Translate

30 Haziran 2021 Çarşamba

Popülist sağın neoliberal kökleri

Medyada büyük çoğunluk, popülist sağı neoliberalizme karşı bir tepki olarak tanımladı fakat her ikisi de eşitlik tehdidine karşı toplumsal hiyerarşileri savunma projesinin ortak köklerini paylaşırlarSon on yılın ikinci yarısı hakkında, sağ popülizmi neoliberalizm denilen şeye karşı bir taban tepkisi olarak açıklayan inatçı bir hikâye var. Neoliberalizm sıklıkla piyasa köktenciliği olarak tarif ediliyor, ya da gezegenin üzerindeki her şeyin bir fiyat etiketi olduğu, sınırların eskidiği, dünya ekonomisinin ulus devletlerin yerini alması gerektiği ve insan yaşamının bir kazanmak, harcamak, borç almak ve ölmek çevrimine indirgenebileceği inancı olarak.

‘Yeni’ sağ ise tersine, halka, ulusal egemenliğe ve kültürün önemine inandığını iddia ediyor. Ana akım partiler desteklerini kaybederken, kendi çıkarları için neoliberalizmi teşvik eden elitler ektikleri eşitsizlik ve demokratik güçsüzleştirmenin meyvelerini topluyor gözüküyorlar.

Ama bu hikâye yanlış. Daha yakından bakarsak görürüz ki yükselen sağın önemli fraksiyonları, aslında, neoliberalizmin mutasyona uğramış nesilleridir. Nihayetinde, Birleşik Devletler’den Britanya’ya ve Avusturya’ya kadar ‘sağ popülist’ adı verilen partiler, ekonomik küreselleşmenin canına okumak için gönderilmiş intikam melekleri gibi davranmadılar. Maliyeyi dizginlemek, iş güvenliğinin altını çağını restore etmek veya dünya ticaretini sonlandırmak için planlar sunmadılar.

Genel olarak, popülist adı verilenlerin özelleştirme, deregülasyon ve vergileri kırpma çağrıları son otuz beş yıldır dünya liderleri tarafından paylaşılan kitaptan alınmadır.

Ama daha da temelli olarak, neoliberalizmi her şeyin cehennemî bir hiper-piyasalaştırması olarak anlamak hem muğlak hem de aldatıcıdır.


Pek çok ülke tarihinin şimdi gösterdiği gibi, devletleri olmayan bir kapitalizm vizyonu hayalinden çok uzakta, (‘neoliberalizm’ terimini 1950’lerin tarifi olarak kullanan) Friedrich Hayek’in kurduğu Mont Pelerin Derneği etrafında toplanan neoliberaller son yüz yılda, demokrasiyi yok etmeden kısıtlamak için devletin nasıl yeniden tahayyül edilmesi gerektiği ve ulusal ve uluslar-üstü kurumların rekabeti ve değişimi korumak için nasıl kullanılabileceği üzerine düşündüler.

Neoliberalizmi kapitalizmi kurtarmak için devletin takımlarını yenileme projesi olarak görmeye başladığımız zaman, sağın popülizme karşı olduğu varsayımı dağılmaya başlar.

Hem neoliberaller hem de yeni sağ eşitlikçilikle, küresel ekonomik eşitlikle ve ulus-ötesi dayanışmayla alay ederler. Her ikisi de kapitalizmi kaçınılmaz görür ve yurttaşları üretkenlik ve verimlilik standartları açısından yargılarlar. Belki de en dikkat çekici olan, her ikisinin de aynı kahramanlar tapınağından beslenmeleridir. Neoliberal-popülist bölünmesinin her iki cenahının da ikonu olan Hayek bunun en iyi örneğidir.

2018’de Marine Le Pen’le birlikte Fransız Front National’in (Ulusal Cephe) parti kongresinde konuşan, kendisini popülist olarak tarif eden Steve Bannon ‘kurulu düzen’i ve ‘küreselleşmeciler’i mahkûm ederken, konuşmasını Hayek’in köleliğe giden yol metaforu üzerine kurdu ve böylece efendisinin isminin otoritesini çağrıştırmış oldu.

Bannon ondan bir hafta önce Zürih’te yine Hayek’ten bahsederek onu yardımına çağırdı. İsviçreli sağcı Halk Partisi politikacısı, gazete sahibi ve Friedrich Hayek Derneği üyesi Roger Köppel’in davetinde yapmıştı bunu. Köppel, Bannon’u gazetesi Wirtcschaftswoche’nin ilk sayısında tanıtmış, gazetenin adının ‘1933’ten’ -o zaman gazete Nazilerin iktidarı ele geçirmesini desteklemişti- alındığını fısıldamıştı (sotto voce).

Bannon cüretkâr konuşmasında, “Bırakın size ırkçı desinler, bırakın size yabancı düşmanı desinler. Bırakın sizin için yerli halkın çıkarlarını koruyor desinler. Onu bir şeref madalyası olarak taşıyın” dedi. Popülistlerin amacının, hisse sahiplerinin değerini maksimize etmek değil “yurttaşlık değerini maksimize etmek” olduğunu söyleyerek devam etti. Bu neoliberalizmin reddinden çok ekonomik mantığın kolektif kimliğin kalbinde derinleşmesiydi. Popülistler insan sermayesinin neoliberal fikrini bir kenara itmekten çok onu ulusal kimlikle birleştiriyorlardı: Volk (halk) sermayesi diskuru.

Bannon Avrupa’dayken, daha önce Goldman Sachs’ta danışman olan, sağ popülist parti Almanya için Alternatif’in (AfD) iki başkanından biri ve 2021’e kadar Hayek Derneği’nin üyesi olan Alice Weidel ile de tanıştı. Bir diğer AfD üyesi, daha önce bir liberteryen blogcu, altın danışmanı ve Bavyera’daki Amberg’in Bundestag’taki (Alman parlamentosu) temsilcisi ve bütçe komisyonunun başkanı Peter Boehringer de yine bir Hayek Derneği üyesidir.

Eylül 2017’de, Bannon eski yayın organı Breitbart’ta, AfD’nin lider yardımcısı ve bir diğer Hayek Derneği üyesi Beatrix von Srorch ile bir mülakat yayımladı. Beatrix von Storch, Hayek’in, onun ‘aileyi rehabilite etmek’ taahhüdüne ilham verdiğini anlattı. Komşu Avusturya’da, sağcı Avusturya Özgürlük Partisi’nin Avusturya Halk Partisi ile kısa süren koalisyon ortaklığının müzakerecisi olan Barbara Kolm, hem Honduras’ta resmi devlet kontrolünün dışında regülasyonsuz özel bir bölge yaratma girişiminin yönetim kurulunda olan Viyana’daki Hayek Enstitüsü’nün direktörü hem de Mont Pelerin Derneği’nin üyesiydi.

Son birkaç yıldır şahit olduğumuz şey, zıtların çarpışmasından çok, kapitalist kampta serbest piyasayı canlı tutmak için ne yapmak gerektiği hakkındaki uzun zamandan beri içten içe kaynamakta olan anlaşmazlığın su yüzüne çıkmasıdır. İroniye bakın ki, küreselci denilenlerle popülistler arasındaki bölünme ilk önce 1990’ların başında patlak verdi -tam da pek çok kişinin neoliberal fikirlerin dünyayı fethettiğini iddia ettiği bir anda.


Neoliberalizm nedir?

Neoliberalizm sıklıkla bir dizi çözüm önerisi olarak anlaşılır, maddeler halinde hazırlanmış, sosyal dayanışma ve refah devletini yok etme planı.

Naomi Klein, felaket zamanlarında dalıp baskın yaparak kamu hizmetlerinin bağırsaklarını deşip satan ve kontrolü devletlerden alıp büyük şirketlere veren bir ‘şok doktrini’ olarak tarif ediyor.

1989’da ekonomist John Williamson’ın tarif ettiği Washington Konsensüsü neoliberal çözümcülüğün en meşhur örneğidir: gelişmekte olan ülkelerde vergi reformundan ticaretin liberalleştirilmesine, özelleştirmelere kadar on maddelik yapılması gerekenler listesi.

Bu perspektiften bakılınca neoliberalizm bir tarifler kitabı, her derde deva bir ilaç, bütün bedenlere uyan cinsinden bir koca karı ilacı olarak görünebilir.

Ancak, neoliberallerin kendilerinin yazdıkları, farklı bir resim sunmaktadır; ve sağın siyasal görünümlerinde açığa çıkan çelişkilere anlam verebilmek için tam da buraya bakmalıyız. O zaman keşfediyoruz ki neoliberal düşünce çözümlerle değil problemlerle doludur.

Yargıçlar, diktatörler, bankerler veya iş insanları ekonomik düzenin vasileri olabilirler mi? Kurumlar inşa edilebilirler mi veya büyümeli midirler? Sıklıkla görülen zulümlerine rağmen piyasalar halk tarafından nasıl kabul görebilir?

Son yetmiş yıldır neoliberalleri en çok kaygılandıran problem kapitalizm ve demokrasi arasındaki dengedir. Evrensel oy hakkı ile cesaretlenen kitle hareketlerinin oylarını daha fazla talebe cevap vermeleri için politikacılara ‘şantaj yapmak’ için kullanması, böylece devlet bütçesinin boşalması ve işleyen piyasa ekonomisini yolundan çıkarmakla tehdit etmesi demekti. Pek çok neoliberal demokraside, tevarüs edilmiş, sosyalizm lehine bir önyargı olduğundan korkuyorlardı.

Hangi kurumların kapitalizmi demokrasiden koruyacağı konusunda anlaşmazlığa düştüler. Bazıları altın standardına dönüşü savunurken, diğerleri paranın serbestçe dalgalanmasını ileri sürdü. Bazıları kuvvetli anti-tröst politikalar için mücadele etti, diğerleri tekellerin bazı biçimlerini kabul ettiler. Bazıları fikirlerin özgürce dolaşımını düşündü, diğerleri kuvvetli entelektüel mülkiyet haklarını savundu. Bazıları dini liberal bir toplumun gerekli koşulu olarak düşünürken, diğerleri onu vazgeçilebilir olarak gördü.

Pek çoğu geleneksel aileyi temel ekonomik ve sosyal birim olarak gördü. Bazıları neoliberalizmi doğru anayasa meselesi olarak görürken, diğerleri anayasayı demokrasi içinde [mümkün] gördüler -hafızalardaki cinsiyete dair bir metaforu kullanırsak- ‘anahtarının taşıyıcısının ulaşabileceği yerde olduğu bir bekaret kemeri’.

Tek önemli iç çatışma, erken 1960’larda, hareketin öncü düşünürlerinden birinin, sosyal piyasa ekonomisinin babası denilen Alman ekonomist Wilhelm Röpke’nin [harekete] yabancılaşmasıyla meydana geldi.

Röpke’nin ortak Batı kültürünü ve mirasını işlevsel bir kapitalist toplum için ön koşul sayan diğer neoliberallerle ayrılığı, onun Güney Afrika’daki Apartheid’ı kuvvetle savunduğu ve biyolojik ırkçılığı kabul ettiği bir zamana rastladı ve daha sonraki çatışmaların habercisi oldu.

1960’larda beyaz olmanın açıkça kucaklanması uç pozisyonken, daha sonraki onyıllarda neoliberalleri bölmek için geri dönecekti.

Bazıları yabancı düşmanlığı ve göçmen karşıtlığını neoliberalizm -açık sınırlar felsefesi- ile birleştirmeyi bir çelişki olarak görebilir, ama bir erken neoliberal çıkışın mekânında durum böyle değildi: Thatcher’ın Britanya’sı.

Faşist Avusturya’dan gelmiş bir göçmen olarak Britanya yurttaşlığı almış olan Hayek, 1978’de başbakan olacağı seçimlerden önce, Thatcher’in ‘göçe son’ çağrısını destekleyen bir dizi başyazı yazdı.Argümanını sunmak için, 1899’da dünyaya geldiği Viyana’ya geri gitti ve Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Doğu’dan gelen “yüksek sayıdaki Galiçyalı ve Polonyalı Yahudinin” yarattığı zorlukları ve kolaylıkla entegre olmayı başaramadıklarını anlattı.

“Acı ama gerçek ki” diye yazdı Hayek, “modern insan ilke olarak aynı kuralların herkese uygulanması gerektiği idealini ne kadar çok benimsese de aslında sadece kendisine benzer olanlar için [geçerli] olduğunu kabullenir ve yavaş yavaş sadece kendisi gibi olduklarını kabul ettiklerinin sınırını genişletmeyi öğrenir.”

Henüz mutlak olmamakla beraber, bu Hayek’in 1970’lerdeki işleyen bir piyasa düzeni için ortak bir kültür ve grup kimliğinin gerekliliği önerisinden, daha önce neoliberal bir toplum için düşünülen -hukukun üstünlüğü altındaki her yerde evrenselci insan nosyonuna dayalı-şablondan bir dönüştü.

Bu yeni kısıtlamacı tutum, özellikle, Amerikalılardaki liberteryen eğilimlerle kıyaslandığında her zaman Muhafazakârlara meyleden, Britanyalı neoliberallerle rezonans halindeydi. Beyaz olmayan göçmenlere daha muhalif birini bulamayacağınız Enoch Powell’ın* Mont Pelerin Derneği’nin üyesi olduğunu ve bazı toplantılarında konuşma yaptığını unutmayalım.

1970’lerin yeniliklerinden biri, Hayek’in muhafazakâr değerler retoriğinin yeni bir felsefenin -kendisinin daha önce ilgi duyduğu sibernetik, etoloji ve sistem teorisi ile karışmış sosyo-biyolojinin- etkileri ile birleştirilmesiydi. Sosyo-biyoloji 1975 yılında Harvard’lı biyolog E.O.Wilson’ın yazdığı bir kitabın başlığında anılmıştı. Buna göre bireysel insan davranışı hayvanlar ve diğer organizmalarınkiyle aynı olan evrimsel mantıklara göre anlaşılabilirdi. Hepimiz kendi genetik malzememizin yeniden üretimini maksimize etmek peşindeyiz. İnsanlardaki özelliklerin kaderi de aynı yolla anlaşılabilir: seçilim baskıları daha az yarayışlı özellikleri ayıklarken daha yarayışlı olanlar çoğalır.

Hayek’in dikkati sosyo-biyolojinin içgörülerine takılmıştı ama genlere aşırı vurgusunu sorguladı. İnsandaki değişimin “kültürel evrim” adını verdiği süreçlerle daha iyi anlaşılabileceğini önerdi. Amerikan muhafazakarları 1950’ler ve 1960’larda, William F. Buckley’in dergisi National Review’un etrafında, piyasa liberteryenliği ve kültürel muhafazakarlığın bir “birleşimciliğini” teşvik ederken, Hayek’in bilime açılması nihayetinde evrimci biyoloji, kültürel antropoloji ve hatta yeniden canlandırılan ırk biliminden gelişigüzel ödünç almalar için kavramsal mekân sunan yeni bir birleşimcilik yaratacaktı. Gelecek onyıllarda, neoliberalizmin özellikleri defalarca neo-natüralizmin özellikleriyle birleştirileceklerdi.

Hayek 1980’lerin başında, gelenekten “iyi toplum”un gerekli bir malzemesi olarak bahsetmeye başlamıştı. 1982’de, Heritage Foundation’un önünde, sağlıklı piyasa toplumlarının temeli olarak “bizim ahlaki mirasımız”dan bahsetti. 1984’te, “içinde sadece aklın değil, ama akıl ve ahlakın eşit ortaklar olarak yaşamlarımızı yönettiği, ahlaklara dair hakikatin sadece modern medeniyetin ahlaklarını yaratan Hıristiyan Batı’daki tek ahlak geleneği olduğu bir dünyaya geri dönmeliyiz” diye yazdı.

İma edilen şey açıktı. Bazı toplumlar kişisel sorumluluk, maharet, akılcı eylem, uzun süreçler yerine kısa zaman tercihi gibi kültürel özellikler geliştirmişlerdi, diğerleri bunu yapamamıştı.

Bu özellikler kolaylıkla ithal edilemeyecekleri ve nakledilemiyecekleri için, kültürel olarak daha az gelişmiş olan toplumların -diğer bir deyişle, gelişmekte olan dünyanın- Batı’yı yakalayabilmek için uzun bir dağılma süreci deneyimlemesi gerekecekti, sonuca ulaşılabileceğine dair bir garanti de vermiyordu.


Irk ve ulus

1989’da tarih müdahale etti ve Berlin Duvarı çöktü. Önceden görülmeyen bu olayın devamında, kapitalizmin kültürlerinin nakledilip nakledilemeyeceği veya organik olarak büyüyüp büyüyemeyeceği sorusu da bağlantılı olarak ortaya çıktı. Geçiş bilimi (Transitionology), sosyal bilimciler eski komünist toplumları kapitalist yapma problemini kendilerine görev edinirken yeni bir alan haline geldi.

1991’de, George H. Bush tarafından fikirleri “dünyanın gözleri önünde doğru çıkan” bir vizyoner olduğu için Hayek’e Başkanlık Özgürlük Madalyası verildi. Aklınıza neoliberallerin 1990’ların geri kalan zamanını kendilerini kutlayarak, Doğu Avrupa’nın üniversiteleri ve kütüphanelerinde gösterime çıkacak olan Mises† heykellerini parlatarak geçirdikleri gelebilir. Ama doğrusu tam tersiydi. Hatırlatalım ki, 1930’lardan beri neoliberallerin baş düşmanı Sovyetler Birliği değil Batı’daki sosyal demokrasiydi. Komünizmin çöküşüyle gerçek düşmanın yeni alanlara yayılabilme potansiyeli var demekti. Mont Pelerin Derneği başkanı James M. Buchanan’ın 1990’da söylediği gibi, “sosyalizm öldü ama Leviathan‡ yaşıyor”.

Neoliberaller için 1990’lar üç büyük endişe getirdi. Birincisi, yeni özgürleşmiş komünist blokun bir gecede sorumlu piyasaya dönüşmesi beklenebilir miydi ve bunu yapmaları için ne gerekiyordu? İkincisi, Avrupa’nın giderek sıkılaşan entegrasyonu neoliberal bir kıtanın müjdecisi miydi yoksa refah politikalarının, işçi haklarının ve yeniden dağılımın süper devletinin ölçeği mi büyüyecekti? Ve nihayet, değişen demografi -yaşlanan beyaz nüfus ve onunla eşleşen büyüyen beyaz olmayan nüfus. Belki bazı kültürler -ve hatta bazı ırklar- piyasanın başarısına daha yatkınken diğerleri değil midir acaba?

1990’lı yıllar neoliberal kampta AB ve DTÖ (Dünya Ticaret Örgütü) gibi ulus üstü kurumlar ve uluslararası yatırım yasasına inananlarla -bunlara küreselciler diyebiliriz- neoliberal sonuçlara en iyi şekilde ulusal egemenliğin ulusa geri dönmesiyle -hatta ayrılmış daha küçük birimlere- ulaşılabileceğini düşünenler arasındaki çatlakla başladı. Böyle bir yan yana duruşun Brexit kampanyasını yürüten popülistlerle liberteryenlerin uzun zamanlar süren birlikteliğinin temelini sağladığı söylenebilir.

Hayek’in kültürel evrime dair fikirlerinin etkisinin giderek büyümesi ve sinirbilimiyle evrimci psikolojinin artan ana akım popülaritesi ayrılıkçı kamptaki pek çok kişinin daha katı (kesin sonuçlu) olan bilimlere dönmelerine yol açtı. Bazılarına göre, piyasa düzeninin temellerini aramak “beynin daha derinlerine gitmeyi” gerektiriyordu, Mont Pelerin Derneği üyesi Charles Murray’nin 2000’deki bir makalesine verdiği başlıktaki gibi.

2008’i takip eden krizler neoliberallerin iki kampı arasındaki gerilimleri kafa kafaya getirdi. 2015 yılında bir milyonun üstünde sığınmacının Avrupa’ya gelişi, kazanma şansı yüksek, yabancı düşmanlığı ile serbest piyasa değerlerinin birleşimi olan yeni bir politik hibrit için fırsat yarattı. Ama, sağda neyin yeni olduğu ve neyin geçmişten miras alındığı konusunda gözü açık olmak gerekiyor.

Sağcı Brexit kampanyası, örneğin, Thatcher’ın kendisinin attığı temeller üzerinde yükseliyordu. 1988’de Bruges şehrindeki ünlü bir konuşmada Thatcher, şöyle demişti: “Britanya’da devletin sınırlarını başarıyla daraltmamızın nedeni, bunların Avrupa düzeyinde tekrar genişletildiğini ve bir Avrupa süper devletinin Brüksel’de yeniden tahakküm kurmasını seyretmek değildir.”

Konuşmadan (ve kendisine asalet unvanı veren kadından) ilham alan Mont Pelerin Derneği’nin eski başkanı, Ekonomik İşler Enstitüsü’nden Lord Ralph Harris ertesi yıl Bruges Grubu’nu kurdu.

Bugün, Bruges Grubu’nun web sitesi gururla, “Avrupa Birliği’nden ayrılmayı sağlayacak oyları kazanmak için entelektüel savaşın başını çekmiş olduğunu” iddia ediyor. Bu olayda, popülist denilenler doğrudan neoliberal saflardan geldiler.


Brexitçiler ulusu överken, Almanya ve Avusturya’da doğaya çağrı bariz bir şekilde görünüyor. Belki de yeni birleşimcilik hakkında en çarpıcı olan şey piyasa hakkındaki neoliberal inançları sosyal psikolojiye dair şüpheli iddialarla harmanlama biçimi. Zekâ takıntısı özellikle dikkate değer. “Kognitif sermaye” terimi genellikle Fransız ve İtalyan Marksist teorisyenler ile ilişkilendirilirse de, Charles Murray gibi neoliberaller, zekâdaki kısmen kalıtsal olan, IQ olarak niceliklendirilebilecek grup farklılıklarını tarif etmek için 1994’teki The Bell’e kadar geriye gidecek bir zamandan beri kullanmaktalar.

Hayek Derneği’nin kurucusu olan (ve 2012’de Hayek Madalyası’nı alan) Alman sosyolog Erich Weede ekonomik büyümenin ilk belirleyicisi olarak zekâyı anlamak için ırk teorisyeni Richard Lynn’i takip ediyor. Alman Merkez Bankası eski yönetim kurulu üyesi Thilo Sarrazin’e göre ulusların servetleri ve yoksullukları tarih ile değil nüfuslarının inatçı nitelikleriyle açıklanır; Sarrazin’in Germany Does Itself In (Almanya Kendini Tüketiyor) başlıklı kitabı Almanya’da 1,5 milyon sattı ve AfD gibi İslamofobik partilerin başarısına payanda oldu. Almanya’ya Müslüman çoğunluklu ülkelerden gelen göçe IQ temelinde karşı çıkarken Sarrazin de Lynn ve diğer zekâ araştırmacılarına referans veriyor.

Sağcı neoliberaller Volk Capital (Halk Sermaye) nosyonuyla ülkelere averaj zekâlar atfederler ve bunu öyle bir yolla yaparlar ki, ‘insan sermaye’ kavramını kolektifleştirir ve kalıtsal kılarlar. İstatistiksel olarak yakalanamayan değerler ve geleneklere dair imalar eklerler ve bir ulusal öz, ulusal karakter dilinin gölgeli alanına girerler.

Neoliberalizmin yeni birleşimciliği ve neo-doğalcılığının sunduğu dil piyasanın pan-hümanist evrenselciliğini değil, kültür ve biyolojiye dayalı parçalara ayrılmış bir dünya görüşünü sunar.


İnsan doğasının bu yeni vizyonunun sonuçları popülist partilerin ötesine, alt-right (internette örgütlenen, ırkçı, cinsiyetçi, antisemitik, beyaz üstünlükçü hareket; -ç.n.) ayrılıkçılığına, kimlikçilik (pan-Avrupacı aşırı sağ ideoloji, Avrupalıların ve onların soyundan gelenlerin sahip olduğu iddia edilen kültür ve topraklara aidiyetini savunmak; ç.n.) ve beyaz milliyetçiliğine kadar uzanıyor.


Daha az kırılma daha çok devamlılık

Neoliberallerin hepsi kültür ve ırk gibi dışlayıcı kavramlara doğru dönüş yapmadılar. Bazıları Hayek ve Mises’in kozmopolitan mirasının hoşgörüsü olmayan yabancı düşmanları tarafından ele geçirilmesi olarak gördükleri bu duruma karşı harekete geçiyorlar. Ama bazen protestolarının hiddeti kapıyı tutmuş popülist barbarların aslında kalenin içindekiler tarafından beslendiği gerçeğini örtüyor.

Çarpıcı bir örnek 1990’larda, komünizm sonrası Çek Cumhuriyeti’nde maliye bakanı, başbakan ve başkan olarak neoliberal hareketin sevgilisi olmuş olan Vaclav Klaus’tur. Klaus geçiş döneminde şok terapisinin savunucusu, Mont Pelerin Derneği üyesi ve toplantılarının konuşmacısıydı. Hayek’i kişisel bilgesi olarak gördüğünü söylemişti. 2013’te, Klaus Cato Enstitüsü’nde kıdemli hoca oldu, F.A.Hayek Amfisi olan Enstitü kozmopolitan liberteryanizmin kalesiydi.

Ama Klaus’un siyasal yolculuğuna bakın. 1990’larda, geçiş momentumunda, kuvvetli devletin ordoliberal (istenilen sonuçları elde etmek için ekonomide devletin düzenleyici rolüne inanan akım; -ç.n.) rolü çağrısı ile piyasanın bilinemezliği Hayekçi beyanını birleştirerek başladı. Daha sonraki onyılda, Avrupa Birliği’nin çevresel politikalarını giderek daha sesli bir şekilde hedefe koyan bir pozisyona vardı. Erken 2000’li yıllarda, tam-gelişmiş bir iklim inkârcısı olmuş, 2008’de ise Blue Planet in Green Shackels (Yeşil Zincirlerle Sarılmış Mavi Gezegen) kitabını yazıyordu.

2010’larda, Klaus popülist hareketin iyilikçi gücünü keşfederek Avrupa Birliği’ni sonlandırma, ulus devlete dönüş ve sınırları göçmenlere kapatma çağrısı yaptı. Ama sağa savrulması örgütlü neoliberal hareketle ilişkisini kesmeye yol açmadı.

Mont Pelerin Derneği “iyi toplumun karşısındaki popülist tehdit” konferansıyla poz yaparken, Klaus aynı yıl kendi konferanslarında, “Avrupa’ya kitlevi göç… Avrupa’yı yok etmekle ve hem geçmişten hem de Mont Pelerin Derneği’nin düşündüğünden çok farklı olacak bir Avrupa yaratmakla tehdit etmektedir” dedi. Klaus Avrupa Parlamentosu’nda birlikte çalıştığı aşırı sağcı partilerle beraber malların ve sermayenin serbest dolaşımını savunurken bazı insanlara çizgiyi çekmektedir.


Klaus gibi ideologlar popülistten ziyade liberteryen yabancı düşmanları olarak daha iyi tarif edilebilirler. Onlar, kırsaldan fenerleri ve yabalarıyla gelen neoliberalizmin düşmanlarından daha çok, yıllar boyu süren kapitalizmi düzeltecek ne varsa yaşatmalı konulu konuşmalar ve tartışmalarından beslenen, neoliberalizmin çocuklarıdır.

Yeni bulunan ırk, kültür ve ulusla yapılacak düzeltme aldığı en son şekildir: hepimizin aynı olduğumuz fikri üzerinde değil de esastan, hatta belki de kalıcı olarak, farklı olduğumuz fikri üzerine kurulu bir piyasacı felsefe. Yükselen yeni sağ üzerine ortaya çıkan bütün hiddete rağmen temelde yeni bir geometrisi olan yeni bir politik döneme girmedik. Kırılmayı abartmak devamlılığı kaçırmak demektir.

15 Haziran 2021


"Quinn Slobodian: Massachusetts’de Wellesley College’da tarih öğretmektedir. En son kitabı: Globalists:The End of Empire and the Birth of Neoliberalism."

Çeviri: Sevil Kurdoğlu