Translate

Politika etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Politika etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Aralık 2021 Perşembe

‘Siyah kuğular’ zamanı

Rejimin geldiği noktada karşımızda Kriz (Kaos), Panik ve Hezeyan var. Öyleyse, “zamanların hem en kötüsüdür hem de en iyisi” ...

“Kriz”, bir organizmanın yaşamındaki birleştirici ve çözücü eğilimlerin arasındaki diyalektiğin getirdiği “yaşamla ölüm arasında bir karar anını”, “Kaos” da bu karar anı içinde, düzenin hızla kaybolmaya, sürecin hızla anlaşılamaz olmaya başladığı durumu betimler. “Panik”, korkuya ve bu durumun içinden çıkma telaşına, “hezeyan” da bu telaşın dilde kendini açığa vuran hallerine ilişkindir. Kriz (kaos), panik ve hezeyan birleştiğinde denge “ölümden” yana döner. Organizmanın telaşı, içinde bulunduğu toplumsal eko sistemi yakıp yıkarak gidişi hızlandırır. “Zamanların en kötüsü” işte bununla ilgilidir. “En iyisi” ise yeni bir düzen yaratma olasılıklarıyla…

Kriz derinleşiyor
Yıl başlarken “istikrarsızlıkların istikrarı bozuldu” diyerek, rejimin, birleştirici ve çözücü eğilimlerin diyalektiğini artık kontrol edemediğine, diğer bir deyişle bir krizin içine girmeye başladığına işaret ediyordum. Kriz derinleşmeye devam etti, kaosa dönüşmeye başladı.

Örneğin, ABD Doları’nın, geçen yılın aralık ayında 7+ YTL düzeyinde olan fiyatı bugün 14+ YTL düzeyinde dolaşıyor. Karşımızda yüzde 98+ gibi bir devalüasyon var. Üretimi, tüketimi, ithalatı (ve ihracatı) döviz girişine bağlı bir ekonomide, bu görülmemiş, adeta müstehcen düzeyde devalüasyon boyunca, halkın yaşam düzeyine ne olduğunu örneklemeye bile gerek yok. Sokaklardaki “geçinemiyoruz”, “barınamıyoruz” çığlıklarına, işçi sınıfının hak arama çabalarındaki yoğunlaşmaya, “Liderin” kendi kentinde bile üreticinin “kuyunun dibindeyiz” türünden yakınmalarına, muhalefetin Mersin mitinginin resimlerine bakmak yeter de artar bile.

Diğer taraftan, bu müstehcen devalüasyonun gıda ürünleri, akaryakıt, gübre, ilaç fiyatlarına henüz tümüyle yansımadığı da bir gerçek. Kış aylarında Omicron varyantı üzerinden Covid-19 salgını hızlanırken konutları ısıtma, hane halkını besleme maliyetleri (hatta temel malları ve ilaçları edinme sıkıntısı-potansiyel kıtlık riski) artacaktır.

Ve kaosa dönüşüyor
Rejim, krize karşı önlem üretemediği gibi, uyguladığı politikalarla “kaos” eğilimlerini daha da derinleştiriyor. Bu yüzden, uluslararası mali piyasalarda egemen hava, özellikle, uluslararası mali sermayenin devlerinden UBS, Türkiye üzerine rapor yayımlamayacağını açıkladıktan sonra, ancak “Doktor ne yerse yesin, diyor” deyimiyle tanımlanabilir bir noktaya geldi. Derecelendirme şirketlerinin raporları, negatif eğilimleri ve “çöp” alanına doğru bir gidişi sergiliyor.

Rejim, yüzde 100’e yakın devalüasyona neden olan faiz politikasını uygulamaya devam ederken “Biz ne yaptığımızı biliyoruz… Bekleyin görün” diyor ama bu iddiasına karşılık, ortaya dini ayetlere yapılan göndermelerden başka bir dayanak koyamıyor. “Olmayan dolarlarını satarak” (Reuters), adeta kendi kuyruğunu yiyerek yaşamaya çalışıyor.

Bu sırada kamuoyu yoklamaları, rejimin yalnızca güven kaybetmeye devam ettiğini değil, en temel kurumsal desteğine (tarikatlara) karşı halkın öfkesinin hızla yükselmekte olduğunu, bu kurumları onaylayanların oranının AKP seçmeni içinde bile yüzde 7 dolayına çöktüğünü, halkın siyasal İslamın “gerçeğini” artık kavradığını gösteriyor.

Bu ortamda rejime bakınca karşımıza, “barınamıyoruz” diyen öğrencileri, sokakta YouTuber gençleri tutuklamaya, yeniden OHAL’e uzanan bir panik ve “Ne zaman içeride büyük fırtınalar koparılıyorsa bilin ki dışarıda bir oyun tezgâhlanıyor”. “Erdoğan’ı devirin, iktidarı bize verin, o haritayı uygulayın” diyorlar… “Dedeağaç’tan ABD askerleri… sınırı geçecek. Türkiye’ye girecek” gibi hezeyanlar çıkıyor. Ekonominin kaderi bir şahsın iki dudağının arasındayken “serbest piyasaya” sadakat ilan eden, sonra büyük sermayenin temsilcilerini toplayıp “yüzer milyon dolar öksürün çorba” içelim gibisinden bir çağrı yaptığı aktarılan, “siyasal İslam az daha devleti ele geçiriyordu” gibi açıklamalarda bulunan komik tipler de “şahsımı” temsilen ortalıkta dolaşmaya başladı. Sanırım, “Siyah kuğular” zamanına girdik.

Kaynak:Ergin Yıldızoğlu (Cumhuriyet)

18 Kasım 2021 Perşembe

Devletler Batar mı?

"Günümüzde örneği daha az görülmekle birlikte devletler savaş gibi olaylar sonunda batabilir. Geçmişte devletler battığında bazen ülkeler de batar, tarihten silinir ya başka bir devletin yönetimine girer ya da başka bir devlete dönüşürdü. Bugün artık ülke batışı pek görülmüyor. Devletler batarken eğer ülke (tümüyle) elden çıkmamışsa o topraklarda yeni bir veya birkaç devlet kuruluyor. Mesela Osmanlı İmparatorluğu batarken Türkiye Cumhuriyetinin de aralarında olduğu birçok yeni devlet kuruldu. Daha yakın bir örnek Yugoslavya’nın batışıdır. Yugoslavya’nın yerini Sırbistan, Bosna Hersek, Hırvatistan, Karadağ, Makedonya gibi yeni devletler aldı." Mahfi Eğilmez

Batmanın Anlamı Üzerine
Başlıktaki sorunun farklı çeşitleri var: Ülkeler batar mı? Devletler batar mı? Toplumlar batar mı?

Bu soruları yanıtlamaya girişmeden önce batmanın ne anlama geldiğini incelemek gerekir. Batmak, fizikte, bir sıvının üzerinde iken herhangi bir nedenle içine gömülmek ya da sert ve sivri uçlu bir şeyin yumuşak bir şeye girmesi, saplanması anlamında kullanılan bir sözcük. Ekonomi, finans, işletme ve hukuk alanında batmak daha çok iflas anlamında kullanılıyor. İflas; alacaklılara olan borçlarını geri ödeyemeyen kişi ya da kuruluşların borçlarının bir kısmının ya da tamamının kaldırılmasını talep etmesi sonucu bir yargı sürecidir. Konu devlet ve ülkeye gelince iki türlü batma söz konusu olabilir: (1) Girişilen savaşların kaybedilmesi ya da dünyadaki gelişmelere ayak uydurulamaması gibi çeşitli nedenlerle güç kaybına uğrayarak ülke topraklarını ve yönetimini yitirmek. Buna örnek olarak Roma İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu ve SSCB’yi sayabiliriz. (2) Moratoryum ilanı. Devletin mali anlamda güç durumda bulunduğu dönemlerde yeni bir anlaşma yapmak suretiyle borçlarının ödenme şekli ve süresini yeni esaslara bağlamasına moratoryum denir. Moratoryumda borç ortadan kalkmaz, ödemeler ertelenir, faiz oranları yeniden belirlenir, belli durumlarda borcun kısmen silinmesi söz konusu olabilir. Bunun en yakın örnekleri Meksika, Arjantin ve Rusya’nın açıkladığı moratoryumlardır. Yunanistan batma aşamasına geldiği halde Avrupa Birliği üyesi olduğu için birlik tarafından moratoryuma gitmeden kurtarılmıştır.

Günümüzde sokak dilinde devletlerin batması ifadesiyle kastedilen şey savaşlar nedeniyle değil borçların ödenemez duruma gelmesi nedeniyle ortaya çıkan durumdur. Böyle bir durumun bir sonraki aşaması moratoryum ilanıdır. Bu durumda devlet batmaz, ülke toprakları yitirilmez, borçlar yeni bir biçim alır.

Türkiye’nin geçmişinde iki moratoryum örneği vardır: Yazının Tamamı>>

Mahfi Eğilmez - Ekim 16, 2021

17 Ekim 2021 Pazar

Yetmez ama evet tartışmaları: Kimler neler söyledi?


Fransa’da düzenlenen bir panelde, konuyla ilgisiz bir biçimde sorulan "2010 yılında Anayasa referandumunda 'Yetmez ama evet!' dediniz, pişman mısınız?" sorusu önemli bir tartışma başlattı.

Panelin katılımcıları tam olarak böyle demedikleri halde, amerikanınsesi.com sitesi tarafından “Türk Aydınlardan ‘Yetmez ama Evet’ Özeleştirisi” manşeti ile verilen haber, kısa zamanda yetmez ama evet diyenlere linç kampanyasına dönüştü.

Linç etmeye çalışanlar o kadar düzeysiz ve kendini kaptırmış haldelerdi ki her türlü saçma iddia gerçekmiş gibi ortaya atıldı. Panelde konuşanların yeni dönemde rol çalmaya çalıştıkları söylendi. 2010’da yetmez ama evet diyenlerin politik konularda ağzını açmasının yasaklanmasını talep edenler oldu.

2010 Anayasa referandumu ile ilgili çeşitli dönemlerde çeşitli linç kampanyaları ulusalcı sol kesimler tarafından gerçekleştiriliyor. Ancak bu defa iş zıvanadan çıktı. Saçmalamanın dozu artınca, o dönem yetmez ama evet diyen çeşitli aydın, politikacı ve akademisyenler konu hakkındaki görüşlerini yazılı olarak kamuoyuna açıkladılar. Yetmez ama evet düşmanlarının aslında ne yapmaya çalıştıklarını ortaya koydular.

Bu yazılardan derlenen alıntılar şöyle:

Baskın Oran (Agos): YAE (yetmez ama evet) diye 10 küsur yıldır 24 saat sayıklayan ulusalcıların bütün derdi, örtmek. Ulusalcı CHP’nin yapıverdiklerini örtmek. Abdullah Gül’ü 2007’de cumhurbaşkanı seçtirmemek için 367 rezaleti dediğimiz ucubeyi yaratan sivri zekâlılığı örtmek.

YAE diye sayıklayanların 2010 referandumu maddelerinden  hiç haberleri yok, çünkü karşı çıkmaktan okumaya vakit bulamamışlar. Oysa memurlara toplu sözleşme hakkı orada verildi. Ombudsmanlık getirildi. Sivillerin askerî mahkemede yargılanabilmelerine son verildi. Nisap 2/3’e yükseltilerek siyasi parti kapatmak çok zorlaştırıldı (ki, şimdi bundan HDP yararlanacak). AYM’ye bugün tek can simidimiz olan bireysel başvuru hakkı getirildi (ki, şimdi bu Barış Akademisyenleri’nin tek umudu). HSYK’nin meslekten çıkarma cezalarına karşı yargı yolu açıldı. En önemlisi, yargı reformu getirildi. 

Deniz Güngören (Marksist.org): Sosyalistler referandumlarla dünyanın değiştirilebileceğini düşündükleri için değil, demokratikleşmenin ve dolayısıyla işçi sınıfının önünü açacak talepler etrafında geniş kitleleri mobilize etme fırsatı olarak gördükleri için böyle süreçlere müdahil olurlar. Reformlar bir bir geri sarılmaya başladığında da “o günden bunları görmek lazımdı” diye düşünmezler, sistemin sınırlarını ve ikiyüzlülüğünü teşhir ederler.  Ve sosyalistler “ne istiyoruz, nasıl alırız?” diye sorarlar, “bunu yaparsak birilerinin maşası olur muyuz?” diye değil.

Ufuk Uras: Orhan Pamuk'un bir toplantıda ‘Yetmez ama Evet’ üstüne gelen bir soruya yanıt vermeye tenezzül bile etmemesi çok doğru bir yaklaşım. Aradan 11 yıl geçmiş ve ‘Evren anayasası değişmezse Erdoğan'la daha iyi mücadele edilir’ gibi bir deli saçması yaklaşım için ne denilebilir ki.

Zehra Çiğdem Özcan (Birikim): Doğru tavrı gösterdiğini düşünen ve sözünün arkasında olan “yetmez ama evetçi”lerin siyaseten ne düşündükleri ya da durumu nasıl algıladıkları önemsenmeksizin, yaptıklarının yanlış olduğuna kanaat getirmemekle suçlanmalarının ve bunun da kibirden kaynaklı olduğunun iddia edilmesi en büyük kibirdir. “Yetmez ama evet”çilerin sessiz kalmalarının, polemiğe girmekten kaçınmalarının nedeni, haksız olduklarını bilmeleri değil, dertlerini açıklamak konusunda duydukları umutsuzluk olabilir. Yaptığının arkasında duran insanları sessizlikten faydalanarak özür dilemeye zorlamak, “sükut ikrardan gelir” türünden vecizelere sığınarak, siyasi güçsüzlüğü onlar üzerinden güce dönüştürmeye çalışmak kesinlikle kabul edilemez. Buna izin verildiği noktada ortaya çıkacak şey, “daha iyi bir dünya” değil, olsa olsa zorbalık olur.

Sezai Temelli: Anayasa referandumunda ‘evet’ oyu kullandım, pişman değilim. 2010 koşullarında vesayete karşı verilmiş, 12 Eylül ve darbecilerin yargılanması gibi çok önemli değişiklikler var orada. Bu, Türkiye’deki askeri vesayete karşı aslında önemli bir hamlenin adresi. Ama bu referandum, AKP’nin işine de yaramıştır. AKP’nin işine yaramasını engelleyebilirdik.

Selami Gürel (Marmara Yerel): 2010 Anayasa referandumunda sosyalistler, devrimci demokratlar “bu anayasa değişikliği önemli, ama Kürtlerin kimlik sorununu karşılamaktan uzak. Kürt coğrafyasında boykot, diğer bölgelerde -önerilen değişimin yetersiz olması nedeniyle- yetmez ama evet demeliyiz” tutumunu takındı. Ben bu tutumu sonuna kadar doğru bulanlardan biriyim. Benim gibi düşünenlerin –küçük bir azınlık dışında- sosyal şovenizme, ulusalcılığa, Kürt Düşmanlığına kaymadığını gözlemliyorum. Bu insanların büyük bir çoğunluğu, barışın, Kürt halkının eşit haklarının yanında durmaya devam ediyor.

Şenol Karakaş (Marksist.org): Yetmez ama evet’ten sonra neler olmuştu hatırlarsak: 24 Nisan Ermeni Soykırımı anmaları gerçekleştirilmeye başlandı. Kürt halkının özgürlüğü için mücadele yeni bir evreye sıçradı, Çözüm Süreci başladı. 1 Mayıs’ta Taksim Meydanı yeniden kazanıldı. Eylem alanları genişledi. Irkçılığa karşı dev bir dalga yükselmeye başladı. Bir aşaması dev LGBTİ+ yürüyüşlerine, bir başka yönü İstanbul Sözleşmesi’ne, öte yandan HDP’nin 2015 Haziran’ında aldığı muazzam oylara kadar ulaşan farklı bir dinamik ortaya çıktı. 

Alper Görmüş (Serbestiyet): Dünün “kahrolsun YAE’ciler”inin bugün belki bir-iki istisna dışında muhalefet blokunu desteklediğini biliyoruz. Ana omurgasını, hiç de hoş çağrışımlar uyandırmayan iki gelenekten gelen iki partinin oluşturacağı bir koalisyonu desteklemek de bir YAE değil mi? DEVA’yı, Gelecek Partisi’ni saflara kabul etmek YAE değil mi? Fakat YAE demeden siyaset yapılamayacağını içine sindiremeden YAE’cilik yapılınca iş ister istemez oportünizm kılığına bürünür.  YAE’cilik yaparlar ama bunu asla telaffuz etmezler.

Abdullah Naci: Türkiye'ye bugünkü koşulları hazırlayanlar, yetmez ama evetçiler değil, ikna odaları kurup başörtülü öğrenci avına çıkan akademisyenler, askerin sözcülüğüne soyunan gazeteciler ve siyasetçilerdir. Orhan Pamuk kafası değil, Mine Kırıkkanat zihniyetidir. Kimse kendini kandırmasın.

Yıldıray Oğur (Karar): Yetmez Ama Evet tartışması artık geçmiş hakkında değil, gelecek hakkında bir tartışma. Bu turnusola bakarak ortak bir gelecek kurup kuramayacağımız, birbirimize güvenip, bir kere daha “Yetmez Ama Evet” deyip diyemeyeceğimiz ortaya çıkacak. Çünkü birbirine güvenip, zaman zaman demokrasi için uzlaşarak, risk alıp “Yetmez Ama Evet” diyemeyen toplumlar bir otoriterlikten diğerine geçip durur.

Marksist.org

14 Temmuz 2021 Çarşamba

Monarşi, otokrasi ve çürüme

Otuz Yıl Savaşları ekonomide feodal üretimden kapitalizme, siyasette ise dağınık dukalık ve prensliklerden mutlakiyetçi krallıklara geçilirken yapılmıştı. Radikal dönüşümlerde tüm değerler sarsılır ve insanlar birbirlerini “hasım” olarak görmeye başlarlar.
“Danimarka krallığında çürümüş bir şeyler var!”.

“Hamlet”te, bir kale muhafızının ağzından çıkan bu sözler son zamanlarda sık sık kulaklarımda çınlıyordu ve kendi kendime sordum: yoksa yüzyıllar önce mutlak monarşilerde olduğu gibi, bugün de çağdaş otokrasilerde “çürümüş bir şeyler” mi vardı? Sonunda bu soru beni rahatsız etti ve ilk bakışta fantezi gibi görünecek bazı sezgilerimi deşmek ihtiyacı duydum. Gerçekten de toplumsal çelişkilerin ve düşmanca duyguların bunalıma sürüklediği bir 17. yüzyıl krallığı ile 21. yüzyıldaki bir cumhuriyet arasında bir benzerlik var mıydı?
≈≈
Shakespeare, Hamlet’i 17. yüzyıl başlarken yazmıştı ve bu başyapıtında, yazar, aslında Danimarka’dan çok İngiltere’yi anlatmıştır. Zaten yorumcular da eserin kahramanları ile İngiliz siyasetçiler arasında paralellikler kurarlar. O dönemde, Avrupa’da, kapitalizm gelişiyor, feodal ilişkiler çözülüyor, Protestanlık hızla yayılıyordu. Bu nedenle sınıf kavgaları da daha çok din çatışması kılıfı altında yürütülüyordu. Nitekim Shakespeare’in oyununda da Hamlet ve dostu Horatio üniversite öğrenimlerini Almanya’da, Luther’in ilkelerini yaymaya başladığı Wittenberg şehrinde yapmışlardı ve yine o “kutsal” şehre dönmek istiyorlardı.

Aslında Hamlet’te İngiltere ve Danimarka’yı aşarak bir “Avrupa iç savaşı”na yol açacak tüm temalar (din, siyaset, ihanet, intikam) mevcuttur. Zaten bu savaş da Hamlet’in yazılışından kısa bir süre sonra başlayacak ve otuz yıl boyunca (1618-1648) Avrupa’yı temellerinden sarsacaktır.
≈≈
“Otuz Yıl Savaşları”, ekonomide feodal üretim biçiminden kapitalizme, siyaset planında da dağınık dukalık ve prensliklerden “mutlakiyetçi” krallıklara geçilirken yapılmıştı. Böyle radikal dönüşümlerde, toplumlarda tüm değerler sarsılır ve insanlar birbirlerini her alanda “hasım” olarak görmeye başlarlar. Nitekim İngiliz düşünür Thomas Hobbes da insanları “birbirinin kurdu” (Homo Homini Lupus) olarak ele alan ünlü eseri Leviathan’ı (1651) böyle bir ortamda kaleme almıştı. Betimlediği devlet tipinde din, ilahiyat, siyaset ve iktisat iç içe idiler ve “mutlakiyet” sadece siyaseti değil, tüm toplumu şekillendiren totaliter bir “İktidar”ı ifade ediyordu. Bu ortamda “Mutlak Güç” her ürünü pazarlanacak bir “mal”, her “mal”ı da bir “fetiş” haline getiriyordu. Böyle toplumlarda, “mallar” arasındaki ilişkiler, giderek “insanlar” arasındaki ilişkilerin yerini alıyor ve “Hıristiyanlığın soyut insan kültü de -özellikle Protestanizm ve Deizm gibi burjuva formatlarında- buna en uygun tebliği oluşturuyordu” (Marx; Kapital). Kısaca tarihte ilkel sermaye birikimine dini duygular eşlik etti.

Oysa modern çağa girilirken, F. Braudel’in deyimiyle, “iktidar da (sermaye gibi) birikiyordu” ve din, ilahiyat ve servet aynı bütünün farklı yüzlerini teşkil ettiler. “Mutlak monarşiler” bir “şirket” gibiydiler ve çağdaş bir tarihçinin ifadesiyle, “toprakları, vergileri, ticari tekelleri, teknisyenleri, levazımcıları ve bunların ortağı maliyecilerle bir çeşit büyük kapitalist işletme haline gelmişlerdi”. (R. Mousnier). Bu durumda “mutlak iktidar” da, Lord Acton’un ifadesiyle, “mutlak yozlaşma” yaratıyor ve tüm etik kurallarını “kâr”, “kazanç” ve “itibar” hırslarına tâbi kılıyordu. 17. yüzyılda Avrupa’yı sarsan dönüşümü de bu dürtüler yarattı ve Hamlet’te kralın entrikacı danışmanı Polonius, ancak böyle bir çürüme içinde “bu devirde dürüst birine ancak on binde bir kişide rastlanır” diyebiliyordu!

İşte Shakespeare’e ilham kaynağı teşkil eden Avrupa, 17. yüzyıl başlarında böyle bir manzara sergiliyordu. Şimdi tekrar başa dönerek sorumuzu yineleyelim: Yukarda sergilenen “mutlakiyetçi” rejimlerle çağdaş “otokrasi”ler arasında gerçekten de bir benzerlik olabilir mi?
≈≈
Sorgulamaya ekonomiden başlayalım.

17. yüzyılda, henüz Batı Avrupa’da bile hegemonya kuramamış olan kapitalist üretim biçimi, günümüzde “küresel” bir “sistem” haline gelmiş ve siyaseti de küresel planda yönlendirmeye başlamış bulunuyor. Ne var ki bu aşamaya düz bir çizgide, barışçıl ve insancıl yöntemlerle gelinmedi. Kıtalar arası ulaşım araçları insanlığı küresel bağlarla birleştirdikçe “köhne ulusal sanayiler” de yıkılıyor ve “içe kapanıklığın yerini çok yönlü ilişkiler, ulusların çok yönlü bağımlılığı” alıyordu (Manifesto, 1848). Bu arada sermaye de giderek yoğunlaşıyor, tekeller oluşuyor ve 19. yüzyıl sonlarında, kapitalizm, Lenin ve Rosa Luxemburg gibi kuramcıların “emperyalizm” başlığı altında inceledikleri aşamaya ulaşıyordu.

Sonra?

Sonra, aradan yüzyıl daha geçti ve kapitalizm, bu kez de özellikle bilim ve teknolojideki devrimlerin dürtüsüyle, kimi iktisatçıların “(maddi) sermayesiz kapitalizm”, kimilerinin de “gözetleme kapitalizmi” adını verdikleri yeni bir aşamaya ulaştı. Artık insanlık, “GAFA” (Google, Apple, Facebook, Amazon) gibi, esas olarak fikrî mülkiyet ve sofistike yazılımlara dayanan ve küçük bir “işçi aristokrasisi” ile inanılmaz kârlar sağlayan tekelci şirketlerle, dev bankaların şekillendirdiği bir dünyada yaşıyor.

Oysa bu aşamaya da doğrusal bir “ilerleme” ile gelinmedi. İktisadi krizler, devrim ve karşı-devrimler, dünya savaşları, zulme karşı ayaklanmalar sarmalında, kısaca “ileri” ve “geri” adımlarla gelindi. Ve sonunda da birkaç devletin gelirine eşit birikimin tek ellerde toplandığı durumlar ortaya çıktı.
≈≈
Ne var ki madalyonun bir de öteki yüzü vardı. Kapitalizm, sermaye ihracı yoluyla bu yıkıcı işlevi, “yapıcı” sayılan bir işlemle tamamlıyor ve büyük kapitalist metropollere bağımlı, ikincil metropoller yaratıyordu. Bu süreçte, emperyal metropollerin hedefi elbette ki fakir ülkeleri kalkındırmak değildi. Aslında hedeflenen şey, yüz yıl önce Lenin’in işaret ettiği gibi, sadece “kapitalizmin dünya çapında daha çok yayılması ve derinleşmesi” idi.(1)

Yine de bu arada bazı ekonomiler büyüyor ve sonunda -Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin de küresel pazarla bütünleşmeleri ile kapitalizm tarihte benzeri olmayan bir ivme kazanıyordu. Bu bağlamda dünya da artık “merkez-periferi”, “gelişmiş ülkeler-üçüncü dünya” şeklinde ikili değil, araya “yükselen pazarlar”ın da girmesiyle, üçlü bir görünüme büründü.
≈≈
“Yükselen pazarlar” (emerging markets) kavramı ilk kez 1981 yılında Dünya Bankası’nda çalışan iktisatçı A. van Agtmael tarafından ortaya atılmış ve genel kabul görmüştü. (The Economist, 5 Ekim 2017). Aslında kavramı icad eden iktisatçının amacı, yüksek potansiyelli borsalara sahip bazı az gelişmiş ülkelerden bir grup oluşturarak onlara güven sağlamaktı. Bu amaçla başlangıçta da, fon yöneticilerinden oluşan bir gruba “Üçüncü Dünya Varlık Fonu” adı altında tek bir şirket kurmalarını önermiş, fakat bu “parlak” fikir finansçılar tarafından reddedilmişti. “Yükselen Pazarlar” (ya da “Yükselen Ekonomiler”) kavramı bu ortamda benimsendi ve izleyen yıllarda da, bazı ülkeler, Dünya Bankası’nın beklentilerine uygun şekilde, hızla büyümeye başladılar. Çok geçmeden de, Reagan-Thatcher neo-liberalizminin saldırısı ile Berlin Duvarı yıkılacak ve “küreselleşme” dönemi başlayacaktı.

“Küreselleşme” süreci, “özgürlük” denilince sadece “girişim özgürlüğü”nü anlayan burjuva ideologları için aynı zamanda bir “özgürleşme” dönemi idi ve “yükselen pazarlar” da bunun bir işareti sayıldı. Oysa sermaye birikimi sürecinde siyasi yapıların da çok önemli olduğunu hesaba katmayan bu anlayış daha o tarihlerde gerçeklere ters düşüyordu ve izleyen yıllarda daha da anlamsız hale geldi.

Gerçekten de, son otuz kırk yıl içinde bir kısım “az gelişmiş” ülkeleri “yükselen”, hatta bazılarını da “gelişmiş” ekonomilere dönüştüren bu süreç, yüzyıllar önce “mutlak monarşi”lerin kuruluşuna yol açan süreçle benzer öğeler taşıyor. Üstelik “Trumpizm” dalgasıyla kapitalizmin en ileri kalesini bile sarsarak, faşist ve otokratik gelişmeleri günümüzde özgürlükler için en büyük tehlike haline getiriyor.
≈≈
Günümüzde iktisatçılar sayıları otuzu aşan “yükselen ekonomi” sayıyorlar ve bu ülkelerin hemen hepsi de bu “yükseliş”lerini Batılı metropollerden sermaye ve teknoloji ithal ederek sağladılar. Aslında konumları bir bakıma 17. Yüzyıl Avrupa ülkelerinden çok daha elverişliydi. Kapitalizm, Batı Avrupa’ya özgü tarihsel koşullar içinde gelişmiş, fakat bu gelişme tarihte yepyeni bir durum yaratmıştı. Artık geri kalmış toplumlar, “kapitalizmle çağdaş oldukları için” beklenmedik bir fırsatla karşı karşıya idiler. Marx, daha 150 yıl kadar önce, Rus popülistlere bu “fırsat”ı şöyle açıklamıştı. Artık Rusya buhar makinesini, demir yollarını vb kullanmak için Batı’daki gibi uzun süre beklemek zorunda değildi; Ruslar, “Batı’da gelişmeleri yüzyıllar alan banka ve kredi kurumlarının kendi ülkelerinde göz açıp kapanana kadar kurulduğunu unutmamalı” idiler.2 Nitekim 2000’li yıllara girilirken bilgisayar devrimi bu “fırsat”ı az gelişmiş dünyaya çok daha ileri bir düzeyde sunuyordu. En hızlı “yükselen” ekonomiler de bu olanağı en iyi kullanan ülkeler oldular.

Ne var ki ekonomide Batılı sermaye ve teknolojiden yararlanan ülkeler, siyasette de Batılı kurumları yaratabilecek konumda değillerdi. Batı’da hak ve özgürlük kazanımları, yüzyıllarca süren ve az gelişmiş dünyada karşılığı olmayan sınıf kavgalarının ve devrimlerin ürünü olmuştu. Geri kalmış ülkeler demokratik kurum ve kuralları kabule yanaşsa da, kısa sürede bunlar yozlaşıyor, nepotizmin ve oligarşik çıkarların aracı oluyorlardı.
≈≈
“Küreselleşme” döneminde “kalkınmakta olan” ülkelerde siyaset-iktisat ilişkisi konusunda en “gerçekçi” açıklamayı, Malezya Başbakanı Mahathir bin Muhammed yaptı. “Yükselen Pazar”ların en tipik örneklerinden birini uzun yıllar yöneten bu liderin, 1990’larda, bu konudaki yorumu şöyleydi: Batılı metropoller geri kalmış dünyaya kendi siyasal sistemlerini dayatmaya çalışıyorlar; oysa bu model onlara uygun değil; çünkü bu ülkelerin küresel rekabette tek “avantajları” var, o da “düşük ücretler”! Bunu koruyabilmek için de “güçlü ve istikrarlı hükümetlere” ihtiyaç duyuluyor.

Kısaca, Mahathir’e göre batılıların bir “uluslararası asgari ücret” önererek kırmak istedikleri bu avantaj, ancak “güçlü iktidarlar” sayesinde korunabilirdi. Diğer tüm avantajlar (sermaye, bilim, teknoloji vb) Batı’nın lehine idi ve bu durumda Asyalı ülkelerin yapabilecekleri başka bir şey yoktu. (İ. H. Tribune, 18 Mayıs 1994).

Aslında Mahathir’in yorumu “malumun ilâmı” idi ve önerdiği reçete zaten “kalkınmakta olan ülkeler”de uygulanma halindeydi. Burada ekleyelim ki, ilerleyen yıllarda bu “reçete”yi en iyi dillendiren liderlerden biri de Türkiye’de R. T. Erdoğan olacak ve Tayyip Bey, yabancı iş adamlarına grev tehdidi olan yerlere, “anında müdahale ettiklerini” ve “iş dünyasını sarsmamak” için “OHAL’i kullandıklarını” söyleyecektir. (12 Temmuz 2017).
≈≈
Yukarıdaki örneklerde görüldüğü gibi, yer yer açıkça savunulsa da, otokratik politika genellikle dinci, milliyetçi ve popülist kılıflar altında uygulanıyor ve beraberinde yaygın bir “yozlaşma” potansiyeli taşıyordu. Oysa 2008 krizi ve batılı bankaların “parasal genişleme” bağlamında “yükselen pazarlar”a milyarlarca dolar akıtmaya başlamaları bu potansiyeli hızla gerçeğe dönüştürdü. Artık dünyada “otokratik” yönetimler çoğalıyor, hemen hepsinde de “çürüme” semptomu skandallar patlıyordu. İlginçtir ki bunlar arasında en tipik örneği de “otokrasi” kuramcısı Mahathir’in ülkesi teşkil etti. Güçlü Başbakan Mahathir’in halefi Necip Rezak, Malezya’da İslamcı ve milliyetçi nutuklarla milyonları götürmüş, sonunda da yakalanarak hapishaneyi boylamıştı. Malay ve Müslüman olmayanları adam yerine koymayan bu muktedirin “bir Suudi Prensi’nin kendisine yüz milyon dolar hediye ettiği” şeklindeki savunması da işe yaramamıştı.

Benzer olaylar Güney Kore’de de yaşandı ve “Yükselen pazar” konumundan “gelişmiş ülke” statüsüne geçen bu ülke bile “salgın”dan kurtulamadı. Orada da Başkan Park Geun-hye, bir tarikat şefinin kızı olan Choi ile kurduğu ilişkiler sayesinde servetine servet katmış, fakat sonunda o da yakayı ele vermişti. Halen kendileri, “Rasputin” lâkaplı ortağı Choi Soon-sil ile Seoul cezaevinde gün sayıyorlar. Yine bugünlerde Hindistan’ı tipik otokratlardan Hindu’cu Modi, Brezilya’yı da dinci ve milliyetçi Bolsonaro yönetiyor ve bu arada ülkeleri de yolsuzluk iddialarıyla çalkalanıyor. Türkiye’ye gelince, on dört yıl önce “gemicik” tartışmalarına (!) başlayan ülkemiz ise, günümüzde bir mafya liderinin videolarının devlet yöneticilerinin açıklamalarından çok daha fazla ilgi gördüğü bir “otokrasi” haline gelmiş bulunuyor.

Durum bu; isterseniz “otokrasi” listesini çok daha uzatabilirsiniz; ben ise “Hamlet”le başlayan ufuk turumu bu kez de ileriye dönük bir benzerlik beklentisiyle noktalamak istiyorum.

Tarihte toplumlar hep diyalektik dönüşümlerle evrildiler ve 17. yüzyılda Shakespeare’in “yozlaşmış krallığı” da bu mantık içinde önce Habeas Corpus (1679) ve “Şanlı Devrim”e (1688), sonra da -18. yüzyılda- “Aydınlanma”ya yol açtı. Aynı şekilde günümüzün yozlaşmış otokrasileri de diyalektik karşılıklarını gelecek nesillerin baskı ve yağma yöntemlerine bu çağa uygun tepkilerinde bulacaktır.

(1)Lenin; Imperialism; New York, 1939. s. 65.
2K. Marx’ın Rus devrimci Vera Zassoulitz’e 8 Mart 1881 tarihli mektubu.

Taner Timur - Birgün

30 Haziran 2021 Çarşamba

Popülist sağın neoliberal kökleri

Medyada büyük çoğunluk, popülist sağı neoliberalizme karşı bir tepki olarak tanımladı fakat her ikisi de eşitlik tehdidine karşı toplumsal hiyerarşileri savunma projesinin ortak köklerini paylaşırlarSon on yılın ikinci yarısı hakkında, sağ popülizmi neoliberalizm denilen şeye karşı bir taban tepkisi olarak açıklayan inatçı bir hikâye var. Neoliberalizm sıklıkla piyasa köktenciliği olarak tarif ediliyor, ya da gezegenin üzerindeki her şeyin bir fiyat etiketi olduğu, sınırların eskidiği, dünya ekonomisinin ulus devletlerin yerini alması gerektiği ve insan yaşamının bir kazanmak, harcamak, borç almak ve ölmek çevrimine indirgenebileceği inancı olarak.

‘Yeni’ sağ ise tersine, halka, ulusal egemenliğe ve kültürün önemine inandığını iddia ediyor. Ana akım partiler desteklerini kaybederken, kendi çıkarları için neoliberalizmi teşvik eden elitler ektikleri eşitsizlik ve demokratik güçsüzleştirmenin meyvelerini topluyor gözüküyorlar.

Ama bu hikâye yanlış. Daha yakından bakarsak görürüz ki yükselen sağın önemli fraksiyonları, aslında, neoliberalizmin mutasyona uğramış nesilleridir. Nihayetinde, Birleşik Devletler’den Britanya’ya ve Avusturya’ya kadar ‘sağ popülist’ adı verilen partiler, ekonomik küreselleşmenin canına okumak için gönderilmiş intikam melekleri gibi davranmadılar. Maliyeyi dizginlemek, iş güvenliğinin altını çağını restore etmek veya dünya ticaretini sonlandırmak için planlar sunmadılar.

Genel olarak, popülist adı verilenlerin özelleştirme, deregülasyon ve vergileri kırpma çağrıları son otuz beş yıldır dünya liderleri tarafından paylaşılan kitaptan alınmadır.

Ama daha da temelli olarak, neoliberalizmi her şeyin cehennemî bir hiper-piyasalaştırması olarak anlamak hem muğlak hem de aldatıcıdır.


Pek çok ülke tarihinin şimdi gösterdiği gibi, devletleri olmayan bir kapitalizm vizyonu hayalinden çok uzakta, (‘neoliberalizm’ terimini 1950’lerin tarifi olarak kullanan) Friedrich Hayek’in kurduğu Mont Pelerin Derneği etrafında toplanan neoliberaller son yüz yılda, demokrasiyi yok etmeden kısıtlamak için devletin nasıl yeniden tahayyül edilmesi gerektiği ve ulusal ve uluslar-üstü kurumların rekabeti ve değişimi korumak için nasıl kullanılabileceği üzerine düşündüler.

Neoliberalizmi kapitalizmi kurtarmak için devletin takımlarını yenileme projesi olarak görmeye başladığımız zaman, sağın popülizme karşı olduğu varsayımı dağılmaya başlar.

Hem neoliberaller hem de yeni sağ eşitlikçilikle, küresel ekonomik eşitlikle ve ulus-ötesi dayanışmayla alay ederler. Her ikisi de kapitalizmi kaçınılmaz görür ve yurttaşları üretkenlik ve verimlilik standartları açısından yargılarlar. Belki de en dikkat çekici olan, her ikisinin de aynı kahramanlar tapınağından beslenmeleridir. Neoliberal-popülist bölünmesinin her iki cenahının da ikonu olan Hayek bunun en iyi örneğidir.

2018’de Marine Le Pen’le birlikte Fransız Front National’in (Ulusal Cephe) parti kongresinde konuşan, kendisini popülist olarak tarif eden Steve Bannon ‘kurulu düzen’i ve ‘küreselleşmeciler’i mahkûm ederken, konuşmasını Hayek’in köleliğe giden yol metaforu üzerine kurdu ve böylece efendisinin isminin otoritesini çağrıştırmış oldu.

Bannon ondan bir hafta önce Zürih’te yine Hayek’ten bahsederek onu yardımına çağırdı. İsviçreli sağcı Halk Partisi politikacısı, gazete sahibi ve Friedrich Hayek Derneği üyesi Roger Köppel’in davetinde yapmıştı bunu. Köppel, Bannon’u gazetesi Wirtcschaftswoche’nin ilk sayısında tanıtmış, gazetenin adının ‘1933’ten’ -o zaman gazete Nazilerin iktidarı ele geçirmesini desteklemişti- alındığını fısıldamıştı (sotto voce).

Bannon cüretkâr konuşmasında, “Bırakın size ırkçı desinler, bırakın size yabancı düşmanı desinler. Bırakın sizin için yerli halkın çıkarlarını koruyor desinler. Onu bir şeref madalyası olarak taşıyın” dedi. Popülistlerin amacının, hisse sahiplerinin değerini maksimize etmek değil “yurttaşlık değerini maksimize etmek” olduğunu söyleyerek devam etti. Bu neoliberalizmin reddinden çok ekonomik mantığın kolektif kimliğin kalbinde derinleşmesiydi. Popülistler insan sermayesinin neoliberal fikrini bir kenara itmekten çok onu ulusal kimlikle birleştiriyorlardı: Volk (halk) sermayesi diskuru.

Bannon Avrupa’dayken, daha önce Goldman Sachs’ta danışman olan, sağ popülist parti Almanya için Alternatif’in (AfD) iki başkanından biri ve 2021’e kadar Hayek Derneği’nin üyesi olan Alice Weidel ile de tanıştı. Bir diğer AfD üyesi, daha önce bir liberteryen blogcu, altın danışmanı ve Bavyera’daki Amberg’in Bundestag’taki (Alman parlamentosu) temsilcisi ve bütçe komisyonunun başkanı Peter Boehringer de yine bir Hayek Derneği üyesidir.

Eylül 2017’de, Bannon eski yayın organı Breitbart’ta, AfD’nin lider yardımcısı ve bir diğer Hayek Derneği üyesi Beatrix von Srorch ile bir mülakat yayımladı. Beatrix von Storch, Hayek’in, onun ‘aileyi rehabilite etmek’ taahhüdüne ilham verdiğini anlattı. Komşu Avusturya’da, sağcı Avusturya Özgürlük Partisi’nin Avusturya Halk Partisi ile kısa süren koalisyon ortaklığının müzakerecisi olan Barbara Kolm, hem Honduras’ta resmi devlet kontrolünün dışında regülasyonsuz özel bir bölge yaratma girişiminin yönetim kurulunda olan Viyana’daki Hayek Enstitüsü’nün direktörü hem de Mont Pelerin Derneği’nin üyesiydi.

Son birkaç yıldır şahit olduğumuz şey, zıtların çarpışmasından çok, kapitalist kampta serbest piyasayı canlı tutmak için ne yapmak gerektiği hakkındaki uzun zamandan beri içten içe kaynamakta olan anlaşmazlığın su yüzüne çıkmasıdır. İroniye bakın ki, küreselci denilenlerle popülistler arasındaki bölünme ilk önce 1990’ların başında patlak verdi -tam da pek çok kişinin neoliberal fikirlerin dünyayı fethettiğini iddia ettiği bir anda.


Neoliberalizm nedir?

Neoliberalizm sıklıkla bir dizi çözüm önerisi olarak anlaşılır, maddeler halinde hazırlanmış, sosyal dayanışma ve refah devletini yok etme planı.

Naomi Klein, felaket zamanlarında dalıp baskın yaparak kamu hizmetlerinin bağırsaklarını deşip satan ve kontrolü devletlerden alıp büyük şirketlere veren bir ‘şok doktrini’ olarak tarif ediyor.

1989’da ekonomist John Williamson’ın tarif ettiği Washington Konsensüsü neoliberal çözümcülüğün en meşhur örneğidir: gelişmekte olan ülkelerde vergi reformundan ticaretin liberalleştirilmesine, özelleştirmelere kadar on maddelik yapılması gerekenler listesi.

Bu perspektiften bakılınca neoliberalizm bir tarifler kitabı, her derde deva bir ilaç, bütün bedenlere uyan cinsinden bir koca karı ilacı olarak görünebilir.

Ancak, neoliberallerin kendilerinin yazdıkları, farklı bir resim sunmaktadır; ve sağın siyasal görünümlerinde açığa çıkan çelişkilere anlam verebilmek için tam da buraya bakmalıyız. O zaman keşfediyoruz ki neoliberal düşünce çözümlerle değil problemlerle doludur.

Yargıçlar, diktatörler, bankerler veya iş insanları ekonomik düzenin vasileri olabilirler mi? Kurumlar inşa edilebilirler mi veya büyümeli midirler? Sıklıkla görülen zulümlerine rağmen piyasalar halk tarafından nasıl kabul görebilir?

Son yetmiş yıldır neoliberalleri en çok kaygılandıran problem kapitalizm ve demokrasi arasındaki dengedir. Evrensel oy hakkı ile cesaretlenen kitle hareketlerinin oylarını daha fazla talebe cevap vermeleri için politikacılara ‘şantaj yapmak’ için kullanması, böylece devlet bütçesinin boşalması ve işleyen piyasa ekonomisini yolundan çıkarmakla tehdit etmesi demekti. Pek çok neoliberal demokraside, tevarüs edilmiş, sosyalizm lehine bir önyargı olduğundan korkuyorlardı.

Hangi kurumların kapitalizmi demokrasiden koruyacağı konusunda anlaşmazlığa düştüler. Bazıları altın standardına dönüşü savunurken, diğerleri paranın serbestçe dalgalanmasını ileri sürdü. Bazıları kuvvetli anti-tröst politikalar için mücadele etti, diğerleri tekellerin bazı biçimlerini kabul ettiler. Bazıları fikirlerin özgürce dolaşımını düşündü, diğerleri kuvvetli entelektüel mülkiyet haklarını savundu. Bazıları dini liberal bir toplumun gerekli koşulu olarak düşünürken, diğerleri onu vazgeçilebilir olarak gördü.

Pek çoğu geleneksel aileyi temel ekonomik ve sosyal birim olarak gördü. Bazıları neoliberalizmi doğru anayasa meselesi olarak görürken, diğerleri anayasayı demokrasi içinde [mümkün] gördüler -hafızalardaki cinsiyete dair bir metaforu kullanırsak- ‘anahtarının taşıyıcısının ulaşabileceği yerde olduğu bir bekaret kemeri’.

Tek önemli iç çatışma, erken 1960’larda, hareketin öncü düşünürlerinden birinin, sosyal piyasa ekonomisinin babası denilen Alman ekonomist Wilhelm Röpke’nin [harekete] yabancılaşmasıyla meydana geldi.

Röpke’nin ortak Batı kültürünü ve mirasını işlevsel bir kapitalist toplum için ön koşul sayan diğer neoliberallerle ayrılığı, onun Güney Afrika’daki Apartheid’ı kuvvetle savunduğu ve biyolojik ırkçılığı kabul ettiği bir zamana rastladı ve daha sonraki çatışmaların habercisi oldu.

1960’larda beyaz olmanın açıkça kucaklanması uç pozisyonken, daha sonraki onyıllarda neoliberalleri bölmek için geri dönecekti.

Bazıları yabancı düşmanlığı ve göçmen karşıtlığını neoliberalizm -açık sınırlar felsefesi- ile birleştirmeyi bir çelişki olarak görebilir, ama bir erken neoliberal çıkışın mekânında durum böyle değildi: Thatcher’ın Britanya’sı.

Faşist Avusturya’dan gelmiş bir göçmen olarak Britanya yurttaşlığı almış olan Hayek, 1978’de başbakan olacağı seçimlerden önce, Thatcher’in ‘göçe son’ çağrısını destekleyen bir dizi başyazı yazdı.Argümanını sunmak için, 1899’da dünyaya geldiği Viyana’ya geri gitti ve Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Doğu’dan gelen “yüksek sayıdaki Galiçyalı ve Polonyalı Yahudinin” yarattığı zorlukları ve kolaylıkla entegre olmayı başaramadıklarını anlattı.

“Acı ama gerçek ki” diye yazdı Hayek, “modern insan ilke olarak aynı kuralların herkese uygulanması gerektiği idealini ne kadar çok benimsese de aslında sadece kendisine benzer olanlar için [geçerli] olduğunu kabullenir ve yavaş yavaş sadece kendisi gibi olduklarını kabul ettiklerinin sınırını genişletmeyi öğrenir.”

Henüz mutlak olmamakla beraber, bu Hayek’in 1970’lerdeki işleyen bir piyasa düzeni için ortak bir kültür ve grup kimliğinin gerekliliği önerisinden, daha önce neoliberal bir toplum için düşünülen -hukukun üstünlüğü altındaki her yerde evrenselci insan nosyonuna dayalı-şablondan bir dönüştü.

Bu yeni kısıtlamacı tutum, özellikle, Amerikalılardaki liberteryen eğilimlerle kıyaslandığında her zaman Muhafazakârlara meyleden, Britanyalı neoliberallerle rezonans halindeydi. Beyaz olmayan göçmenlere daha muhalif birini bulamayacağınız Enoch Powell’ın* Mont Pelerin Derneği’nin üyesi olduğunu ve bazı toplantılarında konuşma yaptığını unutmayalım.

1970’lerin yeniliklerinden biri, Hayek’in muhafazakâr değerler retoriğinin yeni bir felsefenin -kendisinin daha önce ilgi duyduğu sibernetik, etoloji ve sistem teorisi ile karışmış sosyo-biyolojinin- etkileri ile birleştirilmesiydi. Sosyo-biyoloji 1975 yılında Harvard’lı biyolog E.O.Wilson’ın yazdığı bir kitabın başlığında anılmıştı. Buna göre bireysel insan davranışı hayvanlar ve diğer organizmalarınkiyle aynı olan evrimsel mantıklara göre anlaşılabilirdi. Hepimiz kendi genetik malzememizin yeniden üretimini maksimize etmek peşindeyiz. İnsanlardaki özelliklerin kaderi de aynı yolla anlaşılabilir: seçilim baskıları daha az yarayışlı özellikleri ayıklarken daha yarayışlı olanlar çoğalır.

Hayek’in dikkati sosyo-biyolojinin içgörülerine takılmıştı ama genlere aşırı vurgusunu sorguladı. İnsandaki değişimin “kültürel evrim” adını verdiği süreçlerle daha iyi anlaşılabileceğini önerdi. Amerikan muhafazakarları 1950’ler ve 1960’larda, William F. Buckley’in dergisi National Review’un etrafında, piyasa liberteryenliği ve kültürel muhafazakarlığın bir “birleşimciliğini” teşvik ederken, Hayek’in bilime açılması nihayetinde evrimci biyoloji, kültürel antropoloji ve hatta yeniden canlandırılan ırk biliminden gelişigüzel ödünç almalar için kavramsal mekân sunan yeni bir birleşimcilik yaratacaktı. Gelecek onyıllarda, neoliberalizmin özellikleri defalarca neo-natüralizmin özellikleriyle birleştirileceklerdi.

Hayek 1980’lerin başında, gelenekten “iyi toplum”un gerekli bir malzemesi olarak bahsetmeye başlamıştı. 1982’de, Heritage Foundation’un önünde, sağlıklı piyasa toplumlarının temeli olarak “bizim ahlaki mirasımız”dan bahsetti. 1984’te, “içinde sadece aklın değil, ama akıl ve ahlakın eşit ortaklar olarak yaşamlarımızı yönettiği, ahlaklara dair hakikatin sadece modern medeniyetin ahlaklarını yaratan Hıristiyan Batı’daki tek ahlak geleneği olduğu bir dünyaya geri dönmeliyiz” diye yazdı.

İma edilen şey açıktı. Bazı toplumlar kişisel sorumluluk, maharet, akılcı eylem, uzun süreçler yerine kısa zaman tercihi gibi kültürel özellikler geliştirmişlerdi, diğerleri bunu yapamamıştı.

Bu özellikler kolaylıkla ithal edilemeyecekleri ve nakledilemiyecekleri için, kültürel olarak daha az gelişmiş olan toplumların -diğer bir deyişle, gelişmekte olan dünyanın- Batı’yı yakalayabilmek için uzun bir dağılma süreci deneyimlemesi gerekecekti, sonuca ulaşılabileceğine dair bir garanti de vermiyordu.


Irk ve ulus

1989’da tarih müdahale etti ve Berlin Duvarı çöktü. Önceden görülmeyen bu olayın devamında, kapitalizmin kültürlerinin nakledilip nakledilemeyeceği veya organik olarak büyüyüp büyüyemeyeceği sorusu da bağlantılı olarak ortaya çıktı. Geçiş bilimi (Transitionology), sosyal bilimciler eski komünist toplumları kapitalist yapma problemini kendilerine görev edinirken yeni bir alan haline geldi.

1991’de, George H. Bush tarafından fikirleri “dünyanın gözleri önünde doğru çıkan” bir vizyoner olduğu için Hayek’e Başkanlık Özgürlük Madalyası verildi. Aklınıza neoliberallerin 1990’ların geri kalan zamanını kendilerini kutlayarak, Doğu Avrupa’nın üniversiteleri ve kütüphanelerinde gösterime çıkacak olan Mises† heykellerini parlatarak geçirdikleri gelebilir. Ama doğrusu tam tersiydi. Hatırlatalım ki, 1930’lardan beri neoliberallerin baş düşmanı Sovyetler Birliği değil Batı’daki sosyal demokrasiydi. Komünizmin çöküşüyle gerçek düşmanın yeni alanlara yayılabilme potansiyeli var demekti. Mont Pelerin Derneği başkanı James M. Buchanan’ın 1990’da söylediği gibi, “sosyalizm öldü ama Leviathan‡ yaşıyor”.

Neoliberaller için 1990’lar üç büyük endişe getirdi. Birincisi, yeni özgürleşmiş komünist blokun bir gecede sorumlu piyasaya dönüşmesi beklenebilir miydi ve bunu yapmaları için ne gerekiyordu? İkincisi, Avrupa’nın giderek sıkılaşan entegrasyonu neoliberal bir kıtanın müjdecisi miydi yoksa refah politikalarının, işçi haklarının ve yeniden dağılımın süper devletinin ölçeği mi büyüyecekti? Ve nihayet, değişen demografi -yaşlanan beyaz nüfus ve onunla eşleşen büyüyen beyaz olmayan nüfus. Belki bazı kültürler -ve hatta bazı ırklar- piyasanın başarısına daha yatkınken diğerleri değil midir acaba?

1990’lı yıllar neoliberal kampta AB ve DTÖ (Dünya Ticaret Örgütü) gibi ulus üstü kurumlar ve uluslararası yatırım yasasına inananlarla -bunlara küreselciler diyebiliriz- neoliberal sonuçlara en iyi şekilde ulusal egemenliğin ulusa geri dönmesiyle -hatta ayrılmış daha küçük birimlere- ulaşılabileceğini düşünenler arasındaki çatlakla başladı. Böyle bir yan yana duruşun Brexit kampanyasını yürüten popülistlerle liberteryenlerin uzun zamanlar süren birlikteliğinin temelini sağladığı söylenebilir.

Hayek’in kültürel evrime dair fikirlerinin etkisinin giderek büyümesi ve sinirbilimiyle evrimci psikolojinin artan ana akım popülaritesi ayrılıkçı kamptaki pek çok kişinin daha katı (kesin sonuçlu) olan bilimlere dönmelerine yol açtı. Bazılarına göre, piyasa düzeninin temellerini aramak “beynin daha derinlerine gitmeyi” gerektiriyordu, Mont Pelerin Derneği üyesi Charles Murray’nin 2000’deki bir makalesine verdiği başlıktaki gibi.

2008’i takip eden krizler neoliberallerin iki kampı arasındaki gerilimleri kafa kafaya getirdi. 2015 yılında bir milyonun üstünde sığınmacının Avrupa’ya gelişi, kazanma şansı yüksek, yabancı düşmanlığı ile serbest piyasa değerlerinin birleşimi olan yeni bir politik hibrit için fırsat yarattı. Ama, sağda neyin yeni olduğu ve neyin geçmişten miras alındığı konusunda gözü açık olmak gerekiyor.

Sağcı Brexit kampanyası, örneğin, Thatcher’ın kendisinin attığı temeller üzerinde yükseliyordu. 1988’de Bruges şehrindeki ünlü bir konuşmada Thatcher, şöyle demişti: “Britanya’da devletin sınırlarını başarıyla daraltmamızın nedeni, bunların Avrupa düzeyinde tekrar genişletildiğini ve bir Avrupa süper devletinin Brüksel’de yeniden tahakküm kurmasını seyretmek değildir.”

Konuşmadan (ve kendisine asalet unvanı veren kadından) ilham alan Mont Pelerin Derneği’nin eski başkanı, Ekonomik İşler Enstitüsü’nden Lord Ralph Harris ertesi yıl Bruges Grubu’nu kurdu.

Bugün, Bruges Grubu’nun web sitesi gururla, “Avrupa Birliği’nden ayrılmayı sağlayacak oyları kazanmak için entelektüel savaşın başını çekmiş olduğunu” iddia ediyor. Bu olayda, popülist denilenler doğrudan neoliberal saflardan geldiler.


Brexitçiler ulusu överken, Almanya ve Avusturya’da doğaya çağrı bariz bir şekilde görünüyor. Belki de yeni birleşimcilik hakkında en çarpıcı olan şey piyasa hakkındaki neoliberal inançları sosyal psikolojiye dair şüpheli iddialarla harmanlama biçimi. Zekâ takıntısı özellikle dikkate değer. “Kognitif sermaye” terimi genellikle Fransız ve İtalyan Marksist teorisyenler ile ilişkilendirilirse de, Charles Murray gibi neoliberaller, zekâdaki kısmen kalıtsal olan, IQ olarak niceliklendirilebilecek grup farklılıklarını tarif etmek için 1994’teki The Bell’e kadar geriye gidecek bir zamandan beri kullanmaktalar.

Hayek Derneği’nin kurucusu olan (ve 2012’de Hayek Madalyası’nı alan) Alman sosyolog Erich Weede ekonomik büyümenin ilk belirleyicisi olarak zekâyı anlamak için ırk teorisyeni Richard Lynn’i takip ediyor. Alman Merkez Bankası eski yönetim kurulu üyesi Thilo Sarrazin’e göre ulusların servetleri ve yoksullukları tarih ile değil nüfuslarının inatçı nitelikleriyle açıklanır; Sarrazin’in Germany Does Itself In (Almanya Kendini Tüketiyor) başlıklı kitabı Almanya’da 1,5 milyon sattı ve AfD gibi İslamofobik partilerin başarısına payanda oldu. Almanya’ya Müslüman çoğunluklu ülkelerden gelen göçe IQ temelinde karşı çıkarken Sarrazin de Lynn ve diğer zekâ araştırmacılarına referans veriyor.

Sağcı neoliberaller Volk Capital (Halk Sermaye) nosyonuyla ülkelere averaj zekâlar atfederler ve bunu öyle bir yolla yaparlar ki, ‘insan sermaye’ kavramını kolektifleştirir ve kalıtsal kılarlar. İstatistiksel olarak yakalanamayan değerler ve geleneklere dair imalar eklerler ve bir ulusal öz, ulusal karakter dilinin gölgeli alanına girerler.

Neoliberalizmin yeni birleşimciliği ve neo-doğalcılığının sunduğu dil piyasanın pan-hümanist evrenselciliğini değil, kültür ve biyolojiye dayalı parçalara ayrılmış bir dünya görüşünü sunar.


İnsan doğasının bu yeni vizyonunun sonuçları popülist partilerin ötesine, alt-right (internette örgütlenen, ırkçı, cinsiyetçi, antisemitik, beyaz üstünlükçü hareket; -ç.n.) ayrılıkçılığına, kimlikçilik (pan-Avrupacı aşırı sağ ideoloji, Avrupalıların ve onların soyundan gelenlerin sahip olduğu iddia edilen kültür ve topraklara aidiyetini savunmak; ç.n.) ve beyaz milliyetçiliğine kadar uzanıyor.


Daha az kırılma daha çok devamlılık

Neoliberallerin hepsi kültür ve ırk gibi dışlayıcı kavramlara doğru dönüş yapmadılar. Bazıları Hayek ve Mises’in kozmopolitan mirasının hoşgörüsü olmayan yabancı düşmanları tarafından ele geçirilmesi olarak gördükleri bu duruma karşı harekete geçiyorlar. Ama bazen protestolarının hiddeti kapıyı tutmuş popülist barbarların aslında kalenin içindekiler tarafından beslendiği gerçeğini örtüyor.

Çarpıcı bir örnek 1990’larda, komünizm sonrası Çek Cumhuriyeti’nde maliye bakanı, başbakan ve başkan olarak neoliberal hareketin sevgilisi olmuş olan Vaclav Klaus’tur. Klaus geçiş döneminde şok terapisinin savunucusu, Mont Pelerin Derneği üyesi ve toplantılarının konuşmacısıydı. Hayek’i kişisel bilgesi olarak gördüğünü söylemişti. 2013’te, Klaus Cato Enstitüsü’nde kıdemli hoca oldu, F.A.Hayek Amfisi olan Enstitü kozmopolitan liberteryanizmin kalesiydi.

Ama Klaus’un siyasal yolculuğuna bakın. 1990’larda, geçiş momentumunda, kuvvetli devletin ordoliberal (istenilen sonuçları elde etmek için ekonomide devletin düzenleyici rolüne inanan akım; -ç.n.) rolü çağrısı ile piyasanın bilinemezliği Hayekçi beyanını birleştirerek başladı. Daha sonraki onyılda, Avrupa Birliği’nin çevresel politikalarını giderek daha sesli bir şekilde hedefe koyan bir pozisyona vardı. Erken 2000’li yıllarda, tam-gelişmiş bir iklim inkârcısı olmuş, 2008’de ise Blue Planet in Green Shackels (Yeşil Zincirlerle Sarılmış Mavi Gezegen) kitabını yazıyordu.

2010’larda, Klaus popülist hareketin iyilikçi gücünü keşfederek Avrupa Birliği’ni sonlandırma, ulus devlete dönüş ve sınırları göçmenlere kapatma çağrısı yaptı. Ama sağa savrulması örgütlü neoliberal hareketle ilişkisini kesmeye yol açmadı.

Mont Pelerin Derneği “iyi toplumun karşısındaki popülist tehdit” konferansıyla poz yaparken, Klaus aynı yıl kendi konferanslarında, “Avrupa’ya kitlevi göç… Avrupa’yı yok etmekle ve hem geçmişten hem de Mont Pelerin Derneği’nin düşündüğünden çok farklı olacak bir Avrupa yaratmakla tehdit etmektedir” dedi. Klaus Avrupa Parlamentosu’nda birlikte çalıştığı aşırı sağcı partilerle beraber malların ve sermayenin serbest dolaşımını savunurken bazı insanlara çizgiyi çekmektedir.


Klaus gibi ideologlar popülistten ziyade liberteryen yabancı düşmanları olarak daha iyi tarif edilebilirler. Onlar, kırsaldan fenerleri ve yabalarıyla gelen neoliberalizmin düşmanlarından daha çok, yıllar boyu süren kapitalizmi düzeltecek ne varsa yaşatmalı konulu konuşmalar ve tartışmalarından beslenen, neoliberalizmin çocuklarıdır.

Yeni bulunan ırk, kültür ve ulusla yapılacak düzeltme aldığı en son şekildir: hepimizin aynı olduğumuz fikri üzerinde değil de esastan, hatta belki de kalıcı olarak, farklı olduğumuz fikri üzerine kurulu bir piyasacı felsefe. Yükselen yeni sağ üzerine ortaya çıkan bütün hiddete rağmen temelde yeni bir geometrisi olan yeni bir politik döneme girmedik. Kırılmayı abartmak devamlılığı kaçırmak demektir.

15 Haziran 2021


"Quinn Slobodian: Massachusetts’de Wellesley College’da tarih öğretmektedir. En son kitabı: Globalists:The End of Empire and the Birth of Neoliberalism."

Çeviri: Sevil Kurdoğlu



28 Haziran 2021 Pazartesi

Kürtler 1916-1923

 Lozan’da Kürtlerin kaderleriyle ilgili tartışma devam ederken Mustafa Kemal’in önerisiyle Kürdistan milletvekilleri ulusal kıyafetleriyle Meclis’e geliyordu.

I. Dünya Savaşı Kürt toplumunun ideolojik- politik, askeri ve ekonomik geri kalmışlığını, sosyal parçalanmışlığını derinleştiriyordu. Suat Parlar’ın tespitiyle bu duruma eklenen feodal çıkarların çelişkileri Kürtleri emperyalistler arası mücadelede stratejik bir araca dönüştürüyordu.

İngiltere, Osmanlı topraklarındaki çıkarlarına odaklanmış bir strateji izlerken Musul’a ilerleyebildi ve Irak Kürtlerine nüfuz ve haklarının verilmesi yönünde umut verdi. Ruslar bu gelişmeye karşılık 1917’de Rus-Kürt Kongresi’ni toplayarak Kürt aşiretlerinin birleşmesini savunuyordu. Ancak Bolşevik İhtilali ile birlikte bu teşebbüs te yarım kalmış oldu.

Alman Emperyalizmi ise Osmanlı’ya Asya’dan çekilip Avrupa devletleri arasındaki çıkar çekişmelerinden uzak kalarak bir Asya Devleti özelliğiyle tekrar hayatiyet kazanması gerektiğini öneriyordu.

Von Der Goltz Paşa , devletin bütün çabasının Türk unsurunun mutlak çoğunluğa sahip olduğu Anadolu coğrafyasına dayanmasını, bunun da demir yumrukla iç anlaşmazlıklara son verilip, karşı gelenlerin yok edilmesi şeklinde bir iradeyle yapılması gerektiğini vurguluyordu.

Balkanların kaybı sarsıcı etkiler yaratırken Alman stratejisi İttihatçı kadronun uygulamalarında temel belirleyici oldu. Anadolu coğrafyası korunurken, Alman emperyalizminin çıkarlarıyla uyumlu bir şekilde yayılma adına nüfusun Müslümanlaştırılması ve Türkleştirilmesi gerekiyordu.

Nitekim 1914-1915 arası Rum ve Ermeni yerleşik halklarına uygulanan tehcir, tenkil, imha ve malvarlıklarına çökme fiilleri bu zihniyetin sonucu işlenmişti.

Ancak bu politikalar sadece Rum ve Ermenilere uygulanmıyordu. Kürtler de Pan Türkist uygulamaların önünde engel oluşturuyorlardı. Rusların doğudan Osmanlı topraklarına girmesiyle birlikte Kürtlerin sevk ve iskanında yeni bir dönem başlıyordu.

Talat Paşa, 2 Mayıs 1916 tarihinde Diyarbakır vilayetine çektiği şifreli telgrafta; Kürt mültecilerin “aşiret hayatını yaşamamaları ve milliyetlerini muhafaza edememeleri için” reislerin ve nüfuz sahiplerinin efraddan ayrılarak değişik vilayetlere gönderilmesini emrediyordu.

İttihat ve Terakki, “Türkleştirme” için savaş ortamının “ mecburiyeti” gerekçesiyle nüfus hareketlerini kullanırken, karıştırma, asimile etme, eritme ve imha yöntemlerini bir arada uyguluyordu. Türk milliyetçiliğinin gecikmişliğinin bu şekilde telafi edileceği düşünülüyordu.

Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı’nı örgütlerken, İngiliz-Fransız emperyalizminin güven vermeyen politikaları karşısında Kürt ve Arap halklarının bölgedeki direniş hareketlerini emperyalist ülkelere karşı kullandı. Sevr’in etkisinin yitirilmesinde Doğu halkları önemli bir rol oynadılar.

Parlar’ın tespitiyle; Kemalistler İngiltere’ye karşı hem Bolşevik kartını hem de Kürt ve İslam kartlarını ellerinde bulunduruyorlardı. I.Dünya Savaşı’nın başladığı yıllarda Osmanlı halklarının çoğu ulusal devletlerini kurarken, Kürtler Türklerle birlikte hareket etmeyi tercih ettiler. Nitekim Mustafa Kemal, Kürt önderlerine yazdığı mektuplarda emperyalistlere karşı İslam dini için birlikte mücadele etme ve ortak devlet kurma sözü verdi.

22 Ekim 1919 tarihli Amasya protokollerinden ikincisi Kürtlerin Osmanlı’da Türklerle birlikte ana unsur olduğu kabulüne yer veriyordu. 24 maddelik 1921 Anayasasının 12 maddesi özerklik düzenlemeleriyle ilgiliydi. Fakat bunlar fiiliyata geçirilmeyecek ve 1924 Anayasası ile katı bir merkeziyetçiliğe yelken açılacaktı.

1921 Anayasası'nın kabulünden sonra Koçgiri civarındaki Kürtlerin taleplerine (ki bu talepler arasında özerkliğin yanı sıra, Elazığ, Malatya, Sivas ve Erzincan cezaevlerindeki Kürtlerin salıverilmesi, Kürtlerin çoğunlukta bulunduğu illerden Türk memurların çekilmesi, Koçgiri yöresine gönderilen birliklerin geri çekilmesi gibi hususlar vardır) Ankara’nın cevabı, Merkez Ordu Komutanı Nurettin Paşa’yı konuyla ilgilenmesi için görevlendirmek oldu.

Bir ayaklanmaya dönüşmüş bulunan bölgedeki rahatsızlık, acımasızca bastırıldı. O kadar ki, Nurettin Paşa’nın sert uygulamaları Meclis’teki Koçgiri görüşmeleri sırasında eleştiri konusu yapıldı. Meclis’te Kürt vekiller asıl suçlunun hükümet ve ordu olduğunu, isyancılara çok sert davranıldığını öne sürerken, vekiller arasında şiddetli tartışmalar yaşandı.

Mustafa Kemal Nutuk’ta; Meclis’in Nurettin Paşa’nın görevden alınmasına ve yargılanmasına karar verdiğini ancak Fevzi Çakmak ile görüştükten sonra Nurettin Paşa’yı Meclis’te savunduğunu ve ağır bir işleme maruz kalmaktan kurtardığını, 8 ay sonra da Birinci Ordu Komutanlığı’na getirdiğini belirtmekte.

Mustafa Kemal’in Meclis’teki Kürt milletvekilleriyle anlaşmazlığı, sonraki dönemlerde bu milletvekillerinin tasfiyesi sonucunu verdi. Nitekim Meclis’te “Arkadaşlar ben Kürdüm, Kürdoğlu Kürdüm. Fakat Türkiye’nin tealisini (yükselmesini), Türkiye’nin şerefini, Türkiye’nin terakkisini (gelişmesini) temin eden Kürtlerdenim.” diyen Bitlis vekili Yusuf Ziya Bey ikinci dönem Meclis’e giremeyecek, daha sonra Şeyh Sait İsyanı’nı başlatacak olan Azadi Cemiyeti’nin kurucuları arasında yer alacaktı. Şeyh Sait İsyanı ise, genç Cumhuriyet’in Kürt paranoyasının temelini oluşturacak travmanın adıydı.

İsmet İnönü Lozan’da, bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasını savunan İngilizlere, ortak devlet teziyle karşı çıkıyor, kurulacak Kürt devletinin bir sömürge olacağını, soylu Kürt halkının bunu asla kabul etmeyeceğini belirtiyordu.

Lozan’da Kürtlerin kaderleriyle ilgili tartışma devam ederken Mustafa Kemal’in önerisiyle Kürdistan milletvekilleri ulusal kıyafetleriyle Meclis’e geliyor, Lozan’a bir telgraf çekme kararı alıyorlardı. Telgrafta ortak meclis ve ortak devlet vurgusuyla ayrı bir Kürt devletinin kurulmasına karşı oldukları belirtiliyordu.

Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanması ve yeni devletin tanınmasıyla birlikte rejim, Lozan’da sunduğu gerekçelere tamamen aksi yönde hareket etmekten çekinmedi. Artık Kürt varlığının her alanda yok edilmesi temel devlet politikası haline gelecekti. Nitekim 1925’te Lozan’a telgraf çeken Kürt milletvekilleri Hasan Hayri bey ve Yusuf Ziya bey Şeyh Sait İsyanı’na katıldıkları gerekçesiyle İstiklal Mahkemesi’nde yargılanıp idam edileceklerdi.

Kısacası Lozan sonrası süreçte devletin Kürt siyaseti tekrar şekilleniyordu.

Kaynakça : Ahmet Kahraman -“Kürt İsyanları” Evrensel Basım Yayım, İstanbul, 2003- Erik Jan Zürcher -“Modernleşen Türkiye’nin Tarihi” İletişim, İstanbul, 2013- Faik Bulut -“Devletin Gözüyle Kürt İsyanları” Yön Yayıncılık, İstanbul, 1991- Fuat Dündar - “Modern Türkiye’nin Şifresi”, İletişim, İstanbul, 2008- İsmail Beşikçi -“Kürtlerin Mecburi İskanı”, Emre Yayınları, İstanbul, 2004- Kazım Karabekir -“Kürt Meselesi” Emra Yayınları, İstanbul, 2004- Suat Parlar- “ Türkler ve Kürtler” Bağdat Yayınları,İstanbul,2005

Kürtler (3): 1916-1923

6 Haziran 2021 Pazar

Paris Komünü’nün anlamı üzerine

Kristin Ross ile söyleşi:
18 Mart 1871’de, zanaatkârlar ve komünistler, emekçiler ve anarşistler Paris şehrinin yönetimini ele geçirdi ve Komün’ü kurdular. Bu radikal sosyalist öz yönetim deneyimi, Fransa’nın Üçüncü Cumhuriyeti’ni kuran gaddar bir katliamla ezilmeden önce 72 gün sürdü. Ancak sosyalistler, anarşistler ve Marksistler anlamını tartışmayı o zamandan beri sürdürüyorlar.

Kristin Ross, Ortak Lüks: Paris Komünü’nün Siyasi Muhayyilesi adlı muhteşem kitabında Komün’e ilişkin birikmiş polemikleri kolay anlaşılır bir biçimde ele alıyor. Kendisine göre bu polemikler anarşizme karşı Marksizm, köylülere karşı işçiler, Jakoben devrimci teröre karşı anarko-sendikalizm gibi suni kutuplaşmalar şeklinde kemikleşmiş vaziyette.

Ross, Soğuk Savaş’ın bittiği ve Fransız Cumhuriyetçiliğinin yorulduğu günümüzde, Komün’ü bu tür bir kemikleşmeden özgürleştirebileceğimizi ileri sürüyor. Bu tür bir kurtuluş, böylece, günümüz solunu eyleme geçme ve bugünün zorluklarını düşünme konusunda yeniden canlandırabilir. Hiçbir çalışma, Marx’ın Paris Komünü’nün en büyük başarısının “kendi işleyen varoluşu” olduğu iddiasını daha iyi belirtemez.

Bu kitap Paris Komünü’nü günümüz için yeniden sahneliyor. Komün neden günümüzün taleplerini düşünmek için bir kaynaktır?

“Ders” kelimesi yerine “kaynak” kelimesini seçtiğin için mutluyum. Çoğunlukla insanlar geçmişin bize dersler verdiği veya kaçınmamız gereken hataları öğrettiğinde ısrarcıdırlar. Komün’ü kuşatan literatür, yapılmış olanları sorgulamakla, gereksiz yere önerilerle ve hataları listeleme zevkiyle doludur: Şayet Komünarlar şunu ve bunu yapsalardı, bankadaki parayı alsalardı, Versay’a yürüselerdi, Versay ile barış yapsalardı, daha iyi örgütlenselerdi… O zaman belki başarılı olurlardı!

Bana göre, bu tür bir olay sonrası kuramsal üstünlük hem beyhude hem de son derece tarihdışıdır. Komünarların yaşadığı dünyada yaşamıyoruz. Bir kez durumun bu olduğunu gerçekten anladığımızda, onların yaşadığı dünyanın hangi açılardan bizim yaşadığımıza aslında ne kadar yakın, belki de ebeveynlerimizin dünyasından çok daha yakın, olduğunu görmek kolaylaşacaktır.

Günümüzde insanların, özellikle de gençlerin yaşama biçimlerinin ekonomik istikrarsızlığı, Komün’ü gerçekleştiren, çoğunluğu zamanını çalışarak değil de çalışacak bir iş arayarak geçiren 19. yüzyıl işçi ve zanaatkârlarının koşullarını andırıyor.

2011 sonrası, meydan işgallerini, mekânları ve alanları ele geçirmeyi, (İstanbul’dan Madrid’e, Montreal’den Oakland’a) şehirleri stratejik operasyonların sahnesine dönüştürmeyi temel alan siyasal bir stratejinin neredeyse her yerde geri gelişiyle birlikte, Paris Komünü yeniden aydınlandı veya görünür hale geldi, günümüzün şekillenişinde bir kez daha rol üstleniyor.

Komün’ün siyasal buluş biçimleri, bizim için derslerden ziyade kaynaklar veya Andrew Ross’un kitabımdan söz ederken söylediği gibi “kullanılabilir bir arşiv” haline yeni geldiler. Komün bir tarihin ve belki de bir geleceğin, bir taraftan kapitalist modernleşmenin, bir taraftan da faydacı devlet sosyalizminin rotasından farklı bir rol üstleniyor.

Bu, bugün pek çok insanın paylaştığını düşündüğüm bir tasarı ve Ortak tahayyül bu tasarının tam da merkezinde. Bu yüzden kitapta Komün’ü hem geride bıraktığımız, geçmişe ait olarak, hem de mevcut mücadelelerimizin ortasında olası gelecekler alanında bir çeşit açılım olarak düşünmeye çalıştım.

“Ortak Lüks” komünün sanatçılar şubesinin şiarıydı ve çalışmanızın da başlığını oluşturuyor. Bu ifadenin başlangıcı hakkında bize ne söyleyebilirsiniz?

“Evrensel cumhuriyet”ten farklı olarak “ortak lüks”, Komün’ün ses getiren bir sloganı değildi. İfadeyi, sanatçılar ve zanaatçılar kendilerini bir Federasyon olarak örgütlerken, Komün altında ürettikleri manifestonun son cümlesinde saklanmış bir şekilde buldum. Benim için Komün’ün kimi kilit buluş ve fikirlerini yansıtan bir tür prizma haline geldi.

İfadenin yazarı, dekoratif sanatçı Eugène Pottier, bugün bizim tarafımızdan, katliamların kanı kurumadan, Kanlı Haftanın sonunda bestelenen başka bir metnin, Enternasyonal’in yazarı olarak biliniyor. “Ortak lüks” ile kendisinin ve diğer sanatçıların tasavvur ettiği, “kamusal güzellik” programı gibi bir şeydi: köylerin ve kentlerin iyileştirilmesi, her kişinin hoşnutluk duyacağı bir ortamda yaşama ve çalışma hakkı.

Bu küçük, hatta “dekoratif” bir talep olarak görülebilir. Ancak aslında sadece sanatla ilişkimizin tamamen yeniden yapılandırılması değil, ayrıca emekle, toplumsal ilişkilerle, doğayla ve yaşanılan ortamla ilişkimizin de yeniden yapılandırılmasıydı. Komün’ün iki düsturunun tamamen harekete geçmesiydi: merkezsizleşme ve katılım. Bu, sanat ve güzelliğin kamusallaştığı, gündelik yaşamla tamamen bütünleştiği, özel salonlarda gizlenmediği veya yakışıksız ulusal anıtsallık şeklinde merkezileşmediği anlamına gelir.

Bir toplumun estetik kaynakları ve başarıları, Komünarların eylemle açıkça gösterdiği gibi, William Morris’in “Napolyoncu döşemeciliğin ana parçası” olarak adlandırdığı Vendôme Sütunu biçimini almayacaktı. Komünün ölümünden sonra, Reclus, Morris ve diğerlerinin çalışmalarında, bu sanat ve güzelliğin gündelik yaşamda gelişme talebinin nasıl da bugün “ekolojik” olarak adlandırabileceğimiz, örneğin Morris’in “eleştirel güzellik mefhumu”nda veya Kropotkin’in bölgesel öz yeterliliğin önemine ilişkin ısrarında izi sürülebilecek, bir fikirler kümesinin ana hatlarını içerdiğini gösteriyorum.

En spekülatif kavrayışlarında “ortak lüks”, toplumsal değerlerin ne olduğuna, neyin kıymetli olarak sayılacağına karar vermek için piyasa tarafından sağlanandan farklı bir ölçütler kümesine veya değerleme sistemine işaret eder. Doğa bir kaynaklar deposu olarak değil de kendi içinde bir amaç olarak kıymetlendirilir.

Kitabınız, Komün’ün yaşamını diğerleriyle birlikte Kropotkin’in ve İngiliz sosyalist William Morris’in çalışmalarına genişletiyor.

Flaubert’in Komün’ün “gotikliği” olarak adlandırdığıyla dehşete düşmüş bir şekilde büyülenmek oldukça kolay. Umarım ki bununla, sonundaki Kanlı Haftanın katıksız dehşetlerini ve binlerce kişinin katledilmesini kastediyordur. Hiçbir şekilde katliamın önemini azaltmıyorum. Dahası, devlet tarafından kendi sınıf düşmanlarını tek tek ve topluca kökünün kazınmasına yönelik olağanüstü çabayı Üçüncü Cumhuriyet’in kurucu edimi olarak görüyorum.

Ancak ben Komün’ün, hayatta kalan ve sürgün olan Komünarların, sözünü ettiğin destekçilerle buluşması ve birlikte çalışmasıyla, Kanlı Hafta bittikten sonra da genişlemeyi sürdüren Komünar düşüncesi şeklindeki sürdürülmesi olarak düşündüğüm şeyi belgelemekle daha çok ilgileniyordum. Bu dost gezginler için, Jacques Rancière’nin “duyulurun paylaşımı” olarak adlandırdığı şeyi Komün olayı derin bir şekilde değiştirmişti.

Komün’ün bir olay olarak şok dalgasının yanı sıra sağ kalanlarından çıkmış tartışmaların ve sosyalleşebilirliklerin, bu düşünürlerin yöntemini, ele aldıkları konuları, seçtikleri malzemeleri, kendileri için saptadıkları entelektüel ve siyasal manzarayı, yani kısaca izleklerini nasıl da değiştirdiğini anlatıyorum. Bu hemen ardından gelen artçı sarsıntılar, mücadelenin başka yollarla sürmesiydi. Olayın aşkınlığının bir parçasıydılar ve sokaklardaki başlangıç eylemleri olarak bir olayın mantığı açısından tamamıyla yaşamsaldılar.

Belki de en büyük değişim, Marx’ın Komün’den sonraki gidişatında tespit edilebilir. Hem kuramını güçlendirme hem de tam da kuram kavramından tümüyle bir kopuş olan paradoksal bir biçim alan bir değişim. Komün, kitlelerin tarihi biçimlendirmesinin yanında, bunu yaparken salt hakikati değil kuramın kendisini de yeniden biçimlendirmesini Marx için apaçık kıldı. Bu, aslında, Henri Lefebvre’nin “yaşananın ve tasarlananın diyalektiği” hakkında konuşurken kastettiğiydi.

Bir hareketin tasavvuru ve kuramı ancak hareketin kendisiyle birlikte ve hareketin kendisinden sonra serbest kalır. Eylemler düşleri yaratır, düşler eylemleri değil.

Peter Kropotkin, Élisée Reclus ve William Morris’in, ortaya çıkan pratiklerin radikal potansiyeliyle, kapitalizm öncesi ve kapitalist olmayan biçimlerle ilişkili “modası geçmiş enerjileri” bir araya getirmeye çok kafa yorduklarını öne sürüyorsunuz.

Salt Kropotkin, Reclus ve Morris değil, Marx da kapitalizm öncesi biçimlerle yaşam tarzlarının kendi zamanlarındaki “anakronistik” varoluşuna çok kafa yoruyordu.

Yüzyıllar boyunca var olan Rus tarımsal komünist biçimleri olan obshchina’nın[1] kaderi batılı sosyalistlerin ana odak noktasıydı. Komün sonrası biçim alan kuramsal zorluk, yeniden canlandırılan bir komün biçimi sorunu etrafında dönüyordu: Büyük bir Avrupa başkentinde gerçekleşen çarpıcı bir ayaklanmayı, kırsal kesimdeki daha eski komünist biçimlerin kalıcılığıyla birlikte nasıl düşünebiliriz?

Bu düşünürlerin hepsi “zamanın kıvrımları” olarak adlandırabileceğimiz, kapitalist modernliğin kusursuzluğunun, tıpkı bir yumurta gibi çatlıyor gözüktüğü uğraklara karşı oldukça dikkatliydi. Tarihçiler genel olarak anakronizmden mümkün olan en büyük hata olarak korkarlar. Morris’in zamanının İzlanda’sına ve onun orta çağ geçmişine ilgisini, kafası karışık bir nostalji olarak önemsememişlerdir. Morris aslında mükemmel bir algıyla, orta çağ İzlanda’sında gelişen örnekler gibi kapitalizm öncesi biçimleri ve yaşam tarzlarını hem gitmiş, geçmiş, tarihin bir parçası hem de olası bir geleceğin temsili olarak görebiliyordu.

Bana göre bu nostaljinin değil, derinlemesine bir tarihselleştirici düşünüş tarzının işaretiydi. Bu olmadan değişimin olabilirliğini düşünmemizin veya bugünü olumsal ve açık uçlu olarak yaşamamızın bir yolu yok.

Dipnot: [1] Obshchina: Başka anlamların yanında Rusça’da topluluk anlamına gelen kelime. 19. ve 20. yüzyılda bireysel çiftliklerin aksine ortak mülkiyete dayalı çiftliklerde kolektif bir şekilde tarım yapan köylü toplulukları (ç.n.).

Manu Goswami

[Jacobinmag’deki İngilizce orjinalinden Tahir Emre Kalaycı tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]

Sendika.Org

30 Mart 2021 Salı

Sen Mahir’in arkadaşısın

Onu ilk kez Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun (FKF) Dev-Genç’e dönüştüğü Kurultay’da görmüştüm 1969’da. Adını biliyordum daha önceden Aydınlık’ta yazdığı yazılarından: Mahir Çayan!.. Ama tanımıyordum.
O günlerde, Türkiye sosyalist hareketi açık politika alanına çıktığı 1960 başlarından bu yana en çalkantılı döneminden geçiyordu. Türkiye işçi Partisi’nde (TİP) “parlamenter yol”, “parlamento-dışı yol” tartışması keskinleşmiş, Türkiye’de bir sosyalist devrimin imkanlarına ilişkin öngörüler çatışmaya başlamıştı. Türkiye İşçi Partisi (TİP) yönetimi Milli Demokratik Devrimci “eski tüfekler”i “ihtilalci” oldukları gerekçesiyle partiden ihraç ediyordu.
Sovyetler Birliği’nin Çekoslovakya’yı işgali dolayısıyla uluslararası sosyalist harekette Çin ve Sovyet Komünist partileri arasındaki karşıtlık, Türkiye sosyalizmine daha da keskinleşerek yansımıştı. Küba’nın sunduğu sosyalist model ve Fidel Castro’nun her iki “büyük sosyalist ülke”ye boyun eğmeyen eleştirel tavrı tartışmaya yeni bir kutup daha ekliyordu. 1967’de Bolivya’da başlattığı gerilla mücadelesi ölümüyle sonuçlanmış olsa da Che Guevara’nın, “…iki, üç… daha fazla Vietnamlar yaratalım” çağrısı ahlaki çekiciliğinden hiçbir şey kaybetmiş değildi. Ho Şi Minh önderliğinde Vietnam’ın kurtuluş mücadelesi güç kazanıyor, ABD işgalini püskürtüyordu. 1967 yenilgisinin ardından, Filistin Kurtuluş Hareketi bir kez daha dirilmiş ve İsrail işgalcilerine meydan okuyan “fedailik” yeni ve tanıdık bir ”model” olarak zihinleri, çelmiş, Türkiye sınırları içinde de görülmeye. başlamıştı. Avrupa, ABD, Meksika ve Latin Amerika’daki öğrenci hareketinin özgürleştirici idealleri, üniversiteye ve sisteme yönelik sert eleştirileri yüz binlerce genç insanı üç kıtada harekete geçirmeyi sürdürüyordu… Türkiye’de faşist hareket “karşı ayaklanma” hazırlığı çerçevesinde muhalefete karşı iktidarın gözetiminde açıktan örgütleniyor, sosyalistler faili meçhul cinayetlerin kurbanı olmaya başlıyordu…
Bu büyük çalkantı içinde, o FKF Kurultayı, benim gibi, sosyalist harekete 1968 öğrenci boykotları içinde katılmış olanlar için, herkes için olduğundan çok önemliydi. Bizler, TİP ve FKF’deki gerilim ve karşıtlıklar içinden geçerek gelmemiştik. Sosyalist hareketin hizip mücadelesi geleneği içinde yetişmiş değildik. Siyasal söylemlere, hizip aidiyetlerine değil, öğrenci hareketinin gidişi içinde takınılan tavırlara, büyük meselelerde alınan tutumlara bakarak yol almıştık o güne kadar. Ama seziyorduk ki, bir dönüm anına geliniyordu. Büyük sorularımız vardı ve büyük cevaplar bekliyorduk…
Kurultay bütün bu soruların aydınlatılacağı, çözüme kavuşturulacağı bir yol haritasının önümüze serileceği bir büyük forum olacaktı. Hayatlarımızdaki olası önemini kestiremezdik belki ama fikirlerimizin oluşması, tavırlarımızın şekillenmesi açısından bir dönüm noktası olacaktı. Öyle umuyorduk. Heyhat, kurultay büyük bir hayal kırıklığıydı bizler için. Ta ki, söz sırası Mahir Çayan’a gelinceye kadar… O ana kadar, kürsüye çıkan herkes göğsünü yumruklamış, avaz avaz “Aren-Boran oportünizmi”ni lanetlemiş, “öteki”lerin ne kadar “hain” ve “oportünist” olduğunu kanıtlamak için bin dereden su getirmiş ama kafalarımızı kurcalayan bin bir sorudan hiçbirine anlamlı, doyurucu bir yanıt vermemişti… O kurultaydan aklımda bir tek Mahir Çayan’ın konuşması kalmıştı: Bir muhakemeye dayanan, verili durumla Marksist teorik ilkeler arasında bir ilinti arayan, bütün koşulları ve durumları bir devrimin olabilirliği açısından yorumlayan; geleceğe ilişkin bir öngörüde bulunmamıza olanak veren, karşıtlarının neden karşıtı olduğunu anlanmamızı ve kendisine hak vermemizi sağlayan tek sunuştu..
Bizi çeken yalnızca konuşmanın içeriği değil, konuşanın kendisiydi de: Kendinden önceki kaba sabalıkları unutturan düzgün ve akıcı Türkçesiyle, belagatiyle; iki saat boyunca hiç kimseyi, karşıtlarını bile -sinirlendirse de-bıktırmayan etraflı anlatımıyla; tribünlerden atılan laflara, zekice alaylarla cevap verişiyle; gereğinde “efelenişi” gereğinde ders verircesine konusunu sergileyişiyle ve elbette edasıyla, duruşuyla, sözlerini tamamlayan anlamlı yüz ifadesiyle… Konuşması bittiğinde, o ana kadar ruhen koptuğumuz Kurultaya geri dönmüştük. Mahir Çayan gençlik hareketine kendisinden çalınan devrimci aklı ve Marksizmi, sosyalist hareket içindeki mücadeleye kalite ve seviyeyi iade etmişti bir kez daha…
Onun müdahalesi olmasa da o kurultayda MDD’ciler, Aren-Borancıları “tasfiye” edeceklerdi belki ama Türkiye sosyalist hareketinde devrimci bir damar, devrimci gençlik hareketinde de sosyalist bir damar o dönemde uç vermiş olmayacaktı. O güne kadar Marx’ı okuyup dünyayı anlamaya çalışmıştım. O kurultaydaysa dün-yayı değiştirmek için takip etmeye karar verdiğim Türkiyeli bir Marksistle tanıştım. O, 24 yaşındaydı ben de 21…
*. *. *
Mahir Çayan’la karşılaşıp tarafsız kalmış kimseyi bilmiyorum bugüne kadar… Sıradanlığa, düzen içi değerlere meydan okuyan tavrı onunla karşı karşıya gelenlerde ya ona karşı derin bir hayranlık ya da onu yok etmeye ant içecek kadar derin bir nefret doğurdu hep. Kızıldere’de onun yaşamını almaya gelenlerin bütün kuşatma boyunca nasıl herkesten önce onu yok etme tutkusuyla çırpındıklarına tanık oldum. Bu nefret, o öldürüldükten sonra bile haiâ dinmemiş olmalıydı ki, resmiyet dünyasındaki düşmanları henüz soğumamış bedeninin konulduğu tabutunu tekmelemekten kendilerini alamamışlardı… Kızıldere’den sonra kamu vicdanında oluşan sempati, geçmişten kalan tamamlanmamış hesaplaşmaların üzerini örttü, ama sol da, bu “aşk-nefret” geriliminden pek bağışık sayılmazdı doğrusu. Gene de geleneğe uyulduğu söylenebilir, ölenin ardından konuşulmadı pek…
*. *. *
12 Eylül gelip hapishanelerin de üzerine çöktüğünde Malatya “L Tipi” cezaevine nakledildik Niğde’den. Cezaevi idaresi “ıslahı gayri mümkün” olarak kategorize edilmiş olanlar için özel bir “karşılama töreni” hazırlamıştı. Kapı altından karga tulumba hamam götürülüp soyuluyor ve sopa yiye yiye hücrenize götürülüyordunuz. Sıra bana geldiğinde itilip kakıldımsa da fazlaca yaralanıp berelenmeden hücreme tıkıldım. “Azrailler”ime “neden” diye sorduğumda aldığım yanıt 1969’da dinlediğim uzun konuşmanın 15 yıl içinde Türkiye’nin her yerinden duyulmuş olduğunun, 1972’de feda edilen hayatın değerinin toplum vicdanında biline geldiğinin bir işaretiydi benim için: “Sen, Mahir’in, Deniz’in arkadaşısın!”
Kendime doğru arkadaşlar seçmiştim.
________________________________
Oral Çalışlar, Denizler İdama Giderken, Gendaş Yayınları, 2002, s. 36-40 içinde, Ertuğrul Kürkçü, “Tanıdığım Mahir Çayan”

24 Şubat 2021 Çarşamba

Goebbels ilkeleri


Hitler sadece Almanya değil, belki de tüm dünyayı sarsacak korkunç planlarını ortaya koyduğunda yalnız değildi. Hatta tüm bunları planlayan kişi Goebbels’di.


Diktatör nedir?
Diktatör Latince’de elinde mutlak ve sınırsız bir otoriteye sahip olan yöneticilere verilen tanımdır. Emir veren ve dikte eden anlamına gelir.
Diktatör terimi, Antik Roma'da, Roma Diktatörlüğü'nün senatosu tarafından acil durumlarda cumhuriyeti yönetmesi için atanan ve olağan dışı görevler üstlenen Magistratus'un unvanından geliyor.
Peki bu kavram günümüzdene için kullanılıyor? Ne için olacak, muhalefeti bastıran, ifade özgürlüğünü kısıtlayan ve yetkilerini kötüye kullanan liderler için kullanılıyor.
Hadi biraz daha detaylandıralım. Diktatörlükler genellikle seçimlerin ve sivil özgürlüklerin askıya alınması, olağanüstü hal ilan edilmesi, demokratik yollar kullanılmadan kanunlaştırılan kararname, siyasi muhaliflere baskı, hukukun üstünlüğü prosedürlerine uymama ve kişilik kültü ile ortaya çıkar. Kişi kültü nedir? Bir toplumda liderin yüceltilmesi, kahraman veya Tanrı benzeri bir figür olarak tanımlanmasıdır.
Diktatörler tek parti rejimlerinde sıklıkla görülür, bazı baskın parti sistemlerinde de ortaya çıkabilir tabi. Ha bu arada Diktatörler sol ve sağ siyasi görüşlere sahip olabilir.
Tarih boyunca; askeri cuntalar, tek partili devletler, baskın partili sistemin egemen olduğu devletler ve kişisel bir yönetim altındaki sivil hükümetler gibi farklı rejimlerde iktidara gelen çeşitli liderler diktatör olarak tanımlanıyor.

Dünya üstündeki ilk diktatörü anlatayım size. O günden bu güne hiçbir şeyin değişmediğini göreceksiniz: Qin Shi Huang, döneminde konfüsçülük ve diğer felsefeleri bir araya getiren Yüz Düşünce Okulunu yasakladı. Sizce neden? Çünkü düşünen insan tehlikelidir. Roma döneminde o hipodromlar kolezyumlar niye yapıldı sanıyorsun? Yönetim hakkında mırın kırın eden sorgulayan insanların kafasını dağıtmak ve hedef şaşırtmak için tabii ki.

Şimdi gelelim herkesin çok iyi tanıdığı meşhur diktatör Adolf Hitler’e. 1933’te Hitler, başbakan olduktan sonra Propaganda Bakanı olarak Goebbels atandı, tüm kültür unsurlarının propaganda malzemesi için kullanılmasına destek oldu. Radyolar propaganda yayıyor, sanat merkezlerinin her köşesi Goebbels'in kışkırtıcı mesajlarıyla dolup taşıyordu.
Radyonun iktidar için öneminden sık sık bahsediyordu Goebbels. İktidarın garantisi radyoda yapılan manipülatif yayınlardı sonuçta. Goebbels'in onayından geçmeyen kitaplar, sanat eserleri, şarkılar yok olup gidiyor, Nazileri öven sanatçılar için özel bütçeler ayrılıyordu.

GOEBBELS İLKELERİ
-Goebbels’e göre, propaganda 3’e ayrılır. Beyaz propagandanın kaynağı bellidir. Kara propaganda dost bir kaynaktan geliyor gibi görünür ama durum tam tersidir. Gri propaganda ise tarafsız bir kaynaktan geliyor gibi görünse de gerçekte düşman tarafından uygulanmaktadır. Gidişata göre 3 propagandadan biri seçilerek ilerlenir.
-Bu ilkelerden en önemli madde YALANDIR. Goebbels diyor ki : Yalan söyleyin mutlaka inanan çıkacaktır. Olmazsa yalana devam edin. Bir şeyi ne kadar uzun süre tekrarlarsanız, insanlar ona o kadar fazla inanırlar. Çünkü söylediğinizin nereden geldiğini, doğruluğunu unutur ve bir süre sonra o yalanı benimser.
-Halkı her zaman ateşleyin, asla soğumasına ve düşünmesine izin vermeyin. Demiş.
-Halk büyük yalanlara, küçük yalanlara göre daha çabuk inanır.
- Hatalı olduğunuzu ya da yanlış yaptığınızı asla kabul etmeyin.
-Sadece bir rakibinize odaklanın ve kötü giden her şeyin suçunu onun üzerine yıkın. İnsanlar bir süre sonra sorunun onda olduğuna inanacaktır.
-Her zaman etrafınızda bir yalaka ordusu bulundurun.
-Medyayı gerekiyorsa satın alın, yalnızca sizin propagandanızın yayınlanmasına izin verin.
-Adaleti ele geçiren devleti ele geçirir. Adaletin her zaman kendinden taraf olmasını sağlar. Son olarak da: "Önemli olan aydınlar değil kitlelerdir. Çünkü onları kandırmak çok kolaydır.”
İşte Hitler bu ilkeleri kullanarak, Önce Almanya’nın umudu oldu, yol yaptı hatta ilk otobanı yaptı, köprüler yaptı, medyayı ele geçirdi, adaleti ele geçirdi, insanların inançlarını manipüle etti derken iyice zıvanadan çıktı...

Dora Pedia Youtube Kullanıcısı