Translate

İnceleme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İnceleme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Ekim 2020 Cuma

Terörizm ve terörist

"Şiddet eylemini gerçekleştiren örgüt için “terör örgütü”, bu eylemler içerisinde yer alan kişi için de “terörist” tanımlamasının yapılması, savundukları politik görüşlerle ya da eylemlerinin amacıyla değil hâkim gücün bu örgütlerde ifadesini bulan sosyo-politik gerçeklik karşısındaki tutumu ile ilgilidir"


Dünyanın birçok ülkesinde, devlete karşı politik tutum alan ve toplumsal dönüşümde radikal mücadeleyi savunan veya destekleyen kurumların, partilerin ve kişilerin politik kimlikle tanınması istenmiyor. Hiçbir devletin yazılı hukuk sisteminde politik yargılamalara yönelik bir hukuk maddesi bulunmaz. Politik içerikli yargılanmaların yazılı hukuktaki yeri “devlet aleyhine suç işlemek ve terör örgütü üyesi olmak” olarak belirlenmiş. Bu nedenle politik görüşleriyle yargılananlar hukuksal olarak “terör” suçları kapsamında ele alınıyor.

Şiddet ve terör

Küresel sistem güçlerinin, toplumsal değişim mücadelesinde şiddeti benimseyen politik hareketleri bir biçimiyle “terör” olgusu içerisinde değerlendirmesi, politik tasfiyesine bir gerekçe oluşturmaktır. Amaç “terörist” tanımlamasıyla onların mücadele ettikleri toplumsal zemini ortadan kaldırmaktır. Aynı şekilde, ülkelerin iç politik sistemlerine karşı gelişen her toplumsal hareket, “anayasal düzeni yıkmak ya da tehdit etmek” iddiasıyla “terör” kapsamında görülerek etkisizleştirilmeye çalışılır.

Sorunun doğru anlaşılabilmesi için bir noktaya dikkat çekmek gerekir: Kuruldukları ülkelerin sosyolojik dinamiklerine dayanan, doğrudan politik iktidar hedefi olan partilerin/organizasyonların ‘şiddet’ eylemlerinin hedefinde ilkesel olarak siviller veya silahsız kişiler yer almaz. Karşıt silahlı güçler arasındaki çatışmalarda sivillerin zarar görmesi ile doğrudan sivilleri hedefleyen eylemlere başvurulması farklı şeylerdir. Savaşlarda dahi sivillerin zarar görmemesine azami derecede dikkat edildiği belirtilse de çatışmalarda yüzbinlerle ifade edilecek düzeyde sivilin çok olumsuz etkilendiği biliniyor.

Aynı şekilde sosyal hareketlerin üzerinde yükseldiği ideolojik-politik ilkeler, ‘şiddet’ hareketinin yönünü de belirlemektedir. Örneğin, Afganistan’da Taliban’ın başvurduğu şiddet eylemlerinin merkezinde askeri güçler bulunmakla birlikte sivilleri koruma hassasiyeti de oldukça azdır. IŞİD, sivillere dehşet salmayı özellikle tercih etmektedir. Ancak Kolombiya’da FARC, Lübnan’da Hizbullah, Türkiye’de PKK ya da Filistinli direniş örgütleri gibi örgütlerin ise şiddet eylemlerinde sivillerin fazla zarar görmemesi için görece dikkatli hareket ettikleri söylenebilir. Bu hareketlerin şiddet içerikli eylemlerinde sivillerin zarar görmesinin kendi politik tercihleri olmadığı ifade edilse de sivillere zarar veren eylemlerdeki sorumluluklarının görmezden gelinemeyeceği bilinmelidir. Yine de sosyo-politik dinamikler üzerinde yükselen hareketler/partiler, yaptıkları eylemlerin muhtevasına ve hedefine yönelik bakış açılarındaki farklılıklardan bağımsız olarak, şiddete de başvuruyorlar diye genel olarak “terör hareketleri” olarak değerlendirilmemelidir. Şiddet eylemini gerçekleştiren örgüt için “terör örgütü”, bu eylemler içerisinde yer alan kişi için de “terörist” tanımlamasının yapılması, savundukları politik görüşlerle ya da eylemlerinin amacıyla değil hâkim gücün bu örgütlerde ifadesini bulan sosyo-politik gerçeklik karşısındaki tutumu ile ilgilidir.

İç politik ve bölgesel faktörleri

Hemen her ülkede durum benzer olup ekonomik, politik ve toplumsal sorunların düzeyi, çelişki ve çatışmaların artma eğilimi ve toplumsal muhalefetin ortaya koyduğu taleplerin içeriğine göre devlete veya iktidara karşı gelişen politik mücadele ve eylemler “Terörle Mücadele” kapsamında yargılanmaktadırlar. Şiddeti de içeren politik mücadeleyi esas alan partiler/örgütlerin, muhatap devletler tarafından “terörist” olarak görülmeleri iktidar mücadelesiyle ilişkilidir. Bu bakımdan “terör örgütü” ve “terörist” kavramlarının sosyolojik bir temeli bulunmamakta, daha çok kriminal terimler olarak kullanılmaktadır. Salt şiddete başvurulduğu için “terör” ve “terörist” kavramlarına başvurulacaksa, devletlerin çok yoğun olarak uyguladığı öldürmeyi de içeren şiddet yöntemleri nedeniyle “devlet terörü” ya da “terörist devlet” tanımlamasının yapılması da pekâlâ mümkündür. Hatta Uluslararası Af Örgütü gibi insan hakları örgütlerinin farklı ülkelere dair yayımlamış oldukları raporlarda sıklıkla “devlet terörü” kavramına başvurulmaktadır.

Bir devletin sınırları içerisinde farklı metotları ve araçları kullanarak mücadele eden politik örgütlerin ya da kitle örgütlerinin “terörist” kabul edilmesinde, bütünüyle devletlerin iç politik denklemleri ve bölgesel ilişkileri, daha doğrusu buna yön veren çıkarlar belirleyicidir. Bir devletin “terörist” görmediği bir örgütü, başka bir devlet kolaylıkla “terörist” olarak değerlendirilebiliyor. Bunun hangi ilkelere ve hukuksal değerlere dayandırıldığına dair nesnel bir değerlendirme yok. Öyle ki Birleşmiş Milletlerin ya da BM Güvenlik Konseyi’nin “terörist” görmediği bir parti ya da örgüt bir ülkenin iç sorunları nedeniyle “terörist” olarak görülebiliyor. Ya da BM, ‘terör’ örgütü kapsamında görüyor, ülke ise tersine ‘terör örgütü’ olarak değerlendirmiyor.[1]

Şiddeti esas alan politik örgütler

Afganistan’da Taliban, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne göre terör örgütü ancak Pakistan tarafından terörist bir örgüt olarak görülmüyor.

Müslüman Kardeşler, Mısır’daki iktidar için “terör örgütü” ancak Türkiye için değil.

Filistin’de Hamas, Lübnan’da Hizbullah, İsrail devleti için “terör örgütü” fakat İran ve Türkiye için değil.

Yemen’de Husiler, Suudi Arabistan için “terör örgütü”, İran için değil.

Suriye’de Demokratik Suriye Güçleri (QSD) Türkiye için ‘‘terör örgütü” ama BM, ABD ve Rusya için değil.

FARC, Kolombiya devleti için “terör örgütü” ancak Küba ve Venezüella için değil.

PKK, Türkiye için “terör örgütü” ancak NATO üyeleri dışında pek çok devlet için değil.

Irak’ta Haşdi Şabi, ABD için “terör örgütü” ancak Irak hükümeti ve İran için değil.

ETA, İspanya devleti için “terör örgütü” fakat birçok devlet ve parti için değil.

IRA, İngiliz devleti için “terör örgütü” ama birçok parti kurum için değil.

El Kaide, IŞİD ve Heyet-i Tahrir’uş Şam (HTŞ), Birleşmiş Milletler için ‘‘terör örgütü” ancak HTŞ’yi zoraki olarak “terör örgütü” olarak kabul eden AKP için pratikte değil.

Çeçenistan’daki İslamcı örgütler, Rus devleti için “terörist” ancak birçok parti için değil.

Doğrudan Eylem ve Korsika Kurtuluş Ordusu, Fransa devleti için “terörist” örgütler fakat birçok politik parti için değil.

Baader-Meinhof, Alman devleti için “terör örgütü” ancak birçok parti ve kurum için değil.

Kızıl Tugaylar, İtalya devleti için “terör örgütü” ancak birçok kurum için değil.

19 Kasım, Yunanistan devleti için “terör örgütü”.

Maoist Aydınlık Yol, Peru devleti için “terör örgütü” ancak birçok parti için değil.

Taliban, Müslüman Kardeşler, Husiler, Hamas, Hizbullah, FARC, Aydınlık Yol, QSD, PKK gibi politik mücadelelerinde şiddete de başvuran partiler/kurumların “terörist” olarak görülmelerinde belirleyici ortak bir kriter oluşturulmuş değil. Bunların ideolojik-politik kimlikleri, dünyaya bakış açıları, hedefleri, stratejileri birbirinden tamamen farklıdır. Ortak yanlarını bulmak pek mümkün değildir. Ancak bulundukları ülkelerin toplumsal dinamiklerinden beslenmişlerdir. Ülkelerinin karşı karşıya olduğu sorunların bir sonucu olarak ortaya çıkmışlardır. Bu örgütlerin geriletilmesi pekâlâ mümkündür ancak tasfiyeleri oldukça zordur. Çünkü ortaya çıkış gerekçelerini oluşturan sosyo-politik sorunlar çözümlenmeden örgütlerin tasfiyesi mümkün değildir. Etkisizleştirilseler dahi sosyo-politik sorunlar varlığını sürdürdükçe benzer örgütlerin ortaya çıkmaları ve güç olmaları her zaman mümkündür.

“Terörist” etkili bir politik güce dönüşebilir

Bir dönem devletler tarafından “terörist” görülen örgütler, yıllar sonra parlamentoda temsil edilmeye başladılar, hatta iktidara geldiler.

Güney Afrika Ulusal Kongresi bir dönem “terörist” bir örgüt olarak bilinirdi. Mandela örgüt lideri olarak 27 yıl cezaevinde kaldı. Sonra Güney Afrika Cumhuriyeti’nin devlet başkanı oldu.

Filistinli El Fetih örgütü bir dönem İsrail ve ABD tarafından “terörist” bir örgüt kabul edildi. Lideri Yasar Arafat, “terörist” olarak yıllarca arandı. Sonra Filistin lideri olarak İsrail ile Barış Anlaşması imzaladı.

Kolombiya’da yıllardır devlet ile FARC arasında devam eden savaşta yaklaşık 75 bin kişi yaşamını yitirdi. Ancak yakın dönemde iki güç arasında barış anlaşması yapıldı. FARC silahlı mücadeleyi durdurarak seçimlere katıldı ve parlamentoda temsil edildi.

İspanya devleti, terörist gördüğü ETA ile barış anlaşması imzaladı. ETA da anlaşma gereği silahlı mücadeleye son verdi ve Özerk Bask bölgesinde seçimlere gidildi.

Birleşik Krallık/İngiltere, yıllarca çatıştığı ve terörist gördüğü IRA ile barış anlaşması yaptı. Silahlı mücadeleye son veren IRA, İrlanda Özerk Bölgesinde seçimlere katılarak parlamentoda temsil edildi.

Demokratik Suriye Güçleri (QSD), Türkiye için “terörist” ancak ABD ve Rusya, QSD ile resmi anlaşmalar yapıyor.

Türkiye için Abdullah Öcalan bir “terör örgütü lideri” ama gerektiğinde siyasi çözüm için masaya oturdu.

“Terör örgütü” ve “terörist” kavramlarının bütünüyle politik ilişkilere ve dengelere göre kullanıldığı çok net olarak görülüyor. Karşıt iki gücün yıllara dayanan silahlı çatışması iç ve bölgesel politik koşulların değişmesiyle yerini uzlaşıya ya da anlaşmaya bırakarak savaşa son veriliyor. Doğal olarak terörist oldukları gerekçesiyle yıllarca cezaevinde tutulan örgüt militanları serbest bırakılıyor. Terörist görülen örgüt liderleri bu kez tersten politik kimliğiyle hem uluslararası ilişkilerde kabul görüyor hem de birçok örnekte olduğu gibi parti lideri veya milletvekili olarak parlamentoya seçilebiliyor. Terör örgütü lideri olarak görülen Arafat ve Mandela bu süreçlerin tipik iki örneği olarak devlet başkanı oldular ve Birleşmiş Milletlerde ayakta alışkandılar.

HDP’den terörist çıkmaz

Sorunların demokratik siyaset içerisinde çözülmesini esas alan HDP’nin Eş Başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ üzerinden yürütülen politik tasfiye politikasının arka planında PKK ile HDP arasında organik bir bağ kurma stratejisi yatıyor. HDP’nin “terör örgütü”yle ilişkili olduğu algısı topluma kabul ettirilmek isteniyor. PKK, siyasal mücadelesinde şiddeti savunuyor, HDP ise tersine koşulsuz ‘şiddete’ karşı olup, Kürt sorununun demokratik siyaset içerisinde çözülmesi gerektiğini savunuyor. HDP, programında bu görüşlere çok açık yer veriyor ve politik mücadelesini de bu çerçevede yürütüyor. Ne Demirtaş’tan terörist ne de HDP’den “terör örgütü” çıkartılabilir. HDP ile PKK arasında organik bir ilişki olduğu algısını oluşturmak için delil elde etmek isteyenlerin böyle bir şansları bulunmuyor. Çünkü HDP, demokratik siyaset kuralları içerisinde şiddete karşı bir politik çizgide mücadele ediyor.

Sonuç

Devlet, “terör” ve “terörist” tanımlamasını doğru yapmadığı, ülkenin sosyo-politik dinamiklerini dikkate alan ortak çözümler üretmediği sürece, sorunların aşılması mümkün görünmüyor. Devlet, Kürt sorununu güvenlikçi politikalarla, Kürt politik güçlerini “terörist” görerek çözemeyeceğini anlamalıdır. 40 yıldır kesintisiz devam eden ve 700 milyar doların üzerinde bir harcamanın yapıldığı düşük yoğunluklu savaşın çözüm olmadığı artık kabul edilmelidir. Kriminal tanımlamalara değil sosyo-politik çözümlere ihtiyaç vardır. Bunu görüp çözüme yaklaşan kazanır, görmeyen ve devlet şiddetinde ısrar eden kaybeder.

Dipnot:

[1]BURUDJİEV Tatiana Prof. “Who can be defined as political prisoner”. Europost.bg. Retrieved 2013-01-25.

Mustafa Peköz - sendika.org

9 Ekim 2020 Cuma

Kinik Solun Keskin Zekâsı

Sezen Ünlüönen: Gündelik hayatta sıklıkla karşıma çıkan bir çeşit sol akıl var. Bu sol akıl, kağıt üzerinde solun terimlerine, düşünme biçimlerine ve solun sosyal yapı ve iktidar ilişkilerine getirdiği eleştiri çeşitlerine son derece aşina ve görünüşte gündelik hayatın eleştirisini tam da böyle bir yerden kuruyor. Bu sol aklın odağında bugün devletin getirdiği sigara yasakları ve içkiye konan vergiler olabilir, yarın depresyonun antikapitalist bir okuması olabilir, öbür gün salgın tedbirleri nedeniyle getirilen düzenlemeler, iklim değişikliğiyle ilgili olarak alınan önlemler olabilir. İçeriğin kendisi değil burada bahsetmek istediğim.
Zaten, bu sol aklın yöneldiği eleştiri alanlarını yersiz buluyor da değilim. Birazcık mukayese yetisi olan herkes devletin kamu sağlığı söz konusu olduğunda attığı adımların toplamına bakarak, alkollü içki ve tütün ürünlerine getirilen yasak ve düzenlemelerin esas hedefinin halkın sağlığını korumak olmadığını görebilir. Benzer şekilde istediği gibi okumak, iş bulmak, sosyalleşmek, gezmek imkanı bulamamış; kendini gerçekleştirmek yönünde atacağı her adımın önü yasal, sosyal, ekonomik bir engeller silsilesiyle kesilmiş bir insanın çaresiz, çıkışsız hissetmesi sadece farmasotik bir sorun değil elbette.

Benim esas vurgulamak istediğim mesele, solun teşhislerinde değil, burada bahsettiğim türden bir solculuğun sorunun teşhisi ile bu soruna yanıt olarak giriştiği edim arasındaki uyumsuzlukta; solun bir çeşit kinizm ile tam da müdahalesini yapması gerektiği noktada yerini bir tür konformizme bırakmasında. Ne kast ediyorum bununla? Sözgelimi iklim değişikliği ve bu sorun karşısında alınacak tavırları ele alalım. Kendi çapında enerji ve doğal kaynak kullanımını azaltmaya çalışan, et yemeyi bırakıp işe bisikletle gidip gelmeye başlayan bireye, bu sol akıl bu tür bireysel hareketlerin sembolik bir gösteriden öteye gitmediğini, sadece bireyin vicdanını rahatlatmaya yaradığını, iklim değişikliği ile anlamlı bir mücadele için topyekun bir harekâta geçilmesi ve küresel düzende kapitalizmin oluşturduğu tüm üretim ve tüketim ağlarının yeni baştan gözden geçirilmesi gerektiğini söyleyebilir. Tüm bunlarda haksız mıdır sol akıl? Değil elbette. Ama benim burada dikkat çekmeye çalıştığım şey gündelik hayattaki yaygın bu sol aklın, tüm bu kül yutmazlığı, büyük resmi görme becerisini tek tek bireylerin edimleri düzleminden çıkıp yapısal değişikliğe gitmek yönünde bir basamak olarak kullanmaktan ziyade, zaten halihazırda sürdürdüğü üretim ve tüketim alışkanlıklarını (bunların tümden değişmesi gerektiğini ısrarla savunurken dahi) hiçbir değişiklik yapmadan aynı şekilde devam etmeye alet etmesinde. “İklim değişikliğiyle mücadelede bireysel hareketin bir anlamı yok” fikrinin örgütlenme ve yapısal değişikliğe yönelik girişimlerde değil de, son tahlilde iklim değişikliğine inanmayan ya da bunu önemsemeyen herhangi bir insan ne yapıyorduysa, bu sol akla sahip bireyin de tam aynısını yapıyor olmasıyla nihayetlenmesinde.

Kendi eylemini, kendi ilke ve değerleriyle uyumlu hale getirmek, edimlerini dünya üzerinde yarattığı sonuçlar üzerinden değerlendirmek yerine sürekli adı kah devlet, kah iktidar, kah kapitalizm olan bir odağa karşıtlık üzerinden kurulan bir nihilizm: kapitalizm üretkenlik “seviyor” diye işini yarım yamalak yapmayı, devlet tütün sevmiyor diye sigara içmeyi savunan; “bireylerin eylemlerinin bir manası yok” diye geri dönüşüm çöpüne evsel atık atan bir devrimcilik çeşidi. Bütün bunların belki gerçekten anarşik, yıkmak yoluyla dönüştürücülüğü hedefleyen formları teoride mümkün, ama gerçek hayatta çoğunlukla karşılığı kendi rahatıyla, konforuyla ilişkisinde hiçbir değişikliğe gitmemenin kisvesi oluyor bu sol akıl.

Bu sol aklın bir yansıması da, çoğu zaman, bireyi öncelediği için bunun tam tersiymiş gibi yapan, ama sonuçta aynı eylemsizliği ve konformizmi besleyen bir tutum. Yukarıda bahsettiğim türden bir sol akıl bireyi kendisini sadece çeşitli iktidar alanları, baskı kurumları ve kapitalist bir totalitenin “istekleri” üzerinden ve bu isteklere karşıtlıkla tanımlayabilen, de facto etkisiz bir eleman haline getiriyorsa, bu sözünü ettiğim birey düzeyinde özgürleştirme söylemleri de bilakis bireyi sadece kendi tercihlerinden müteşekkil, özerk bir karar alanı olarak kurmak suretiyle iktidar ve baskı çeşitlerini görünmez hale getiriyor. Son yılların tartışılan sloganı “kadının yoksa parası, amıdır kumbarası”na bakalım mesela. Bu sloganı seks işçiliğinin bir tercih de olabileceğini vurguladığı için, seks işçilerinin ahlakçı bir tutumla kınanmasındansa normalleştirilmesine yardımcı olduğu için özgürleştirici olduğunu düşünenler var. Halbuki bireylerin tercihleri üzerinden kurulan bu tür değerlendirmeler, etraflarındaki sömürü ve eşitsizlik ağlarını görünmez kıldıkları ölçüde tehlikeliler. Seks işçiliği (hem kadınlar hem erkekler için) bir tercih olabilir elbette ve seks işçiliğinin yaftalanması bilhassa kadınların pek çok durumda haklarını arayamaması ve mağdur olmasıyla sonuçlanıyor gerçekten, ama tüm bunlar seks işçiliğinin çoğunlukla ataerki ve kadın düşmanlığından beslenen, kadınların kaçırılması, tuzağa düşürülmesi, borçlandırılması, pasaportlarına el konulması, şiddet görmesi gibi baskı yoluyla ayakta tutulan bir sömürü endüstrisi olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Kadın düşmanlığının bizzat kendisinin aldığı en temel formlardan bir tanesi zaten kadını sadece seks hizmeti sunan bir servis sağlayıcıdan ibaret görmek. Daha geçtiğimiz günlerde Dünya Sağlık Örgütü’nün adı Kongo’da Ebola salgını esnasında çalışanlarının sağlık hizmeti ya da iş imkanları için yerel kadınlardan seks talep etmeleri nedeniyle bir skandala karıştı. [1] Bu pankartın bir özgürlük biçimi olarak bize sunduğu bireysel tercih de zaten mevcut ve yaygın olan iktidar ve sömürü ilişkilerini bambaşka bir çerçeve üzerinden, ama tam olarak güya hedef aldığı şeyin (ataerki, kadın düşmanlığı) kuracağı şekilde tekrar üretmeye yarıyor. Kadını, işi erkeklere seks sunmak olan canlı bir şişme bebek olarak gören zihniyet dün Kongo’daysa bugün kadın yürüyüşünde bize tam olarak aynı şeyi söylüyor: “kadın yoksulsa, her zaman seksi bir takas unsuru olarak kullanabilir.”

Solun gerçek işlevi bireyi ne her seçimi kendisiyle başlayıp biten, kendi kendini inşa etmiş bağımsız bir tercihler yekunu olarak görmekte, ne de bireyi sadece devletin, iktidarın, kapitalizmin karşısında, bunlar tarafından tamamıyla belirlenmiş ve çaresiz bir özne olarak kurup statükonun sağlamasını yapmakta. Solun gerçek işlevi bireyin içinde bulunduğu yapılar ve ilişkiler ağı içindeki yerini doğru tespit edip bu yapı ve ağları daha özgür, eşit, adil bir dünya istikametinde değiştirmeye çalışmakta.


Not: "kinik= cynical" (alaycı müstehzi)


Sezen Ünlüönen - Birikim

[1]W.H.O. Workers Are Accused of Sex Abuse During Ebola Response in Congo

29 Eylül 2020 Salı

İç ses de güzel bir kardeşimizdir...

Öznur Özkaya- Uzun uzun düşündüm ve bir süre insanı yavaş yavaş delirten şeylerden söz etmek istiyorum. Başlangıcı da en ağır toplardan biriyle yapalım: İç ses ile. İç ses, hepimizin deneyimlediği üzere çoğu zaman insanı zıvanadan çıkartan sestir. Bu arkadaş soru sormaktan sadistçe zevk alır, aynı zamanda pek üretkendir ve müthiş senaryolar yazar. Çok saçmaladığı zamanlarda ya da gündelik hayhuy içinde mantık tarafından susturulsa da gün bitiminde güçlenir, susmaz, dönüşür ve siz akıl sağlığınızı korurken o düpedüz delirir. Uyutmaz, yatağınıza uzansanız bile dakikada elli kez size pozisyon değiştirtir.

Ben iç sesimle barışık olsam da, "Yeryüzünde yaşadığın her mutlu an kederle ödenmek zorundadır." ve "Avunabileceğim tek değişik şey bir keresinde üzerime yıldırım düşmüş olması, bununla gerçekten övünebilirim, yıldırım bana çarptı, ben yıldırıma çarpmadım." cümlelerini okuduğumda şu iç sesimin ağzını bulsam, elimin tersiyle iki tane çaksam diye düşünmüştüm.

Norveçli yazar Kjersti Skomsvold'un "Hızlandıkça Azalıyorum" adlı romanı yaşlı ve yalnız bir kadın olan Mathea'nın yaşamını gözler önüne seriyor. Mathea market alışverişi sırasında, yolda yürürken, eşiyle birlikteyken, hatta çocukluğundan beri kalabalıklar arasında yalnız, kendi isteklerine bile yabancılaşmış biridir. İç sesiyle bize iç dünyasını tanıtır, zamana takılır, kol saatini kurmaz, biri saatin kaç olduğunu sorduğunda hep aynı yanıtı verir çünkü ona göre zaman görecelidir. Örneğin, kocası Epsilon'la geçen bir gün onsuz geçen bir günle aynı değildir.


Skomsvold'un diğer romanı "33"te çınlayan "Kendimden başka biri daha gerekiyor bana, kendimin yanı sıra." ve "Samuel'le benim aramdaki uzaklığı anlayamıyorum, Kuzey Kutbu'nda duran, Moskova yönünü gösteren bir tabela gibi..." cümleleriyle iç sesim yine hareketlenmişti. Bu romanda da yazar yalnızlık, yabancılaşma konusunu işliyor. İntihar eden sevgilisi Ferdinand'ın yokluğuyla, akciğer hastalığıyla, "İsa'nın öldüğü yaştasınız..." diyen öğrencileriyle, üretmenin, doğurmanın, yaşatmanın güzelliğine ve zorluğuna dikkat çeken K. isimli anlatıcı kimi zaman gerçeklikten kopmuş gibi görünse de iç sesini okura feryat edercesine dinletmeyi beceriyor.

Ez cümle iç sesin ne söylediği önemlidir. Özellikle kaygının yükseldiği ve kritik kararlar vermeyi gerektiren durumlarda eleştirel olabilir. Bazen varlığını haz ilkesiyle sürdüren id kavramıyla bazen de onu toplumsal kurallara uydurarak denetim altında tutan ego – süper ego hiyerarşisiyle ilgilenir. Zaman zaman çoğullaşır, bu da sizin kaosun merkezinde olduğunuzu gösterir. Başını yastığa koyar koymaz uyuyabilenlerle pek konuşmaz, az uyuyup çok düşünenler iç sesin en yakınıdır. Saçmalasa, yorsa, yıpratsa da İlhami Algör'ün bir röportajında* söylediği gibi "İç ses de güzel bir kardeşimizdir."


Öznur Özkaya - İleri Haber

15 Eylül 2020 Salı

İslamofobya

Murat Belge - Başlığa koyduğum bu kelime Türkiye’de yeri olan bir tavır anlamı taşıyacak şekilde kullanılmıyor. Başka ülkelerde, Müslüman olmayan ülkelerde, özellikle de “Batılı” ülkelerde görülen, ırkçılığa benzer bir tavır olarak biliniyor. Bunlar büsbütün yanlış şeyler değil, özellikle Batılı ülkelerde görüldüğü doğru (ancak, bir çeşit İslamcılığın Batı’ya ölümüne savaş açtığı da doğru). Ayrım gözetmeyen, toptancı, dolayısıyla yanlış bir ideoloji olduğu da doğru. Ama bu tavrın belirli serpintilerinin Türkiye’de de bulunduğunu görmemiz gerekiyor. Bunu ayakta tutan çevrelerin Batı’dan “İslamofobik” bir muameleyle karşılaştıkları zaman kızıp parladıklarını, böyle davrananı ayıpladıklarını, ama kendilerinin içeride veya dışarıda İslam karşısında benzer tavır aldıkları da görülüyor.

Bir süreden beri devam eden “Yetmez ama evet” kampanyası bunun başlıca göstergelerinden biri. Bu kampanyayı yürütenlerin iddiası “liberal” v.b. sıfatlar taktıkları birileri referanduma “evet” dedikleri için AKP iktidarını pekiştirdi ve halen de ensemizde boza pişiriyor. İddia bu ama gerçek sorunları referandumla sınırlı değil. AKP gibi bir partiye diş gösterme politikası dışında herhangi bir tavır alınmasını hazmedemiyorlar. Bu, AKP üstüne bir inceleme yaparak varılmış bir sonuç değil. Zaten böyle bir incelemeye gerek de görmüyorlar. Hayatın bir olgusuyla karşı karşıyayız: Bu adamlar kötüdür. Nokta.

Kendi hesabıma konuşayım: AKP’nin ve Erdoğan’ın bugün yürüttüğü politika beni şaşırtmıyor. Beni şaşırtan, yaklaşık Gezi Direnişi’ne kadar, bunu yürütmemesi oldu. Herhalde kendini gerçekten “iktidar” olmuş gibi göremiyordu, endişeleri vardı, “takiye” diye bildiğimiz şeyi yaparak zaman kazanmaya karar vermişti. Onun için de, bayağı uzun bir süre, içinde bir “şeriat” özlemi taşıdığını belli etmeden gitti. Gezi’yi kendisine karşı kurulmasını beklediği uluslararası komplo olarak görünce, o zamana kadar eriştiği gücü de hesaplayarak, savaşını başlattı. O noktadan sonra yaptıkları beklenmedik şeyler değil. İdamdan Ayasofya’ya, şeriat ideolojisiyle yetişmiş biri için bilinen şeyler.

Sözünü ettiğim “sol” kesim, kendini solda gören kesim,  2002’de AKP seçimi kazandığı gün, şiddetli bir muhalefet düzenine girmişti. Bayrak mitingleri v.b. ile temel stratejisi askere darbe yolu açmak olan bir muhalefetti bu. 28 Şubat olmuş, Erbakan boyunun ölçüsünü almış, ama şimdi onun devamı yeniden seçim kazanmıştı. Buna kızıp köpürmemek elde değildi. Bunların belini iyice kırmak gerekiyordu. Bu gerilim kapatma davasının açılmasına kadar artarak devam etti. Kapatma kararı alınamadan ve Kanadoğlu hesaplarına rağmen Abdullah Gül sonunda Cumhurbaşkanı olunca dengeler değişmeye başladı. Ergenekon davaları ile darbeci olabilecek çevreler üzerinde baskı kuruldu. Böylece bu sefer Tayyip Erdoğan önderliğinde İslamcı bir diktatörlüğün yolu açıldı, yolun taşları döşenmeye başladı.

Bu “Ergenekon davaları”nı ayrıca ele almak gerekiyor. İşin bir aşamasında bunun için yetkilendirilen Gülenciler’in kendi programlarını uygulamaya başladıkları besbelli, ama ortada fol yok, yumurta yokken icat edilmiş bir cunta hikayesi sözkonusu değildi.

Bir kısa not daha: Bu aşamadan sonra “Bayrak Mitingi” ya da “Ordu Göreve” mitingi yapılmaz oldu. Güç dengesinin değişmeye başlamasının bunda payı olmalı. Buna karşılık, Gezi patlak verdi. Çok bakımdan anlamlı olan bu hareketi başlatanlar “Bayrak Mitingi” yapanlar değildi. Olay başladıktan sonra onlar da geldiler, ama hareketi kendi tekellerine alamadılar. Gezi protestoları boyunca Taksim Meydanı’nda birbirleriyle fazlaca alışverişi olmayan iki grup yer aldı. Bunun böyle olması Tayyip Erdoğan’ın da işine gelmiyordu ve o bu olayın darbe kışkırtmak isteyenler tarafından çıkarıldığına inanmak istedi. Yandaşlarına da böyle inanmalarını telkin etti. Çünkü Erdoğan için kendisine karşı yapılan protestonun “sivil” bir kaynağı olmasına inanmak ciddi bir puan kaybı demekti. Bu işi yapanlar camide bira içen serseriler olmalıydı: çapulcular.

Bunları daha yazacağız. Ben baştaki “İslamofobya” konusuna döneyim. Türkiye’yi en kapsamlı biçimde, en uzun süre meşgul eden, hatta taciz ve tedirgin eden düşünsel sorun (tabii pratiği de var) Batılılaşma sorunu olmuştur. Bugün hala gırtlağımıza kadar bu sorunun içindeyiz. Abdülmecid ve Abdülaziz dönemlerinde Batılılaşmacı bir intelicensiya oluşuyor ve entelektüel dünyanın öncülğünü yapıyordu. Bu fikirden hoşlanmayanlar elbette vardı ama çok uyarlı bir ideolojileri oluşmamıştı. Zaman içinde direnişlerini İslam omurgasına oturttular. 19. yüzyılda Japonya’da da olduğu gibi iki temel görüş biçimlendi: 1) Batılılaşalım; 2) Batılılaşmayalım. Süreç devam ettikçe, özellikle birinci kesim kendi içinde başka “izm”lere bölünmeye başladı. Erken bir zamanda Prens Sabahaddin “liberalizm” demişti. Derken “Türkçülük” çıktı; ardından “Sosyalizm/Komünizm” çıktı. Ama bu ayrımlara rağmen bunlar hepsi “Batı”dan yanaydı. Karşılarında “Batılılaşmayalım” diyenler İslamcı bir “blok” olarak duruyordu.

Dolayısıyla laik olan sağda da öyle fazla İslam düşkünlüğü bulamazsınız. Örneğin AP türü sağcı, MSP tipi sağcıdan hazzetmez, ona güvenmez de. Buna karşılık, milliyetçi/faşist sağla daha kolay anlaşır.

Bu çekişmelerin yeni başladığı zamanlardan beri “pozisyonlar” değişti. Değişim yaratan başlıca “ayraç” demokrasiydi. Demokrat olmadan Batılı olunamayacağı anlaşılınca bir kesim Atatürkçü (Atatürkçülüğün birinci özelliği “Batı”dan yana olmasıdır, diyebiliriz) Batı’yı düşman ilan etti. Gerekçe, Batı’nın “emperyalist” olmasıydı. Turancılar için de Batı’yı reddetmek zor olmadı.

Yani ideolojilerin sıralanmasında İslamcılık ayrımın bir yanında, orayı tek başına doldurarak duruyor. “Tek başına” diyorum, çünkü “İslamcı ideoloji” deyince bu bir hayat tarzını da kapsıyor. Bu da Atatürkçü’nün, liberalin v.b. kabul etmeye hazırlıklı olmadığı bir tarz.

Türkiye’de genel düzenin topluma empoze ettiği ideoloji Kemalizm’dir. Kemalizm’den sosyalizme de, Turancılığa da geçmek görece kolaydır. “Sağ Kemalizm”, “Sol Kemalizm” terimleri bununla ilgili zaten. İslamcılık öyle değil. O “karşı taraf”. Bu koşullarda bu ülkede sosyalist olan kişi en zorlu ideolojik mücadeleyi dine karşı, yani İslamiyet’e karşı veriyor. Bu en ciddi adım olduğu için de, kendini orada bulunca, “İslamofobik” bir tavra kolayca girebiliyor.

Bir zamanlar “Ne Amerika, ne Rusya” diye bağırılırdı. Bizim bu koşullarda da “Ne İslamofaşizm, ne İslamofobya” demek yerinde olur.


11 Eylül 2020 Cuma

Ankara Gar Katliamı 10 Ekim 2015

"Bu Katliam, Neredeyse Her Türlü Koşulu/İklimi Sağlanmış Bir Katliam"
10 Ekim Ankara Katliamı Davası Avukat Komisyonu Üyesi İlke Işık ile Söyleşi

10 Ekim’de siz de miting alanındaydınız. Yaşananlara tanık olmak, olayın kendisine, iddianameye ve dava sürecine bakışınızı da etkilemiş olmalı. Ama önce bir “barış” mitingine neden gerek duyuldu diye sorayım.

Unutuyoruz aslında! 2015’te ne oldu bu memlekette? Biz neler yaşadık? Neyin içinden geçiyorduk? Çözüm süreci olarak adlandırılan ve bir süredir insanların ölmediği dönem sona erdirilmiş, bitirilmişti. Yeniden silahların ve savaşın konuşulduğu, insanların öldüğü bir yere doğru gidiyorduk. Temmuz’da Suruç Katliamı yaşanmıştı. Memleketin dört yanında IŞİD denilen tehlike dolaşıyordu. İşte o noktada, kitle örgütleri ve sendikalar bir miting yaparak “barış talebini” tekrar dillendirmek istedi.

Gelelim o güne.

On binlerce, belki yüz binlerce insan, hayatını “10 Ekim’den Önce” ve “10 Ekim’den Sonra” diye ayırıyor. Sadece orada olanlar değil, gelemeyenler, yetişemeyenler, televizyonlarını açıp bir mitingde katliam olduğunu öğrenenler için de durum bu. Korkunç bir şey!

Patlamalar, on binlerce insanın bir arada olduğu mitingin başında gerçekleşti. Biz ne olduğunu anlamaya çalıştığımız kısa bir ânın ardından herkes gibi bir şeyler yapmaya çalıştık. Ama yapamadık! Yaralılara yardım etmek yerine gaz bombalarıyla, çevik kuvvetle, TOMA, akrep denen araçlarla alana girmek gibi akıl almaz şeyler yapanları gördük, dehşetin devamını yaşadık. Ama çok kıymetli ve hâlâ devam eden bir şeye de tanıklık ettik: O gün orada başlayan dayanışma! Bir patlama olduğunu anlıyorsunuz. Tahmin ettiğinizden çok daha vahim bir tablo… İnsanların öldüğünü, yerde ağır yaralılar olduğunu fark ediyorsunuz. Bir iki dakika bile geçmeden sağ kalanlar, yaralananlara yardım etmeye çalıştı. Bu, kolay tarif edilebilecek bir şey değil! Daha kendinize bile gelemeden yardıma koşuyorsunuz. Benim unutmadığım şeylerden biridir: pankartlar sedye yapıldı. En acil durumdakiler, ses araçları ile hastaneye yetiştirildi. Alandaki sağlıkçılar insanüstü bir çabayla yaralılara müdahale etti. Onlar olmasaydı, belki çok daha fazla arkadaşımızı kaybedecektik. Çok hızlı örgütlenmiş bir dayanışmaydı ve halen devam ediyor. Hukuk alanını takip etmek için de, birbirimizle dayanışarak yaralarımızı sarmak, “yola devam edeceğiz ve hesabını soracağız” demek için de devam ediyor.

Davayı konuşmaya iddianameden başlayalım. Nasıl bir iddianame ile karşı karşıyayız?

Katliamın hemen ardından bir soruşturma başlattılar ama çok kötü bir olay yeri inceleme yaptılar, delilleri toplamadılar. Hatta kararttılar, şüphelilerin kaçmasına izin verdiler.

Savcılık sekiz ay boyunca, “gizlilik kararı verdim bakamazsınız. Siz benim hazırlığımı bekleyin” dedi. Sekiz ay sonra çıkan iddianame, felaket bir iddianameydi. Oysa dava açıldığında Ankara 4. Ağır Ceza Mahkemesi “ülkenin en büyük katliamı” diye ifade etti.

Ülkenin en büyük katliamının iddianamesi, çok kötü hazırlanmış bir soruşturmanın sonucu. Her açıdan baştan savma, yetersiz ve eksik. Çünkü, sadece sanıklarla ilgili kurulmuş bir iddianame: 36 sanığı buluyor, katliamı “bunlar gerçekleştirdi” diyor. Sanıklardan dördü yargılama sırasında tutuklandı, toplam on dokuz kişi tutuklu. Geri kalanlar ise firari!

Yunus Durmaz isimli katliam planlayıcısının evinde ele geçen dijital materyallerle oluşturulmuş, tamamen Yunus Durmaz’ın belgelerine dayanan iddianame, “hangi sanık hangi işi yapmıştır, bu sanıklar arasındaki ilişki nedir, Gaziantep yapılanması kimlerden oluşmaktadır, en tepesindeki kimdir, IŞİD’in Türkiye yapılanması neyin nesidir?” gibi basit sorulara bile yanıt vermiyor. Buna cevap vermediği gibi, “peki bu katliam nasıl gerçekleşti, başka sorumlu var mıdır?” sorularını da içermiyor. Bu kadar ağır sonuçları olan bir katliam için siz sadece “bu sanıkları buldum, bunlardan ibaret bir dava açtım” diyemezsiniz. Bu işi, bu kadar baştan savma yapamazsınız!

Ama yaptılar ve iddianameye, gaz kullanan çevik kuvvet polisi, sağlık önlemlerini yerine getirmeyen il sağlık müdürlüğü yetkilileri dahil, hiçbir kamu görevlisini dahil etmediler. Bize söyledikleri; hiçbir kamu görevlisinin hiçbir sorumluluğu olmadığı idi. Biz ise yargılama boyunca, gerçeğin iddianamedekilerden ibaret olmadığını anlatmaya çalıştık. Avukat dayanışması olarak şu soruları sorduk: Bu sanıkların başka dosyaları var mı? Daha önce suç işlemişler mi? IŞİD ile ne zaman ilişkilenmişler? Bütün bunları bilmemiz lazım! Kim bu Yunus Durmaz? Kim bu Halil İbrahim Durgun? Kim bu bombacıları getiren araca eskortluk eden Yakup Şahin? Bütün bu soruları sormamız gerekiyordu. Savcı hiçbirini sormamıştı.

Sordukça, bu adamların haklarında defalarca dava açıldığını, takip edilen, bilinen kişiler olduklarını görmeye başladık. İlgili dosyaları getirtmek için ciddi bir mücadele yürüttük. Mücadele diyorum, çünkü bu dosyaların çoğunluğu Gaziantep’teydi ve Gaziantep Ağır Ceza Mahkemeleri, dosyaları ısrarla göndermedi. Biz gidip aldık, araştırdık. Çıkan sonuç vahimdi!

Ne vardı dosyaların içinde?

Dosyalar, sanıkların hemen hepsinin 2012’den beri izlendiğini gösteriyor. Daha ortada IŞİD yok, El Kaide var. Yani ta El Kaide döneminden beri izlendikleri, takip edildikleri ve bu örgütlenmeyi ısrarla ve aralıksız sürdürdükleri anlaşılıyor.

IŞİD dosyalarının en önemli isimlerinden biri Yunus Durmaz 2009’da Afganistan’a gidiyor, El Kaide kamplarında eğitim alıyor. Türkiye’ye döndükten sonra hep teknik takip altındaymış demek ki!

Dönüşünde Atatürk Havalimanı’nda yakalanıyor. Fakat birkaç soru sorup bırakıyorlar. Yunus Durmaz, bir kere bile gözaltına alınmamış. Sürekli izlenmiş, varlığı bilinmiş fakat hakkında tek bir gözaltı kararı verilmemiş. Emniyete girmişliği yok. Kimse -usulen de olsa- ifadesini almayı düşünmemiş.

Dosyaya intikal etmeyen bir Mülkiye Müfettişleri Raporu var. İddianameden çok daha fazla şey söyleyen ama dava dosyasına dahil edilmeyen rapor. 

Katliamın hemen arkasından İçişleri Bakanlığı, Ankara Emniyet Müdürlüğü hakkında bir soruşturma başlatıyor. Soruşturma için görevlendirilen üç müfettiş, polis yetkililerinin tek tek ifadesini alıyor. İfadesi alınanlar arasında Ankara emniyet müdürü var, müdür yardımcıları var, güvenlik şube müdürleri var, istihbarat şube müdürleri var, TEM amirleri var. Ayrıca başka sorular da soruyor müfettişler; delilleri istiyor, toplu tabloyu anlatmalarını talep ediyorlar. Bu mitingle ilgili nasıl bir hazırlık ve planlama yaptıklarını, aldıkları ve almadıkları önlemleri öğrenmek istiyorlar. Dokuz klasörlük bir rapor hazırlıyorlar ve sonuç kısmında da “Ankara Emniyet Müdürlüğü yetkilileri hakkında soruşturma açılmalıdır çünkü gereken önlemleri almamışlardır” diyorlar.

Sonra…

Rapor Ankara Valiliği’nin önüne geliyor ve valilik, soruşturma açılmasına gerek görmüyor. Kararın usulen Savcılığa da gitmesi gerekiyor. Dosya Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na gidiyor. Savcı aynı gün Ankara Valiliği’nin kararına katıldığını ifade ediyor. İşte tablo bu!

Sadece Ankara emniyet müdürü, güvenlik şube müdürü, müdür yardımcıları, emniyet müdür yardımcıları, TEM amirlerinin bir kısmı görevlerinden alınıyor. Ama haklarında açılmış tek bir soruşturma ya da dava yok.

Raporda kritik başlıklar neler?

Rapor hızla sonuçlandırılmış ve çok kapsamlı bir rapor. Birkaç noktayı vurguluyor ki, bunlar önemli: 10 Ekim gününe kadar, hatta 10 Ekim günü bile Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne gelmiş altmıştan fazla istihbarat var. Bu istihbarat, ülkenin dört bir yanından geliyor ve ısrarla diyor ki; “bazı kişiler var, bunlar canlı bomba olabilir”. İçlerinde Ankara katliamının bombacısı Yunus Emre Alagöz de var.

IŞİD’in eylem yapabileceği, bir hazırlık içinde olduğuna dair sürekli istihbarat geliyor. Hepsi bir silsile halinde Emniyet Müdürlüğü’ne ulaşıyor. Ama asıl çok çarpıcı bir istihbarat var. Son derece net! Katliamın sadece gününü ve saatini vermemiş ama demiş ki, IŞİD’in miting gibi kalabalık yerlerde birden fazla canlı bomba ile eylem yapabileceğine dair güçlü istihbarat almış bulunuyoruz. Bunun için gereğinin yapılmasını iletiyoruz.

Tarih, 14 Eylül 2015! Yani 10 Ekim’den -neredeyse- bir ay önce. Bu istihbarat neden önemli? Çünkü, kısa bir süre sonra 10 Ekim Barış Mitingi Düzenleme Komitesi, Ankara Valiliği’ne başvuru yapıyor. Düşünün, elinizde böyle bir istihbarat var ve önünüze bir miting başvurusu geliyor. Ama siz bu istihbaratı hiçbir şekilde değerlendirmiyor, tertip komitesine bilgi vermiyorsunuz! Sadece şöyle görüşmeler var; rahat olun biz her şeyi planlıyoruz.

Yanlış anımsamıyorsam, 10 Ekim Mitingi’nden bir ay kadar önce Teröre Karşı Mücadele Yürüyüşü yapılıyor. O dönemin hükümetine yakın sendikaların ve kitle örgütlerinin düzenlediği bir yürüyüş bu. Orada görevlendirilmiş polis sayısı ile 10 Ekim Barış Mitingi için görevlendirilmiş polis sayısını karşılaştırma şansınız oldu mu?

Oldu. Mülkiye müfettişleri, miting planlamasını istemişler ve sormuşlar; kaç polis görevlendirdiniz, nerede görevlendirdiniz, bunların pozisyonu nedir? Ankara Emniyeti de bütün görevli polislerin sayısını vermiş: 2.044… Müfettişler bunun üzerine kıyaslama yapabilmek için diğer mitinglerde görevlendirilen polis sayısını öğrenmek istemişler. Ellerine, Teröre Karşı Mücadele Yürüyüşü’nde görevlendirilen polis sayısı gelmiş. Küsuratı belki yanlış anımsıyorumdur ama 4.046 polis görevlendirilmiş o yürüyüş için.

10 Ekim’dekinin iki katı.

Evet… Bu bize şunu söylüyor; bir ay önce yapılan mitinge göre daha az önlem almışsın! Üstelik 10 Ekim Barış Mitingi, daha önce saydığımız tehditlerin olduğu, olası bir IŞİD saldırısının hedefindeki miting. Bunun tek bir açıklaması olabilir; önlem almak yerine, o canlı bombaların alana girebilmesi için gerekli her koşulu sağlamışsınız.

Bu kadar tehdit altında, bu kadar çok yurttaşın gar meydanına akmasını göze alıyorsanız, hiç kimseyi uyarmıyorsanız, bu mitingin yapılmasına engel olmuyorsanız, devlet olarak gereğini yapmak zorundasınız! Kitleyi, gar noktasında arayabilirlerdi. Daha önceki mitinglerde yapmamışlar, ısrarla bunu söylüyorlar. Ama bu sefer elinizde istihbarat var. Dolayısıyla, IŞİD’in bu mitingde bir şey yapabileceğini öngörmeli ve gar meydanında da arama yapmalıydınız. Kaldı ki, 13 Eylül’deki mitingde toplanma noktasında yapılmış arama! Sadece bu da değil. Bir gece önce yol araması da yapmıyor Ankara Emniyeti. Bunun da hiçbir açıklaması yok. Daha önce yapıyorsun, daha sonra yapıyorsun, ama 9 Ekim gecesini 10 Ekim’e bağlayan aralıkta yol araması yapmıyorsun!

Canlı bombalar Ankara’ya Halil İbrahim Durgun’un kullandığı araba ile geliyor. Yakup Şahin’in kullandığı araç ise önden gidip eskortluk yapıyor. Halil İbrahim Durgun’un arabasında iki canlı bomba var; biri Suriyeli, diğeri ise Suruç bombacısının kardeşi Yunus Emre Alagöz. Bu kişi terör nitelikli kayıp şahıs olarak aranmakta ve kardeşi Suruç’ta kendisini patlatmış. Üstelik Ankara Emniyeti’ne gelmiş bir istihbarat var, Yunus Emre Alagöz’ün de canlı bomba olabileceğine dair. Arabaları kullananlar, yani Halil İbrahim Durgun ve Yakup Şahin çok büyük olasılıkla teknik takipteler. İlaveten Yakup Şahin, yola çıktıktan sonra iki kez polis çevirmesine yakalanıyor. Arabasında uyuşturucu var. Buna rağmen gözaltı yapılmıyor. Halil İbrahim Durgun’un arabasının camları ise -yasak olmasına rağmen- siyah filmle kaplı. O da durdurulmuyor. Bu iki araç hiçbir engelle karşılaşmadan Ankara’ya geliyor. Bombacılar önce bir taksiye, sonra ondan inip bir başkasına binerek Gar’a geliyor. Hiç mi bir MOBESE görüntüsü yok bütün bu olan bitene dair?

Var; olmayan, arama… Tek bir arama yok, tek bir takılma, tek bir engelleme… Sözünü ettiğiniz Ceyhan’daki aramayı, biz mahkemeye sordurduk. “Yakup Şahin böyle bir ifade veriyor, bunu araştırmanız gerek,” dedik. Ceyhan Emniyeti arama yaptığını reddetti. Oysa Yakup Şahin’in ifadesi var. Hatta Halil İbrahim Durgun’a “Çevirmeden nasıl geçtin?” diye soruyor. Durgun’un yanıtı, “Karıştırma o işleri, geçtik bir şekilde,” oluyor.

Savcılığın hiç üzerinde durmadığı önemli noktalardan biri bu! Mahkeme -bizim ısrarımızla- bir kez sordu ama üzerine gitmedi. Koca bir muamma! Biliyoruz ki; Yakup Şahin’in oradaki görevi, olası bir çevirmeye karşı Halil İbrahim Durgun’a haber vermek.

Ceyhan’dan sonra bir daha hiçbir çevirme ile karşılaşmıyorlar. İki araç da Ankara’ya, sabaha karşı Gölbaşı tarafından giriyor. Yakup Şahin kent merkezine kadar gidiyor. Tekrar Gölbaşı’na dönüyor ve Halil İbrahim Durgun’a çevirme olmadığını söylüyor.

Duruşmada ifade veren yaralılar, aileler ve mitinge katılmak üzere Ankara dışından gelenler de tek bir kez bile çevirme ile karşılaşmadıklarını ısrarla vurguladılar. Oysa biliriz, Emniyet, miting katılımcılarını yolda defalarca kez durdurur. Neredeyse gelenekselleşmiş bir uygulamadır bu. Ancak o gün mitinge katılmaya gelen kimsede “üst baş araması, araç araması, kimlik kontrolü yapıldı öyküsü” yok. İnanılmaz bir rahatlıkla Kızılay Meydanı’nı geçerek gelen otobüsler var. Ankara’da Kızılay Meydanı’na otobüs giremez! Zaten bunun dosyada somut belgesi de var. Ankara Emniyet Müdürlüğü yol aramasını 9 Ekim’i 10 Ekim’e bağlayan gece durduruyor. Yol aramalarını neden durdurduklarını sorduk.

Yanıt verildi mi?

Hayır, hiçbir yanıt verilmedi. Suç duyurusunda bulunduk, işleme koymadılar. Mahkemeye -ısrarla- bu polisleri çağırıp dinlemek zorunda olduğunu söyledik. 14 Eylül tarihli istihbaratı gizlediğini söyleyen polis var, “Ben ilgili yerlere iletmedim, gerek duymadım,” diye itiraf ediyor zaten! İstihbaratı gizliyor, yol aramasına engel oluyor. Ankara İstihbarat Şube Müdürü Cihangir Ulusoy’un “Biz IŞİD’in bu mitingde eylem yapacağını hiç düşünmedik,” diye beyanı var. İstihbarat Şube’nin başındasınız ve bunu söylüyorsunuz: “IŞİD bugüne kadar hep HDP kitlesini hedef aldı. Hep HDP’lilerin olduğu yerlere saldırdı. Bu mitingin tertip komitesinde HDP olmadığı için IŞİD’in saldırmayacağını düşündük.” Bu, insan aklıyla alay etmektir!

Diyelim kabul ettik. HDP’nin bu mitinge katılacağına dair beyanatı var. Mahkemede 10 Ekim Barış Mitingi Tertip Komitesi’ni dinlettik. Komite, heyet önünde, Selahattin Demirtaş ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun bu mitinge katılmasını beklediklerini söyledi. Yani Tertip Komitesi toplantılarda bu duruma ilişkin özel önlem alınması gereğini de hatırlatıyor. Kaldı ki, İstihbarat şube müdürü olarak sen böyle bir şey diyemezsin. IŞİD bu mitinge saldırmayacak diye kefil olmuşsan, o zaman korkunç bir suçla karşı karşıyayız demektir!

Türkiye’deki en kıyıcı eylemleri örgütlemiş olan IŞİD hücresi Gaziantep’te. Peki Gaziantep Emniyeti ne yapmış?

IŞİD Gaziantep hücresi bu ülkede beş katliam yaptı. HDP Diyarbakır Mitingi ile başlayan, ne yazık ki Ankara Katliamı’ndan sonra da Gaziantep Düğün Katliamı ile süren tam beş katliamda bu hücrenin imzası var.

Bu işin Gaziantep ayağını konuşmadan, dosyadaki sanıklardan nasıl bahsedebiliriz? Bunların nasıl örgütlendiği sorusuna birilerinin cevap vermesi gerekiyor. Tonlarca amonyum nitrat nasıl temin edilebilir? Bombaların içine yerleştirilen binlerce demir bilye nasıl bu kadar kolay bulunabilir? Katliamdan sonra basılan hücre evlerinden gördük ki, evler birer cephanelik; silah, mermi, canlı bomba yeleği dikmek için kumaşlar, terzi malzemeleri… Belli ki illegal bir hayat sürmüyorlar. Gaziantep’te kimse onlara ne yaptıklarını sormuyor. Son derece rahatlar, serbestçe dolaşıyorlar. Gaziantep onların yeri, onların şehri.

Telefonları dinlenmiyor mu?

Dinleniyor. Emniyet, bu adamların kim olduğunu gayet iyi biliyor. Bizim sanıklardan yola çıkarak bulduğumuz çok şey oldu: Mesela Gaziantep’teki Genç Ensar Derneği… Polisler, derneğe operasyon düzenliyor. “Dernek El Kaide’yi, IŞİD’i örgütlüyor” diyor. Derneğin önünde fizikî takip, fotoğraf çekimleri, telefon dinlemeler… hepsini yapıyorlar.

Genç Ensar Derneği’ne gelenler zaten Yunus Durmaz, Ahmet Güneş, Erman Ekici, Nusret Yılmaz. Bunlar bizim dosyamızdaki isimler; bir kısmı hükümlü, bir kısmı firari ya da ölmüş. Dahası dosyada, bir kroki var; Yunus Durmaz’ın evinin işaretlendiği kroki. Şöyle bilgiler gördük dosyada; “Nusret Yılmaz, şimdi Yunus Durmaz’ın evine örgütsel görüşme yapmak için gidiyor.” Yunus Durmaz’ın evini biliyorsun, bir buçuk yıl boyunca izliyorsun, dinliyorsun… Gözaltına almıyorsun.

O halde biz de şu soruyu sorarız: Bu katliamı Yunus Durmaz örgütlediyse ve sen onu 2014 yılına kadar izlediysen, örgütsel faaliyetini tespit etmiş olmana rağmen yakalamadıysan, aksine katliam planlayıcısının gezmesine izin verdiysen, o zaman buna izin veren Emniyet Genel Müdürlüğü, İçişleri Bakanlığı, Gaziantep Valiliği, Gaziantep Emniyeti, TEM şube müdürleri; hepsi katliamlardan sorumludur.

Mahkeme aşamasında başka bilgilere de ulaştınız mı?

Yargılama 7 Kasım 2016’da başladı. İlk duruşmada sanık ifadeleri alındı. Sanıkların neredeyse hepsi birbirini Genç Ensar’dan tanıyordu. Bu çıktı ortaya. On dokuz tutuklu sanıktan ancak dördü ya da beşi bunu dememiş. Dikkatimizi çekti: Nedir bu Genç Ensar Derneği? Ne zaman kurulmuş, hâlâ faaliyette mi diye soralım, öğrenelim istedik. Dernekler Masası bir soruşturma yürütmüş mü? Dernek kapatılmış mı? Sanıkların sorgularını yapalım, başka suçları da var mı, aranmışlar mı? Haklarında iletişim tespiti kararı var mıdır? Mahkemeler iletişim tespit kararı almışsa, onları isteyelim. Ceyhan Emniyet Müdürlüğü’nün yaptığı çevirme tutanaklarını, hücre evlerinin, depoların civarındaki MOBESE kayıtlarını isteyelim. Bunlar gibi pek çok talep… Savcının araştırma yapmadığı hususlar. İlk taleplerimizden biri, dernekler oldu. Gaziantep Valiliği ve Gaziantep Emniyeti ısrarla bu derneklerin faaliyetlerine ilişkin sorularımıza cevap vermedi. Oysa son derece somut ve kolay bir talepti: Dernek kayıtlarına bakacaksın ve iki tane belge göndereceksin. Sonunda Gaziantep Valiliği, Gaziantep Emniyet Müdürlüğü aracılığı ile bize dedi ki; Genç Ensar Derneği ile ilgili yapılmış hiçbir idari/adli işlem yoktur.

Hiçbir inceleme, hiçbir soruşturma yapılmamış. Bir noktayı daha bildirdiler; dernek bir genel kurul yapmış ve kendisini feshetmiş. Genel kurul tarihi ne? 10 Ekim 2015! İnsan gerçekten dehşete kapılıyor. Katliamı yaptıkları gün, genel kurul düzenleyip “dernek amacına ulaşmıştır, kapatalım” diye mi düşündüler acaba? Büyük final!

Hazırunda imzası olanlardan Ahmet Güneş, bizim dosyamızın firari sanığı. Ahmet Güneş’in orada imzasının olduğunu görünce, mahkemeye bu şahsın o tarihte yakalanıp yakalanmadığını bir kez daha sorduk. Çünkü Ahmet Güneş, Gaziantep örgütlenmesinde Yunus Durmaz kadar önemli bir isim. Lakabı “hoca” ve çok uzun bir süredir IŞİD örgütlenmesinde çalışıyor, Genç Ensar Derneği’nde eğitim veriyor. Ayrıca Suriye’de verdiği silahlı eğitimler de var. İşte bu Ahmet Güneş, Gaziantep’te bir trafik çevirmesine takılıyor. Aracında yapılan aramada, birçok IŞİD malzemesi bulununca gözaltına alınıyor, nöbetçi mahkeme tarafından tutuklanıyor. Yargılama başlıyor. Yargılama devam ederken, çevirme sırasında bulunan dijital materyaller çözümleniyor ve Ahmet Güneş’in bizzat yaptığı bir infazın görüntüsüne ulaşılıyor. O kadar net ki görüntüler! Ama hakkında böylesine önemli belge/delil olan biri, sadece altı ay tutuklu kalıyor ve tahliye ediliyor. Şimdi birilerinin bunu sorması gerekiyor; Ahmet Güneş, neden tahliye edildi? Bizim dosyamızda neden hâlâ firari sanık?

Siz Ahmet Güneş’i yakaladınız ve tahliye ettiniz. Ahmet Güneş tahliye edilmeseydi, muhtemelen bu katliam olmayacaktı. Çünkü Ahmet Güneş bu katliamı planlayan Gaziantep hücresinin beyin takımı içinde olan biri. Bitmedi. Ahmet Güneş’le ilgili ulaştığımız bir başka dosya daha var. 2017’de Hatay’da ele geçirilen canlı bomba yeleklerindeki parmak izleri gibi.   

Bütün bunları öğrenince ne düşüneceğiz?

Bütün bunlar, “öfkeli genç çocuklar” söyleminin sonucu! Hükümetin o dönemki politikasını düşündüğünüzde, hiç kimsenin IŞİD’e terör örgütü demediğini anımsayacaksınız. Özellikle Gaziantep ve Adıyaman’da, IŞİD’e ne bir hâkim dokunabilmiş ne bir savcı iddianame yazabilmiş, ne bir emniyet müdürü üzerine gidebilmiş ne sınırdaki polis mücadele edebilmiş. Çünkü siz IŞİD’e sonsuz müsamaha göstermişsiniz. Sonunda da Gaziantep’ten muazzam bir IŞİD örgütlenmesi çıkmış. Kent IŞİD’lilerin at oynattığı bir yer haline gelmiş.

Kilis’ten İlhami Balı ile ilgili tapeler geldi. Biliyorsunuz ona “bir numara” deniyordu. Oysa bir numara filan değil, sınır sorumlusu. Sınırdaki subaylarla, komutanlarla görüşüyor, “geçemezsin, kafana sıkarım” diyor, kaçakçıları tehdit ediyor, kaçakçılık yapmalarını yasaklıyor. Açık ki, sınırları IŞİD kontrol ediyor.

Canlı bombalar, IŞİD’e katılanlar, mühimmatlar o sınırlardan geçti. Eğer siz sınırların kontrolünü IŞİD’e bıraktıysanız, biz de bu canlı bombaların sınırdan nasıl geçtiğinin hesabını sorarız.

Siz bütün bunları sordukça dava dosyası kaç klasör oldu?

Çok! Elimizde daha günlerce anlatabileceğim kadar belge var. Tablo da hemen hemen ortada iken mahkeme ne yaptı biliyor musunuz? Duruşmayı bitirme eğilimi göstermeye başladı.  

Esas hakkındaki mütalaa da iddianamenin neredeyse aynısı… Farkı; bir sanık -Erman Ekici- için daha fazla ceza istendi. Mahkeme heyeti, karar duruşması için, alelacele 2018 Temmuz sonuna gün verdi ve celseyi Sincan’a gönderdi. Yani 50 duruşma yaptığımız Ankara Adliyesi’nden davayı aldı, Sincan’a götürdü. “Yapmayın, adalet bunu göstermiyor, dosyanın kapsamı bu değil” dememize rağmen…

Karar duruşması yapıldı. Şubat 2019’da da mahkeme gerekçeli kararı açıkladı. Nasıl bir karar yazılmış?

10 Ekim Ankara Katliamı Davası gerekçeli kararı, 872 sayfalık bir metin. İddianame ve savcı mütalaası kopyalanarak hazırlanmış, katliamdaki sorumluluklara, toplanan delillere hiç değinmemiş, kılı kırk yararak bulduğumuz yeni delilleri es geçmiş bir karar… Yetmemiş, sanki hedef de şaşırtılmak istenmiş.

Nasıl?

Ankara 4. Ağır Ceza Mahkemesi, gerekçeli kararında; katliamın, 10 Ekim günü Ankara Garı’nda toplanan emek demokrasi güçlerine değil, devlete ve hatta siyasal iktidara karşı işlenmiş olduğunu söylemiş. Oysa biz başından beri IŞİD’in insanlığa karşı suç işleyen cihatçı barbar bir örgüt olduğunu vurguluyoruz. Ayrıca, yine başından beri devletin, siyasal iktidarın sorumluluğundan söz ediyoruz. Siyasal iktidarın örgüte dair her açıdan sergilediği müsamahalı tutum, sempati dolu açıklamalar, katliamların yarattığı kaos nedeniyle 2015 Kasım seçimlerini kazandıklarını bizzat kendilerinin ilan etmiş olması ve bundan sağlanan fayda… hepsi bilerek es geçilmiş. Devletin sorumluluğu âdeta örtülmek istenmiş kararda. Hüküm, başından beri ısrarla vurguladığımız “insanlığa karşı suç” yerine “anayasal düzeni ihlal” maddesi üzerinden kurulmuş. Oysa biliyoruz ki, IŞİD’in, IŞİD’lilerin, bu dosyadaki sanıkların anayasal düzen ve siyasal iktidarla bir sorunu yok. Tersine bu katliam, barış mitingi için toplanmış ülke muhalefetine karşı gerçekleştirilmiş ve neredeyse her türlü koşulu/iklimi sağlanmış bir katliam!

Şu anda mahkeme firariler yönünden devam ediyor. Dolayısıyla Avukat Dayanışması olarak siz de iz sürmeye devam ediyorsunuz. Bu fasıldan ne umuyorsunuz peki?

Dosyada 16 firari sanık var. Dosya onlar açısından tefrik edildi. Biz firariler açısından devam eden mahkeme sürecinde, devlet yetkililerinin sorumluluğunu daha da yüksek sesle söylemeye devam edeceğiz. Ahmet Güneş’in şu an firari olmasının sorumlusu Gaziantep’tir. İlhami Balı’nın, Edremit Türe’nin firari olmasının nedeni, zamanında gözaltına alınmamış olmalarıdır. Bu adamlar, yarın Türkiye’de yeniden bir işe giriştiklerinde, bunun sorumluluğu, zamanında bunu görmezden gelip önlem almayanlarda olacaktır. Örgütçü olanları belki bilerek yakalamadılar, belki de bilerek ellerinden kaçırdılar.

Firariler açısından dava sürmekteyken hayli tuhaf bir şey oldu; Ankara Adliye'sinde asıl dosyaya ait 9 klasör bulundu.

Doğru, oldukça tuhaf! Bir yıl önce 9 Ekim’de Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, Ankara 4. Ağır Ceza Mahkemesi’ne Terör Suçları Soruşturma Bürosu Soruşturma Savcısı Fatih Şimşek imzasıyla adli yazışma usulüne aykırı olan ilginç bir yazı yazmış. Demiş ki; “09/10/2019 tarihinde Terör Suçları Ön Bürosu’na kimseye haber verilmeden bırakıldığı tespit edilen 9 klasör, 10/10/2015 tarihli GAR Patlaması Olayına ilişkin evraklar olduğu anlaşıldığından yazımız ekinde gönderilmiştir”. Bu 9 klasör katliamın üzerinden dört yıl sonra ortaya çıkıyor; içlerinde mahkemeden, müştekilerden, katılanlardan gizlenen belgeler var.

Evrakın tamamına yakını soruşturmanın ilk dönemine ait. Katliama yol açan bombaların nasıl temin edildiğine ilişkin çok önemli deliller var. Bu önemli! Yakup Şahin, 30 Eylül 2015’te, kendisi gibi katliam sanığı olan Hüseyin Tunç ile Nizip’te tarım ürünleri satan bir işyerine gidiyor. İki bin lira karşılığında “Amonyum Nitrat 33” tanımlı gübreyi satın almak istiyor. Ancak satıcı, alıcıların tedirgin hallerinden şüpheleniyor. Belge düzenlemek gerekçesiyle kimliklerini istiyor. Bunun üzerine, alıcılar acele bir şekilde dükkândan ayrılıyor. Satıcı aynı gün Nizip Emniyeti’ne ihbarda bulunuyor. Nizip Cumhuriyet Savcılığı’nca yürütülen soruşturmada, şüpheli bir şekilde gübre satın almaya çalışan kişinin Yakup Şahin olduğu tespit ediliyor. Nizip Emniyeti TEM Bürosu, 2 Ekim’de tanık ifadelerini alıyor. Aynı gün Gaziantep Emniyet Müdürlüğü İstihbarat Büro Amirliği ile Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’ne bir yazı yazıyor. Yazıda, durumun önemi açıklanıyor, Yakup Şahin hakkında örgütsel bir ilişkisinin olup olmadığına ilişkin araştırmanın yapılarak bilgi verilmesi talep ediliyor. Buraya kadar gayet güzel! Ancak bu yazıdan sonra süreç, bıçak gibi kesiliyor. Mevcut evraktan, bu yazı ile ilgili nasıl bir işlem yapıldığı ya da herhangi bir işlem yapılıp yapılmadığı anlaşılamıyor. Soruşturma derinleştirilmiş miydi, nasıl sonuçlandırılmıştı gibi sorular, aradan dört yıl geçmesine rağmen halen cevaplandırılmış değil. Aynı Yakup Şahin birkaç gün sonra, yine Hüseyin Tunç ile Birecik’ten gübreyi temin ediyor ve Nizip’te kiraladığı örgüt deposuna koyuyor. Eğer en başta soruşturma derinleştirilse, Şahin’in örgütsel ilişkisi açığa çıkarılıp yakalansa ve ifadesine başvurulsaydı; gübre temin edilemeyecek, katliam planı açığa çıkabilecek ve önlenebilecekti. Ama hiçbir şey yapılmamış, Nizip Emniyet Müdürlüğü’nün bu konudaki çabalarına yanıt verilmemiş.

Yakup Şahin Ankara Katliamı’nın kilit ismidir. Bomba yapımında kullanılan amonyum nitratı temin etmiş, canlı bombaların Ankara'ya gelmesini sağlamıştır. Yakup Şahin durdurulabilirdi. Üstelik katliamdan sekiz gün önce durdurulabilirdi. Ama Gaziantep Emniyeti bunu yapmamıştır. Yapmadığı için de Şahin lazım olan gübreyi Birecik'ten temin etmiş, bomba hazırlanmış ve katliam planı hiç aksamadan uygulanmıştır. Katliama nasıl yol verildiği ve sorumlular, somut bir şekilde ortada aslında!  

Siz Gaziantep Emniyet Müdürlüğü yetkilileri hakkında suç duyurusunda bulunulmasını ısrarla talep ederken ve mahkeme de bunları reddederken firari sanıkların bazılarının eşleri Türkiye'ye getirildi.

Evet, sanıkların eşleri ya da çatışmalı dönemde IŞİD kamplarında, bölgelerinde kalan kadınlar ülkeye dönüyor bir bir. Hiçbir sorun yaşamadan geliyorlar. Etkin pişmanlıktan yararlanacağız diyorlar. Bir süre tutuklu kalıp sonra tahliye ediliyorlar. Hatta bazılarının hiç tutuklanmamış olması bile muhtemel.

Bilgi saklayan, samimi hiçbir itirafta bulunmayan, IŞİD’e aktif katılımı olduğu gayet açık olan kadınlar bunlar. Haklarında ceza kararı bile verilmemiş. Öğrendik. Yani IŞİD’lilerin ödüllendirilmeleri bir şekilde devam ediyor. IŞİD tüm dünyada lanetleniyor, insanlığa karşı suçtan, savaş suçundan yargılanıyorken, Türkiye hâlâ onları korumaya, kollamaya devam ediyor.

Kimisinin eşi Türkiye’ye geldi ve bazı firarilerin izi de açığa çıktı. Hangi sanıklar bunlar ve neredelermiş? Türkiye'ye getirilme olasılıkları var mı?

Bu süreçte sık sık sanıkların nerede olduğunu, yakalanmaları konusunda ne gibi çalışmalar yapıldığını sorduk. Çünkü bu konuda bize bilgi veren hiçbir kurum yoktu. Israrlı taleplerimiz neticesinde, Mustafa Delibaşlar ve Cebrail Kaya’nın SDG, Fadile Delibaşlar’ın Roj kamplarında, İlhami Balı’nın ise adı bildirilmeyen bir kampta olduğu tespit edildi.

Bu bilgiler neden şimdiye kadar verilmedi? Biz sormasaydık gönderilecek miydi gibi soruları Ankara 4. Ağır Ceza Mahkemesi’ne sorduk tabii. İlhami Balı’nın bulunduğu kampın neden gizlendiği, hangi kampta bulunduğu konusunda açıklama yapılması gerektiğini de…

İlhami Balı ilginç bir isim. Sınırları uzun süre kontrol etmiş, giriş çıkışları denetlemiş biri. 2016 yılında Ankara’da bir otelde MİT’le bir görüşme yaptığına ilişkin haberler çıktı. O açıdan baktığımızda, bulunduğu kampın adının gizlenmesini manidar buluyoruz.

Hakikat dosyalarda yok! Peki ya adalet? O nasıl sağlanacak?

Şu andaki tutuklulara yüz milyonlarca yıl ceza verseler ya da yirmi kişiyi daha tutuklasalar da buna adalet denemez. Yaşadığımız katliam sadece tutuklu sanıkların becerebileceği türden bir katliam değil. Gaziantep örgütlenmesi olmasa, sınırlar teslim edilmese, Ankara’ya girişte ve alandaki polis önlemi bu kadar yetersiz olmasa, bu katliam kesinlikle gerçekleşmezdi! O yüzden bu katliamda payı/sorumluluğu olan herkesin yargılanması için mücadeleye devam edeceğiz.

Biz kalabalık bir avukat ekibiyiz. Söyleşiye başladığım gibi bitireyim; böyle bir katliamı hem yaşayıp hem izini sürüp hem de hukuki anlamda mücadeleyi sürdürmek zor bir iş! Sadece birkaç kişi olsak, aileler bunca yıldır her duruşmaya ısrarla gelmese, yaşananları kamuoyunun gündeminde tutmak için ısrarla çaba sürdürülmese, yani bu dayanışma olmasa -avukatlar ne yaparsa yapsın- dava süreci çok eksik olurdu. 10 Ekim’in kamuoyu gündeminde hâlâ tartışılmasını sağlayan, bu dayanışma!

İnsan neden adalet ister, neden adalet için uğraşır? Çünkü yola devam etmek istiyorsun. Hayat bir yerinden kırıldı, bir daha asla düzelmeyecek, asla eskisi gibi olmayacak, biliyorsun. Ama ayakta durmak zorundasın. İşte orada adalet arayışı devreye giriyor. Adalet yerine geldiğinde, “evet uğraştım ama değdi” diyebileceksin. Ben ailelerimizin adli tıptaki hallerini hatırlıyorum. Bir de bu günlerine bakıyorum. İnanılmaz direnişleri, birbirlerinden aldıkları güç çok kıymetli ve hepimize örnek olması gereken bir şey! Bu büyük ve muazzam bir güç! Onlar devam ettiği sürece, biz de avukatlar olarak devam edeceğiz.

BİRİKİM

10 Ağustos 2020 Pazartesi

Sol ve Din Konusu

Haydar Ergülen alttan alta devam eden, daha da çok devam edecek olan tartışmayı alevlendirecek bir önermeyle ortaya atıldı. Bir “özür dileme” önermesinde bulundu: kaç yılın “yetmez ama evet” kavgası. Ergülen, “Bunu söyleyenler özür dilesin, bu konu da kapansın” demeye getiriyor ve “Ben kendi hesabıma özür diliyorum” diyor.

Ben o seçim ve referandumda oy kullanmamıştım. Seçim öncesi burada oluşan siyasi atmosferden çok sıkıldığım için yurt dışına gitmiştim. Ancak burada olsam “evet” oyu verirdim. Bundan ötürü “özür dilemek” gereği duymuyorum. Konunun bu şekilde tartışılması son derece yanlış. Ama konu kendisi önemli. Onun için bu aşamada birkaç saptama yapma gereğini duyuyorum.

Sorunun önemli bir kısmı “politika” yapmak başlığı altında ele alınabilir; ama asıl önemli olan solun dinle ilişkisi.  Bu bütün dünyada dikenli bir konu, ama Türkiye’de özellikle böyle. Burada işin daha fazla çatallaşmasına yol açan etken Kemalizm: Kemalizm’in dine bakışı ve sosyalist solun Kemalizm’le ilişkisi sorunu iyice çetrefilleştiriyor.

Bu ilişkinin nasıl bir ilişki olması gerektiğinin cevabını Marx’ın oldukça derli toplu bir şekilde verdiğini düşünürüm. “Marx bu konuda ne demiş?” diye sorulunca herkesin aklına aynı şey gelir: “Din halkın afyonudur” demiş! Ama herkes bundan aynı şeyi anlamaz. Örneğin Kemalistler dinin halkı uyutmanın aracı olduğu sonucunu çıkarırlar. Oysa Marx ünlü cümlesinin hemen arkasından ezilenlerin çektikleri acıları hafifleten bir “ağrı kesici” gibi gördüğünü söyler. Din bu dünyada olamayacakları, elde edemeyecekleri şeylerin acısını hafifletmek için ihtiyaç duydukları şeydir. O anlamda “afyon”dur.

Tabii bu dinin çizdiği dünyayı dinin çizdiği gibi kabul etmemiz gerektiği anlamına gelmiyor. Ancak dini zorla ortadan kaldıramayacağımız anlamına geliyor. İnsanlar sömürüsüz bir dünyada özgür ve eşit yaşamaya başladıkları zaman böyle bir kutsallığa ihtiyaçları kalmayacaktır anlamına geliyor (Bence bu da tartışmalı ama şimdi oralara girmeyelim).

Terry Eagleton’ın Dawkins ve Hitchens’a savaş açtığı kitabı okuyunca şaşırmıştım. Bayağı dindar bir Marksist olacağını düşünmemiştim ama demek oluyormuş. İrlanda’da din kuvvetli — burada da olduğu gibi.

Bizim tarihimizde Batılılaşma “ilerici” hareket olarak bellenmiştir. Çok basitleştirerek söylersek, “okuryazar” kesim Batılılaşma’yı anlamış ve benimsemiştir. Okuryazar kesim de kaçınılmaz olarak varlıklı kesimdir. Bu eğitimi almayan yoksul kitleler ise uzak ve yabancı kalmış ve çok zaman karşı tavır dahi almıştır. Bunun için de geleneksel toplum yapısında “egemen sınıf” konumunda olanlar yoksul halkla aynı dili konuşabilmiş, Batılılaşma’yı benimseyen kesimler ise Rusya’daki Narodnikler gibi bu “ortak değerler” engelini aşmakta ciddi zorluklarla karşılaşmıştır. Bu, Batılılaşma’nın, Batılı olmayan bütün toplumlara çıkardığı zorluktur; ancak biz gelenekleri, görenekleri yerleşmiş sofistike bir imparatorluktan geldiğimiz için burada bu gibi sorunlar daha derin köklere uzanır. Yenileşmenin ürettiği yeni bir insan tipi olan “aydın” Türkiye tarihinde, her şeyden önce dinle, dinî yaklaşımla ilgisini kesmiş adam olarak anlaşılmaktadır. Ancak bu sosyalizmin, Marksizm’in sorunsalı değil, “aydınlanmacı-Batıcılığın” sorunsalıdır. Doğal olarak, Kemalist ideolojinin de önemli bir ögesidir. Bu ideoloji kamusal düzeyde din karşıtı bir tutum takınmaz; ama “kendi aramızda” militan bir “anti-klerikalizm” tavrını benimsememiz gerekir.

Böyle bir yapılanma falan il merkezinin “sanayi sitesi”ne gidip sosyalizm konuşmaya kalkışan solcunun niçin oradaki işverenlerden önce işçilerin saldırısına uğradığını açıklar. Bugünkü “Erdoğan iktidarı”nın niçin yoksul kesimden de bu kadar oy aldığını da açıklar.

Sosyalizm ile sınıf ilişkisini 1850’lerde Marx’ın gördüğü gibi göremeyiz ama sosyalizmin sınıfla herhangi bir ilişkisi kalmadığını da söyleyemeyiz.

Epey bir yıl önce İdris Küçükömer bu sorunlarla uğraşmıştı. Arkadaştık onunla, yaş farkına rağmen. Düşüncelerimiz de yakındı. İdris, “Bu memlekette ‘sol’ diye anlaşılan şey aslında sağdır” derken ben de ona katılıyordum. Ama bu böyleyse, o halde ‘sağ’ gibi görünen de  ‘sol’dur” sonucuna varmak fazla mekanik görünüyordu. Bu toplumda sağ çatallaşmıştı. İki farklı yaklaşım varsa bunlardan birinin sol olması gerekmiyordu.

Konu hâlâ açık, hâlâ ortada. Sosyalist sol, Kemalizm’in ideolojik mirasından kendini sıyırabilmiş değil.  Hatta, Tayyip Erdoğan’ın tutturduğu faşizan yol sayesinde, bu “yetmez ama evet” tartışmalarının da gösterdiği gibi, Kemalizm daha baskın görünüyor. Erdoğan’da cisimleşen İslamcılık, sonuçta, İslamcılığın alabileceği (ve işte aldığı) İslamcılık biçimlerinden biri. Ama mutlaka alınması gereken İslamcılık biçimi değil. İktidar açlığı çeken bir politik hareketi iktidarla en fazla içli dışlı hale getiren “önder” olarak Erdoğan’ın kitle üstünde nüfuzu hâlâ herkesinkinden fazla. Ama muhalefet de başladı. Muhalefet de hemen ”İslâm bu değildir” biçimini alıyor. Ayrıca, Tayyip Erdoğan kendisi iktidarının ilk on yılında bambaşka bir İslâmcı politika yapmanın mümkün olduğunu gösterdi.

Şimdi partisinden kişilerin (Davutoğlu ve Babacan) ona karşı tavır almalarını “Niye yıllarca onun arkasından gittiler?” diye eleştirenler var. Evet, buna ben de bir ölçüde katılırım ve kendileri de biraz üstü kapalı bunu kabul ediyorlar. Dediğim gibi, kendilerini iktidara bu derece yaklaştırmış adamdan birtakım ilkeler gereği kopamadılar. Ancak bunları söylerken Marksistler’in Stalin eleştirisinin ne kadar geciktiğini de hesaba katmak gerekir.

Dolayısıyla “sol politika” denen şeyin “İslâm” denir denmez “anti” bir tavra girmek demek olduğunu düşünmüyorum. İslamcı bir partinin varolan durumu az da olsa iyileştirecek bir iş yapması mümkündür ve öyle bir niyeti varsa desteklenmelidir. Ancak buraya geldiğimizde, ilkesel, “sosyalizmin din karşısında tavrı ne olmalıdır?” sorunsalından “politika yapmak ne demektir?” sorunsalına geçmek gerekiyor ki, bunu bir başka zamana erteleyelim.  



Murat Belge 





31 Temmuz 2020 Cuma

CHP

Tanıl Bora: Gördüğünüz karikatür, 8 Mayıs 1949 tarihinde zır CHP muhalifi Kudret gazetesinde yayımlanmış. Altı okun ve onun simgelediği ilkelerin-fikirlerin çözülmez bir yün çilesi gibi birbirine dolandığını, partinin karmakarışık, manasız bir hale geldiğini anlatıyor.

CHP’nin yön tayini bakımından problemli görünmesi, diyelim, hâlâ berdevamdır. CHP’yle cebelleşme hırsı ve zevki de hâlâ berdevamdır. CHP, onu benimseyenler veya önemseyerek gözleyenler bakımından bir ‘mesele’ olarak, hasımları bakımındansa bir düşman imgesi olarak (“CHP zihniyeti”), bu ülkenin siyasî kültürünün belki en istikrarlı kurumudur.

Bu karikatürün yayımlanmasından bir yıl sonra, CHP’nin çeyrek asırlık tek parti iktidarı sona erdi. O zamandan beri geçen 70 yılda, iktidardan ‘pay alma’ süresi, toplam on yılı anca bulur. Onlar da, hep koalisyonlarla. CHP, 1950’den beri Türkiye siyasetinde muhalefet ‘kültürünün’ kurucu ve aslî unsurudur.

İki buçuk yıl sonra tekrar edersem:

“Hem, bu âfet şartlarında önemi zinhar küçümsenmeyecek barınaklar, çatı altları sunuyor; hem de yapısal ve fikrî hantallıkları ve içe dönüklükleriyle, ümit yaratacak bir alternatifin önüne set çekiyor. Ne tutabiliyor, ne bırakıyor, ne bırakılabiliyor.”

***

CHP, dünya siyasî kültür mirasının da önemli bir varlığıdır. Dünyanın en uzun ömürlü siyasî partilerinden birisi. Bu yaşta parti, dünyada az bulunuyor. Batılı sosyal demokrat partilerin ve Hindistan Kongre’sinden daha genç, Meksika’daki Kurumsal Devrimci Parti’yle aşağı yukarı denk.

Siyaset bilimci Berk Esen, bir yıl önce popülizm üzerine bir çalıştayda, son on on beş yılda dünyadaki emsalleriyle kıyaslandığında CHP’nin pekâlâ başarılı sayılabileceğini söylemişti. Emsalleri: yani kâh post-muhafazakâr kâh faşizan neoliberal-popülist iktidarların “rekabetçi otoriter” baskısı karşısında iyi kötü ayakta kalabilmek, bir alan tutabilmek bakımından.

Türkiye’de son yirmi yılda içinden başka parti çıkmayan tek ana parti olması da bir başarı sayılır mı?

***

Yine daha önce bir yazıda, CHP’nin içinden her zaman bir (veya: bir, iki, üç, daha fazla…) Güven Partisi çıkabileceğinden bahsetmiştim. Dahası, içindeki o Güven Partisi’nin CHP’nin özü, esası haline gelmesi istidadı da vardır. Nitekim geçen haftasonu yapılan kurultay divanında da Güven Partisi vardı.

Tekrarlarsam; 1960’ların ortalarından beri CHP’de iki ana yönelim görebiliriz. Birisi, “Güven Partisi” dediğim, devletçi ve milliyetçi bir Atatürkçülük’le mühürlenmiş, siyasî felsefesini muhafazakâr-cumhuriyetçi olarak tanımlayacağımız yönelimdir. Ulusalcılık, bunun “çağdaş” sürümüydü ve uzun bir süre Güven Partisi’ni CHP içinde iktidar kıldı. Diğeri, sosyal demokratik veya en geniş meşrepli tanımıyla (sosyalizme meyledeninden sosyal-liberaline, “hümanistinden” sol-popülistine…) sol bir yönelim, veya daha yalın, demokrat bir yönelim.

Bu basitleştirici ideolojik şemanın, klientalizm (yani alış-veriş siyasetinin, müşteri-müvekkil ilişki ağının, müteahhit işlerinin) aynasında epey yamulabildiğini biliyoruz, tabii...

***

Son beş yıla bakınca, milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılmasında ve genel olarak alabildiğine geniş sahaların “devlet politikası” veya “millî politika” sayılarak politika dışı tutulmasına gösterilen rızada, Güven Partisi kendini yine gösterdi. Buna mukabil, Adalet yürüyüşü tecrübesi ve toplumsal muhalefete verilen bazı katkılarda, sol veya demokratik yönelimin kıpırdandığını da görebiliyoruz.

***

CHP’nin son 70 yılındaki en parlak dönemleri, -“hizipçilik” diye horlansa da-, partide farklı seslerin çıktığı, genel başkan dışında da sözü, ağırlığı olan figürlerin olduğu dönemlerdi. Yine bazı seslere tahammül edilemese de, siyasî partiler hukukundaki genel başkan sultası burada da hükmünü icra etse bile (İlhan Cihaner’in adaylığının engellenmesiyle ilgili haberler, en yakınımızdaki örnek), en azından Baykalizasyon dönemine kıyasla daha fazla ses işitilebilmesi, iyi işaret. Bunda şüphesiz yerel yönetimlerin “isim” çıkartmasının da katkısı var.

***

CHP’nin kendi soluyla (içindeki ve dışındaki solla) ilişkisi de hep gerilimli bir ilişki olmuştur. Karşılıklı küçümseme, güvensizlik, alaycılık, sinir… Simbiyozla karşılıklı istismar arası bir sosyal-siyasî mesafe karmaşası... Şu zorlu zamanlar, karşılıklı biraz şeffaflık, açıklık öğretir, biraz olgunlaştırır mı?

***

Yerel yönetim deneyimine değindik. 1970’lerin toplumcu belediyecilik tecrübesi, CHP’nin Ortanın Solu’ndan bu yana tarihinde sosyal demokratik vasfı en bariz ‘geleneklerden” biri olsa gerek. Bir kısmı epeydir süregiden, bir kısmı geçen yılki seçimlerde iş başına gelen yerel yönetimlerin pratiğinde bu geleneği izleyen, onu yenileyen bazı hamleler var. Beri yandan, “başkan” odaklı siyasetin kıskacı da var. CHP’nin yerel yönetim “performansını,” başkan popülaritesinden başka ölçütlerle değerlendirmeye ihtiyaç var.

***

Kemal Kılıçdaroğlu, siyasî partiler hukukunun bahşettiği nihaî karar verici kudretini kullanırken, bir tür moderatör kabiliyeti geliştirdi. Kendi aday olmaktan ziyade, uygun adayı bulup çıkartan lider... Yüksek makamlara CHP, toplam muhalefet içinde bir moderatör-parti işlevi görüyor. Panel-söyleşilerde “kolaylaştırıcı” deniyor ya moderatör için; orta yolu bulucu, uzlaştırıcı, toparlayıcı… Bu moderatörlük deneyiminin riski, moderatörü kendisi bir şey söylemeyen bir idare-i maslahatçıya, vasatlık âmirine dönüştürmesi; pragmatizmi oportünizme doğru bükmesi. Olası bir faydası ise, CHP’nin hep yaka silkilen siyasî becerilerini geliştirmesi; siyasî arabuluculuk ilişkilerinin toplumsal ilişki genişlemesine vesile olabilecek olması, ‘iyi’ pragmatizme alan açması. Bu ‘açılım’ ne kadar oluyor, olabilir; öncelikle örgütlenme denen ‘şeye’ bağlı.

***

CHP İstanbul il başkanı Canan Kaftancıoğlu, partinin örgüt ve saha çalışmasını canlandırmasıyla temayüz etti. Bilindiği gibi, ‘kadın haliyle’ muhalefete irilik ve dirilik kazandırınca iktidarın belli başlı düşman figürlerinden biri haline geldi. Kaftancıoğlu’nun geçen hafta yayımlanan yazısında dile getirdiği “yeni bir kamusallık oluşturma” düsturu, CHP’nin kendini “Cumhuriyeti kurma” misyonuyla özdeşleştirmesinde önemli bir tashihe işaret ediyor. Bir bakıma Cumhuriyeti yeniden-kurma (“ikinci cumhuriyet” diye kaş kaldıranlar muhakkak olur!) fikriyle tanımlayabiliriz bu işareti. Status quo ante değil; yani içinde bulunduğumuz durumdan önceki statükoya dönmek değil. Kaftancıoğlu’nun tarif ettiği, restorasyondan ziyade renovasyon; sosyal ve demokratik bir yenileme.

Sanırım, CHP’nin muhalefetteki moderatörlüğünün daha ‘verimli’ olması için de, bu fikrin etlenip butlanmasına ihtiyaç var.

Tanıl Bora (birikim)