice elde edemedim,” der; “hala orada olmaları gerekir,” diye de ekler. Ama ilerleyen yıllarda benim de aralarında bulunduğum bir çok araştırmacı Tehlirian dava dosyalarında bu belgeleri boşuna arayacaklardır. Görünmez bir el bu belgeleri oradan uzaklaştırmıştır.

Türk Tarih Kurumu 1983 yılında yayımladığı bir kitapta, ilk bakışta oldukça inandırıcı gözüken bazı argümanlarla hem Naim Efendi hatıratının hem de Şakir’e ait mektupların sahte olduklarını ileri sürdü.[4]Şakir’in mektuplarının sahte oldukları konusunda ileri sürülen tezlerin içinde en önemli olanı ise, Adana’ya yazılmış bir mektubun Halep’te Naim Efendi’nin çalıştığı iddia edilen bir ofiste ne aradığı idi.[5] Yapılan itirazların mantıki ve inandırıcı gözüküyor olmaları nedeniyle araştırmacılar ne Şakir’in mektuplarını ne de diğer belgeleri kullanmayı tercih ettiler. Şakir’in, 3 Mart 1915 tarihinde Ermenilerin imhası kararlaştırılmıştır, ifadesi yok sayıldı.

İmzalar Bahaettin Şakir’e aittir

Artık Şakir’in mektuplarına yeni bir gözle bakmak gerekmektedir. Ben son çalışmamla Andonian tarafından yayımlan Naim Efendi hatıratının ve de belgelerin orijinal olduğu göstermiş bulunuyorum.[6] Araştırmalarım sırasında bulduğum fakat bugüne kadar yayımlamadığım bir başka bulgu, mektuplardaki Bahaettin Şakir imzalarının orijinal olduklarıdır.

Bu imzaların Bahaettin Şakir’e ait olduğunu iki ayrı kaynaktan kanıtlamak mümkündür. Birincisi Şurayı Ümmet gazetesidir. Şakir’in gazetede yayımlanan köşe yazıları altında imzası vardır ve bu imzalar, mektuplardaki imzalar ile aynıdır.[7] İkinci önemli kaynak, İttihat ve Terakki Paris Defterleridir. 2017 yılında bu defterler Türkçeleştirdi ve orijinalleri kitaba ek CD olarak kondu.[8] Defterlerde, Bahaettin Şakir’e ait 100’ün üzerinde imza bulunmaktadır. Şakir’in defterlerdeki imzalar ile mektuptaki imzalar aynıdır.

İmzaların orijinal olduklarının kanıtlamanın ötesinde, mektupların orijinal olmadıkları konusunda ileri sürülen en önemli tezlerden birisinin, (Adana Murahhası Cemal’e ait bir mektubun Halep’te ne aradığı iddiasının) geçersizliğini de artık göstermemiz mümkün. Andonian kitabında, Murahhas Cemal Bey’in mektupları aldıktan sonra Adana’dan Halep’e gittiğini ve orada Ermeni kırımları planının uygulanması için büyük bir gayretle çalıştığını söylemektedir. Andonian’a göre Cemal Bey, İstanbul’dan sürgün ve imhaları organize etmek için gönderilen ve Halep İskân-ı Aşâir ve Muhâcirîn Müdürü olarak görev yapan Şükrü Bey’in en büyük destekçisidir.[9]

Elimizdeki bir Osmanlı Arşiv belgesi bize Andonian’ın verdiği bu bilginin doğru olduğunu gösteriyor. Cemal Bey, gerçekten de Halep’e İttihat ve Terakki Murahhası olarak atanmıştır. Cemal Bey hakkında Ermeni sürgün ve imhalarında oynadığı rol nedeniyle savaştan sonra soruşturma açılmıştır.[10]

Bahaettin Şakir’in mektubunda önemli bir bilgi daha vardır. Şakir, Hükümetin ordu komutanları ve valilere katledip yok etmenin nasıl gerçekleşeceği konusunda gerekli açıklamayı yapacağını söylemektedir. Başbakanlık arşivinde, Şakir’in mektubundan 11 gün sonra Erzurum, Van, Bitlis, Elazığ ve Diyarbakır vilayetlerine çekilen iki ayrı telgrafta bu bilginin gerçeğe tekabül ettiğini gösterir bazı ifadeler yer almaktadır. Telgrafta “Ermeni harekatına ve alınması gereken acil tedbirler hususunda Üçüncü Ordu Kumandanlığına müracaat edilmesi” gerektiği bildirilmektedir.[11]

Orijinal olduğu kuşku götürmez bu mektupların bize gösterdiği gerçek şudur: İttihat ve Terakki Merkez Komitesi Ermenilerin imhasına ilişkin kesin bir karar almıştır ve bu karar 3 Mart 1915 tarihinden önce alınmıştır.

Şakir Merkez Komite toplantısına katıldı mı?

Eğer 3 Mart 1915 öncesi alınmış bir imha kararının olduğu doğru bir bilgi ise, açığa çıkartılması gereken bir husus var. Bahaettin Şakir’in, sözünü ettiği Merkez Komitesi toplantısına katılması imkansızdır. Şakir, 1914 Ağustos’tan başından beri İstanbul’da değildir. Teşkilat-ı Mahsusa eylemlerini koordine etmek üzere Erzurum’a gitmiş ve ama orada da kalmayarak Kafkaslar’daki askeri hareketlerin başında, bölgeyi gezerek görev yapmaktadır.[12] III. Ordu Komutanı Hafız Hakkı Paşa’nın tifüsten ölmesi üzerine ise Erzurum Valisi Tahsin tarafından 14 Şubat tarihinde çok acele Erzurum’a çağırılır.[13] Yani, mektubun yazıldığı 3 Mart 1915 tarihinde Şakir Erzurum’da bulunuyordu.

O halde Şakir’in sözünü ettiği Merkez Komitesi toplantısının telgraf başında gerçekleşmiş olması gerekiyor. İstanbul Merkez Komitesi’nin Erzurum’da bulunan Şakir ile sık sık telgraf başı görüşmeler yaptığına ilişin elimizde yeteri kadar kanıt vardır. Örneğin Talat Paşa, 26 Kasım 1914’de Erzurum’a “mahrem” koduyla çektiği bir telgrafta, “merkez-i umumi ile … muhabere etmek üzere Bahaeddin Şakir Bey’in karargahından Erzurum’a” çağrılmasını istemektedir.[14] Şakir, bu istek üzerine 29 Kasım 1914’de Erzurum’a gelmiş ve “emre hazır” olduğunu bildirmiştir.[15] İmha kararının bu tür görüşmelerin birisinde alınmış olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Naim Efendi’nin hatıratı ve Talat Paşa telgraflarının orijinal olduklarını gösterdiğimde söylediğimi tekrar etmek isterim. Artık 1915’e ait yalan mızrağının çuvala girmesinin imkanı kalmamıştır. Sağcısı, solcusu, milliyetçisi ve liberali ile tüm siyasetin artık yalanların arkasına saklanmaya son vermesi, “evet kardeşim olmuş böyle kötü şeyler bu tarihte” demeye başlaması şart. Tarih hakkında söylenecek söz “evet, olmuş böyle şeyler”, ile başlamak zorunda.

Ve bu böyle başlandığında görülecektir ki, bugün ülkenin sorunlarının en büyük nedeni yalan duvarının arkasına saklanmaktan kaynaklanmaktadır. Ülkenin yarınının aydınlığı geçmişin karanlığının aydınlanmasından geçiyor.

Bahaettin Şakir Ermenilerin imhasında merkezi bir rol oynamıştır

Bahaettin Şakir, Ermeni Soykırımının hem kararının alınmasının hem de uygulanmasının en büyük mimarlarından birisi. Onun, 4 Temmuz 1915 tarihinde, İttihat ve Terakki Elâzığ (Harput) Müfettişi Nazım Bey’e çektiği bir telgrafı vardır. Telgrafın amacı Ermenilerin sürgün ve imhalarını koordine etmektir. Telgrafta Şakir şunları söyler: “Oradan sevk olunan Ermeniler tasfiye olunuyor mu? Nefy ü tagrîb [sürgün edilerek uzaklaştırılmış] olduğunu bildirdiğiniz eşhas-ı muzırra [zararlı unsurlar] imha ediliyor mu yoksa yalnızca sevk ve i’zâm mı [gönderilme] olunuyor muvazzahan [açık olarak] bildiriniz kardeşim.”
Bu telgraf, İstanbul duruşmaları sırasında okundu ve Bahaettin Şakir’in gıyabında idam cezasına çarptırılmasına etkin oldu.

Bahaettin Şakir, Teşkilat-ı Mahsusa Reisi sıfatıyla, bu örgütün eylemlerini organize etmek için Ağustos 1914’te Erzurum’a gitti. Kısa sürede bölgede yaptığı gözlemlere dayanarak Ermenilerin imha edilmesi kanaatine sahip oldu ve değişik tarihlerde İstanbul’a, “kağıt üzerine yazılma imkanı olmayan mütâla’a ve taleplerimi daha faydalı bir biçimde ifade edebilmem… için kesin olarak İstanbul’a gelme ihtiyacı duyuyorum”, biçiminde telgraflar çekti.
Bu yönde çektiği çeşitli telgraflara rağmen, 1914 Aralık ortasından 1915 Şubat ortasına kadar Kafkasya’da, Artvin-Ardahan bölgesinde kaldı ve Teşkilat-ı Mahsusa birlikleri başında çatışmaları doğrudan yönetti. En son Şubat 1915 ortasında Erzurum’a gelen Şakir, burada telgraf başında yaptığı görüşmelerle, yayınladığımız mektuplardan da anlaşıldığı gibi, İstanbul Merkez Komitesini Ermenilerin imhası kararını almaya ikna etmiş gözüküyor.

1915 Martı’nın ikinci yarısında İstanbul’a gelen Şakir, İttihat ve Terakki Merkez Komitesi ile, imha kararının nasıl hayata geçirileceğini tartışmış ve yapılan bir dizi toplantı ile, soykırımın detaylarına ilişkin ek bazı kararlar alınmıştır. En yakın çalışma arkadaşlarından, Arif Cemil’in ifadesiyle, Bahaettin Şakir Nisan başında Erzurum’a geldiğinde, yeni durum tamamıyla belirlenmiş “tehcir kararı” alınmış idi.

Şakir’in önemi ve etkisi sadece Ermenilerin imhasına yönelik İstanbul merkezli bir kararın alınması ile sınırlı değildir. Elimizdeki belgelerden, Aralık 1914 başında, Bahaettin Şakir önderliğinde Teşkilat-ı Mahsusa Merkez Komitesinin Van ve Bitlis yöresindeki belli bir grup Ermeninin imhası kararının aldığını anlıyoruz. Erzurum’da alınan ve İstanbul’a bildirilen kararda aynen şunlar söylenir: “gerek merkezde ve gerek çevre yörelerde ihtilale önderlik edebilecek veyahut İslamlara tasallut edeceklerinden şüphelenilen Ermenilerin şimdiden tutuklanarak İslamlara saldırıları görüldüğü takdirde imha edilmek üzere hemen Bitlis’e sevkleri, [koyular bana aittir]…” Bu belgeye dayanarak, Bitlis ve Van civarındaki şüpheli Ermenilerin imha edilmelerine ilişkin bir kararın Aralık 1914 başında Bahaettin Şakir önderliğinde, Teşkilat-ı Mahsusa Erzurum Merkez Komitesi tarafından alınmış olduğunu söyleyebiliriz.
Özetle söyleyebileceğimiz, Bahaettin Şakir’in rolü anlaşılmadan Ermeni soykırımını anlamak mümkün değildir.

Taner Akçam
(Agos)

Bahattin Şakir, Türk doktor ve siyasetçi.
II. Meşrutiyet döneminde, mebus veya nazır unvanı taşımamış olmakla birlikte, İttihat ve Terakkî’nin Kâtib-i Mes’ullerinden biri olarak devrin önde gelen siyasetçileri arasında yer almıştır. Vikipedi

[1] Andonian, Medz Vocirı, [Büyük Cinayet], (Boston: Bahag Printing House, 1921)., s.116-117.

[2] a.g.e., s. 144-145

[3] Bakınız, Taner Akçam, Killing Orders: Talat Pasha’s Telegrams and Armenian Genocide (Cham, Switzerland: Palgrave Macmillan, 2018), s. 229-238.

[4] Şinasi Oral, Süreyya Yuca, Ermenilerce Talat Paşa’ya Atfedilen Telgrafların Gerçek Yüzü, (Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1983)

[5] a.g.e., s. 34-5; 40-41.

[6] Taner Akçam, Naim Efendi ve Talat Paşa’nın Telgrafları (İstanbul: İletişim yayınları, 2016); Taner Akçam, Killing Orders: Talat Pasha’s Telegrams and the Armenian Genocide.

[7] İmzalar için bakınız: Şurayı Ümmet 30 Ekim 1909, no: 192 ve 30 Aralık 1909, no: 201. Aslında Şurayı Ümmet’deki ve mektuplardaki imzaların aynı olduklarını 1996-7 yıllarında bulmuştum. Fakat Naim-Andonian belgeleri üzerindeki kuşkular nedeniyle bu bilgiyi hiçbir zaman kullanmadım.

[8] Kudret Emiroğlu, Çiğdem Önal Emiroğlu, Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti Paris Merkezi Yazışmaları Kopya Defterleri (1906-1908), (İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, 2017)

[9] Andonian’ın ilgili sözleri için bakınız, Medz Vocirı, s. 146 ve 22. (dikkat Cingöz buraya)

[10] BOA.DH.ŞFR., 98/168, Dahiliye Nezaretinden Konya Vilayetine, 15 Nisan 1919 tarihli şifre tel: “Vilâyet Sıhhiye Müdürü Yunus Vasfi ve Halep İttihat ve Terakki Murahhası Cemal Beyler hakkında orada kaldığı anlaşılan evrak-ı tahkikiye divan-ı harpten talep ediliyor.”

[11] BOA.DH.ŞFR., 51/15, Dahiliye Nazırı Talat’tan Erzurum, Van, Bitlis ve Diyarbakır vilayetlerine 14 Mart 1915 tarihli şifre tel. Aynı telgraf, aynı gün Mamüretülaziz Vilayetine de gönderilecektir, (BOA.DH.ŞFR., 51/17).

[12] Bahaettin Şakir, 22 Ağustos 1915’tarihinde çektiği bir telgrafla, Erzurum’a gelmiş olduğunu bildirir, (BOA.DH.ŞFR., 483/32).

[13] BOA.DH.ŞFR., DH.ŞFR. 461/060, Bahaettin Şakir’den, Dahiliye Nazır’ı Talat’a “bizzat açılacaktır, müstaceldir”, notuyla 13-14 Şubat 1915 tarihli şifre tel.

[14] BOA.DH.ŞFR., DH.ŞFR. 47/187, Dahiliye Nazırı Talat’tan Erzurum Vilayetine 26 Kasım 1914 tarihli şifre tel.

[15] BOA.DH.ŞFR., 451/12, Erzurum Valisi Tahsin’den, Dahiliye Nazırı Talat’a 28/29 Kasım 1914 tarihli şifre tel.

4 Nisan 2019 Perşembe

Adam daha da kaybedecek!

Erdoğan bu seçimde devletin tüm olanaklarını oy kazanmak için kullanması bir yana, sandığa da müdahale etmesine rağmen kaybetmiştir. Eşit ve adil bir süreç yaşansaydı, çok daha farklı kaybedecekti. Toplumun tamamı da bu gerçeği bilmektedir. Meşruluk tartışması büyüyecek ve derinleşecektir!
Yerel seçim sonuçları göstermiştir ki Erdoğan’ın stratejisi ve taktiği başarısız olmuştur. Erdoğan tarzı başkanlık sistemi modeli, bir tarafın tek parça (en az yüzde 50) diğer tarafın ise çok parça olduğu bir siyaset düzleminin oturtulmasına bağlıdır.[1] Karşı tarafın birlikte davrandığı “an”larda ise karşılaşmalar yüzde 1-3’lük aralıklarda gidip gelebilmektedir. Referandumda, cumhurbaşkanlığı ve yerel yönetim seçimlerinde (en azından) böyle gerçekleşti.

Erdoğan saflarındaki (masa başı) hesapta, aslında her şey çok kolay gözüküyordu. Yüzde 40-44 aralığındaki AKP, yüzde 7-12 aralığındaki MHP ile ittifak yapacak, böylece yüzde 50 civarını garanti altına alacaktı. Sonuçların daha da garantili olması için karşı tarafın (topyekûn) birlikte davranması da önlenecekti. Kaba işbölümü de buna göre yapılmıştı; Erdoğan asıl olarak AKP-MHP toplamını konsolide edecek (din-millet edebiyatı ve CeHaPe düşmanlığı), Soylu da CHP-İYİ bloğunu HDP’den ayıracaktı (HDP’yi kriminalize ederek). İkisi de beceremedi!

24 Haziran’da AKP-MHP’nin aldığı yüzde 53,66 oy oranı, 31 Mart’ta belediye başkanlıklarında yüzde 51,62’ye geriledi. Asıl önemli veri olan belediye meclislerinde aldıkları oy ise yüzde 48’lere gerilemiştir. HDP’nin her türlü provokasyona rağmen oylarını (neredeyse) batıda bir bütün olarak CHP-İYİ bloğuna aktarmasıyla 24 Haziran’da (toplandığında) yüzde 35,64 olan oy oranı, belediye başkanlıklarında yüzde 37,56’ya, meclis üyeliklerinde ise yüzde 50 civarına çıktı. Yani iki sonuç gerçekleşmiştir; sadece CHP-İYİ ve HDP’nin toplam oyu artmamış, aynı zamanda AKP-MHP oyu da azalmıştır.

Erdoğan’ın kendisini cumhurbaşkanı seçtirdiği 24 Haziran seçimlerinin üzerinden sadece 9 ay geçmiş olmasına rağmen açığa çıkan bu durum hem yeni rejimin meşruluğunu hem de Erdoğan’ın (AKP’nin) meşruluğunu (yani bekasını) sorgulamak/sorgulatmak için yeterli kanıtlar sunuyor.

-Her şeyin ilacı, bütün dertlerin devası denilen “tek adam”a dayalı dönem daha 9 ay geçmesine rağmen oy desteği açısından erimiştir. Üstelik bu erime son beş yılda düzenli bir şekilde gerçekleştiği göz önünde bulundurulursa yeni rejim bunu durduramamış, büyütmüştür.[2]

-Ülkenin, başta İstanbul ve Ankara olmak üzere en büyük şehirleri AKP-MHP’nin yönetemeyeceği yerlere dönüşmüştür. (Ankara, İstanbul, İzmir, Adana, Mersin, Antalya, Hatay, Van, Diyarbakır, Mardin…) Buralar nüfus yoğunluğunun en fazla olduğu, eğitim oranın en yüksek olduğu, ekonomik faaliyetin de (ve rantın) en yüksek olduğu, toplumsal ve kültürel etkileşimin en geçişken olduğu yerlerdir. Sandık bir göstergeyse(!) bu illerde yaşayanların çoğunluğu AKP-MHP’nin dayattığı rejimi “meşru” görmemektedir.[3]

-Bu seçim devletin tüm olanaklarının oy kazanmak için kullanılması bir yana, sandığa da müdahale edilmesine rağmen (YSK üyelerinin görev sürelerinin uzatılması, AA’nın örgütleyici olarak işlevlendirilmesi gibi) kaybedilmiştir. Eşit bir seçim süreci ve adil bir sayım süreci yaşansaydı, bu fark çok daha fazla olacaktı.[4] Toplumun tamamı da bu gerçeği bilmektedir. -Yazının devamı>>



Sendika.org

26 Mart 2019 Salı

Hiçbir korkuya benzemez ‘kaybetme korkusu’

Celal Başlangıç:

En doğrusunu Küba devriminin önderleri söylemiş; ‘Biz kaybedersek kalkar yeniden başlarız. Fakat diktatör kaybederse bu onun sonu olur!’

Psikolojik bir rahatsızlıktır “kaybetme korkusu”.

İnsanların sahip olduklarını kaybetmek istemedikleri zamanlarda yaşanan bir duygudur.

“Kaybetme korkusu” sevdikleri kişileri kaybetmekten, sahip olunan konumu kaybetmeye kadar yaşamın geniş bir alanına yayılabilir.

Bu duygunun aşırıya kaçması durumunda insana hayat zindan olur. İleri hallerinde anksiyete bozukluğu kaçınılmaz bir sonuçtur. Hayatın gerçeklerine uygun olmayan, denetlenemeyen bir endişe duygusu bütün yaşamınızı bir mengene gibi kavrayıp sıkar, insanı teslim alır.

En büyük “kaybetme korkusu”nu da diktatörler yaşar. Çünkü bilir kendinden öncekilerin başına ne geldiğini. Bu yüzden korkusunun çarpanı kaçınılmaz son yaklaştıkça büyür de büyür.

Ne güzel anlatmıştır Nazım Hikmet “Taranta-Babu’ya Sekizinci Mektup”ta diktatörlerin bu korkusunu.

“Mussolini çok konuşuyor Taranta-Babu!
Tek başına
yapayalnız
karanlıklara
bırakılmış bir çocuk gibi
bağıra bağıra”

Tesbitini yaptıktan sonra da teşhisini koymuş.

“Mussolini çok konuşuyor Taranta-Babu
çok korktuğu için
çok konuşuyor!.”

Tek başına, yapayalnız hissederler kendilerini. Geleceklerini karanlık görürler. Onun için hem çok hem de bağıra bağıra konuşurlar.

Bu yüzden hep kitleler önüne müthiş bir öfkeyle çıkarlar. Her sözcüklerinde bir düşmanlık, bir kin, bir nefret çıkar ağızlarından. Aslında düşmanlıkları, kinleri, nefretleri büyük bir endişeyle yaşadıkları “kaybetme korkusu”na dönüktür.

Diktatörlerin “kaybetme korkusu” arttıkça yalnızlıkları da çoğalır. En yakınındakileri bile kendi iktidarlarına tehdit olarak görüp tasfiye ederler. Sonra da “Bu trenden inen bir daha binemez” söylemleri çoğalır. Halbuki eski yol arkadaşları herhangi bir istasyonda inmemiş, hızla giden bir trenden yaka paça atılmışlardır.

“Kaybetme korkusu”ndan tüm çözümleme ve muhakeme güçlerini yitirirler. Korkudan felç olurlar adeta.

Kendi geleceklerinden korkularını halka “beka sorunu” olarak sunup bunu yutturabileceklerini sanırlar. Halk bunu yemedikçe de kızgınlıkları, çılgınlıkları arttıkça artar.

“Kaybetme korkusu” tüm diktatörlerin baskısının ardındaki itici güçtür. Korktukça daha çok tehdite, baskıya, şantaja yönelirler.

En çok korktukları siyasi rakiplerini cezaevine atarlar. Geri kalanları da sürekli hapse atma, hatta “ipe gönderme” tehdidi altında tutarlar.

“Kaybetme korkusu” yaşayan diktatörler “sevgide ortaklık”tan çok insanları “ortak nefret”te buluşturmanın kolaycılığına kaçarlar. Onun için kendilerinden olmayan herkesi “terörist” ilan ederler. Kendi ülkelerinin içinde insanları “vatan haini”, binlerce kilometre uzaklıktakileri de “din düşmanı” ilan edip kendilerine hayali hasımlar yaratırlar.

Diktatörler, herkesin kendilerine biat eden “tek tip” insan olmasını isterler.

“Çok”un farklılığından, renkliliğinden, çeşitliliğinden aşırı derecede ürkerler.

Kendi “tek adam”lıklarını gizlemek için de meydan meydan dolaşarak “tek bayrak, tek vatan, tek millet, tek devlet” diye Rabia çıkartırlar.

“Kaybetme korkusu” yaşayan diktatörler yalan söylerler. Bir gün söylediklerinin ertesi gün tam tersini söyleyebilirler. Hatta aynı konuşmanın başında söylediğinin tam tersini dile getirerek bitirebilirler konuşmalarını.

Bir gün “Ayasofya’nın cami olmasını isteyeceğinize önce yanındaki Sultan Ahmet’i doldurun” diyebilir, ertesi gün “Ayasofya’yı cami yapacağız” diyebilir kaybetme korkusundaki diktatörler.

“Bizim buğday ithal ettiğimiz yalanını söylüyorlar” diye başladığı konuşmasını “Evet, yüklü miktarda buğday ithal ediyoruz” diye bitirebilir.

“Kaybetme korkusu” yaşayan diktatörler asla özür dilemezler. Çünkü her şeyi vatan, millet için yapmışlardır ve asla hiç hataları olmamıştır. En fazlasından mütevazılıklarını “Aldatıldık” diyerek gösterirler ve asla kendilerinden başkasının aldatılmasına izin vermezler ve en ağır biçimde cezalandırırlar.

“Kaybetme korkusu” yaşayan diktatörlerin eleştiriye tahammülsüzlükleri sonları yaklaştıkça tavan yapar. En ufak bir eleştiriyi bile mutlak güçlerine yönelik saldırı olarak görürler. Bu yüzden ele geçirilmedik medya bırakmazlar ki en ufak bir çatlak ses çıkmasın.

Ama yine de ele geçirdikleri medya bile kendisini ziyaret eden rakip partinin belediye başkan adayının haberini verirken “tarifeli uçakla İstanbul’a döndü” diye bir cümle kurarsa kendi uçak saltanatlarından kuşku duyup “Ne demek istiyorsunuz, sayın başkanın özel uçakla gittiğini mi ima etmek istiyorsunuz” diye azarlanırlar. Hatta ortak oldukları bir haber kuruluşu İspanya Kralı’nın yolsuzluk yapan damadıyla ilgili bir haber verince o televizyon kanalının paydaşlığını bırakıp ülkedeki bütün dijital platformlardan attırabilir “kaybetme korkusu” yaşayan diktatörler.

Bunlar hem gülmezler hem de mizaha asla tahammül edemezler. Hatta ülkedeki mizah duygusunu yok ederler. Karikatüristlerin çizgilerinden bile kendi iktidarlarına yönelik bir tehdit çıkartırlar. Ele geçirdikleri yargının yoluyla hapishane hapishane süründürürler mizahçıları.

Gerçeği arayan, soran, sorgulayan, kamu adına iktidarı denetleme görevi üstlenen gazeteciler de, akademisyenler de, doktorlar da, hukukçular da nasibini alır bu diktatörlerin yaşadığı “kaybetme korkusu”ndan.

İktidarının ömrünü uzatmak için ülkenin bütün aydınlarını, mutlak erklerine itiraz eden yurttaşlarını; bütün soran, sorgulayan, eleştiren insanlarını uydurma mahkemelerinde sanık, cezaevinde tutsak yapar “kaybetme korkusu” yaşayan diktatörler.

Haksız da değiller elbette bu “kaybetme korkusu”nu yaşamakta. Çünkü kaybeden diktatörlerin sonunu biliyorlar. Almanya’dan, İtalya’dan, Japonya’dan, Arjantin’den, Şili’den Afrika kıtasındaki bütün ülkelere kadar elbette biliyorlar kaybeden diktatörlerin başlarına gelenleri; kimi intihar etti, kimi linç edildi, kimi bacağından asıldı, kimi cezaevinde, kimi sürgünde öldü.

En doğrusunu Küba devriminin önderleri söylemiş:

“Biz kaybedersek kalkar yeniden başlarız. Fakat diktatör kaybederse bu onun sonu olur!”


Artı Gerçek

13 Mart 2019 Çarşamba

Fragile (Kırılgan)



kan akacaksa eğer, buluştuğunda et ve çelik,
akşam güneşinin ışıkları altında kuruyarak,
yarın yağmur yıkayacaktır tüm bu lekeleri,
aklımızda bir iz sonsuza dek kalacak
bu son sahne belki de perçinlemek içindir
bir ömür boyu süren bu kargaşada
şiddetin hiç bir şey kazandırmadığını
ve asla kazandırmayacağını
öfkeli bir yıldızın altında doğan biz insanlar
ne denli kırılgan olduğumuzu unutmayalım diye

26 Ocak 2019 Cumartesi

Venezula Niçin Battı?

Venezuela
Venezuela, Güney Amerika kıtasının kuzey kısmında yer alan, Karayip Denizi ve Atlas Okyanusuna kıyıları olan, 916.445 km2 yüzölçüme ve 31 milyonun üzerinde nüfusa sahip bir ülke. Maracaibo Gölü kıyısındaki tahta evlerin oluşturduğu görünümü Venedik’e benzeten İtalyan denizci Amerigo Vespucci, bölgeyi İtalyanca’da ‘Küçük Venedik’ anlamına gelen Veneziola olarak adlandırmış[i]. Veneziola adı zamanla İspanyolca’da Venezuela'ya dönüşmüş.

İspanyollar, 1522’de başlayarak Venezuela’yı sömürge haline getirmiş. 1811’de Francisco de Miranda önderliğinde bağımsızlık mücadelesi başlamışsa da bunun başarıya ulaşması ancak 1821’de Simon Bolivar’ın önderliğinde mümkün olabilmiş. 1821 yılında, Venezuela, Kolombiya, Ekvator ve Panama ile birlikte Büyük Kolombiya Cumhuriyeti adı altında birleşik, bağımsız bir devlet kurmuşlar. 1830 yılında Venezuela bu birlikten çıkarak ayrı bir devlet konumuna geçmiş. Bolivar’a duyulan büyük saygı dolayısıyla ülkenin resmi adı Bolivarcı Venezuela Cumhuriyeti olmuş.

Venezuela Ekonomisi
2000 yılında 118 milyar Dolar GSYH’ya ve 4.824 Dolar kişi başına gelire sahip olan Venezuela 2010 yılında GSYH’sını 294 milyar Dolara, kişi başına gelirini de 10.317 Dolara yükseltmeyi başarmış. Sonraki yıllarda ciddi bir ivme kaybı yaşamaya başlamış. 2016 yılında GSYH ve kişi başına gelir 2010 yılının gerisine düşmüş.

Venezuela dünyanın en zengin petrol yataklarına sahip ülkesi konumunda bulunuyor. 2016 sonu itibariyle dünyada varlığı kanıtlanmış ham petrol rezervi 1,7 trilyon varil olarak hesaplanıyor. Bunun yüzde 17,6’sı (yani 301 milyar varillik) bölümü Venezuela’da bulunuyor (İkinci Suudi Arabistan’da 266,5 ve üçüncü Kanada’da 171,5 milyar varil ham petrol rezervi bulunuyor.

Bu zengin ham petrol rezervine karşın ekonominin nereden nereye geldiğini görebilmek için makroekonomik göstergelerine bir bakalım (Kaynak: IMF, WEO Database, April,2017.)

www.mahfiegilmez.com/2017/07/venezuella-nicin-battı

10 Aralık 2018 Pazartesi

Kassandra Laneti ve İktisatçılar

Yunan mitolojisinin en ilginç öykülerinden birisidir Kassandra’nın öyküsü.


Kassandra, Troya kralı Priamos ve kraliçe Hekabe’nin kızı, Hektor ve Paris’in kız kardeşidir.
Tek isteği geleceği görebilen bakire bir rahibe olmaktır.

Zeus ile Leto’nun çocukları olan Apollon, mitoloji kaynaklarında tüm sanatların, müziğin,
güneşin, şiirin ve ateşin tanrısı olarak geçer. Ayrıca kâhin özelliği taşıyan Apollon, 
geleceği görme yetisine ve bu yetiyi insanlara geçirebilme gücüne sahiptir. Homeros’un 
İlyada’sında Apollon, Troya’nın koruyucu tanrısı olarak yer alır ve Troya’da adına inşa edilmiş 
bir tapınak vardır.

Apollon, bir gün Kassandra’yı görür ve çok beğenir. Konuşurlarken kızın isteğini öğrenir
ve kendisiyle birlikte olursa ona geleceği görme yeteneğini vereceğini söyler. Kassandra
rahibe olmak istediği için bu teklifi kabul etmesi mümkün olmasa da Apollon’a bu yeteneği
ona verirse onunla birlikte olacağı yalanını söyler. Apollon, Kassandra’nın ağzına tükürür ve
geleceği görme yeteneği böylece kıza geçer. Kassandra, rahibe olmak istediği için verdiği
sözü tutamayacağını öne sürerek Apollon’la birlikte olmaz. Buna çok kızan Apollon kızı
lanetler, geleceği görse de buna kimseyi inandıramamasını ve bir kadın olarak aşağılanarak
rahibe olamamasını diler.

Troya savaşı öncesinde Kassandra bu savaşı ve savaşın varacağı sonuçları görür, babasını
ve ağabeylerini buna inandırmaya çalışır ama Apollon’un laneti buna engel olduğu için kimseyi
böyle bir şeye inandıramaz. Ve bir köşede geleceğin getireceği bütün kötülükleri bilerek,
hissederek savaşın gidişini ve sonunu izlemek durumunda kalır.

Troyalılar aslında savaşı kazanırlar, Sparta kralı ve Yunan ordusunun komutanı Agamemnon ve
Akalılar geri çekilip gözden kaybolunca Kassandra yanılmış olabileceğini ve kehanetin tutmamış
olabileceğini düşünür. Ama Achilleaus ve askerleri tahta bir atın içinde girdikleri Troya
kentinin kapılarını gece açarak Yunanlıların Troya’yı ele geçirmesini sağlar ve kehanet gerçek
olur. Aias adında bir Yunan askeri Kassandra’yı Athena tapınağında kıstırır ve tecavüz eder.
Apollon’un bütün lanetleri bir bir tutar. Troya’nın bu duruma düşeceğini görmüş ama kimseyi
inandıramamış olan Kassandra, kadın olarak aşağılanmış ve rahibe olma umudunu tamamen
kaybetmiş olur. Troya savaşında Yunan güçlerine komuta eden Sparta kralı Agamemnon,
Kassandra’yı savaş esiri olarak Sparta’ya götürür ve kendisine cariye yapar. İkisinin yakınlığını
kıskanan Agamemnon’un karısı bir süre sonra Kassandra’yı öldürür.  

Bazı gerçekler vardır ki kâhin olmayı gerektirmeyecek kadar açık ve seçik olarak ortadadır.
Mesela yapısal reformları yapmadan Türkiye’nin ve benzeri ülkelerin gelişmiş ülkeler arasına
giremeyeceği gerçeği bunlardan birisidir. Güçler ayrımına dayalı bir hukuk sistemi
kurulmadan, yargı bağımsızlığı sağlanmadan, tümüyle bilimsel bir eğitim düzeyine geçilmeden, 
teşvik sistemi siyasal amaç yerine ekonomik amaçlı kullanılmaya başlanmadan, vergi sistemi
düzeltilmeden ne orta gelir tuzağından çıkmak ne de gelişmiş ülkeler arasına girmek 
mümkün. Ben bunları söylemeye başlayalı yirmi yıldan fazla olmuş. Ben yalnız değilim bu 
konuda. Bunları söyleyen birçok iktisatçı, sosyal bilimci var. Ne söylersek söyleyelim siyasetçiler, 
yapısal reformları yapmadan durumu devam ettireceklerini ve hatta iyiye götüreceklerine 
inanmaya devam ediyorlar.

Kassandra laneti, günümüzde iktisatçıların üzerine yapışmış gibi duruyor.


Mahfi Eğilmez

5 Aralık 2018 Çarşamba

Aux origines du crash des démocraties

Demokrasilerin çöküşünün kökenleri

Donald Trump’ın Beyaz Saray’a girişinden birkaç hafta sonra, Amerikan başkentinin saygıdeğer gazetesi, 2013’ten beri mültimilyarder Jeff Bezos’un malı olan Washington Post, bir sloganla donanma kararı aldı: Democracy dies in darkness, demokrasi karanlıkta ölür. Bu çarpıcı özlü söz, yalanın, şaibeli ideolojilerin, kamufle edilmiş beceriksizliğin ve şahsî zenginleşmenin yuvası Trumpçılığa panzehir olarak tahayyül edilmişti. Fakat her ne kadar övgüyü hak etse de, bu basın formülünün maalesef eksik olduğu ortaya çıkıyor; zira, şu sıralarda, demokrasi apaydınlıkta da can veriyor.


1 Temmuz 2018 Pazar

“Çöktük” Ama Doğrulma Vaktidir

Ömer Laçiner

24 Haziran seçiminde Türkiye ahalisinin çoğunluğu, otokratik ve şeklen demokratik bir başkanlık rejimini oturtmak isteyen AKP-MHP ittifakını seçti. Ve bunu, daha bir yıl önce öyle bir başkanlık rejimi için yapılan referandumda verdiği oyların daha fazlasını vererek yaptı.

Düşündürücü olan nokta şudur: Bu oy artışının, AKP-MHP ittifakının, 16 Nisan 2017’den bu yana objektif kıstaslara göre temel hak ve özgürlükler, adalet, eğitim, ekonomi ve dış politika karnesi daha da olumsuzlaşmış görünürken, MHP hiç de gayretli görünmezken, AKP görece durgun, Recep Tayyip Erdoğan bariz bir performans düşüklüğü sergilerken ve buna mukabil muhalefet geçmişe kıyasla daha parlak ve coşkulu bir kampanya yürütmüşken gerçekleşmiş olmasıdır.

Bu yüzden muhalefet ve özellikle de onun demokrasi, özgürlükler ve insanî gelişim değerlerine inanmış unsurları kazanmayı fazlasıyla hak ettiklerini düşündükleri bir maçı, düşük kaliteli hantal bir takıma kaybetmiş olmanın o ağır moral çöküntüsüyle karşıladılar sonucu.

Bu sonuçta skorun ağırlığından ziyade -ki değil- AKP etrafında kenetlenmiş görünen %35-40’lık “çekirdek kitle” ile onun çeperinde yer alabilen %10-15 büyüklüğünde bir kesimin, (yönetimi) değiştirme, (yönetimi ve kendisini) dönüştürme için ortada ne denli meşru ve zorunlu faktör ve imkânlar olsa dahi; bir biçimde avantajlı saydıkları konumu, durumu veya alışkanlıklarını koruma dirençlerinin “aşırı”lığını bir kez daha görmüş olmanın yarattığı bir tür “çaresizlik” duygusu ağır basıyor.

En genel tanımıyla “muhafazakârlık” karşısında hissedilen bir duygudan söz ediyoruz. Bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de ideolojik içeriği din ve milliyetçiliğin değer ve önyargılarından oluşan, ama burada bir özellik olarak kendini o değer ve yargıların aklî ve manevi kıstasları ile sorgulamaktan bilhassa kaçınan, onların şeklî, yüzeysel (sığ) ve somut çıkarla bağlantılı tarzıyla yetinen bir muhafazakârlıktır bu. O yüzdendir ki; örneğin Sünni İslâm’ın sağlıklı bir ekonomik gelişimi ile ahlâki ve vicdanî boyutuna çok daha önem ve öncelik veren söylem tarzıyla Saadet Partisi, AKP performansının dibe vurduğu şu konjonktürde bile o kitleden kendisine oy devşiremiyor. Sünni İslâm’ın ahlâki/manevi boyutunda teşekkül etmiş tarikatlerin AKP döneminde mevki, zenginlik ve güç elde etme kapısı olmaya uygun hale gelişleri de bir diğer anlamlı gösterge.

Dolayısıyla AKP-MHP ittifakı etrafında kümelenmiş bu muhafazakârlığı -ki sadece bunlardan ibaret değildir- dinî/Sünni “hassasiyetler”in ağır bastığı bir muhafazakârlık olarak tanımlamak, şeklen doğru görünse de; daha aslî bir özelliği örtüyor olması nedeniyle ciddi bir eksiklik içeriyor.

O aslî özelliğin nasıl tanımlanabileceği konusuna -özetle- geçmeden önce onun dolaylı bir dışavurumundan söz etmeliyiz: Hatırlanacağı üzere AKP yönetimi ve liderliği, baskın -erken- seçimin resmen ilan edildiği tarihten yaklaşık üç dört ay önce, “beka meselesi” sloganı altında Suriye ve Irak’taki Kürt kanton ve özerk yönetimlerinin tamamını kapsayan bir askerî harekâtın zorunluluğunu anlatan bir kampanyaya odaklandı. Bu, Türk milliyetçiliğinin “patenti”ni elde tutan MHP’nin öteden beri dillendirdiği bir girişimdi. AKP yönetimi böylece MHP postuna bürünerek MHP’nin İYİ Parti kopuşuyla azalan oylarını kapma hesabını herhalde yapmıştır. Ama 24 Haziran, bunun tam aksini, MHP’nin İYİ Parti’ye kaptırdığı oylarını AKP’den çektikleriyle telafi ettiğini gösterdi. AKP’nin Türk milliyetçiliğine daha fazla angaje olması da cabası. MHP’nin 24 Haziran sonrası iktidar kulvarında kilit parti konumuna gelişi de bu “zemin”e oturuyor.

MHP’ye patentli Türk milliyetçiliğinin insanî gelişim ölçütleriyle arasının “ezelden beri” hoş olmadığı, en iltimaslı ifadeyle vasat, yüzeysel, şeklî bir düzeyle yetinebilir olduğu malûm. Ana mecra Sünni İslâmcılığın da aynı ölçütlerin benzer -nitelikçe düşük- düzeyiyle kendini var edebildiği, ötesine yetemediği gibi bir korku ve çaresizlik kaynağı olarak baktığı da ortada.

Dolayısıyla Sünni İslâm ve Türk milliyetçiliğinin ortak kesişme noktası, harmanlanabilme “maya”sı işte bu “niteliksel sığlık-vasatlık” duygusu, özelliğidir ve bu “onulmaz” zaafa karşı nicelikten, sayısal fazlalıktan ve fizikî güçten medet ummak, bunlara “sarılmak”tır.

Türkiye’de muhalefet, 16 Nisan referandumunda ve 24 Haziran seçiminde, aslî özelliği yukarıda özetlenen bir ittifaka karşı, o ittifakın ortak ve başat özelliğine denk -sayısal üstünlük- bir ölçüte göre yapılan bir “yarış”ı kaybetmiştir. Kaldı ki ortada aşılmaz bir sayısal fark da yoktur. Ama asıl önemlisi, bu sayısal farklı azaltmanın yolları üzerine kafa yormayı da ihmal etmeksizin; ama asıl dikkat ve enerjiyi kendini insanî ve toplumsal niteliklerimizi yükseltme ve zenginleştirme yollarına, biçimlerine yoğunlaştırarak; 24 Haziran sonrası mücadeleyi bu zeminde yürütmeye hazırlanmaktır.

Bu nokta, bu konu hayatîdir ve dolayısıyla bundan sonra üzerinde çokça konuşacağız.



Ömer Laçiner / BIRIKIM

17 Haziran 2018 Pazar

Demirtaş Le Monde'a yazdı: İktidar, otoriter hayallerini kabusa çevireceğimin farkında

17 Haziran 2018

“Bu makaleyi, Bulgaristan sınırının yanı başındaki Edirne Yüksek Güvenlikli Cezaevi’nden yazıyorum. Cezaevi, Edirne kent merkezine 7 km uzaklıkta ve yakınlarında hiçbir yerleşim alanı yok. Etrafı ise ayçiçeği tarlaları ile çevrili. Her Ağustos ayı geldiğinde renksiz cezaevi kompleksinin etrafını sarı ve yeşil renklerden oluşan muazzam bir renk cümbüşü sarmalıyor. Ayçiçeklerini bilirsiniz. Birkaç ay içinde büyürler ve ilkin eğik olan baş kısımları yavaş yavaş büyür ve güneş yönünde dikleşir.

Gençlik yıllarımdan bu yana ne zaman olgunlaşmış bir ayçiçeği tarlası görsem, nedense aklıma sokak eylemlerinde omuz omuza ve dimdik duran genç insanlar gelir. Cezaevinin hemen yanından Bulgaristan’ın derinliklerinden gelen Tunca nehri geçiyor. Bu güzergahta kilometrelerce uzunluğunda yemyeşil bir hat oluşturup kentin merkezinde çok yakın bir noktada Meriç Nehri ile birleşiyor. Birbirleriyle buluşan nehirlerse bana uzun yıllardır dost olan insanların abartısız ve içten bir mutlulukla yeniden buluşması gibi gelir. Dürüst olmak gerekirse, 20 aydır yukarıdaki resmin tam ortasındayım ama bunların hiçbiri görme imkanım olmadı. Cezaevinde olmak böyle bir şey. Bulunduğum mekanın hakikatini kavramak için aile üyelerimin ve avukatlarımın anlattıklarını birleştirip biraz da hayal gücümü katıyorum buraları tarif ederken. İşin aslı, baştan ayağa renksiz olması için özenle çaba harcanmış bir cezaevi hücresindeyim ve pek de rahat sayılamayacak beyaz plastik bir sandalyede oturarak bu satırları yazıyorum. Ayçiçek tarlalarında gezmeyi de nehirlerin buluştukları yerlerde yürümeyi de çokça özledim.



1 yıl 8 ay önce bir gece vakti Türkiye’nin Kürt bölgesinin başkenti olan ve ailemin yaşadığı Diyarbakır’da tutuklanıp buraya getirildim. Ailemle ve arkadaşlarımla aramda yaklaşık 1700 km’lik bir mesafe var. Bir insan hakları avukatı olarak Türkiye’nin Kürt bölgesindeki cezaevlerinin hemen hepsini, hak ihlallerini tespit etmek ve raporlamak için, ziyaret etmiştim. Ama bir cezaevinde hiç bu kadar uzun bir süre kalmaya mecbur bırakılmamıştım. Diğer yandan, tanınan bir siyasi tutsak olmam dışında beni diğerlerinden ayıran çok fazla bir şey göremiyorum. Bugün Türkiye cezaevlerinde ifade ve örgütlenme özgürlüğü hakkını kullanırken ‘terörist’ ilan edilip cezaevine atılan on binlerce insan var.

Yarı açık cezaevi

Bu koşullarda emin olabilmem mümkün değil ama Türkiye’de olup cezaevinde olmayan Erdoğan karşıtlarının içinde bulundukları durum bizlere göre bir yandan iyi diğer yandan da kötü. İyi olan yanı, ülke içinde seyahat etme özgürlükleri var, sevdikleri insanlardan ayrı değiller ve ayçiçeği tarlalarında özgürce dolaşabilirler. Kötü olan yanı, bizler kadar özgür değiller. Sosyal medyada yaptıkları bir yorum, işyerinde veya sokakta Erdoğan ve AKP iktidarı aleyhinde söyleyecekleri birkaç cümle, Kürt sorunu konusunda devletin uyguladığı politikaları eleştirmeleri, hatta insan hakları eğitimi için toplantı yapmaları veya hiçbir şey yapmamışken gizli tanıkların iftiralarına maruz kalmaları sonucu kendilerini her an cezaevinde bulabilirler. Bu yazıdan da gördüğünüz üzere, yüksek güvenlikli cezaevinde olan bizlerin ruhu da aklı da çok daha özgür. Hükümetten hiç korkumuz yok. Dışarıdakiler ise kocaman bir yarı-açık cezaevinde.

24 Haziran 2018 tarihinde yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yarışacak olan altı adaydan birisi benim. Dünya siyasi tarihinde ‘Cezaevinden Cumhurbaşkanlığına Aday’ olan az sayıdaki siyasi liderden birisi olarak anılmayı hiç istemezdim doğrusu. Ama bu durum benim değil Erdoğan’ın tercihi. Tutuklandıktan sonra bir yıl boyunca hiç hakim karşısına çıkarılmadım. Sonrasında ise sadece iki kez. Adil bir yargılama süreci geçirdiğime dair hiçbir işaret göremiyorum. Var olan yasal çerçeveye göre zaten en başından itibaren tutuksuz yargılanmam gerekiyordu. Şimdi de hükümetin isteğine göre yargılanma sürecimi istedikleri kadar uzatabilir veya beni yüzlerce yıl hapis cezasına çarptırabilirler.

Herkesten çok Erdoğan’dan korkan hakimlerden ve savcılardan adalet beklentim de yok zaten. Yargı kurumlarına olan inancım ne kadar zayıfsa Türkiye halklarının hem kendilerini hem de yargıyı özgürleştireceğine olan inancım o kadar güçlü. Erdoğan dışındaki diğer dört aday, benim tutuksuz yargılanmam gerektiğini belirten açıklamalar yaptılar. Halk için de durum kafa karıştırıcı. Erdoğan’ın her gün miting meydanlarında iddia ettiği gibi suçlu isem nasıl Cumhurbaşkanı adayı olabildiğimi sorguluyorlar. Suçlu değilsem, neden serbest bırakılmadığımın cevabını arıyorlar. Bu çelişkinin aslında oldukça basit bir cevabı var: Bugün serbest olmam durumunda, aynen 7 Haziran 2015 seçimlerinde olduğu gibi etkili muhalefet yaparak tüm baskılara ve eşitsiz koşullara rağmen Erdoğan’ın otoriter hayallerini kabuslara dönüştürebileceğimin iktidar gayet farkında.



Diktatörlük ya da demokrasi

Cezaevinde kısıtlı koşullarda olsam da, Avrupa siyasetini yakından takip etmeye devam ediyorum. Ne yazık yarı-açık cezaevinde özgürlüğü için mücadele eden Türkiye vatandaşlarına yeterince destek olduklarını söylemek zor. Yakın zamanda gerçekleşecek seçimler, özünde, Türkiye için diktatörlük ile demokrasi arasında yapılacak bir tercihi yansıtacak. AB sürecini tamamen köşeye bıraksak bile, Türkiye’deki her gelişme; özellikle güvenlik, ekonomi ve mülteciler gibi sorun alanları Avrupa’yı doğrudan ilgilendiriyor. Haliyle, Avrupa ülkelerinin siyasi ve ekonomik istikrar sahibi bir Türkiye istemelerini anlayışla karşılıyorum. Lakin hala Erdoğan’ın otoriter yönetiminin siyasi ve ekonomik istikrar değil de bizatihi istikrarsızlığın kaynağı olduğunu görmemelerini anlayışla karşılamam zor. Avrupa hükümetleri, Erdoğan’ın anti-demokratik uygulamalarına göz yumma karşılığında ekonomi ve mülteciler gibi konularda kendi ihtiyaçlarına kısa dönemli cevaplar almış olabilirler. Ama bu gidişatın sürdürülebilir hiçbir yanı yok. Erdoğan’ın toplumu sürekli kutuplaştırma üzerinden yürüyen milliyetçi ve İslamcı otoriter yönetiminin yarattığı siyasi krizler derin bir ekonomik kriz ile buluşmuş durumda. Erdoğan, 24 Haziran gecesi baskı ve hile bu seçimleri kazandığını ilan etse bile, bu durum Türkiye’deki krizleri daha da derinleştirmekten başka bir sonuç üretmeyecek.

Devletin tüm kaynaklarını kendi kampanyası için seferber eden, Türkiye’deki medyanın yüzde 90’ının kontrolünü elinde bulunduran Erdoğan’ın iktidarda kalmak adına ne derece çaresiz olduğunu merak edenler benimle girmiş olduğu polemiklere yakından bakabilir. Nitekim, seçim anketleri Erdoğan’ın histerilerini en üst düzeye çıkarmış durumda. Erdoğan, 10 Haziran’da yaptığı mitingde, seçmenlerine beni idam ettirmeyi vadetti. Türkiye hakkında kaygılanan Avrupalı liderlerin sorması gereken soru şu: Seçmenlere, rekabet ettiği cumhurbaşkanı adaylarından birini idam ettirmeyi vadeden bir insan ile aynı masada oturup konuşabilecek kadar Avrupa’nın değerlerinden hiç geri dönmemek adına vaz mı geçtiler?

Bedeli ne olursa olsun, ben kendi adıma, halkım uğruna hiçbir şekilde durduğum muhalif konumdan geri adım atmayacağımı söyleyebilirim. Benim gibi, Türkiye’de barış ve demokrasi mücadelesi veren on milyonlarca insanın da bu otoriter gidişat ile hiçbir şekilde uzlaşamayacağını biliyorum. O yüzden, seçim sonuçları ne olursa olsun, bizler eşitlik, adalet ve hürriyet için mücadele etmeye devam edeceğiz."




* Demirtaş'ın bu yazısı, Fransa'nın önde gelen gazetelerinden Le Monde'da yayımlanmıştır.