Translate

6 Nisan 2019 Cumartesi

Kaç Kurt Kaç

Özgürlüğe kaçan kurt 

yakalanamadı


Antalya Hayvanat Bahçesi’nden önceki gün kaçan kurt, bir veteriner tarafından ormanlık alanda görüntülendi. Yaban hayatı koruma ekipleri, polis ve jandarma tarafından aranan hayvan, halen bulunamadı.
Aynı kafeste kaldığı diğer türdeşleriyle anlaşamadığı için 1 Nisan’da kafesi değiştirilmek istenirken kaçan kurdu yakalama çalışmaları sürüyor. Hayvanat bahçesine yakın bölgede ve yaban hayatının yoğun olduğu Termessos Milli Parkı’nda yapılan arama çalışmalarından henüz bir sonuç alınmadı. Bölgede çalışan 5 ekip, polis ve jandarmanın da desteğiyle sürdürdüğü çalışmalarda, sayısı artırılan foto kapanlarla kurdun yerini tespit etmeye çalışıyor.

Cep telefonuyla görüntülendi

Bu arada ormanlık alanın yakınlarından geçen veteriner hekim Ümit Yürekli cep telefonuyla kaçan kurdu görüntüledi. Yürekli, “Varyanttan inerken yolda bir köpek olduğunu düşündüm. Devamında sağına soluna bakmaya çalışınca köpek değil kurt olduğunu gördüm. Bir taraftan takip ettim ve kurt olduğuna emin oldum ” dedi. Hayvanın panik halinde olduğunu anlatan Yürekli, kurdun Anadolu’nun yaygın bir türü olduğunu hatırlattı; “Saldırgan hisleri yoktur, şehre inmezler. Halk belki panikleyebilir ama tam tersine onlar daha çok panikliyorlar, yabancı bir ortam. Özgürlüğüne gidecektir diye düşünüyorum” diye konuştu.
En son 2 kilometre uzaklıkta görüldüğü bildirilen kurdun, dağlık alana geçebilmesi için trafiğin yoğun olduğu karayolundan karşıya geçtiği ve o alanda ilerlediği düşünülüyor.

26 Mart 2019 Salı

Hiçbir korkuya benzemez ‘kaybetme korkusu’

Celal Başlangıç:

En doğrusunu Küba devriminin önderleri söylemiş; ‘Biz kaybedersek kalkar yeniden başlarız. Fakat diktatör kaybederse bu onun sonu olur!’

Psikolojik bir rahatsızlıktır “kaybetme korkusu”.

İnsanların sahip olduklarını kaybetmek istemedikleri zamanlarda yaşanan bir duygudur.

“Kaybetme korkusu” sevdikleri kişileri kaybetmekten, sahip olunan konumu kaybetmeye kadar yaşamın geniş bir alanına yayılabilir.

Bu duygunun aşırıya kaçması durumunda insana hayat zindan olur. İleri hallerinde anksiyete bozukluğu kaçınılmaz bir sonuçtur. Hayatın gerçeklerine uygun olmayan, denetlenemeyen bir endişe duygusu bütün yaşamınızı bir mengene gibi kavrayıp sıkar, insanı teslim alır.

En büyük “kaybetme korkusu”nu da diktatörler yaşar. Çünkü bilir kendinden öncekilerin başına ne geldiğini. Bu yüzden korkusunun çarpanı kaçınılmaz son yaklaştıkça büyür de büyür.

Ne güzel anlatmıştır Nazım Hikmet “Taranta-Babu’ya Sekizinci Mektup”ta diktatörlerin bu korkusunu.

“Mussolini çok konuşuyor Taranta-Babu!
Tek başına
yapayalnız
karanlıklara
bırakılmış bir çocuk gibi
bağıra bağıra”

Tesbitini yaptıktan sonra da teşhisini koymuş.

“Mussolini çok konuşuyor Taranta-Babu
çok korktuğu için
çok konuşuyor!.”

Tek başına, yapayalnız hissederler kendilerini. Geleceklerini karanlık görürler. Onun için hem çok hem de bağıra bağıra konuşurlar.

Bu yüzden hep kitleler önüne müthiş bir öfkeyle çıkarlar. Her sözcüklerinde bir düşmanlık, bir kin, bir nefret çıkar ağızlarından. Aslında düşmanlıkları, kinleri, nefretleri büyük bir endişeyle yaşadıkları “kaybetme korkusu”na dönüktür.

Diktatörlerin “kaybetme korkusu” arttıkça yalnızlıkları da çoğalır. En yakınındakileri bile kendi iktidarlarına tehdit olarak görüp tasfiye ederler. Sonra da “Bu trenden inen bir daha binemez” söylemleri çoğalır. Halbuki eski yol arkadaşları herhangi bir istasyonda inmemiş, hızla giden bir trenden yaka paça atılmışlardır.

“Kaybetme korkusu”ndan tüm çözümleme ve muhakeme güçlerini yitirirler. Korkudan felç olurlar adeta.

Kendi geleceklerinden korkularını halka “beka sorunu” olarak sunup bunu yutturabileceklerini sanırlar. Halk bunu yemedikçe de kızgınlıkları, çılgınlıkları arttıkça artar.

“Kaybetme korkusu” tüm diktatörlerin baskısının ardındaki itici güçtür. Korktukça daha çok tehdite, baskıya, şantaja yönelirler.

En çok korktukları siyasi rakiplerini cezaevine atarlar. Geri kalanları da sürekli hapse atma, hatta “ipe gönderme” tehdidi altında tutarlar.

“Kaybetme korkusu” yaşayan diktatörler “sevgide ortaklık”tan çok insanları “ortak nefret”te buluşturmanın kolaycılığına kaçarlar. Onun için kendilerinden olmayan herkesi “terörist” ilan ederler. Kendi ülkelerinin içinde insanları “vatan haini”, binlerce kilometre uzaklıktakileri de “din düşmanı” ilan edip kendilerine hayali hasımlar yaratırlar.

Diktatörler, herkesin kendilerine biat eden “tek tip” insan olmasını isterler.

“Çok”un farklılığından, renkliliğinden, çeşitliliğinden aşırı derecede ürkerler.

Kendi “tek adam”lıklarını gizlemek için de meydan meydan dolaşarak “tek bayrak, tek vatan, tek millet, tek devlet” diye Rabia çıkartırlar.

“Kaybetme korkusu” yaşayan diktatörler yalan söylerler. Bir gün söylediklerinin ertesi gün tam tersini söyleyebilirler. Hatta aynı konuşmanın başında söylediğinin tam tersini dile getirerek bitirebilirler konuşmalarını.

Bir gün “Ayasofya’nın cami olmasını isteyeceğinize önce yanındaki Sultan Ahmet’i doldurun” diyebilir, ertesi gün “Ayasofya’yı cami yapacağız” diyebilir kaybetme korkusundaki diktatörler.

“Bizim buğday ithal ettiğimiz yalanını söylüyorlar” diye başladığı konuşmasını “Evet, yüklü miktarda buğday ithal ediyoruz” diye bitirebilir.

“Kaybetme korkusu” yaşayan diktatörler asla özür dilemezler. Çünkü her şeyi vatan, millet için yapmışlardır ve asla hiç hataları olmamıştır. En fazlasından mütevazılıklarını “Aldatıldık” diyerek gösterirler ve asla kendilerinden başkasının aldatılmasına izin vermezler ve en ağır biçimde cezalandırırlar.

“Kaybetme korkusu” yaşayan diktatörlerin eleştiriye tahammülsüzlükleri sonları yaklaştıkça tavan yapar. En ufak bir eleştiriyi bile mutlak güçlerine yönelik saldırı olarak görürler. Bu yüzden ele geçirilmedik medya bırakmazlar ki en ufak bir çatlak ses çıkmasın.

Ama yine de ele geçirdikleri medya bile kendisini ziyaret eden rakip partinin belediye başkan adayının haberini verirken “tarifeli uçakla İstanbul’a döndü” diye bir cümle kurarsa kendi uçak saltanatlarından kuşku duyup “Ne demek istiyorsunuz, sayın başkanın özel uçakla gittiğini mi ima etmek istiyorsunuz” diye azarlanırlar. Hatta ortak oldukları bir haber kuruluşu İspanya Kralı’nın yolsuzluk yapan damadıyla ilgili bir haber verince o televizyon kanalının paydaşlığını bırakıp ülkedeki bütün dijital platformlardan attırabilir “kaybetme korkusu” yaşayan diktatörler.

Bunlar hem gülmezler hem de mizaha asla tahammül edemezler. Hatta ülkedeki mizah duygusunu yok ederler. Karikatüristlerin çizgilerinden bile kendi iktidarlarına yönelik bir tehdit çıkartırlar. Ele geçirdikleri yargının yoluyla hapishane hapishane süründürürler mizahçıları.

Gerçeği arayan, soran, sorgulayan, kamu adına iktidarı denetleme görevi üstlenen gazeteciler de, akademisyenler de, doktorlar da, hukukçular da nasibini alır bu diktatörlerin yaşadığı “kaybetme korkusu”ndan.

İktidarının ömrünü uzatmak için ülkenin bütün aydınlarını, mutlak erklerine itiraz eden yurttaşlarını; bütün soran, sorgulayan, eleştiren insanlarını uydurma mahkemelerinde sanık, cezaevinde tutsak yapar “kaybetme korkusu” yaşayan diktatörler.

Haksız da değiller elbette bu “kaybetme korkusu”nu yaşamakta. Çünkü kaybeden diktatörlerin sonunu biliyorlar. Almanya’dan, İtalya’dan, Japonya’dan, Arjantin’den, Şili’den Afrika kıtasındaki bütün ülkelere kadar elbette biliyorlar kaybeden diktatörlerin başlarına gelenleri; kimi intihar etti, kimi linç edildi, kimi bacağından asıldı, kimi cezaevinde, kimi sürgünde öldü.

En doğrusunu Küba devriminin önderleri söylemiş:

“Biz kaybedersek kalkar yeniden başlarız. Fakat diktatör kaybederse bu onun sonu olur!”


Artı Gerçek

25 Mart 2019 Pazartesi

Utanmazlıktan Utanmak… Kolektif Utanç

Ceylan Akgün: Yaptıklarından utanç duymayan bağışlanabilir mi? Bağışlanma olmadan utanç biter mi?

Affetmek insani bir eylem biçimi: geri döndürülemez olanlar için pişmanlıkla birlikte gelen… (Arendt, 2015). Affetmenin başlaması için sadece affedenin değil, suçlunun da duyguları belirleyici. Bağışlanmak isteyenin pişmanlığı ve utanma duygusu olmadan af başlayamıyor. Affetmek de, utanç da öznenin kendi başına yaşadığı süreçler değil. Birinden ya da bir şeyden utanırız ya da birisini affederiz. Yani affetmek de, utanç da yönelmişlik gerektirir. Bu yüzden de öznel deneyimin içinden geçen ama ilişkisel olan bir duygu.

Affetmek, süreçsel ve ilişkiseldir. Süreçseldir çünkü, tedricen gerçekleşir. Maruz kalınanlarla oluşan acının farkına varılır önce. Ardından, kızgınlıktan öfke ve hiddete dek çeşitlenen duygular yaşarsınız. Bu gazap ve kahır ile yüzleşirken acı çekersiniz. Sonra karar verilir. Ya çekilen acıya ve o acının intikamına yoğunlaşılacaktır ya da, affetme fikrinin bir iyileşme stratejisi olarak kabulü gerçekleşecektir. İşte o karar ânında affetme başlar. Şüphesiz ki affetmek hiç de kolay bir eylem değildir. Suçun derinliği ile affetmenin yüceliği arasındaki bir ilişki vardır (Riceour, 2000). Affeden; bu yeni safhada olan biteni anlamaya çalışır. Affetme çabası, merhamet ve empati içerir. Ama affetmek asla, yapılanı unutmak ya da mazur görmek anlamına gelmez. Adalet arayışından vazgeçileceği anlamına da gelmez. Affetmek; intikam, hınç, hırs gibi yıkıcı duyguların yükünü sırtınızdan atar ama onları mazur görmez. Affetme sürecinde madun olan, önce kendi çektiği acılarla hesaplaşır. Bu acıların üstesinden gelmeye başladığında, karşısındakine acı verme isteği de azalır. Nihayetinde, kişi öfkeden, hırstan, kinden arınarak affetmenin verdiği hazza ulaşır. O noktada, çekilen acının anlamı da keşfedilir.

Karar verme affetme çabasının başladığı andır demiştik ve affetmenin yönelmişliğinden, yani kolektif bir kavram olmasından bahsetmiştik. O karar ânında kişi iki yöne gidebilir. Ya öfkesinin ve acısının içinde boğulacağı karanlık tarafa ya da olan bitenle yüzleşerek yeni anlamlar edineceği tarafa meyleder. Bu noktada, utanç içinde af dileyen ötekinin varlığı bağışlama çabasını başlatır. Utanç nasıl affetmeyi başlatır? Çünkü bu duygunun düşünsel zemini farkındalık, tanıma ve kabul etme içerir. Utanabilmek için, yapıp ettiğin her ne ise, onunla ilgili yanlışın farkındalığı gerekir. Utanabilmek bir yetidir, bir bilinç düzeyidir, farkında olduğunuza ve içgörünüze dair topluma sunduğunuz kanıttır.

Görünür olduğunun farkında olan ama henüz, o anda bu görünürlüğe hazır olmayan bir bilinç hali… Kendiliğe yönelmiş bir öfke gibi… Utanç ânında kişi kendi görünmezliğini dileyerek, dünyanın gözlerini yok etmek ister sanki. Utancın bedendeki izlerine bakın: Gözleri kaçırma, başı yere eğme, yüzü saklama, yerin dibine geçme isteği kendine dönük yok edici öfkenin sembolleri... Yüzün kızarması, utanca sebep olan selfin simgesel düzeyde yakılması gibidir. Selfi bu yangından kurtarabilmenin tek yolu vardır, o da affedilmek. Utanç, öznenin kendilik tasarımına ulaşmadaki başarısızlığı ise gurur da bunun tam tersidir. Kendilik tasarımından uzaklaştıkça utanç, ona eriştikçe gurur oluşur.

Kendinizi hatasız gördüğünüz ya da payınız olmadığını düşündüğünüz bir hareketiniz için utanmazsınız. O halde utanç bir anlamda, affedene yönelik taahhüdümüz; bağışlayan ve af dileyen arasında gizli bir anlaşmadır. Yaptıklarımı bir daha yapmayacağıma veya yapmama eğiliminde olacağıma dair bir teminattır (Goffman, 2009). Tanımak ve yüzleşmek, yaptığının sorumluluğunu da alma yolunda bir adımdır. Affedilme arzusu varsa bilinç de vardır ve o bilinç bedene kötü bir şey yaptığını söyler. Af mefhumu, selfin dışarıyla bağlantısı ile kurulduğu için, ötekiyle bir ittifak gerektirir: Ötekinin, "ben kötüyüm ve kötü olduğuma da şahit oldular, onlar da kötü olduğumu düşündü" dediğinde duyduğu utanç, bağışlanmayı başlatır.

Affetmek bir eylemdir demiştim. Tam da bu yüzden bir yüzü politikaya dönüktür. Bağışlamak, tarihin, belleğin ve unutmanın ortak ufkundadır. Ricoeur'un bu tespiti affetmenin politik ve toplumsal yanını gösteriyor. Ulusların tarihleri katliamlar, baskılar, işkencelerle doludur. Mağdur olan grupların geçmişleri yok sayılır, baskılanır, hatta bazen tersine bir anlatıyla yeniden kurulur. Madunlar için, tarihten geriye nefret, korku, suçluluk ve intikam duygularından oluşan bir miras kalır çoğunlukla. Devletlerin resmî söylemleri yaşanılanların üzerini kapatmaya çalışsa da, geçmişte yaşanılanlar kuşaktan kuşağa yayılır ve güçlenerek aktarılır. Çünkü, onlar kendilerine yapılanları unutmamış ve affetmemiştir. Affın eksikliğini öfke ve intikamcı hisler doldurur. Atalarının uğradığı haksızlığın bilinciyle ve onlara anlatılan bir maduniyet anlatısıyla yetişen yeni nesil, hınç ve intikam saikleriyle beslenmiş bir kolektif kimliğin içine kapanacaktır. Bugün yaşayan azınlıkların, atalarına yapılanlardan resmî düzeyde af dilenmesi hakkındaki haklı taleplerinin kökünde bu dinamik yatar. Af dilenmesinin özünde barışmak isteği vardır. Barışabilmek için ise, tahakküm edenin samimi utancına şahitlikle oluşan affetme sürecinin başlaması gerekir. Senden öncekilerin müşedded zalimliğinin açtığı yaralar görünür olduğunda, kolektif bir utanç oluşabilir ancak. Utancın peşi sıra; geçmişle bugün arasında açılan gedikleri kapatacak olan af dileme eylemi gelir. Böylece af dileyen de özgürleşecektir, çünkü kimliğinin bir parçası olan ulus/millet aidiyetiyle gurur duyabilecektir. Kolektif utanç, "af dileme"ye dönüştüğünde toplum da geçmişiyle barışabilir. İstemediğiniz bu duygudan kurtulmanın yolu yüzleşerek kendinizi utancın sizde bıraktığı tüm tesirlere maruz bırakmaktır. Geçmişin acılarıyla yüzleşerek af dilemek, yok saymak veya unutturmaya çalışmaktan çok daha iyidir, her iki taraf için acı verici olsa da… Mağdurların yaşadıklarını bilmek, kabul etmek ve onlara yapılanlar adına af dilemek (faillerle doğrudan ilişkiniz olmasa bile), daha önce yapılanların tekrarlanmayacağını taahhüt eden yeni bir gelecek kurmaya imkân tanır. Yıllardır şüpheyle bakılan ve yok sayılan acı ve yasın tanınması, samimi olarak gelen bağışlanma talebi biriken öfke ve hıncı azaltacaktır. Kolektif utancı, ulus-devlet söyleminin kırılma noktalarındaki sızıntı olarak değerlendiriyorum. Kolektif olarak hissedilen utanç, kurulu söylemin kırılganlığını ve boşluğunu gösteren bir sinyal gibi... Rutinin dışına çıkan anlatılarda bu söylemin kırılganlığı hissedilir, boşluğu görülür. Bu durum, toplumsal travmalar meselesi üzerinden anlaşılır. Travmanın kuşaklararası aktarıldığı ve her yeni kuşakla birlikte büyüyüp kemikleştiğini biliyoruz çünkü.

Devletlerin af dilemesi, kolektif bir sorumluluk duygusu üretir. Bağışlanma talebiyle birlikte gelen taahhütlerin harekete geçirici bir etkisi olur. Özür dileyen bir toplumun, bağışlanmasının koşulu, olan bitenlerin tekrarlanmayacağına dair verdikleri sözdür. Bu söz sorumluluktur ve eylem gerektirir. Bugün yaşayanlar, üstü kapatılan travmaları kendi üstüne aldığında, geçmişte utancın kaynağı olan ötekiler adına af dileyebilir. Bu sorumluluk alındığında, ötekilerin acısı hakkında utançla dolarız. Şimdiki zamanda yaşayan "biz" ve atalarının miras bıraktığı travmalarla yaşayan "ötekiler" arasındaki barışma, onların acı dolu yükünü fark edince mümkün olur. Affetmek de bu barışmayla birlikte gerçekleşir. Atalarının yaptığına tanıklık yapmak, kabul etmek ve yapılanların kabul edilemez olduğunu söyleyerek özür dilemek, şu demektir: Bu devletin bir parçası olarak ben, sizlerden af diliyorum çünkü böyle bir toplumsal kimlik istemiyorum, geçmişte yapılanları onaylamıyorum ve size yapılanları telafi etmek istiyorum. Bu noktada, evrensel etik kurallarını referans alan ideal bir kimlik tahayyül ettiğimizi ve o etik kimliğe ulaşma yolundaki iyi niyetimizi de beyan etmiş oluruz. Tüm yüzleşmeler ve tanıklıklardan sonra barışma nasıl gerçekleşir? Elbette taahhütlerin yerine getirileceğini ötekilere ispat edince… Onların güvenini kazanıp, özrümüz kabul edildiğinde (Ahmed, 2015). Bu özrün resmî olması, utancın kolektifliğini ve tanıklığı meşrulaştırır. Resmî özür, hem yeni bir kamusal ahlâkın inşa olacağı teminatını verir, hem de ulusun azınlıklara yönelik genel iyi niyetini yansıtır. Çektikleri acılar küçümsenen veya anlattıklarının gerçekliğinden şüphe edildiği hisiyle yaşayan mağdurlar için, faillerin yaşananları doğrulayan ifadeler vermesi iyileştiricidir. Hakikat, nitel ve nicel belgelemeler ile kamusal bir bilgi haline gelmelidir. Toplumsal onarım ritüelleri, toplumun geçmişindeki hak ihlallerini ortaya çıkarma ve kınama için kamusal bir etik alan sağlar. Böyle bir süreç, travmatize toplum ve tek tek üyeleri için sağlıklı bir yas ve iyileşme sağlayarak barışı getirir.

Tanıklık yönteminin ilk defa geliştirildiği Şili'de; insan hakları avukatları, hak ihlallerine maruz kalanların şahitliklerini almış. Ulaşılabilen her maduniyet öyküsü olabildiğince ayrıntılı yazılmış, anlatılmış… Ta ki, son halini alıp, bellekteki boşluklar kapanana kadar… Tanıklık metni toplum için bir kapanış töreni haline gelmiş, olan bitenin teşhiri ve kabulü ile simgesel olarak travma zapt edilmiş ve madun olanların ellerine bırakılmış... Şili'deki diktatörlük döneminin ünlü işkence merkezi Santiago Futbol Stadyumu'nda, toplumun önünde simgesel bir arınma töreni yapılmıştır. Yeni yönetim, canlı bir seyirci kitlesi önünde özür konuşması yapmış, ardından direniş temsilcileri konuşmuş, ölenleri anmakla ilgili geleneksel Mapuche töreni yapılmıştır (Walaza, 2015: 55). Bu ritüel ile tanıklık, özür ve onun kabulü gerçekleşmiş, simgesel mekân geçmişin kötülüklerinden arındırılmıştır. Bu ritüelin ardından stadyumun tekrar futbol için kullanılabilecek olması, gelecekteki barışın ve uzlaşmanın simgesidir. Tören, yapılandırılmış yeni bir anlatıyla kaostan çıkışı temsil eder, katılımcılar için geçmişte çekilen acılara dair kendi içlerinde bir onarım hissi sağlar. Babanın beceremediği ve batırdığı durumun, çocukları tarafından düzeltilmesinin gururudur bu.

Resmî düzeyde af dilemenin reddi, kişilerin utancını daha da yoğunlaştırır çünkü utanmazlıktan da utanılır. Kişi, kolektif kimliğiyle özdeşleşmesine engel olan bir hükümete direnerek ve onunla mücadele ederek utancın yerine gururu geçirecektir. Sivil grupların yaptığı itiraflar, hükümete senin yerine ben yapıyorum ve bu seni daha da kötü gösteriyor mesajını verir (Ahmed, 2015). Burada bir utanma arzusu vardır. Çünkü utanıldığında tarih tarafından ideal bir ulus olarak yargılanma isteği gösterilir. Tüm bunlar olmadığında ne olur? Geçmişteki zulüm hakkında bilgi olmasına ragmen, bu bilginin reddi ne anlama gelir? Bugün baktığımızda, resmî özür ve af süreçlerinin genellikle işlemediğini, devletlerin gerçeği kabullenmede isteksiz olduğunu veya samimiyetsiz yollar kullandığını görüyoruz. Yok saymak, görmezden gelmek ve bastırmak, yaranın iyileşmesini engeller. Geçmişteki yas tamamlanmadığında, eski sorunların ve ilişkilerin kölesi olarak kalırız (Volkan, 1999).

Arendt, geçmişte yapılanları bozacak nitelikte insani bir güç olarak gördüğü affetme kapasitesinin ancak söz verme ile yan yana bulunduğunda bir nitelik kazanacağını söyler (2015). Samimi bir özür; utanç, pişmanlık ve suçluluğu temsil eder ve topluma gelecek için barış vaat eder. Bu kapanmamışlık ve vaat edici doğası özrü zorlaştıran dinamiktir. Özür dilemek performatif bir edimdir ve birtakım taahhütler gerektirir (Ahmed, 2015). Devletlerin özür dilemekten, "utanıyoruz" demekten kaçınmalarının sebebi, ardından yerine getirilmesi gereken taahhütlerdir. Özrün samimiyeti, adalet, tazmin etme ve uzlaşma ile kanıtlanabilir. Geçmişi kapatan örtü bir kere çekilmiş, yaşanılanlar artık teşhir olmuştur. Toplumun arınabilmesi ve utancının bitebilmesi için, o toplumu temsil eden hükümetin, failleri ya da sembolik failleri adalet önüne çıkarması gerekir. Adaletin sağlanması, affetme sürecinde önemli bir ilkedir. Af, hesap verilebilirlik şartıyla gelir. Çünkü affetmek, en başta da söylediğim gibi mazur görmek, göz yummak değildir. Hele unutmak hiç değildir. Af geçmişle barışarak orada olanları telafi ederken, söz vermek geleceğin tekinsizliğine ve kaotikliğine karşı bir düzenleyici olur. Böylece affetme ve söz vermenin bir aradalığı bugün ile dün arasında sağlam bir doku oluşturur.

Ceylan Akgün / Birikim