Translate

Sosyoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sosyoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Haziran 2018 Pazar

Demirtaş Le Monde'a yazdı: İktidar, otoriter hayallerini kabusa çevireceğimin farkında

17 Haziran 2018

“Bu makaleyi, Bulgaristan sınırının yanı başındaki Edirne Yüksek Güvenlikli Cezaevi’nden yazıyorum. Cezaevi, Edirne kent merkezine 7 km uzaklıkta ve yakınlarında hiçbir yerleşim alanı yok. Etrafı ise ayçiçeği tarlaları ile çevrili. Her Ağustos ayı geldiğinde renksiz cezaevi kompleksinin etrafını sarı ve yeşil renklerden oluşan muazzam bir renk cümbüşü sarmalıyor. Ayçiçeklerini bilirsiniz. Birkaç ay içinde büyürler ve ilkin eğik olan baş kısımları yavaş yavaş büyür ve güneş yönünde dikleşir.

Gençlik yıllarımdan bu yana ne zaman olgunlaşmış bir ayçiçeği tarlası görsem, nedense aklıma sokak eylemlerinde omuz omuza ve dimdik duran genç insanlar gelir. Cezaevinin hemen yanından Bulgaristan’ın derinliklerinden gelen Tunca nehri geçiyor. Bu güzergahta kilometrelerce uzunluğunda yemyeşil bir hat oluşturup kentin merkezinde çok yakın bir noktada Meriç Nehri ile birleşiyor. Birbirleriyle buluşan nehirlerse bana uzun yıllardır dost olan insanların abartısız ve içten bir mutlulukla yeniden buluşması gibi gelir. Dürüst olmak gerekirse, 20 aydır yukarıdaki resmin tam ortasındayım ama bunların hiçbiri görme imkanım olmadı. Cezaevinde olmak böyle bir şey. Bulunduğum mekanın hakikatini kavramak için aile üyelerimin ve avukatlarımın anlattıklarını birleştirip biraz da hayal gücümü katıyorum buraları tarif ederken. İşin aslı, baştan ayağa renksiz olması için özenle çaba harcanmış bir cezaevi hücresindeyim ve pek de rahat sayılamayacak beyaz plastik bir sandalyede oturarak bu satırları yazıyorum. Ayçiçek tarlalarında gezmeyi de nehirlerin buluştukları yerlerde yürümeyi de çokça özledim.



1 yıl 8 ay önce bir gece vakti Türkiye’nin Kürt bölgesinin başkenti olan ve ailemin yaşadığı Diyarbakır’da tutuklanıp buraya getirildim. Ailemle ve arkadaşlarımla aramda yaklaşık 1700 km’lik bir mesafe var. Bir insan hakları avukatı olarak Türkiye’nin Kürt bölgesindeki cezaevlerinin hemen hepsini, hak ihlallerini tespit etmek ve raporlamak için, ziyaret etmiştim. Ama bir cezaevinde hiç bu kadar uzun bir süre kalmaya mecbur bırakılmamıştım. Diğer yandan, tanınan bir siyasi tutsak olmam dışında beni diğerlerinden ayıran çok fazla bir şey göremiyorum. Bugün Türkiye cezaevlerinde ifade ve örgütlenme özgürlüğü hakkını kullanırken ‘terörist’ ilan edilip cezaevine atılan on binlerce insan var.

Yarı açık cezaevi

Bu koşullarda emin olabilmem mümkün değil ama Türkiye’de olup cezaevinde olmayan Erdoğan karşıtlarının içinde bulundukları durum bizlere göre bir yandan iyi diğer yandan da kötü. İyi olan yanı, ülke içinde seyahat etme özgürlükleri var, sevdikleri insanlardan ayrı değiller ve ayçiçeği tarlalarında özgürce dolaşabilirler. Kötü olan yanı, bizler kadar özgür değiller. Sosyal medyada yaptıkları bir yorum, işyerinde veya sokakta Erdoğan ve AKP iktidarı aleyhinde söyleyecekleri birkaç cümle, Kürt sorunu konusunda devletin uyguladığı politikaları eleştirmeleri, hatta insan hakları eğitimi için toplantı yapmaları veya hiçbir şey yapmamışken gizli tanıkların iftiralarına maruz kalmaları sonucu kendilerini her an cezaevinde bulabilirler. Bu yazıdan da gördüğünüz üzere, yüksek güvenlikli cezaevinde olan bizlerin ruhu da aklı da çok daha özgür. Hükümetten hiç korkumuz yok. Dışarıdakiler ise kocaman bir yarı-açık cezaevinde.

24 Haziran 2018 tarihinde yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yarışacak olan altı adaydan birisi benim. Dünya siyasi tarihinde ‘Cezaevinden Cumhurbaşkanlığına Aday’ olan az sayıdaki siyasi liderden birisi olarak anılmayı hiç istemezdim doğrusu. Ama bu durum benim değil Erdoğan’ın tercihi. Tutuklandıktan sonra bir yıl boyunca hiç hakim karşısına çıkarılmadım. Sonrasında ise sadece iki kez. Adil bir yargılama süreci geçirdiğime dair hiçbir işaret göremiyorum. Var olan yasal çerçeveye göre zaten en başından itibaren tutuksuz yargılanmam gerekiyordu. Şimdi de hükümetin isteğine göre yargılanma sürecimi istedikleri kadar uzatabilir veya beni yüzlerce yıl hapis cezasına çarptırabilirler.

Herkesten çok Erdoğan’dan korkan hakimlerden ve savcılardan adalet beklentim de yok zaten. Yargı kurumlarına olan inancım ne kadar zayıfsa Türkiye halklarının hem kendilerini hem de yargıyı özgürleştireceğine olan inancım o kadar güçlü. Erdoğan dışındaki diğer dört aday, benim tutuksuz yargılanmam gerektiğini belirten açıklamalar yaptılar. Halk için de durum kafa karıştırıcı. Erdoğan’ın her gün miting meydanlarında iddia ettiği gibi suçlu isem nasıl Cumhurbaşkanı adayı olabildiğimi sorguluyorlar. Suçlu değilsem, neden serbest bırakılmadığımın cevabını arıyorlar. Bu çelişkinin aslında oldukça basit bir cevabı var: Bugün serbest olmam durumunda, aynen 7 Haziran 2015 seçimlerinde olduğu gibi etkili muhalefet yaparak tüm baskılara ve eşitsiz koşullara rağmen Erdoğan’ın otoriter hayallerini kabuslara dönüştürebileceğimin iktidar gayet farkında.



Diktatörlük ya da demokrasi

Cezaevinde kısıtlı koşullarda olsam da, Avrupa siyasetini yakından takip etmeye devam ediyorum. Ne yazık yarı-açık cezaevinde özgürlüğü için mücadele eden Türkiye vatandaşlarına yeterince destek olduklarını söylemek zor. Yakın zamanda gerçekleşecek seçimler, özünde, Türkiye için diktatörlük ile demokrasi arasında yapılacak bir tercihi yansıtacak. AB sürecini tamamen köşeye bıraksak bile, Türkiye’deki her gelişme; özellikle güvenlik, ekonomi ve mülteciler gibi sorun alanları Avrupa’yı doğrudan ilgilendiriyor. Haliyle, Avrupa ülkelerinin siyasi ve ekonomik istikrar sahibi bir Türkiye istemelerini anlayışla karşılıyorum. Lakin hala Erdoğan’ın otoriter yönetiminin siyasi ve ekonomik istikrar değil de bizatihi istikrarsızlığın kaynağı olduğunu görmemelerini anlayışla karşılamam zor. Avrupa hükümetleri, Erdoğan’ın anti-demokratik uygulamalarına göz yumma karşılığında ekonomi ve mülteciler gibi konularda kendi ihtiyaçlarına kısa dönemli cevaplar almış olabilirler. Ama bu gidişatın sürdürülebilir hiçbir yanı yok. Erdoğan’ın toplumu sürekli kutuplaştırma üzerinden yürüyen milliyetçi ve İslamcı otoriter yönetiminin yarattığı siyasi krizler derin bir ekonomik kriz ile buluşmuş durumda. Erdoğan, 24 Haziran gecesi baskı ve hile bu seçimleri kazandığını ilan etse bile, bu durum Türkiye’deki krizleri daha da derinleştirmekten başka bir sonuç üretmeyecek.

Devletin tüm kaynaklarını kendi kampanyası için seferber eden, Türkiye’deki medyanın yüzde 90’ının kontrolünü elinde bulunduran Erdoğan’ın iktidarda kalmak adına ne derece çaresiz olduğunu merak edenler benimle girmiş olduğu polemiklere yakından bakabilir. Nitekim, seçim anketleri Erdoğan’ın histerilerini en üst düzeye çıkarmış durumda. Erdoğan, 10 Haziran’da yaptığı mitingde, seçmenlerine beni idam ettirmeyi vadetti. Türkiye hakkında kaygılanan Avrupalı liderlerin sorması gereken soru şu: Seçmenlere, rekabet ettiği cumhurbaşkanı adaylarından birini idam ettirmeyi vadeden bir insan ile aynı masada oturup konuşabilecek kadar Avrupa’nın değerlerinden hiç geri dönmemek adına vaz mı geçtiler?

Bedeli ne olursa olsun, ben kendi adıma, halkım uğruna hiçbir şekilde durduğum muhalif konumdan geri adım atmayacağımı söyleyebilirim. Benim gibi, Türkiye’de barış ve demokrasi mücadelesi veren on milyonlarca insanın da bu otoriter gidişat ile hiçbir şekilde uzlaşamayacağını biliyorum. O yüzden, seçim sonuçları ne olursa olsun, bizler eşitlik, adalet ve hürriyet için mücadele etmeye devam edeceğiz."




* Demirtaş'ın bu yazısı, Fransa'nın önde gelen gazetelerinden Le Monde'da yayımlanmıştır.



29 Nisan 2018 Pazar

Mutlu Olmak

Mutsuz olmamız, kahır çekmemiz için ne çok sebebimiz var! Olup bitenin, acı verici durumu karşısında mutsuz olmak daha insana yakışan bir şey değil midir? Değildir! Mutlu olmak, insan olma sorumluluğu taşıyan herkesin bir sorumluluğudur.

Son zamanlarda sık sık kendime söylediğim bir söz: "Mutsuzluk ahlâksızlıktır." Ahlâk yaşamının hedefi mutluluktur; mutluluk ahlâkına göre yaşamalıyız anlamında söylemiyorum bu sözü. "Mutluluk", "mutsuzluk" kavramlarından, çağımız insanının çoğunlukla anladığını anlamıyorum. Bu kavramların farklı yorumlarına gerek duyduğumuzu düşünüyorum.


Akıllı mutsuz, salak mutlu mu olur?

Alışılagelmiş bakışla, düşünen, araştıran, soruşturan, eleştiren insanın mutsuz olması gerektiğine inanılır. Dünyadaki gidişe "aklı eren" insan, oradaki akıldışı akışı, haksızlığı, sömürüyü, acıyı, iletişimsizliği, kısacası dünyadaki cehennemi görür ve mutsuz olur. Aydın mutsuzdur; gördüğü karşısında; gördüğünü düzeltmeye çabalamasındaki yetersizliği karşısında. Düşününce mutsuz olur insan; bir anlamda nasıl düştüğünü görmüştür, kendinin ve insanlığın. Düşünüyorum: O halde mutsuzum der. Mutsuzluk dünyayı değiştirmenin bir gerekçesi olur; yalnız gerekçesi değil, itici gücü, enerjisi. Mutsuzlar, dünyaya isyan edip, dünyayı değiştirmeye, dönüştürmeye çabalayacaklardır. Mutsuzluk, uyumamanın, uyanıklığın, isyanın, eleştirinin bir itici gücüdür. Mutsuz, bilinçlidir, bilgilidir, asidir.

Oysa, mutlu, tam bir salaktır. Düşünme gücünden yoksun, bilgisiz olduğu için mutludur. Aydın mutlu olamaz; o denli çok kaygısı; içinden bir türlü çıkamadığı kendisine, düzene, düzenin değiştirilmesine ait sıkıntıları vardır ki, mutlu olması olanaksızdır. Boş kafalı, yaşamayı yüzeyden alan, sorumsuz, bencil insanlar mutluyum diye dolaşırlar. Ne kadar kapsamlı, ne kadar derin düşünürseniz o kadar mutsuz olursunuz.

İşte yukarıda mutluluk ve mutsuzlukla ilgili saptamalara karşı çıkıyorum. "Akıllı mutsuz, salak mutlu" savının yaşama beceriksizliklerinin bir avuntusu olabileceğini düşünüyorum. Mutsuzluk görüntüsünün, saplantısının ya da avuntusunun "gerçekle" yüzleşmekten bir kaçış olduğunu düşünüyorum.

Mutluluk bilinç ve yürek işidir.
Dünyada bir zulüm, haksızlık, sömürü düzeni olduğu bana açık geliyor. Mutsuz olmamız, kahır çekmemiz için ne çok sebebimiz var! Olup bitenin, acı verici durumu karşısında mutsuz olmak daha insana yakışan bir şey değil midir? Değildir! Mutlu olmak, insan olma sorumluluğu taşıyan herkesin bir sorumluluğudur. Burada, "şişe yarıya kadar dolu" demiş mi oluyoruz, "yarıya kadar boş olan şişe"ye? Mutlu olma bir çeşit aldanma sonucu mu elde edilecektir? Avunma, aldanma, görmezlikten gelme, sorunlardan kaçma yoluyla "mutluluk oyunu" oynamaktan söz etmiyorum.

Aldanma sonucu "mutluluk" sözde mutluluktur. Mutluluk bir bilgi işidir: fark etme, ayırt etme, yargılama; düşünebilme işidir! Dürüstlükle başarılır.

İnsanın ardında olduğunu söylediği mutluluğun, sorunlardan, acılardan, kaygılardan azade bir ruh haliyle yaşanması gerekmez. Gerçekle yüz yüze, onun sorunlarıyla içice olduğunuz halde mutlu olabilirsiniz.

Önce şu soru: Neden ardındayız mutluluğun? Gerçekçi olduğumuz, gerçeği anlamaya, yorumlamaya, sorunlarıyla baş etmeye çabalamak için. Araştırmak için. Mutsuzdan araştırmacı olmaz. Mutsuzdan devrimci olmaz. Mutsuzdan başkaldırı, umut, düş bekleyemezsiniz!

Karşı çıkışları duyuyorum: Mutsuz bilenmiştir, ödün vermez, kavgaya, savaşa, mücadeleye, zulüm görmeye hazırdır. Kelle koltuğunda yürür mutsuz. Mutlu, yitirmek istemediği mutluluğu için korkaktır, ödünler verir; dünyadan hoşnuttur, merak etmez, öğrenmez, kendini aşmak istemez.

İşte tam da bu noktada karşı çıkışlara karşı çıkıyorum! Böyle salak, böyle eblek, böyle sorumsuzdan mutlu insan çıkmaz! Mutluluk bir bilinç işidir, yalnız bilinçli olmakla kazanılmaz mutluluk, yürek işidir aynı zamanda. Mutluluk, uyuşukluk, tembellik, atâlet değildir. Hamarat ruhların işidir. Acı çeken, acı çekmiş, duyarlı insanların. Mutluluk bir haz hali değildir. Acı yokluğu hiç değil!

Mutsuzluk yaşama beceriksizliğidir.

Mutluluk iç ve dış özgürlüğe kavuşabilmede bir dönüm noktasıdır. İç dünyamızın, düşünce ve duygu dünyamızın bağımsızlığı, insanlarla kurduğumuz ikili ilişkilerin, toplumsal ilişkilerin özgürleşebilmesinde katkısı olan bir güçtür. Kendimizi ve dünyayı değiştirebilme gücü. Telos'umuza, hedefimize, amaçlarımıza, düşlerimize, ütopyamıza bizi ulaştırabilme gücü. Bu gücü anlayamamak, bu güce bigâne kalmak elbette sorumsuzluktur. Güzel, hakça bir dünya için çalışmamak demektir. Elbette ahlâksızlıktır.

Mutluluk kendimizle yüzleşebilme cesareti için gereklidir. Gerçekle, dışımızdaki ve içimizdeki gerçekle, tarihle, kültürle karşılaşabilmek için. Yılgınlığı, tembelliği, kolaycılığı yenebilmek için. Mutlu insan, iç dünyasında gezebilen, içinde kolayca dolaşabilen; kendini tanımaktan ürkmeyen özerk bir insandır. Mutlu, gerçekliğin karşısına çıkardığı sorunlarla karşılaşabilme gücü taşır.

Mutlu, kendini, gerçekliği yaşamaya hazırdır: Elbette öteki insanlarla birlikte. Mutlu, birlikte yaşamaya, paylaşmaya açar kendini. Mutluluk, yaşamaya hazır olmadır: Geçmişi üstlenip, eleştirip, eleyip, yorumlayıp, geleceğe doğru yürüyebilme durumudur. Tek başına mutlu olunmaz; birlikte olunur. Paylaşmayla olunur. Ortalık güllük, gülistanlık olduğu için değil; savaşta, kavgada, kuşkuda, zulüm görmede de mutlu olunur.

Mutlu, duygularını, aklını, bedenini bir bütün halinde yaşar. Duygu ve aklıyla iletişime geçer; onları tanır. Bedeninden gelen enerjiye haberlere, uyarılara açıktır.

Mutlu, dinlemeye, anlamaya, söyleşmeye hazırdır: Kendiyle ve öteki insanlarla. Taktik uygulayan; insanları sınıflandırıp, damgalayan, denetleyip, elinin altından bırakmayan, mutlu olamaz. Mutluluk umut; mutluluk, içimdeki "daha var" diyen sestir.

Mutlu, kendini "aşmak", öğrenmek, üretmek ister. Mutluluk, olanaklarını gerçekleştirmeye çalışmada yatar. Mutsuz, olanaklarını keşfetse de, gerçekleştiremeyendir. Mutsuzluk, insanın yaşama beceriksizliğidir. Kendini gerçekleştiremeyen, düş kuramayan, görüşlerini açık açık dile getiremeyenden mutlu olmaz.

Mutlu insan dünyayı değiştirecek insandır.
Mutluluk, edilgenlik demek değildir. Tembellik hiç değil. Mutluluğun, dünyanın sonu olduğunu söyleyen masallarla kültürümüze geçtiğini görüyoruz. Mutluluk, öykülerin, romanların, filmlerin sonunda yer alabiliyor. Sonlara tıkılmış bir yaşam biçimi değildir oysa; somut yaşam alanında ortaya çıkıyor. Mutlu insan dünyayı değiştirecek insandır:Yaşamaya, kavgaya, düşünmeye, üretmeye hazır bir insandır.

Mutluluk bir haz hali değildir. Bir karakterdir. Mutlu insan bu ahlâki karakteriyle, başına gelmiş ve gelecek olanları yaşar. Mutlu insan, zulüm çekmiş, işkence görmüş biri de olabilir. Mutlu insan yerinde duramaz, etkindir; sorumludur: Mutlu insanlardan söz ediyorum. Dünyaya bir bakış biçimi, bir yaşam biçimi oluveren mutluluk, ağır bir sorumluluk taşır. Çünkü, mutluluk "hazır olma" durumudur; mutlu insan, gerçekleştireceği tasarılarının altında ezilmez.

Gelip geçici bir hâl değil de bir karakter oluveren mutluluk, bize yaşam boyu destek oluverecek bir güçtür.
Yanılır mıyız mutluluk konusunda? Zaman zaman. Neyin mutluluk, neyin mutsuzluk olduğunu anlamak, hangilerinin mutluluk karakterine (ahlâk karakteridir!) uygun olduğunu önceden söyleyebilmenin zorlukları var. Bize mutluluk gibi görünen, öteki insanların mutsuzluğu olabilir. Oysa, dünyadaki sorunları ele almanın, tavır koymanın, gerçekliğe yönelmenin, kimi eylemlerin çekirdeğini taşıyan bizim karakterimizdir. Karakterimiz mutluluk karakteri ise gelip geçici mutsuzluklarımızı görmezden geliriz, onları simyacı gibi mutluluğa dönüştürmeye çalışırız.

Siz kendinizi "mutlu", "karakterli" biri olarak görüyorsanız; kendinizle barışık, geleceğe ilişkin tasarımlar taşıyan bu karakterinizle dünyanın zorluklarıyla baş etmeyi biliyorsunuz demektir.

Bu yazıyı elbette kendini sorgulayan bir mutsuz, bir ahlâksız yazdı.

Prof. Dr. Ahmet İNAM
http://www.phil.metu.edu.tr/ahmet-inam/mutlu.htm

7 Şubat 2018 Çarşamba

Kitty Genovese Sendromu


SEYİRCİ KALMANIN ANATOMİSİ


1964 yılında NewYork da akşam üstü Kity Genovese isimli bir kadın çok da ıssız olmayan bir caddede cinayete kurban gider. Bu olayda ilginç olan şudur. Kadına saldıran şahıs dakikalarca kadına tecavüz etmeye çalışır başaramayınca darp eder öldürmeye çalışır. Kadını yaralı halde bırakır. Bir süre sonra tekrar gelir ve kadını öldürür. Bu acı korkunç süre bir saattir ve bir saat boyunca zavallı kadın çığlıklar atar yardım ister. Polis olay yerine gelir ancak resmi ihbar olaydan tam bir saat sonra yapıldığından geç gelmiştir, çevreyi inceler. Kadının öldürüldüğü bölgede olayı kimsenin duymaması imkansızdır. Çevre evleri incelediklerinde olayı 37 mahalle sakininin gördüğünü hatta bir kısmının sonuna kadar pencereden izlediğini ancak hiç biri ne olaya müdahale ettmiş ne de polis çağırmıştır. Bu olay sonrası bir polis şefi gazeteci arkadaşı ile konuşurken durumu anlatır. Gazetecinin ilgisini çeker ve bunu haber yapar. Haber sonrası Amerika da büyük infial olur.
Psikologlar, psikiyatrisler, sosyologlar incelemeye başladığında şu durum ortaya çıkar.
Olaya tanık kişilerin hepsi bir başkası mutlaka polise haber verir veya müdahale eder diye duyarsız kalmıştır.
Kadın bu nedenle kalabalığın ortasında öldürülmüştür.
Bu sosyal davranışa katledilen kadının adı ile kity Genovese sendromu adı verilir.
Evet Sosyal Psikolojide biz bu ve benzeri durumlara kity Genovese sendromu diyoruz.
Yaşananlara duyarsızlıktan çok başkasına yükleme, bekleme, sosyal kaytarma
Birisi çözer
Birisi yardımcı olur işimize bakalım
Biri mutlaka görmüştür
Biri mutlaka dilekçe verir
Düşünceleri ile sorun, problem ve sıkıntıları başkasına atmak.
Sonuç mu?
Etkisiz güçsüz, zayıf hatta sıfır tepkiye neden olur.
Toplumsal refleks azalır ve zorba istediğini yapar.
(Anonim)


1 Aralık 2017 Cuma

Hukuk Nedir?


Hukuk, her şeyden önce bir düzen demektir. Fakat hukukun öngördüğü düzen, fiilen gerçekleşen bir düzen değildir. Hukuk, toplum içinde insanların gerçekten nasıl davrandıklarını değil, nasıl davranmaları gerektiğini gösterir. Hukuk, kendisine uyulmak ve uygulanmak için vardır. Adalet değeri dolayısıyla, insanlar arası ilişkileri bir düzene koymak, toplumsal yaşamın gerçekleşmesini sağlamak ister. İnsanlara, “Bana uy; Beni gerçekleştir” buyruğu ile seslenir. Hukuk düzeni, doğduğu andan itibaren bireyin karşısına kabul edilmesi ve uyulması gereken, kesinlikle doğru kurallar olarak çıkar. İnsan, özgür bir varlıktır ve iradesini hukukun buyrukları doğrultusunda kullanabileceği gibi, onlara aykırı bir yönde de kullanabilir. Bu nedenle toplum içinde insanların tutum ve davranışlarının hukuk kurallarına uymaması, her zaman mümkündür.
“İşte hukuk, insan davranışlarını değerlendiren, çıkar çatışmalarına çözüm getiren kurallardan, normlardan meydana gelen bir sistem, bir bütündür.”

İdesi ve ideali adalet olan hukuk, genel olarak şu şekilde tanımlanabilir: "Hukuk, adalete yönelmiş toplumsal bir yaşama düzenidir." Bu tanımdan, hukukun üç ayrı fonksiyonu yerine getirdiğini görmekteyiz. Bu fonksiyonlar düzen, pratik yarar ve adalettir.

HUKUKUN TOPLUMDAKİ FONKSİYONLARI

1. Düzen fonksiyonu: Hukukun bu fonksiyonu ile anlatılmak istenen, hukukun toplumsal yaşamı düzenleyip insanların barış ve güvenlik içinde bir arada yaşamalarını sağlamaktır.

2. Pratik yarar
: (Sosyal İhtiyaçların Karşılanması) Hukukun pratik amacını, toplumsal gerçeklik belirler. Hukuk bu fonksiyonu ile toplum içinde yaşayan insanların, birbirleri ile kurmak zorunda oldukları ilişkilerini ve biyolojik, psikolojik bir varlık olarak insanın yapısından kaynaklanan ihtiyaçlarını karşılamaya çalışır. Hukuk bu fonksiyonu ile doğum, evlenme, ölüm vb. önemli biyolojik olayları da çeşitli hükümlerle düzenler. Hiçbir hukuk düzeni yaşamın temel gerçeklerini görmezden gelemez. Hukuk düzeni, insanın doğal yapısına ve bundan ileri gelen ihtiyaçlarına uygun olmak zorundadır. Hukuk önemli ölçüde, ekonomik gerçeklere de bağlıdır; ekonomik ihtiyaçlara uymalı ve onları karşılamalıdır.

3. Adalet: Hukuk bu fonksiyonu ile belirli bir düzenleme altına aldığı sosyal ihtiyaçları, özü salt bir eşitlik düşüncesi olan adalet ölçüsüne vurarak gerçek kimliğini kazanır. Hukukun idesi ve ideali adalettir. En kısa tanımıyla adalet, “bir eşitlik düşüncesi”dir.
“Adalet, nesnel (objektif) ve öznel (sübjektif) olmak üzere iki değişik anlamda kullanılır. Adalet aslında ahlâki bir kavramdır; Bu kapsamda, erdem, fazilet anlamında kişisel bir özelliği deyimler.

Kişi her zaman haklı olana yönelir, herkese kendine düşeni vermek yolunda sürekli ve değişmez bir çaba gösterir. İşte bu tutum ve çabayı gösteren adalet, özne (süje) ile ilgili oluşundan ötürü öznel (sübjektif) adalet olarak nitelenir. Bir erdem olan öznel adaletin dışında ve ondan önce nesnel (objektif) bir adalet kavramı vardır. Nesnel adalet, kişinin bir özelliğini değil, kişilerin somut durumlarda gerçekleştireceği ilişki biçiminin bir özelliğini deyimler.

İşte hukuk alanında hukuki değer olarak söz konusu olan adalet de, bu nesnel anlamda adalettir. Çünkü hukuk, insanlar arası ilişkileri biçimlendiren, onlara görünür ve algılanabilir bir düzen veren, bu amaca yönelen normlar bütünüdür.”

Toplum içindeki davranış ve ilişkilerin değerlendirilmelerini içeren kurallar bütünü olarak hukuk, bu değerlendirmelerde adalet ölçüsünü kullandığı ve kullanmak durumunda bulunduğuna göre, adaletin böylece, hukukun da bir değerlendirilme ölçüsü olacağı doğaldır. Hukuk normlarında adalet acaba ne ölçüde yansıtılmıştır ? Mevcut hukuk ne denli adaletlidir ? İşte burada yasa üstü adalet kavramı ortaya çıkmaktadır. Bu, tüm hukuk sistemine ve sistemlerine egemen bulunan, nesnel ve salt bir değer niteliğindeki adalettir. Hukuk bir toplum düzenini içerir. Hukukun varlık nedeni de adalettir; gerek mevcut düzeni korumak, gerekse onu değiştirmeyi meşrulaştırmak için her zaman adalete başvurulur. Nesnel ve yasa üstü adalet hukukta karşımıza kurulu hukuk düzenlerinin asli örneği, olması gereken hukuk anlamında hukuk idesi olarak çıkar. Bu niteliği ile adalet, mevcut hukuk düzenlerinin kendisine uygun olup olmadığı açısından bir değer ve değerlendirme ölçüsü olur. Yine bu özelliği ile adalet, aynı zamanda hukukun idealidir. Hukukun gerçekleştirmek amacını güttüğü şey adalettir.

Birbirleri ile olumlu ve olumsuz karşılıklı ilişkilerde bulunan bu üç fonksiyon denge içinde olduklarında, adil bir hukuk düzeninin gerçekleşmesi sağlanır. Normal olarak tüm hukuk normları bu üç fonksiyonu da kapsar.

Sonuç olarak hukuk, hem adaleti gerçekleştirecek, hem toplumsal yaşama uyacak, hem de bu toplumsal yaşamın barış içinde sürebilmesi için bir düzen görünümünü sağlamaya çalışacaktır.

HAK VE YASA

Hak : Yasalarla koruma altına alınniış menfaatler. Hak için kabul edilmiş sınır, klasik ifadesiyle " yasalarla çizilmiş, başkalarının hak sınırı " dır. Şu halde hak kavramı ile çoğu kez fertlerin kişisel haklılık yorumları uymayacaktır. "Bu büyük bir haksızlıktır, bu nasıl hak? " şeklindeki ifadelere sıkça rastlamaktayız. Bu ifadeler ferdi değerlendirmeler olup çoğu kez hukuken desteklenmemektedir. Halbuki bizim açıklamaya çalıştığımız hak kavramı ferdi olmayıp toplumsaldır. Bu nedenle sübjektif değil, objektiftir. Yasa : Toplum hayatını düzenleyen, önceden belirlenmiş makam (Yasama organı) tarafından, önceden belirlenmiş usul ve esaslara uyularak yapılıp toplumun tüm fertleri (belirli istisnalar hariç) için geçerli ve bağlayıcı olan, zorlayıcı unsur (müeyyide) taşıyan yazılı hukuk kuralı. ' Anayasa Madde 75-100 arasındaki hükümler Yasama organını düzenlemiş ve bu organın Türkiye Büyük Millet Meclisi olduğunu belirtmiştir. T.B.M.M. nin görev ve yetkilerini düzenleyen 87.nci maddesi ise, bu görev ve yetkilerin (kanun koymak, değiştirmek ve kaldırmak, Bakanlar Kurulu ve Bakanları denetlemek, Bakanlar Kuruluna belli konularda kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi vermek, bütçe ve kesin hesap kanun taşanlarım görüşmek ve kabul etmek ...) olduğu şeklindedir.
Anayasa Madde 88 " Kanun teklif etmeye Bakanlar Kurulu ve Milletvekilleri (belli sayıda olmaları şartı ile) yetkilidir. Kanunların görüşme usul ve esasları iç tüzükle düzenlenir." .

Anayasa Madde 89 "Cumhurbaşkanı, TBMM'ce kabul edilmiş yasaları onbeş gün içinde yayımlar. Yayımlanmasını kısmen ya da tamamen uygun bulmadığı kanunları, bir daha görüşülmek üzere aynı süre içinde gerekçeli olarak TBMM'ne geri gönderir..." ifadesini taşımaktadır. Yasa dışında birtakım hukuk kuralları da vardır ki; bunların başında tüzük, yönetmelik", nizamname, talimatname, sirkü vb. gelir. Bunlar yasalara oranla daha alt derecede kurallardır. İlgili oldukları yasalara dayanılarak çıkarılırlar ve genellikle o yasanın uygulamasını detaylı olarak gösterirler. Bu alt kurallar, gerek bağlı bulundukları yasayla, gerekse de diğer yasalarla uyumlu olmak zorundadırlar.


HUKUK DEVLETİ

Tüm etkinliklerinde hukukun üstünlüğü ilkesine ve yargı denetimine bağlı kalan devlet. Devletin hukuk ve adalet ilkesine bağlılığı, Platon ve Aristoteles’ten bu yana hukuk felsefesinde önemli bir yer tutmuştur. Bu kavram ortaçağda devlet örgütünün işlemesine ilişkin önlemlerden çok, toplumsal sözleşme ilkesine dayanıyordu.
Buna göre hükümdar söz verdiği yükümlülükleri yerine getirmezse, yönetilenler de ona itaat borcundan kurtulmuş sayılırdı.
İngiltere’deki ilk anayasal belge olan Magna Carta’da (1215) yer alan direnme hakkı da kaynağını bu anlayıştan alıyordu. Yeniçağda hukuk devleti kavramı Locke ve Montesquieu’nün ortaya attığı kuvvetler ayrılığı ilkesiyle genişleyerek daha büyük bir önem kazandı. Ayrıca, doğal hukuk yanlılarının ortaya attığı ve daha sonra 1787 ABD Anayasası’na da yansıyan ‘’doğal haklar’’ kuramı ve ‘’insan hakları’’ anlayışı, hukuk devleti düşüncesine yeni boyutlar getirdi.
Bu gelişimin yarattığı birikim 19. yüzyıldan başlayarak, özellikle Alman hukuk öğretisinin sağlam temellere dayandırılmasını sağladı.
Devletin amacının yurttaşlarının özgürlüğünü, eşitliğini ve hukukun egemenliğini güvence altına almak olduğunu savunan Kantçı devlet felsefesine dayanan Alman öğretisi, ‘’hukuk devleti’’ (Rechtsstaat) deyimini ‘’polis devleti’’ (Polizeistaat) kavramının karşıtı olarak kullandı.
Yapıtlarında ‘’hukuk devleti’’ deyimine ilk kez yer veren Rudolf von Mohl, bu deyimden anlaşılması gereken devlet tipini, etkinliklerinin sınırını kişilerin özgürlüğünde gören, yasaların genelliği ilkesine uyan ve kişilerin devlet gücü karşısında korunması için yargı organları kuran devlet olarak tanımladı.
Bu hukuk devletini anayasal devletle eş değerde tutan bir görüştü.
Hukuk devleti kavramına çeşitli anlamlar veren Stahl ve Bahr gibi Alman hukukçulardan sonra günümüzde geçerli olan hukuk devleti görüşüne en yakın tanımı Rudolf von Gneist ortaya koydu. Buna göre hukuk devletinin güvence altına alınması için anayasada kamu hak ve özgürlüklerinin düzenlenmiş olması yeterli değildir. Bunların uygulamada değer kazanabilmesi için her şeyden önce devletin en etkin organı olan idarenin, özel bir yargı sistemince (idari yargı) sıkı bir biçimde denetlenmesi gerekir.
20 yüzyılda özellikle Avusturyalı hukukçu Hans Kelsen hukuk devletinin maddi hukuk içeriğinden arınmış biçimsel bir kavram olduğunu ileri sürmüş ve bu kavramın en önemli özelliğini devletin bütün işlemlerinin (anayasa, yasa, tüzük, yönetmelik, birel idari kararlar) belli bir hiyerarşi içerisinde bir temel norma dayanmasında bulmuştur. Kelsen’in bu biçimselci görüşü hukuk öğretisinde güçlü eleştirilerle karşılaşmıştır. Günümüzde gelişmiş hukuk sistemlerinde, özellikle kara Avrupa’sı hukukunda ortak bir hukuk kavramı ve kurumu olan hukuk devletinin şu öğelerden oluştuğu kabul edilmektedir. 1) Yasallık ilkesi günümüzde yasaların anayasaya uygunluğunu da kapsar ve idarenin yalnızca yasalara değil, genel hukuk kurallarına da bağlı olmasını ön görür. 2) Kuvvetler ayrılığı ilkesi, klasik öğretinin benimsendiği tam bağımsızlık yerine denetim ve iş birliğini de kapsayan bir denge sistemini içerir. 3) Temel hak ve özgürlüklerin korunması ilkesi hukuk devleti ile demokrasi kavramları arasındaki bağı kuran bir ilkedir. Buna göre kişilerin temel hak ve özgürlükleri, pratikte uygulanabilen ve demokratik rejimin ruhuna uygun olan güvencelere bağlanmalıdır. 4) Hukuk güvenliği ilkesi devlet işlemlerinin önceden öngörülmüş esaslara uygun olarak yapılması, geriye yürüyen hükümler içermemesi ve önceden öngörülmüş esaslara uygun olarak yapılması, geriye yürüyen hükümler içermemesi ve önceden uygun bir biçimde duyurulması gibi ilkeleri içerir. 5) İdarenin yargısal denetime bağlı olması ilkesi uyarınca idarenin hiçbir işlem ve eyleminin yargı denetimi dışında bırakılmaması gerekir. Bu ilke en iyi biçimde idarenin adli yargıdan bağımsız bir idari yargı sisteminin denetimine bağlı tutulduğu idari rejimde gerçekleştirilir.

Türkiye’de hukuk devleti kavramı ilk kez idari hukuku bilgini Sıddık Sami Onar’ın İdare Hukuku (1938) adlı yapıtında yer aldı. 1961 Anayasası hukuk devleti deyimini devletin nitelikleri arasına sokan ilk Türk anayasası oldu. 1982 Anayasası da 2. maddesinde hukuk devleti deyimine yer verir.

1982 Anayasası hukuk devleti ilkesini kabul etmiş olmakla birlikte, özellikle temel hak ve özgürlüklere aşırı sınırlamalar getirmiştir. Ayrıca idarenin bazı işlemlerini yargı denetimi dışında tuttuğundan çağdaş hukuk devleti anlayışından farklı bir anlayışı yansıtır. Hukuk devleti ve yargı denetimi ilkeleri özellikle olağanüstü hal ve sıkı yönetim rejimleri altında yapılan işlemler için ortadan kalkmaktadır. Bu dönemlerde Bakanlar Kurulu’nun çıkardığı kanun hükmündeki kararnamelerin anayasaya aykırı olduğu iddiasıyla dava açılamaz (m.148). Bunun gibi, idari yargılamada yürütmenin durdurulması kararı verilmesi yasayla sınırlanabilir (m.125). Ayrıca Sıkıyönetim Kanunu’nda yer alan ve anayasaya aykırılığı öne sürülemeyen bir (Ek m. 3) uyarınca sıkıyönetimin komutanının idari işlemlerine karşı yasa yollarına baş vurulamaz.

İLERİCİ HAREKETTE HUKUKUN YERİ VE ÜSTÜNLÜĞÜ

‘’Hukuk her zaman ve öncelikle kapitalizmin kendi çıkarları doğrultusunda yarattığı bir hukuk olmakla birlikte bu, onun ilerici karakterini görmezlikten gelmemizi gerektirmez.’’
Pek doğal ki, ‘’çelişik ve bağdaşmaz çıkarları olan sınıflara bölünmüş bir toplumun hukuk sistemi, ister istemez , öncelikle iktidardaki sınıfın ihtiyaçlarına cevap verecektir.’’ Fakat, ‘’hukuk, ikinci derecede olmak üzere, ezilen sınıfın ilişkilerini de düzenler ve bir ölçüde ihtiyaçlarına da cevap verir.’’ Ayrıca, ekonomik ve siyasal alandaki sınıf savaşımı yoğunlaştıkça ve sınıfsal güç dengesi ezilen ve sömürülen sınıflardan yana değiştikçe, egemen sınıf ödün vermek zorunda kalmaktadır. Egemen sınıfça verilen her yeni ödün, ‘’devletin hukuksal kurallarına yansır ve hukuksal alanda yeni bir hak ve özgürlüğün doğmasını sağlar. Bu bakımdan, özellikle gelişmiş batı ülkelerinin burjuva hukukunu, ‘’ödünlerle sulandırılmış baskı hukuku ‘’ olarak tanımlayanlar da vardır. Ezilen ve sömürülen sınıfların, egemen sınıfı ödün vermeye zorlamaları ve bunu sağlamaları, düzenin tüm kurumları açısından sonuçlar doğurur. Egemen sınıfın çıkarları onarılamaz yaralar alır. İşte bu nedendendir ki egemen sınıf, güçler dengesi olarak verir vermez, tanıdığı ödünleri geri almak için faaliyete geçer. Ne var ki, bu mümkün olsa bile artık eski noktaya dönmek olanaksızdır. Yığınlar, o ödünün önemini kavramışlardır ve onu tekrar elde etmek için savaşım vereceklerdir. Böylece egemen sınıftan elde edilen her yeni ödün, toplumun demokratikleştirilmesini sağlar ve ‘’onu, niteliksel değişim’’ anına biraz daha yaklaştırır. Ezilen ve sömürülen sınıfların, egemen sınıfın baskı aracı olan hukuktan yararlanmaları ve demokrasi savaşımında hukuk silahını kullanmaları, tüm bu nedenlerle mantıki ve zorunludur, fırsatçılık değildir. Ayrıca, ‘’hukuk, sadece bireylerin özgürlüklerinin sınırlandırılması değildir. Aynı zamanda, iktidarın da özgürlüklerinin sınırlandırılmasıdır. ‘’ Bu açıdan da ilerici harekette, demokrasi savaşımında hukuk, ezilen ve sömürülen sınıflar bakımından önem taşır. Ancak, iktidarın özgürlüğünün, yani hareket alanının sınırlanmasının biçimsel olduğunu da belirtmek gerekir. Fakat buna rağmen hukukun bu yönünden yararlanmak son derece önemlidir. Çünkü, ‘’ iktidarın elinde kuvvet vardır ‘’ ve ‘’ hukuk bu yönüyle, biçimsel de olsa, yalnızca geciktirici bir işlev de görse, ( iktidarın elindeki bu ) kuvveti de sınırlandırmaktadır.’’ Tüm bu vergiler karşısında, hukuk konusunda ‘’bir ölçüde tarihsel değişim karşısında bulunuyoruz. ‘’; kapitalizm, egemenliğini yitirdiği için hukuku bir araç olarak kullanmayı artık reddetmekte, baskıyı yoğunlaştırmakta, hukuk-dışılığa düşmektedir. Buna karşı işçi sınıfı, deneyimle hukuku kendi yararına kullanmayı öğrenmiş olduğu için ona sarılmakta, sınıf savaşımında ondan yararlanmaktadır diyebilir miyiz? Burjuva hukukunun ilerici niteliğinin gözden kaçırılmaması gereğine ve onu, sınıf savaşımında ile bir demokrasinin kurulması yolunda kullanmanın çok önemli olduğunu ve gözden çıkarılmaması gerektiğini belirtelim.

Ne var ki, ezilen ve sömürülen sınıf olarak işçi sınıfı, hukuk silahı ile ancak belli hedeflere varabilir. Bu hedef, öncelikle burjuva demokrasisi sınırlarının genişletilmesi ve zorlanması olarak saptanabilir. Fakat, en ileri bir burjuva demokrasi bile, ‘’insanlığın ilerledikçe gerileyen bir geçmişidir ve giderek daha açık bir şekilde, toplumun çıkarlarını karşılamak yeteneği olmadığını ortaya koymaktadır.’’ Bu nedenle, işçi sınıfı hareketi ‘’kendisinin burjuva hareketinin genişletilmesi uğruna savaşımla sınırlayamaz. O zaman, işçi sınıfı burjuva demokrasisinin ötesinde bir demokrasiyi, işçi sınıfı ve bağlaşıklarının iktidarındaki ileri bir demokrasiyi kurmayı da hedef olarak seçecektir. İşçi sınıfı, bu hedefe varmada da hukuk silahından yararlanacaktır.

İşçi sınıfı hareketinin, insanın insan tarafından sömürülmeyi, ‘’temel amacı, halkın artan maddi ve manevi (kültürel, entelektüel) ihtiyaçlarını mümkün olan en tam biçimde karşılamak’’ olan toplum düzeninin kurulması yolundaki hedefine varmada da, hukukun (üst yapının temel alt yapıyı etkileyebilmesi nedeniyle) belli ölçüde yararı ve yeri olabilir.
İşçi sınıfının, tüm hedeflerine varmada hukuk silahını gereken zaman ve yerde ustalıkla kullanabilmesi için iki sapmadan sakınması gerektiğini de belirtelim. Bunlardan biri sağ sapma denilen burjuva hukukunun önemini abartmak; diğeri ise, sol sapma denilecek olan, hukuku tamamen önemsiz saymaktır. Hukuk, bu iki çizgi arasında ustalıkla kullanıldığında çok önemli ve değerli sonuçlar verebilir



www.genbilim.com