Translate

Sağlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sağlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Ocak 2020 Pazar

Depremde nerede durmalı ?

Basitçe ifade edilirse, binalar yıkılırken, objelerin üzerine düşen tavan ağırlığı veya içerideki mobilyalar bu nesnelere çarparken yanlarında bir yer, boşluk bırakırlar. Bu boşluk benim 'hayat üçgeni' dediğim alandır. Nesne ne kadar büyük ve ne kadar dayanıklı olursa daha az ezilecektir.
Adım Doug Copp. Dünyanın en tecrübeli kurtarma birimi Amerikan Uluslar arası Kurtarma Ekibinin Kurtarma şefi ve afet olayları müdürüyüm. Bu makaledeki bilgiler bir deprem anında hayat kurtaracaktır.
875 yıkılmış binaya sürünerek girdim, 60 ülkeden kurtarma ekipleriyle çalıştım, birçok ülkede kurtarma ekipleri oluşturdum, ve çok sayıda ülkede birçok kurtarma ekibinin üyesiyim. 2 Yıl boyunca birleşmiş milletler felaket 'azaltma' uzmanıydım. 1985'ten beri aynı anda gerçekleşenler hariç dünyadaki bütün büyük felaketlerde çalıştım.
1996'da benim hayatta kalma metodumun geçerliliğini ortaya koyan bir film yaptık. Türk hükümeti, İstanbul belediyesi, İstanbul Üniversitesi, Case yapımcılık, ve ARTI bu pratik ve bilimsel testin filme alınmasında işbirliği yaptılar.
İçinde 20 maket (mannequis) olan bir okulu ve evi yıktık. On maket 'çömel ve korun' metodunu uygularken, 10 maket 'hayat üçgeni' metodumu uyguladı. Tasarlanmış yıkımdan sonra görüntüleri filme almak ve sonuçları belgelemek için enkazı geçip binaya girdik. Bina yıkımlarında oluşabilecek şartlar dahilinde direk olarak gözlemlenebilen ve bilimsel şartlar altında hayatta kalma tekniklerimi uyguladığım film 'çömelip korunan/saklanan' kişiler için hayatta kalma şansının sıfır olduğunu ortaya koydu.
Hayat üçgeni metodumu kullananlar için hayatta kalabilme şansı yaklaşık olarak % 100 oldu. Bu film Türkiye'de ve Avrupa'nın geri kalan kısmında milyonlarca izleyici tarafından izlendi. Bu film ABD, Kanada ve Güney Amerika'da RealTV programında izlendi.
Enkazına girdiğim ilk bina 1985 Mexico City depreminde bir okuldu. Bütün çocuklar sıralarının altındaydı. Her bir çocuk kemiklerinin kalınlığına kadar ezilmişlerdi. Sıralarının yanındaki koridorlara uzanmış olsalardı hayatta kalmış olabilirlerdi. Bu 'ayıptı, gereksizdi' ve çocukların neden koridorlarda (sıraların arasında) olmadığını merak ettim. O an, çocuklara bir şeyin/eşyanın altına saklanmalarının söylendiğini bilmiyordum.
Basitçe ifade edilirse, binalar yıkılırken, objelerin üzerine düşen tavan ağırlığı veya içerideki mobilyalar bu nesnelere çarparken yanlarında bir yer, boşluk bırakırlar. Bu boşluk benim 'hayat üçgeni' dediğim alandır. Nesne ne kadar büyük ve ne kadar dayanıklı olursa daha az ezilecektir.
Nesneler ne kadar az ezilirse boşluk ve bu boşluğu kullanan kişinin yaralanmama olasılığı o kadar artar. Bir dahaki sefere televizyonda yıkılan bina izlerken gördüğün üçgenleri say. Heryerdeler.
Yıkılan bir binada göreceğiniz en yaygın biçimdir.
Deprem anında hayatta kalma, ailelerine bakma ve başkalarını kurtarma hakkında 750 bin nüfuslu Trujillo kentinin İtfaiye bölümünü eğittim. Trujillo İtfaiye Departmanının kurtarma şefi Üniversitede profesördür. Bana her yerde eşlik etti. Kişisel ifadeleridir:
'Adım Roberto Rosales. Trujillo kurtarma ekibi şefiyim. 11 yaşındayken çöken bir binada mahsur kaldım. Mahsur kalışım 1972 yılında 70.000 kişini öldüğü depremde oldu. Erkek Kardeşimin motosikletinin yanında oluşan 'hayat üçgeni' içinde hayatta kaldım.
Yataklarının veya sıraların, masaların altına giren arkadaşlarım ezilerek öldüler (isim, adres vb detayları anlatıyor). Ben hayat üçgeninin yaşayan örneğiyim. Ölen arkadaşlarım 'çömel ve korun' örnekleridir.
DOUG COPP'UN ÖNERİLERİ ;
1) 'Binalar çökerken basitçe 'çömelen ve korunan' kişiler istisnasız her defasında ezilerek ölüyorlar. Masa, araba gibi nesnelerin altına giren kişiler her zaman ezilirler.
2) Kediler, köpekler ve bebekler'in hepsi doğal bir şekilde dizlerini ana rahmindeki gibi karınlarına doğru çekerek kıvrılırlar. Deprem anında sizde bu şekilde kıvrılmalısınız. Bu doğal bir güvenlik ve hayatta kalma içgüdüsüdür. Daha küçük bir boşlukta hayatta kalabilirsiniz. Hafifçe ezilecek ama yanında boşluk yaratacak bir kanepe, geniş büyük bir eşyanın yanında durun.
3) Ahşap evler deprem anındaki en güvenliyapılardır. Sebebi basittir; ahşap esnektir ve depremin zorlamasıyla hareket eder. Eğer ahşap bina çökerse geniş yaşam boşlukları oluşur. Ayrıca, ahşap binalar daha az yoğunlukta yıkılış ağırlığına sahiptir. Tuğla binalar ayrı tuğla parçalarına ayrılacaklardır. Tuğlalar bir çok yaralanmalara sebep olacaktır, ama (beton) bloklardan daha az ezilmiş vücutlar yaratırlar.
4) Eğer gece yataktayken deprem olursa, basitçe yuvarlanarak yataktan düşün. Yatağın çevresinde güvenli bir boşluk oluşacaktır. Oteller müşterilerine deprem anında yatakların yanında yere uzanmalarını salık veren bir uyarı notunu odalarda her kapının arkasına asarlarsa depremlerde çok büyük hayatta kalma oranlarını sağlayabilirler.
5) Televizyon izlerken deprem olursa ve kolayca kapıdan veya pencereden dışarı kaçmak mümkün değilse, kanepe veya büyük bir koltuğun/sandalyenin yanında cenin pozisyonunda kıvrılarak yere uzanın..
6) Bina çökerken Kapı kirişlerinin altına geçen herkes ölür...Nasıl mı? Eğer kapı kirişlerinin altına geçerseniz ve kapı kirişi öne veya arkaya doğru düşürse inen tavanın altında ezilirsiniz. Eğer kapı kirişi yana doğru yıkılırsa ikiye bölünürsünüz. Her iki durumda da ölürsünüz!
7) Hiçbir zaman merdivenlere gitmeyin/yönelmeyin. Merdivenler (ana binadan) farklı bir 'frekans aralığına' sahiptir; ana binadan bağımsız/ayrı olarak sarsılırlar. Merdivenler ve binanın geri kalanı devamlı olarak birbirlerine çarparlar, ta ki merdivenlerin yıkılışı gerçekleşene kadar.
Merdivenlere ulaşan insanlar basamaklar yüzünden yaralanırlar. Korkunç şekilde sakatlanırlar. Bina yıkılmasa dahi, merdivenlerden uzak durun. Merdivenler binanın hasar görmesi en muhtemel kısmıdır.
Depremde yıkılmamış olsa dahi, merdivenler bağırarak kaçmaya çalışan insanların aşırı yüklenmesi ile çökebilir. Merdivenler binanın geri kalan kısmı zarar görmemiş olsa dahi her zaman güvenlik açısından kontrolden geçirilmelidir.
Binanın dış duvarlarına yakın yerlerde durun, mümkünse dışına çıkın. Binanın iç kısımlarındansa dış kısımlarına yakın yerlerde olmak çok daha iyidir. Binanın dış çevresinden ne kadar içeride olursanız, çıkış yolunuzun kapanma ihtimali o kadar artacaktır.
9) Aynen Nimitz yolundaki katlar arasındaki (yıkılan) blokların meydana getirdiği gibi, deprem anında üst yolun yıkılmasıyla ezilen araçların içinde bulunan insanlar ezilirler. San Francisco depreminin kurbanlarının hepsi araçlarının içindeydiler. Hepsi öldü.
Araçlarının dışına çıkıp,aracın yanına uzanıp veya oturarak kolaylıkla hayatta kalabilirlerdi. Ölen herkes eğer araçlarından çıkıp, araçlarının yanına oturabilseler veya uzanabilselerdi yaşıyor olabilirdi. Ezilen bütün araçların yanında-kolonların direkt olarak üzerine düştüğü araçlar hariç- 3 feet yükseklikte boşluklar oluşmuştu.
10) Enkaz halindeki gazete ofislerini ve çok miktarda kağıdın olduğu ofisleri dolaşırken kağıdın sıkışmadığını/ezilmediğini
keşfettim. Kağıt yığınlarının/kümelerinin etrafında geniş boşluklar bulunur/oluşur.

Dip not: Neden Deprem düdüğü?
-İnsan birkaç saat bile bağıramaz çünkü sesi kısılır. bağırsa bile iş makinelerinin sesi insan sesini bastırır. Oysa düdükle günlerce ses çıkartabilirsiniz.

1 Ocak 2020 Çarşamba

Kullandığınız her sözcükle bir anlaşma imzalarsınız

Kullandığınız her sözcükle bir anlaşma imzalarsınız.

Hem kendinizle, hem karşınızdaki ile ve hem de tüm evrenle!
Bir insan gelecekte ne yaşayacağını merak ediyorsa
Bugün ne konuştuğuna baksın.
*Sadece OLMASINI İSTEDİĞİNİZ şeyleri söyleyin.*
"Hasta olmak istemiyorum" yerine,
*”Sağlıklıyım."*
"Yaşlanmak istemiyorum" yerine
*"Her daim genç kalacağım.."*
*Öyle ki beyin negatifi algılamaz. Söylenen her sözü gerçek kabul eder.*
Mesela siz, *"Unutma"* dediğinizde onu *"unut"* olarak algılar. *"Aklında tut"* demek daha doğrudur.
Birisine, *“Panik yapma”*
Dediğinizde daha fazla panik olacaktır. Bunun yerine *"sakin ol"* demek daha uygundur.
Bu yüzden, *ne istiyorsak onu söylemeliyiz!*
Birisi sizi gördüğünde *"hasta gibi görünüyorsun"* derse ve siz buna inanır, onaylarsanız, anında anlaşmayı imzalamış olur ve hastalanırsınız.
Bazı insanlar hastalıklarına sıkı sıkı sahip çıkarlar.
*"Benim şekerim var!"*
*"Benim tansiyonum var!"*
*”Benim kolestrolüm yüksek!”*...
*BENİM..!!!* diyerek sahip çıkarsanız o hastalık da sizi hayatta bırakmaz!
*"BEN" diye başlayan her cümleyi bilinçaltınız sahiplenir ve emir kabul eder.*
*FARKINDALIĞI OLAN KİŞİ İSE; bedeninin kendine verdiği mesajdan ders çıkarır* Ve şu soruların cevabını arar;
*"Bilmem gereken şey ne?”*
*”Hayatımda neyi değiştirmem gerekiyor?"*
*"Nerede hata yaptım ki; hastalıkla bedenim beni uyarıyor?"*
Büyüklerin çok söylediği bir söz vardır:
*"Bir şeyi kırk kere söylersen olur."*
Hiç düşündünüz mü neden acaba?
*Çünkü dil neyi çok söylerse, bilinçaltı onu gerçek kabul eder ve beyin gerçekleştirmek için harekete geçer.*
*OLUMLU KONUŞMAK ve OLUMLU DÜŞÜNMEK işte bu yüzden çok önemlidir.*
*Ağzınızdan çıkan cümleleri değiştirin, hayatınız değişsin..*
Sözlerinizle birlikte, düşünceleriniz değişmeye başlar. Düşünceleriniz değiştikçe de; davranışlarınız değişir ve siz başka birisi olursunuz.
*Bir bakarsınız ki yaşamınız, söyledikleriniz ve düşündükleriniz, davranışlarınız olmuş..*
Şimdi şu iki cümleye bakın. Ve iki cümlenin de ayrı ayrı size ne hissettirdiğini düşünün..
- “Bugün hava çok güzel ama yarın yağmur yağacak.”
- “Yarın yağmur yağacak olsa bile bugün hava çok güzel!”
Sadece iki kelime <AMA> ve <OLSA BİLE> kelimeleri cümledeki ifadeyi ne kadar değiştiriyor değil mi? İlkinde olumsuz bir duygu durumu ikincide ise her şeye rağmen mutlu olma durumu.
*Biz sade düşüncelerimizden değil, duygularımızdan da sorumluyuz.*
*İçimizdeki kinden, nefretten, intikam duygusundan yükselen eksi elektrik, dünyadaki bütün zerreleri ürpertiyor,*
*Veya içimizden yükselen ve içine yeryüzündeki bütün insanları, bütün hayvanları, bütün nebatatı, bütün eşyayı alan hayırlı bir dua, güzel bir dilek dalga dalga bütün zerrelere, iyinin, güzelin, temiz, asil ve yüce olanın ışınlarını yayıyor.*
*Ne olur kalbimizi, kafamızı hep sevgiyle, saygı ile, edep ile, incelikle ve güzel duygularla dolduralım."*

* Şems-i Tebrîzî der ki;*
* Eğer hala KIZIYORSAN* Kendin ile olan kavgan bitmemiş
*Eğer hala KIRILIYORSAN* Gönül evinin tuğlaları pekişmemiş
*Eğer hala KINIYORSAN*
Af makamına ulaşmamışsın; öfke ve kin seni cayır cayır yakıyor
*Eğer hala ”BEN” demekten vazgeçmiyorsan*
Dizginlerin hala nefsinin elinde ve sen bu esarete boyun eğiyorsun
*Eğer hala musibetlere ÜZÜLÜYORSAN*
Gerçeği bilmiyorsun
*Eğer hala ŞİKAYET ediyorsan*
Hakikatı göremiyorsun.
Ve Hz. MEVLANA ile yazımızı süsleyelim. Hz. Mevlana der ki;
*”Ey kardeş! Sen ancak bir düşünceden ibaretsin. Ondan başka neyin varsa, kemiktir, ettir. Eğer düşüncen, manevi varlığın gül ise, sen de gül bahçesisin; diken isen küllüğe atılacak odun gibisin.”*
Huzurlu, mutlu, güzel günler yaşamanız dileğiyle.

Doç.dr Süleyman Coşkuner

22 Aralık 2019 Pazar

Yaşama ve Yaşatma Hakkının Saygınlığını Tartışıyoruz!

Emel Derbend Üner
📍
FAYTONCULUĞU KALDIRIP KALDIRMAMAYI DEĞİL ,   YAŞAMA VE YAŞATMA HAKKININ
SAYGINLIĞINI TARTIŞIYORUZ .
YASA VE GENELGELERİ
AÇIKLIYORUZ ....

HEYBELİADA'DAN
SESLENİYORUZ...
🌎 Adalarda korkunç olaylar yaşıyoruz .
Ruam çığlıkları ile insanlar ajite ediliyor
Faytonların kaldırılması adına atlar ,yasa ve Genelgelere aykırı şekilde öldürülüyor.
1800 atın yaşadığı adalarda
19.aralık gecesi 81 can yok edildi
Diğerlerine sıranın ne zaman geleceğini bekliyoruz .
🌎 Atların ruamlı olduğu kabul edilerek sahiplerinden gizlenen raporlar ile yapılan vahşetin benimseneceğini düşünmek mümkün değil.
Adada atlar ile ilgili tek bir veteriner yok biliyor musunuz ?
🌎Kedi köpekler için bile ilâç ve ameliyat malzemesi zor bulunur adalarda ...
Çoğunlukla bu malzemeleri kendimiz alır götürürüz.
🌎 Senede iki defa yapılması gereken testlerin sonuçları da sahiplerine verilmez.
🌎 Devlet ve Belediye adaya at girişlerini çıkışlarını kontrol etmez .Bu konuda kadrolar oluşturmaz
🌎 1800 atın yaşadığı adalarda, ruam dedikleri olayın ,81 ata kadar ulaşması , eğer bu hastalık söz konusu ise devlet ve belediyenin sorumluluğundadır.
🌎 Ruam testi özel bir testtir.
Bu konuda Belediyenin ilacı getirmek için ihale açması belli süreler vermesi ve testleri usulüne uygun şartlarda yaparak raporlarını at sahiplerine vermesi şarttır.
🌎 Ruam hastalığına karşı korunma ve mücadele Yönetmeliği 21/11/2011 tarihli Resmi Gazetede yayınlanmış ve yapılacak işlerin çerçevesini belirlenmiştir .
İNTRADERMAL MALLEİN testi yapıldıktan sonra ,reaksiyon 72 saat sonra okunur .
Değerlendirme MALLEİN enjekte edilen yerdeki kalınlaşma 5 mm
den fazla ise pozitif ,3.5 mm ise şüpheli ,0-29 mm ise negatif kabul edilir .
Ancak 2 ay sonra serolojik muayeneler yapılır.
81 can öldürülmesine rağmen hayvan sahiplerinin ellerinde hiçbir test sonucu yetkili veterinerin imzasını taşıyan bir belge yoktur .
🌎 Eğer at ruam taşıyor ise, dünya sağlık örgütünden bir hekimin de olayın başında olması öldürme yönteminin saptanması gerekir .
🌎 Devlet at ve ruam konusundan anlayan veteriner icin kadro açmak zorundadır .
🌎 Ruama ilişkin raporların at sahibi tarafından denetlenebilir şekilde kendilerine teslim edilmesi şarttır.
🌎Şu anda ahırlardan onların yanından , ruamlı dediklerinizin arasından geliyorum .
Korkmuyorum.
Kaçmıyorum .
Onlara neler yapıldığını anlamaya ve herkese anlatmaya çalışıyorum
🌎 Gerek Büyükada gerekse Heybeliada'da yüzlerce at 3- 5 metrekarelik karanlık ahırlarda hareketsiz bekletilerek ayrı bir cinayet işleniyor.
Biliyor musunuz ?
🌎 300-400 kg ağırlığındaki bir atın 3 ay boyunca Ahırdan çıkmamak koşulu ile Karantina adı altında bekletilmesi ne büyük vahşettir biliyor musunuz ?
Bu durumun sürdürülmesi halinde atlarımızın Felç olmalarına kesin gözü ile bakılmaktadır.
Yanlarından geliyorum
Küçücük yerlerde inliyorlar.
Başlarında ise dışarı çıkmamaları için vardiyalı polis arabaları beklemekte .
🌎 Ruam testinin yapılması, raporları ,karantina yöntemleri ve at konusundaki uzman hekimin kadrolu çalıştırılması ilkeleri yasa, ve Yönetmelikler ile birlikte
düzenlenmiştir.
🌎 Öncelikle öldürülen 81 ata ilişkin tahlil ve raporlarının öldürülmeden önce, sahiplerine verilmesi yasal zorunluluktur
Heybeliadadaki atlarımız ile ilgili olarak geçen hafta yapılan tahlillerde bir sorun olmadığı söylenmesine rağmen , halen at sahiplerine isteklerine rağmen bu rapor verilmemektedir .
🌎 Adalar ölüm kokuyor hepimiz soluyoruz bu kokuyu ve bekliyoruz .
Ruam ile ilgili yasa usul ve Yönetmelikler uygulanmadan çukurlar kazılarak öldürmek veya 3 ay hareketsiz bırakarak felç ederek öldürmek arasında ,hiçbir fark olmadığını savunuyorum.
Öldürülüyorlar. ...
🌎 5199 sayılı hayvanları koruma kanunu kapsamında ,yük hayvanları barınması ile ilgili , ilçe belediyelerinin yetkisi yoktur.
🌎 Büyükşehir belediyeleri ise ancak bahçeli geçici hayvan bakım merkezlerinde kısa süre onları barındırabilir.
Aylarca veya ömür boyu orada tutamaz .
Belediyelerde çok sayıda atı barındıracak tavla ve alanlar da mevcut değildir
Belediyeler,onların bakımları ile ilgili bilgiye sahip değiller.
Bu yüzden 400 kg lık bir atın 3 ay hareketsiz bırakılması ve hapsedilmesi hâlinde ne olacağının bilincinde bile değiller .
🌎. Hiç bir belediyenin yük hayvanları ile alakalı ehil hekimi olmadığı gibi ruam hastalığının bırakın teşhisini, testini bile uygulayacak hekimi yoktur..
Yukarıda değindiğim özel bir bilgi ve yetki gerektirir bir iştir bu konu ..
🌎 Ruam testi maliyetli bir testtir, karma aşı bile aldıramadığımız belediye, il veya ilçe tarım müdürlüğü'nün ruam testi almış olduğu iddiası kanıtlanmalıdır.
🌎K aldı ki, belediyeler bir alımı ihalesiz ve belediye meclisi kararı olmadan yapamaz ve bunu sayfasından kamuya bildirmekle yükümlüdür.
🌎 Yani Belediyenin ruam testi alabilmesi için önce talep etmesi gerekir .
Sonra belediye meclis onayı ve kararı ardından en az 1 aylık ihale ve devamında alım yapılacak firmanın belirlenmesi ve alımının yapılması gerekir .
🌎 İş bununla da bitmez yük hayvanları hakkında yetki belgesi olan ehil hekimleri de bulup kadrosuna almalı bunlar içinde ayrı bir talep onay ve karar olması ve bir aylık bir ilan açması gerekir.
🌎 81 can öldürülürken bu gereklerin yerine getirildiğinin kanıtlanması gerekir .
🌎 5199 sayılı hayvanları koruma kanunu yük hayvanları barınması hakkındaki maddeyi ve rehabilitasyon merkezlerinin işlev maddelerini de değiştirmesi gerekmektedir .
🌎 İlgili Kuruluşların, yasa tüzük ve Genelgelere uymak suretiyle ruamlı atın varlığını tespit etmesi halinde ; elbette insan sağlığı ve diğer canlılar için gereği, yerine getirilecektir.
Ancak o gerek yerine getirilirken de bir cana duyulması gereken saygı ve saygınlık içinde bu hazin işlem yapılacaktır
Okuduğuruz savunma, yaşama ve Yaşatma hakkının korunması ve Atlarımıza adına yapılmıştır.
Saygı ile
Av.Emel Derbend Üner
Alıntı bir arkadaşımın "Facebook Sayfasından" 

6 Aralık 2019 Cuma

Termik santrallar kapatılsın

Nuran Yüce:

Kahramanmaraş’ın Afiş-Elbistan ilçesindeki iki kömürlü termik santral yıllardan beri havayı kirletiyor. Türkiye’nin hava kalitesine ilişkin açıklanan 2018 yılı raporunda da bu gerçek bir kez daha teyit edilmiş, Kahramanmaraş Türkiye’nin hava kalitesi en kötü ili olarak yer almıştı.

Kasım ayından itibaren ise Afşin-Elbistan termik santrali dahil 15 termik santralin 2022’ye kadar filtresiz çalışmasına izin verecek Madde 50 gündemimize girdi, 21 Kasım’da TBMM’de onaylandı. Cumhurbaşkanı tarafından veto edildiği için bu düzenleme şimdilik askıya alındı. Şimdi yasayı veto etmesinden dolayı Cumhurbaşkanı’na övgüler düzülüyor, kahraman ilan ediliyor ama Madde 50’nin hazırlanmasından veto edilmesine kadar olan süreçte yaşananlar tam bir rezalet. Örneğin Kahramanmaraş Ak Parti milletvekili Habibe Öcal, Tayyip Erdoğan’ın termik santralların filtresiz çalışmasını düzenleyen yasayı veto etmesinden sonra “Milletvekillerimizin çabaları ve aziz milletimizin beklentilerini göz ardı etmeyen Cumhurbaşkanımız ‘önce insan’ diyerek Afşin-Elbistan Termik Santralleri’nin bacalarına filtre takılmasını erteleyen düzenlemeyi veto etti” diyen bir tweet attı. Sonra bu tweeti sildi. Bu silinen mesajda yer alan tek doğru şey “aziz milletin beklentisi”ydi, diğerlerinin gerçekle hiçbir ilgisi yok.

Yıllardır şirketleri korudular
İlk olarak 2013 yılında özelleştirilen kömürlü termik santrallerin çevre yatırımlarını tamamlamaları için 6446 Sayılı Elektrik Piyasası Kanunu Geçici 8’inci Maddesi ile 2018 yılına kadar süre tanıdılar. 2014 yılında Anayasa Mahkemesi çevre yatırımlarının bu kadar ertelenmesinin anayasaya aykırı olduğu kararı ile Geçici 8’inci Madde’yi iptal etti. Peki Hükümet Anayasa Mahkemesi’nin kararını hayata geçirdi mi? Tabi ki geçirmedi. 2017 yılında Anayasa Mahkemesi bu sefer iki kez, Türkiye’nin en kirli termik santrallerinin 2019 yılının sonuna kadar çevre yatırımlarını tamamlamalarını mecburi kılınmasına karar verdi. Mahkeme’nin bu kararı karşısında hükümet ne yaptı? Şubat 2019’da Madde 45 ile söz konusu santrallere iki yıl daha süre tanınmasını içeren bir düzenlemeyi Meclis’e getirdi. Kamuoyunun yoğun baskısı ile 45. Madde kanun teklifinden çıkarılarak komisyona geri çekildi. Ama iddia edildiği gibi karşımızda ne “önce insan” diyen ne de mahkeme kararlarını tanıyan bir hükümet var. Tek derdi şirketlerin çevresel yatırımlar için katlanacağı maliyet olan Hükümet son olarak 21 Kasım’da Madde 50 ile termik santrallerin filtresiz çalışmasına 2022’ye kadar izin veren düzenlemeyi tekrar TBMM’nin gündemine getirdi. Bu arada CNN Türk’te, Türkiye’nin dört bir yanında termik santral gerçeğini bizzat yaşanlarda ve genel olarak kamuoyunda termik santrallere karşı oluşan tepkiyi sindirmek için yalanlara dayalı bir yayın yapıldı. Yayında açık açık ‘çevrenin korunması, halk sağlığı diyorsunuz’ ama ‘şirketler çevresel yatırımlar için büyük paralar harcamak zorundalar kalacaklar, işten çıkarmalar olacak, günlerce elektriksiz kalacağız, hiç bunları düşünmüyorsunuz’ denilebildi.

Sonunda Madde 50 217 kabul, 36 red oyuyla Meclis’ten geçti. Termik santraller filtresiz çalışsın diye evet oyu verenler arasında Kahramanmaraş milletvekili Habibe Öcal da vardı. Şimdi bu evet oyu verenler Cumhurbaşkanının Madde 50’yi veto etmesini alkışlıyorlar. Söz konusu termik santraller hala filtresiz çalışıyor. 2019’un bitmesine günler kaldı ama bu şirketler yılsonuna kadar filtre takmamaları halinde herhangi bir ceza ile karşılaşmayacaklar. Çünkü Cumhurbaşkanı da veto ederken şirketlere ek altı ay süre tanındı.

Ortada alkışlanacak hiçbir şey yok. Türkiye’nin öldüren kömür gerçeği ise var olmaya devam ediyor. Kömürlü termik santrallerin hava, su ve toprağı kirlettiğine, kanser, astım, KOAH, erken doğum, otizm gibi daha bir çok hastalığı tetiklediğine ilişkin çok sayıda bilimsel tespit var. Bir başka gerçek ise kömürün ister filtreli ister filtresiz kullanılsın iklim krizine olan fosil yakıtlardan biri olması. Cumhurbaşkanına Madde 50’yi veto ettiren gücün içinde kömüre karşı oluşan tepkinin payı büyük. Şimdi bu tepkiyi “tüm kömürlü termik santrallerin kapatılması, kömürlü termik santrallerde çalışanların hiçbir hak kaybına uğramadan iklim dostu işlerde istihdam edilmesi” talebiyle büyütme zamanı. Kömürlü termik santraller olmaz ise elektriksiz, işsiz kalırız söylemi doğru değil. Şirketlerin sözcülüğünü yapan, kendisi de şirket gibi davranan AK Parti ve hükümet de Madde 50 sürecinde bir kez daha bunu sergilemiş oldular.

***

11 termik santrale 11 ayda 1,36 milyar TL kapasite desteği ödemesi yapıldı
Madde 50 ile 15 santrale çevre yatırımlarını yapmaları için 2022’ye kadar ek süre verilecekti. Kapasite Mekanizması Ödeme Listesi’nde bir başka gerçek daha açığa çıktı. Bu 15 termik santralden 11’inin 2018-2019’un ilk 11 aylık döneminde devletten 1,36 milyar destek aldığı görünüyor. Şirketler insani ve çevresel yıkımlara yol açacak kirli faaliyetlerini sonsuza kadar devam ettirmenin yollarını ararken bizden alınan vergilerle oluşan bütçeden de faydalanmışlar. Hükümet programlarıyla yıllardır para yok denilerek; sağlık, eğitim, sığınmaevi gibi kamusal hizmet alanlarına yapılan yatırımlar, ayrılan bütçeler azalırken şirketlere yapmadıkları çevresel yatırımlar için destekler sağlanmış.

***

Başta Kahramanmaraş ve Manisa olmak üzere bu tesislerin faaliyet gösterdiği illerde kanser nedeni ile yaşamını yitirenlerin sayısı arttı.

- Türkiye’de 2017 yılında hava kirliliği trafik kazalarından 7 kat fazla ölüme yol açtı (Temiz Hava Hakkı Platformu)

- 2018 yılında hava kalitesi, ulusal sınır değerlerine göre değerlendirildiğinde; 81 ilin yarısından fazlası (%56) kirli hava soludu.

- 2017 yılında Dünya Sağlık Örgütü’nün önerdiği kılavuz değerler kabul edilse Türkiye’de yaşanan ölümlerin yaklaşık %13’u önlenebilirdi.(Temiz Hava Hakkı Platformu, ‘Kara Rapor’a göre)


Nuran Yüce

nuranyu@gmail.com
(Sosyalist İşçi)

www.marksist.org

20 Kasım 2019 Çarşamba

32 yaşında ölen insanların ülkesi

Dünyanın en kısa süre yaşanan yeri burası... Güney Afrika'nın en uç noktalarından birinde minik bir ülke; Swaziland... Cennete benzeyen bu ülkede temiz hava, şifalı sular, yeşillik hepsi bir arada. Uzun yaşamanın anahtarı olarak gösterilen bütün imkanlara sahipler ama ortalama yaşam süresi 32'ye kadar düştü. On yıl önce 41 olan yaş süresi giderek düşüyor ve artık buradaki insanlar 32 yaşında ölüyorlar. Bu ülkenin yeni virüsler nedeniyle yok olması içten bile değil. Swaziland aslında küçücük bir ülke. Kuzey ve Güney mesafesi 200 kilometre. Ülkenin başında 11 eşi bulunan bir kral bulunuyor. Filmlere konu olan kral Mswati bakire kızlar içinden kendine eş seçiyor, kabilesinin bütün ritüelini hala sürdürüyor.



BU ÜLKE HASTALIKTAN YOK OLABİLİR

Swaziland fakirlikten çok çeken klasik Afrika ülkelerinden biri değil. Tarım var, turizm var, madencilik bile var. Masmavi gökyüzü, sıcacık iklimi var. Hatta Avrupa sosyetesinin safari merkezi. "Burası cennet, hastalık asla uğramaz" diyenlerin aksine tüberküloz oranlarının en fazla görüldüğü yer burası, HIV nedeniyle yok olma tehdidi altında. Ülkedeki enfeksiyon oranının bir benzeri dünyanın başka bir yerinde görülmemiş. 20'li yaşlardaki yetişkinlerin yarısında enfeksiyon var. Bu dünyadaki en yüksek oran olarak kabul ediliyor. Bu minik ülkenin büyümesi HIV yani bildiğiniz AIDS nedeniyle büyük tehlike altına girmiş. Tehlikenin boyutu o kadar büyümüş ki Birleşmiş Milletler Gelişme Programı bu durumun devam etmesi halinde Swaziland'ın ülke olarak daha uzun süre varlığının ciddi olarak tehlikeye gireceğini açıklamış.

HIV MİLLİ FELAKET
Kral Mswati tarafından burda HIV milli felaket ilan edilmiş. Bu edenle HIV konusunda ilk savaş vermeye başlayan üklerden biri olmuş aslında. Ancak yine de her dört evden birinde HIV pozitif var. Nerden nasıl kaptıklarını bile artık bilmiyorlar, minicik bebeklere bile test yapılıyor, burada doğan herkes potansiyel riskli olarak bakılıyor. Bu küçücük ülkeyi hastalıktan kurtarmak için dünya seferber oldu. Kızılhaç 8 bin kişi görevlendirdi. En ücra köşelerdeki hastalara bile ilaç götürülüyor. Ancak ilaç onları yaşatmak için yetmiyor yiyecek yardımı da gerekiyor. 20 kuruluş bir araya geldi. Onların tedavisi için çaba harcıyor. Lilly burada çoklu ilaca dirençli tüberkoloz için destek veriyor. Kendilerinin tüberkoloz ilaçları yok ama beş kıtada yirmiden fazla kamu ve özel sektörle birlikte burayı hastalıktan temizlemek için uğraşıyor. Dünya Sağlık Örgütü'nden Harvard Üniversitesi'ne kadar pek çok kuruluş bu yardım kuruluşları arasında bulunuyor. Bu sorunlar, hastalıklar artık yalnızca Afrika'nın Swaziland'ın sorunları değil. Ordan kolaylıkla dünyaya yayıldığı için bu noktada hapsedilip yok edilmeye çalışılıyor.



SON YAŞLILARINDAN
Mbhaceki Romanı 67 yaşında. Burada yaşlanan ender insanlardan biri. Hastalıklardan korunduğu için övünüyor. Burada çoğunluk hasta olduğu halde önyargılar nedeniyle hastalık hâlâ ayıplanıyor. Bu nedenle insanlar hasta olduklarını saklıyor.

BÜYÜCÜLER ARTIK GÖNÜLLÜ
Bu ülkenin şifacıları da artık hastalıklarla savaş için eğitiliyor. Önce yöre halkı büyücülerden şifa adamış. Ancak hastalık kutsal saydıkları büyücüleri de etkilemiş. Kızılhaç da bunun üzerine büyücüleri ve şifacıları gönüllü olarak eğitmiş. Şimdi bazı bölgelerde HIV ve tüberküloz ilaçları onlar tarafından hastalara uygulanıyor.

TÜRK DOKTOR DA VAR

Türk doktor Aylin Jaspersen de Kızılhaç Program Kordinatörü olarak bu bölgedeki kampanyaları katılıyor. İsviçre Bern'de çalışıyor ancak ocak ayından beri bu bölgedeki proje için Afrika'da bulunuyor. Tek tek evlere gidip hastaların tedavisi için gönüllü olan ekip arasında yer alıyor. Kralın emri gereği bu bölgede çalışan gönüllü doktorlar bile yerel kıyafetleri giymek zorunda.

Esra Tüzün
Dünya


13 Ekim 2019 Pazar

Türkiye’de doğaya ve insana zarar veren pestisit kullanımı artıyor.

Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), 1945’te kurulduğu tarih olan 16 Ekim’i her yıl Dünya Gıda Günü olarak kutluyor. Gıda günü öncesi Türkiye’de doğaya ve insana zarar veren pestisit kullanımına dikkat çekildi. Türkiye’de pestisit kullanımı her geçen gün artıyor. 1979 yılında 5 bin olan pestisit kullanımı 2018 yılı itibarıyla 65 bine yükseldi.
Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği “Zehirsiz Sofralar” adıyla yeni bir projeye başladı. Proje insan, doğa ve çevreye zarar veren pestisitlerle mücadeleyi amaçlıyor.
Proje kapsamında Zehirsiz Sofralar Sivil Toplum Ağı kuruldu. Ağda bulunan 90 kurum, Dünya Sağlık Örgütü tarafından en tehlikeli ve muhtemel kanserojen olarak sınıflandırılan 14 etken maddenin Türkiye’de yasaklanması için önümüzdeki ay bir kampanya başlatacak.

Ağ kuruldu
Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği’nin, Avrupa Birliği tarafından Sivil Toplum Diyaloğu V Programı kapsamında finanse edilen ve Avrupa Pestisit Eylem Ağı (PAN Europe) ortaklığında yürüttüğü “Zehirsiz Sofralar” projesi geçen nisan ayında başladı ve hızla sürüyor. Projeyi anlatan dosyada çarpıcı bilgiler de paylaşıldı. Uludağ Üniversitesi’nden iki bilim insanının yapmış olduğu araştırmanın sonucuna göre ise Türkiye’de endüstriyel tarımda 1 armuda 18.3 kez, 1 elmaya 11.3 kez, 1 şeftaliye ise 10 kez pestisit uygulanıyor.
Proje, pestisitlerin olumsuz etkileri ve pestisitlere alternatif yöntemler hakkında üretici ve tüketicilerde farkındalık yaratmayı amaçlıyor. Bu amaçlara ulaşmak için de Zehirsiz Sofralar Sivil Toplum Ağı kuruldu.
‘Adım atılmalı’
Ağ hakkında da bilgi veren Zehirsiz Sofralar Kampanya ve İletişim Koordinatörü Turgay Özçelik, “Türkiye’de pestisit kullanımını azaltmak ve pestisitlerin zararlarına dikkat çekmek için kurulan Zehirsiz Sofralar Sivil Toplum Ağı, pestisit kullanımını bir halk sağlığı problemi olarak görüyor ve bir an evvel adım atılması gerektiğini savunuyor. Çünkü zehirsiz gıda en temel insan haklarından biri. Herkesin zehirsiz sofralarda yemek yiyebilmesi için bu zehirlerin yasaklanması ve alternatif, doğa dostu yöntemlerin desteklenmesi gerekiyor. Türkiye sivil toplum tarihinde ilk kez farklı alanlarda çalışma yürüten sivil toplum örgütleri güçlerini birleştiriyor. Tüketici örgütleri, barolar, sağlık alanında çalışan kurumlar, çevreciler Zehirsiz Sofralar Sivil Toplum Ağı çatısı altında birleşerek çocuklarımıza sağlıklı bir gelecek sunabilmek için harekete geçti. Bu güç birliğinin çok olumlu sonuçlar getireceğine inanıyorum” diye konuştu.

İlaç değil, kimyasal
Dosyada “Pestisit nedir” sorusu ise şöyle cevaplanıyor:
“Böcek, mantar, yabani ot gibi canlılara karşı tarımda kullanılan kimyasalların genel adıdır. Tarım ilacı olarak da bilinmektedir, ancak bu ifade doğru değildir. İnsan ve doğaya zararlı olan pestisitler, karaciğer, böbrek rahatsızlıkları ve kansere yol açıyor. Arıların ve birçok canlının ölmesine neden olarak biyoçeşitliliği ve yaşamı tehdit ediyor.”

Cumhuriyet - Hazal Ocak


2 Ağustos 2019 Cuma

Depresyon, Kaygıdan Kaçış: “Kendini Sorgulamamak”

Gazetelerin yayın politikalarında magazin haberlerin önemli bir ağırlığının olduğu aşikâr. Bu ilgi çekici haberler daha ziyade gündelik hayata ilişkindir. Kişinin etkisinin hayli düşük olduğu, sadece tanıklık edebildiği büyük diplomatik, politik ya da iktisadi haberlerden farklı olarak “sıradan insanı” ilgilendiren sudan haberlerdir bunlar: yapılan bilimsel araştırmalara göre diş etlerinizi korumak için kahve ile sigara tüketmeyin, aşk acınızı hafifletmek için doğa gezilerine çıkın, stresle baş etmek ve güne zinde başlamak için sabahları limon kabuğu kemirin, tırnaklarınızı keserken televizyon izlemeyin... 
Bu ilk bakışta “zararsızmış” gibi görünen sevecen haberlerin “dili” dışlayıcı değil, kuşatıcıdır; ayrım gözetmeksizin “herkesi” yörüngesine alır. Muhatabıyla senli benli konuşan bu dil bir tür yaşam koçluğu, kişisel gelişim taktikleri içerir. Kişinin şu ya da bu sebeple ilgilenemediği, yeteri kadar düşünemediği şeyleri, başkaları onun adına düşünüyor, üstelik ona kimi işlevsel reçeteler de sunuyordur. Ama külyutmaz sıradan insan kolay kolay “ikna” olmaz, haberler ikna problemini çoğun “uzman” görüşlerine başvurarak çözer. Kişiyi kişiden daha çok düşünen, yönlendiren, telkinlerde bulanan ses genellikle bir uzmanın sesidir. “Konuşan” fail her durumda bilgi ile donatılmış bir uzmandır, böyle olunca da akan sular durur...

***

İnternet yayıncılığı yapan Gazete Duvar’da yer alan, benzerlerine başka mecralarda da sıkça rastlanan, ağır ve yüklü politik haberlerin kıyısında geçen bir haberin ünlemli başlığı: “Tatil sonrası depresyonu önleyin!” Başlıktan da anlaşılacağı üzere, hedef kitlesi olarak öncelikle “çalışanları” ama çalışanlar arasında da tatile çıkma imkânı olanları (prekaryayı?) ilgilendiren bir haber bu. Önlem alınması gereken esasında bir değil, “iki” depresyon vardır ama “tatil sonrası depresyon” ifadesi “tatil öncesi depresyonu”, yani çalışma sürecinde vuku bulan türlü bunalımları hasıraltı eder, önemsizleştirir. Tatil öncesi depresyonun katlanarak büyümemesi için “dönüş”te zuhur edecek olası bir depresyonu önlemek çok daha elzemdir. Müşfik, halden anlar, konuşur gibi ilerleyen bir dille açılır haber:

“Bütün bir yıl çalıştınız, hem fiziksel hem zihinsel hem de ruhsal açıdan iyice yoruldunuz. Kiminiz ailece, kiminiz arkadaşlarıyla, kiminiz de tek başına çıkacak tatile. Hedef, iyice dinlenmek, sıkıntılardan, dertlerden, en başta da işyerindeki sorumluluklardan, yoğun tempodan uzaklaşmak. ‘Tatil iyi geçmez mi’ dediğinizi duyar gibiyiz, elbette ‘zihniniz iyi geçmesine hazır olunca iyi geçer şüphesiz’ ama ya dönüşü! Tatilin huzurunu, dinginliğini, o iş hayatından uzaklığını hissederek bir yandan da nasıl bir strateji uygulamalı?”[1]
Bozuk bir dil ama önemli değil, meram gayet anlaşılır: “bütün bir yıl” çalışılmıştır, çalışan özne bu zaman zarfında fiziksel, zihinsel ve ruhsal açıdan yorulmuştur. Tatilin “görünür” amacı dinlenmek, dertlerden ve sorumluluklardan kısa bir süreliğine de olsa uzaklaşmak, yorgunluktan kurtulmak; tatil öncesinde iyice yıpranmış bedeni ve ruhu toparlamak, daha enerjik bir biçimde “işin başına” dönmektir. Dipteki amaçsa aslında çalışan kişinin tatil yapması değil, daha üretken bir şekilde işe koşulmasıdır. Tatille kesintiye uğramış çalışma hayatına dönüşte daha “performanslı” olmak için, tatilin tıpkı çalışma hayatında olduğu gibi bazı “stratejilere” yaslanması gerekir, aksi takdirde tatilin bir anlamı kalmayacaktır. Okurunun sesini duyan haber, yüksek kalitede bir tatil için fedakârca kafa yorar: “nasıl bir strateji uygulamalı?”

Söz konusu sempatik haber “uzman” görüşlerini eksene alarak, bazı kilit stratejiler paylaşır müstakbel tatilci okurlarıyla. “Acıbadem Fulya Hastanesi’nden uzman psikolog” Nuray Sarp, 9 maddelik bir strateji paketi sunarak, tatilcilerin tatillerini beklenilen bir “verim”le geçirmeleri için söz alır. Bu stratejiler özetle şunlardır: Tatile çıkacak kişi tatil sırasında işyerinden “sorumluluk” almamalıdır zira oraya çalışmaya değil, dinlenmeye gidiyordur; kişi tatilde çalışma koşullarıyla alakalı “geçmiş” sıkıntıları değil, daha ziyade geleceği ve “hedefleri” düşünmeli, muhtemel yükselme hayalleri kurmalıdır; tatilci insan çalışmadığı için asla “yatak keyfini uzatmamalıdır”, uyku her zamanki uyanma saatini sadece bir iki saat geçmelidir; “bol bol su tüketilmeli”, alkole karşı kesinlikle ölçüsüz davranılmamalıdır zira “fazla tüketilecek alkol altyapıdaki sorunları, bekleyen depresyon eğilimlerini” kışkırtabilir; elbette beslenmeye, özellikle “şekerli ve karbonhidratlı yiyeceklere” dikkat edilmelidir zira tatilde alınacak “fazla kilolar depresyona” davetiye çıkarabilir; dünyadan kopmamak için tatilde “gazete” ve sair kaynakların takibi de yapılmalıdır zira dönüşteki olası “uyumsuzluk” ancak dünyadan haberdar olmayla aşılabilir...

***

Depresyonun kısacık bir tatilde bile nereden ve nasıl geleceği belli değildir, fazladan bir kadeh rakı “altyapıdaki sorunları, depresyon eğilimleri”nden birini tetikleyebilir, bu nedenle, orta boka filizlenecek depresyonu adeta şeytan kovar gibi defetmek için uyanık olmak gerek. 9 maddelik strateji ve verimlilik paketinin en ilginç ve müthiş maddesi “ Arkadaşlarınızla Telefonu Kesmeyin” başlıklı 5. madde. Dildeki şefkatli ton, bu maddede yerini hafifçe azarlayan, “bak akıllı olun yoksa” diye seslenen bir tona bırakır, maddenin tamamı:

“Tatile çıktım diye işyerindeki arkadaşlarınızla iletişimi kesmeyin, sosyal ilişkileri koparmayın. Tatilde arkadaşlık ilişkilerinden uzaklaşmak ‘hayat çemberi’ diye ifade edilen çemberin dışına çıkmak, kişinin kendini sorgulamasına neden olabilir. ‘Acaba ben bu hayatta ne yapıyorum’ diye düşüncelere kapılan kişide anksiyete [kaygı] belirebilir.”

Son derece teknik ama belli ki vaka malzemeleriyle oluşturulmuş “hayat çemberi” tabiri enfes; kapitalizm tarafından sinsice kuşatılmayı, amansızca hapsedilmeyi açıkça dile getirdiği için. Bu tabire göre, kişinin “toplumsal ilişkileri” ve “iletişim” kanalları bütünüyle iş yerindeki arkadaşlarından ibarettir: Adamın ya da kadının hayatı iştir. İş dünyası dışında herhangi bir arkadaşlık yahut başka bir toplumsal bağ söz konusu değildir, olamaz da. Tatil esnasında bu kutsal çemberin dışına asla çıkılmamalı, “telefon” bağlantılarıyla çemberin içinde olunmalıdır. Telefonla iletişim aksıya alınırsa kişi “hayat çemberi”nin dışına taşacak, yapmaması gereken bir şeyi yapacak ve kendini sorgulayacaktır: “Acaba ben bu hayatta ne yapıyorum?”

Depresyon dinamitinin fitilini ateşleme potansiyeli yüksek, insanın asla ama asla kendine sormaması icap eden; alkolden, fazla uykudan, karbonhidrattan daha tehlikeli bir soru bu... Hem tatil faslında, aslında hayatın tüm fasıllarında, durup dururken kendini sorgulamanın ne âlemi vardır. Çemberin dışına çıkmak mantıksızlıktır. Ucu günümüz kapitalist toplumunun muhakemesine, bu muhakemede öznenin kendi konumunun da fotoğrafını çekmesine varacak şekilde dünyayı sorgulamak: ilişkileri mukayese etmek, olan bitenler hakkında akıl yürütmek, ilişkilerin iç bağlantılarını düşünmek, sömürülme mekaniğini tartışmaya çalışmak... Gereksiz olmanın yanı sıra kaygı yaratacak bir süreçtir bu... Bu sancılı sorgulama sürecinden kaçışın tılsımlı kurtarıcı aracı ise “telefon”dur! İşyerinden birilerine telefon açılır, eften püften birkaç cümle sarf edilir ve bu zararlı soru daha doğmadan oracıkta boğulur. Harika!

Kişiyi “hayat çemberi”nin dışına çıkaran, olmadık kaygılara gark eden, depresyondan depresyona iten “acaba ben bu hayatta ne yapıyorum” gibi sorular, her ne şekilde olursa olsun geçiştirilmelidir. Psikoloji değil, öncelikle kapitalizm bu sorulardan hoşlanmaz. Ama sorunun kendisinden ötürü değil, verimliliği düşüreceği (kapitalizm sömürü düzeneği içinde tuttuğu bir zihnin kapitalizmden başka bir şeye odaklamasını istemez), hatta kaygılar eşliğinde de olsa olası bir muhalif damarı seğirtebileceği içindir bu haz etmeme hali...

Gerçeği tam olarak söylemese bile, Lacan’a göre “kaygı yalan söylemez.” Tatil dönüşü ya da çalışma döneminde, depresyona karşı önlem alması gereken prekaryanın (çalışan kesimin) kendi kaygıları üzerine hiçbir surette düşünmemesi, bu kaygıları oluşturan siyasi içerikleri, iktisadi dinamikleri kavramaması, yangından kaçar gibi depresyon hayaletlerinden kaçması, kaygıların üzerini örtmesi, zihinsel bir erozyon yaşaması, bu erozyonun devamlılığı için de kapitalizmin dümen suyunda yıkanmış bir örgütlü psikoloji, tüketim ve pedagoji sektörünün seferber edilmesi: yalanın sürgit kılınması değil midir bunlar?

***

Son olarak, bahis “acaba ben bu hayatta ne yapıyorum?” gibi varoluşçu bir soruya uzanmışken: keşke birileri vakti zamanında Albert Camus, Samuel Beckett gibi depresif insanları, ellerine birer akıllı cep telefonu tutuşturup da tatile yollasaymış, mümkünse de Güney’e... Bol su içip, dengeli uyuyup, düzenli beslenip “bakir” doğa güzelliklerinin tadını çıkarsalarmış. “Hayat çemberi”nin içinde kalıp şeker mi şeker mesai arkadaşlarıyla konuştukları bir tatil... Fena mı olurdu, az biraz nefes alırdı insanlık...

Derviş Aydın Akkoç - 28 Temmuz 2018

www.birikimdergisi.com/haftalik/9027/depresyon-kaygidan-kacis-kendini-sorgulamamak

12 Temmuz 2019 Cuma

Kanser daha olmadan tanısı konulacak

Çağın vebası kanser günümüzde çok önemli bir halk sağlığı sorununa dönüşmüş durumda. Kanserin tedavisine yönelik çalışmalar son yıllarda hızlanırken,  Antalya Genetik Hastalıkları Tanı Merkezi Müdürü Prof. Dr. Duran Canatan, mikro RNA’ya bakarak kişilerin kansere yakalanma riskini ortaya koyacaklarını söyledi. Canatan “Kanser olmadan tanısı konacak, kişi ona göre testlerini yaptıracak ve takibi yapılacak” dedi.
Canatan düzenlediği toplantıda, kanserin 2020’de tüm hastalıkların önüne geçeceğini söyledi. Güncel kullanılan tümör belirteçleri çok yanlış sonuçlar verdiği için bu konuda dünyada da yeterince çalışma olmadığını kaydeden Canatan, bu nedenle mikro RNA’ları seçtiklerini belirterek, şu açıklamada bulundu: “İlk defa 30 ay önce ‘Kanserin Erken Tanısında Mikro RNA Kitleri’ projesine başladık. Meme, akciğer, kolon, prostat, mesane, mide, pankreas ve karaciğer kanserleri üzerinde çalıştık. Kanser türlerinde en önemli 32 mikro RNA seçilerek, 8 kanser türünü 142 hasta örneğinde ve 220 sağlıklı kontrol örneğiyle karşılaştırarak, 23 bin 750 test örneği çalıştık.”
8 KANSER TÜRÜ ÜZERİNDE ÇALIŞILDI: Çalışılan mikro RNA’ların 23’ünün çok anlamlı bulunduğunu belirten Canatan, her bir kanser türü için ayrı ayrı çalışma yapılarak, kit haline getireceklerini ifade etti.
Canatan yürütülen çalışmaya ilişkin şu bilgiyi verdi: “Bu hem erken tanı için hem de kişinin risk analizi için çok önemli. Kişi etrafında kanserli hastalar olduğunda daha telaşlanıyor. ‘Bende var mı, yok mu’ diyor. Biz mikro RNA’ya bakarak kişilerin kansere yakalanma riskini ortaya koyacağız. Kanser olmadan tanısı konacak, kişi ona göre testlerini yaptıracak ve takibi yapılacak. Projenin ilk aşamasını tamamladık. Projenin ikinci aşamasında ise Türkiye’de ve dünyada kanser merkezleriyle görüşerek, bu kitlerin kullanılmasını sağlayacağız. Bu çalışma sayesinde kişiler hasta olmadan kansere yatkınlığı var mı yok mu ortaya çıkacak. Kanserde erken tanı çok önemli, korunma temel felsefe olduğu için hastalığın erken tanısında kullanılacak bu kitler. Bu çalışmayla kişilerin risk analizini de yapmış olacağız.”
Sekiz kanser çeşidi üzerine yaptıkları çalışmanın ayrı ayrı patentini almak için başvuruda bulunacaklarına değinen Canatan, çalışmayı kit haline getirdikten sonra yurt dışına da ihraç edeceklerini ifade etti.
(ANTALYA-AA)

27 Şubat 2019 Çarşamba

Mutluluğun yürüyüşü

Bu gördüğümüz şey, bir filament boyunca endorfini sürükleyen ve mutluluk yaratan, beynin parietal korteksinin iç kısmındaki miyosin proteini...

Yani; mutluluğun ta kendisini izliyoruz. :)