Translate

İnceleme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İnceleme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Ağustos 2023 Salı

Antik Yunanların yanlış bilgiyle mücadele yöntemi

Sofistler mutlak hakikatten ziyade, retorik yoluyla faydalı hakikate ulaşmakla ilgileniyordu. Asha Rangappa ve Jennifer Mercieca, sofist tekniklerin dezenformasyonu tanımak ve onunla mücadele etmek için yararlı olduğunu savunuyor.
Octavianus'un Marcus Antonius'la görülecek bir hesabı vardı. Antonius, sevgilisi Kleopatra'nın yanına taşınarak Doğu Roma İmparatorluğu'nu ele geçirmişti. Octavianus bunu kabullenemiyordu. Roma’da Senato kürsüsünde Antonius’un resmi vasiyetnamesini okudu. Belgede Antonius’un her şeyini kurnaz Mısırlı metresine ve çocuklarına bırakmayı planladığı anlatılıyordu ki bu, Romalıların güçlü kadınlara duyduğu korku ve önyargıları tetikleyen bir fikirdi. Yabancı biri olması da Kleopatra'ya hiç yardımcı olmuyordu. Antonius hain ilan edildi.

Sorun ne miydi? Belge muhtemelen sahteydi.

Gerçekten sahte olup olmadığı büyük olasılıkla hiçbir zaman bilinemeyecek. Ancak Octavianus'un bu propaganda görevi kesinlikle gerçekti. Rakibini uluorta kötülemek için sikkelerin üzerine Antonius karşıtı sloganlar bile çizdirmişti. Roma İmparatorluğu'nun kaderi, ikisinin savaşına bağlıydı.

Dezenformasyon veya yanlış bilgi yeni bir şey değil. 1835 yılında New York Sun gazetesi, Ay’da yaşam keşfedildiğine dair makaleler yayınlamıştı. H.G. Wells'in "Dünyalar Savaşı" adlı eserinin radyo yayını yakın zamanda unutulacak gibi değil. Nazi propagandası o kadar etkiliydi ki, bugün bile insanların küçük bir yüzdesi Yahudi soykırımının hiç yaşanmadığına inanıyor. İnsanlar aşıların otizme neden olduğuna bile inanıyor.

Siyasi manipülasyon, kasıtlı cehalet, sosyal medya, entelektüalizm karşıtlığı, bilimsel cehalet ve YouTube gibi güçlerin bir arada var olmasıyla, bugün dünyamızda baş döndürücü bir propaganda ve dezenformasyon yelpazesiyle karşı karşıyayız. Mesele, dezenformasyonun her zaman var olup olmayacağı değil; elbette var olacak. Mesele, bununla nasıl mücadele edileceği. Bunun için de sofizme bakabiliriz.

Yale Üniversitesi öğretim görevlisi ve CNN analisti Asha Rangappa ile Amerikalı siyasi retorik tarihçisi Jennifer Mercieca'nın önerisi bu yönde. Platon'un sofizme şüpheyle yaklaştığını belirtmekle birlikte, Rangappa ve Mercieca, sofistler tarafından kullanılan “zekice retorik hilelerin” demokrasinin işleyebilmesi için gerekli olduğunu düşünüyor.

Başlangıçta, sofistler zengin müşterilerle ilgileniyordu. Para karşılığında retorik, müzik ve başka sanatlarda eğitim veriyorlardı. Sokrates, Platon, Aristoteles ve Ksenofon gibi filozoflar bu işe pek sıcak bakmıyordu; sofizmin, kulağa anlamlı gelecek şekilde tasarlanmış basit bir uğraş olduğunu düşünüyorlardı. Sokrates yalnızca hakikate (Sophia) övgüler düzüyordu; öğrencisi Platon ise sofist retoriğin insanları manipüle ettiğini düşünüyordu. Onların gözünde, sofistlik asla Sophia'ya götürmezdi.

Ancak Mercieca ve Rangappa’nın düşüncesine göre, Platon'un diyalektiği siyasi kararları çözmek için yeterli değil. Hafıza ve algı üzerine yapılan onlarca yıllık nörobilim araştırmalarının gösterdiği üzere, Sokrates'in “hakikat” konusundaki ısrarı tartışmalı. Yaklaşık sekiz milyar insanın yaşadığı bir gezegende tek bir hakikate varmak imkansız; bu kadar çok veriyi işleyebilmemiz mümkün değil. 2 bin 500 yıl önce bile, sofistler Phronesis, yani “kullanışlı hakikatin” peşinden koşuyordu. Bu nüansın önemli olduğunun farkındalardı.

“Sofistler demokrasinin uygulanması için gerekli olan beceriyi, yani hakikat hakkında nasıl fikir birliğine varılacağını öğretiyorlardı. İnsanlara nasıl argüman oluşturacakları, dinleyicileri nasıl ikna edecekleri ve çetrefilli siyasi sorunları nasıl çözecekleri konusunda eğitim veriyorlardı.”

Bir profesör olan Mercieca ve bir avukat olan Rangappa, mesleklerinin felsefeden ziyade sofizme benzediğini savunuyor. Sofizm genellikle dürüstlükten uzak tasvir edilse de, toplumda deneyimlediğimiz ortak gerçekliği doğru bir şekilde yansıtıyor.

Sofizmin güncel kullanımına takılmamalıyız. Kelimeler zaman içinde anlam değiştirir: Hinduizmde “uğur” sembolü olan svastik, Naziler tarafından benimsendi; etimolojik açıdan “efsane” veya “hikaye” anlamına gelen “mitoloji”, “sahte” anlamına gelen “mit” ile eş anlamlı hale geldi. Mitolojiler kültürlerin temelleridir, uydurma değillerdir.

Doğru kullanıldığında, sofizm nihai hakikate değil, kullanışlı hakikate dayalı bir argüman sunuyor. Bu anlamda, sofistler ve Budistler, tartışma sevgisi açısından ortak paydada buluşuyor. Keşişler, genellikle el çırpma veya yüksek sesli heceler şeklinde karşımıza çıkan uzun bir eleştirel sorgulama geleneğine sahip. El çırpmak (ya da bu bağlamda bir koan) hakikate giden yol gibi görünmese de, doğru şartlar altında ortaya derin bir anlam ortaya çıkarıyor: Tüm öğrenme süreçleri mantıksal değildir.

Tartışmalar, demokrasi için elzem. Ne yazık ki sosyal medya platformları iç gözlem ve diyalogdan ziyade arkadaşlıktan çıkarmaya ve trollemeye uygun tasarlanmış mecralar. Metinleri yazarın sesi yerine kendi sesimizle okuyoruz, bu da karşımızdakinin argümanını anlamayı zorlaştırıyor. Yakın temas eksikliği, geri çekilmeye sebep oluyor. Birinci raund çanı çalmadan, kavganın bittiğini düşünüyoruz.

Dezenformasyon dijital çağda özellikle zararlı. Sosyal medya platformları, komplo teorilerinin hızla yayılmasına olanak sağlıyor. Aşı ve 5G karşıtı söylemleri paylaşırken “sadece soru sorduğunu” iddia eden ve daha sonra “taraf tutmuyormuş” gibi davranan influencerlar, fazla özgüvenli ikna yönteminin bir örneği olarak görülebilir. Merciera ve Rangappa’nın aşağıdaki görüşlerinde belirttikleri gibi, sorun, felsefe kılığına bürünmüş propagandanın George Bush'un meşhur ettiği bir zihniyeti teşvik etmesi: “Ya bizimlesiniz ya da bize karşısınız.”

“Propaganda ve dezenformasyon, rıza olmaksızın ikna etmektir: aslında yeni “gerçek” versiyonları sunan kişiler, bizi ikna ettiklerini gizlemeye çalışırlar. Bu iletişim biçimleri, mantıktan ziyade manipülasyona dayalı bir sonuç ortaya koyar. Propaganda ve dezenformasyon, şüphenin hakikat arayışı girişiminden ziyade sadakatsizlik gibi görüldüğü bir alan yaratır.”

“Propaganda boyun eğmedir, otoriterler için tercih edilen bir araçtır,” diye devam ediyorlar. (Benzer şekilde Platon demokrasiden pek haz etmezdi; herkesin hakikate erişebileceğini düşünmüyordu.) Konuyu günümüze getiren yazarlar, Twitter’ın Trump’ı yanlışlamasından bahsediyor: bu eski bir demokratik yöntem, ancak “kralı” sorgulayan her şey “taraf” tutmuş oluyorsa, ne yazık ki hakikatle başa çıkmak için yeterli değil. Karizmatik figürler için “her şeyi kabul etme” eğilimi, bizi sallantılı bir zeminde bırakıyor. Tarikatlar de böyle oluşuyor.

Yazarlar, sağlıklı bir demokrasinin merakı ve tartışmayı teşvik etmesi gerektiği sonucuna varıyorlar; bu taktikler, mutlak ama her zaman ulaşılması zor bir hakikat arayışından ziyade sofizm ile daha uyumlu.

“Tartışma yerine suçlama, ikna yerine itaat, demokratik diyalogla bağdaşmıyor. Antik Yunanlar, demokratik normların dışında, sorgulanmamış propaganda ve dezenformasyonu reddediyorlardı. Biz de öyle yapmalıyız."

teyit.org

22 Şubat 2023 Çarşamba

Haftada dört gün çalışma araştırması

Verim azalmadı, çalışanlar memnun

İngiltere'de çalışma gün sayısının haftada dört güne indirilmesi üzerine yapılan yeni bir araştırma sonuçlandı. Bu pilot uygulamada diğer araştırmalarla benzer sonuçlar ortaya çıktı: Verimlilik sabit kalırken çalışanların memnuniyetinin önemli ölçüde arttığı görüldü.

İngiltere'de küçük yerel işletmelerden, iki bin 900 çalışanı olan büyük işletmelere kadar farklı türde 61 şirketin katıldığı pilot uygulama bugüne kadar yapılan en büyük ölçekli araştırma oldu. 

Çalışma, '4 Day Week Global' tarafından Autonomy adlı düşünce kuruluşu, 4 Day Week Campaign ve Cambridge Üniversitesi ile Boston College'daki araştırmacılarla ortaklaşa yürütüldü. Aynı araştırmacılar daha önce de Amerika Birleşik Devletleri, İrlanda ve Avustralya gibi ülkelerde 33 şirket ve yaklaşık bin çalışanı kapsayan başka çalışmaya da imza atmış ve benzer bulgulara ulaşmıştı.

Araştırmada hangi sonuçlar elde edildi?

Altı ay süren araştırma kapsamında ücret kaybı yaşanmadan çalışma haftası beş günden dörde düşürüldü. 

Deneme sonucunda katılımcı şirketlerden 56'sı haftada dört gün çalışma uygulamasını sürdürme kararı aldı. Bu şirketlerden 18'i uygulamadaki değişikliğin kalıcı olduğunu duyurdu.

Araştırma sonuçları, şirketlerin çoğunun iş performanslarını ve üretkenliklerini koruduğunu ve kuruluşlar genelinde ortalama yüzde 1,4'lük bir gelir artış olduğunu gösterdi.

Çalışanlar için ise stress, tükenmişlik hissi, anksiyete, yorgunluk ve uyku sorunlarının önemli ölçüde azaldığı görüldü. Deneme kapsamında hem ruhsal hem de fiziksel sağlıkta iyileşmeler yaşandı.

Üç günlük hafta sonuna geçiş

Çevre danışmanlık şirketi Tyler Grange, denemede yer alan şirketlerden biri. 

Uygulamanın personeli üzerindeki etkilerini yakından takip eden şirket, çalışan mutluluğunun yüzde 14 arttığını ve ayrıca çalışanların yüzde 28 daha az yorulduğunu tespit etmeleri üzerine, haftada dört gün çalışmayı kalıcı hale getirme kararı aldı.

Şirketin genel müdürü Simon Ursell, işverenlerin dört günlük çalışma haftasından korkmak yerine, tam tersine "kucaklamaları gerektiğini" söyledi.

Haftada dört gün çalışmanın zorluklarının nasıl aşılabileceği ve bunun sonucunda elde edilebilecek pek çok bütünsel faydayı ilk elden gösterebildiklerini belirten Ursell "üç günlük hafta sonu" uygulamasına geçiş yapmak isteyen başka şirketlerin tavsiye ve deneyimlerini öğrenmek üzere kendilerine başvurduğunu açıkladı.

Çalışma haklarında "büyük atılım" olabilir

Araştırmayı yürüten kuruluşlardan 4 Day Week Campaign Direktörü Joe Ryle, İngiltere'deki deneme sonuçlarının "büyük bir atılımın" önünü açabileceği görüşünde. Ryle "Ekonominin çok çeşitli sektörlerinde elde edilen bu inanılmaz sonuçlar, ücret kaybı olmaksızın haftada dört gün çalışmanın gerçekten işe yaradığını gösteriyor. Artık bu uygulamayı ülke genelinde yaygınlaştırmanın zamanı geldi" diye konuştu.

Araştırmanın sonuçları İngiltere Parlamentosu'nda düzenlenecek bir etkinlikte milletvekillerine sunulacak.

Geçtiğimiz ay, Güney Cambridgeshire Bölge Konseyi, İngiltere çapında haftada dört gün çalışma uygulamasını deneyen ilk yerel yönetim olmuştu. 

Bu değişikliğin ilk sonuçlarına göre personelin stres seviyesinin azaldığı ve hizmet sunumu üzerinde olumsuz bir etki olmadığı anlaşılıyor.

Euronews

17 Ağustos 2022 Çarşamba

Tavşancıl

  • 17 Ağustos 1999 depreminde yıkılmayan yer
  • 17 Ağustos 1999 depremi İzmit Körfezi'nde büyük can ve mal kaybına neden oldu.
    Ancak depremin merkezine çok yakın olmasına rağmen, körfezdeki bir yerleşim yeri, depremden neredeyse hiç etkilenmedi. Sonradan herkesin dikkatini çekecek olan bu yer, Tavşancıl'dı.
    Peki 17 Ağustos depreminde neden Tavşancıl'da kimsenin "burnu bile kanamadı" ve hiçbir bina yıkılmadı?

    5 Ağustos 2022 Cuma

    Kaplanın Sırtında

    Bir Utangaç Batıcı olarak Abdülhamid
    Zülfü Livaneli’nin son romanı Kaplanın Sırtında-İstibdat ve Hürriyet, Sultan Abdülhamid’in h’al edildikten sonra Selanik’te geçen sürgün yıllarını (1909-1912) konu ediyor. Livaneli, kitapta, büyük ölçüde, Selanik sürgünü boyunca Abdülhamid ve ailesine bakan askerî hekim Atıf Hüseyin Bey’in anılarından yararlanmış. Atıf Bey’in kendisi de roman kahramanlarından biri. “Öldükten sonra sünnet edilen Ermeniler” gibi bahisler ise Zaptiye Nazırı Hüseyin Paşa’nın hatıratından alınmış. Romanın sonunda döneme ilişkin tarih çalışmalarından oluşan bir kaynakça da var. Kaplanın Sırtında öncelikle bir tarihî roman olmakla birlikte günümüz popüler kültüründeki Abdülhamid uyarlamalarına yapılmış yeni bir katkı aynı zamanda.

    “Kaplanın Sırtında”, tahmin edilebileceği üzere, bir iktidardan düşüş metaforu. Osmanlı’yı 33 yıl “kaplan sırtında” yöneten Abdülhamid tahttan indirildikten sonra aynı kaplan tarafından parçalanma tehdidiyle karşılaşınca o meşhur vesveseleri, öldürülme korkuları iyice depreşiyor. Üç yıl boyunca Alatini Köşkü’ne hapsolup hiç dışarı çıkamadığı Selanik’te ruhsal ve fiziksel sıkıntıları artmış, yapayalnız bir “aile babası” olarak görüyoruz onu. “Vehm-i Hümayun”un ne menem bir şey olduğu kâh Doktor Atıf’ın, kâh Osmanlı’ya günbegün sinen yıkım havasıyla bir korku şehrine dönüşen Selanik’teki subayların gözünden anlatılıyor.

    Kaplanın Sırtında epey çalışılmış bir anlatı ve “çok çalışma”nın, çok okumanın tarihî romanlarda yol açabildiği temel sakıncalardan olan malumatfuruşluğa yer yer yakalandığı söylenebilir. Örneğin, Sultan Hamid’in sağ omzunun altında şiddetlice kaşınan, kızarık bir şişlik ortaya çıktığında aklına hemen yüzlerce yıl önce şirpençeden hayatını kaybeden “atası” Yavuz Selim’in gelmesi ve bununla ilgili bir açıklama yapılması gibi anektodlar Abdülhamid devrine odaklanan anlatıya bir zenginlik katmıyor; aksine, ayrıntıya boğulan okur sadece Livaneli’nin Osmanlı tarihinden haberdar olduğunu, birtakım kitaplar okumuş olduğunu anlıyor. Bir süzgü yapılmadığı gibi öğrenilen her şeyi okura aktarmaya dönük bir acelecilik de seziliyor. Malumatfuruşluk Doktor Atıf’la Sultan Hamid arasında geçen bazı diyaloglarda bir inandırıcılık sorunuyla birleşiyor. Livaneli insani tarafları öne çıkmış bir Sultan Hamid portresi çizmek isterken, Abdülhamid’i neredeyse namazında niyazında bir emekli paşaya dönüştürüyor. Oysa Abdülhamid Selanik günlerinde sabık bir sultan olsa da, kendi doktoruyla “dışarıdan bakınca ülkeyi yönetmek kolay görünüyor, değil mi?” gibi senli benli konuşmuş olması ya da “benim amcamın omuzlarına oturdular ve bileklerini kestiler” gibi laflar etmesi pek “olası” değildir.

    ***

    Roman tekniği bakımından aksayan bu tür taraflarına rağmen Kaplanın Sırtında “kendini okutan” anlatılardan biri. Bu da sanırım Livaneli’nin Abdülhamid yorumundan kaynaklanıyor. Livaneli şimdiye dek pek rastlanmadık bir “utangaç Batıcı” Abdülhamid portresi sunuyor. Bu, ne AKP devrinde üretilmek istenen Batı karşıtı (İngiliz elçisi tokatlayan, ajanları kendi elleriyle tespit edip sarayından kovalayan) Abdülhamid imajına tam olarak uyuyor ne de muhaliflerine “kan kusturan”, basını ve düşünce hayatını sansür eden, maslahatçı ve pan-İslâmcı Kızıl Sultan imajıyla örtüşüyor.

    Livaneli, Abdülhamid’in Fransızcayı (kardeşi Murad kadar olmasa da) iyi bildiğini, kanyak ve rom içtiğini, -Arthur Conan Doyle’a Mecidiye nişanı hediye edecek kadar- sıkı bir polisiye okuru olduğunu, sarayında opera ve tiyatro gösterimleri için hususi aktör ve aktrisler bulundurduğunu, Çırağan Sarayı’nın duvarlarına Rembrandt ve Ayvazovski tabloları astırdığını, doğa bilimlerine (bakteriyoloji vb.) saygı duyduğunu onun Batıcılığının kanıtları olarak uzun uzun anlatıyor. Amcası Abdülaziz’in davetiyle çıktığı Avrupa seyahati, Osmanlı heyetinin Fransa’da alay-ı valayla karşılanması, Londra, Paris ve Toulon şehirlerinin pırıltısı sultanı çok genç yaşta Batı hayranlığına itiyor. Ancak Abdülhamid’i utangaç ve “gizli” bir Batıcı olmaya götüren koşullar da vurgulanıyor. Hem Osmanlı’yı parçalamak isteyen düvel-i muazzamaya karşı bir cephe oluşturabilmek hem de içerideki “şeyhülislamlar, müderrisler, tarikatlar, şeyhler”in tepkisini çekmemek için görünüşte İslâmcılığı benimseyen, ama öte yandan Batı tarzı reformlar yapıp okulları modernleştiren, kız mektepleri açan, Avrupa saatini uygulamaya çalışan, ülkeyi demiryollarıyla bağlayan, kısacası III. Selim’le başlayan Batılılaşma hamlesini sürdüren bir sultan olarak sunuluyor Abdülhamid.

    Romanda İttihatçı rolündeki Doktor Atıf’ın Meclis-i Mebusan’ı süresiz olarak tatil ettiği, Mithat Paşa’yı boğdurduğu, Namık Kemal gibi aydınları küstürüp basını ve düşünce hayatını sansür ettiği için Abdülhamid’e yönelttiği eleştiriler ise hem cılız kalıyor hem de “reel-politika”nın gerekleri yüzünden makul karşılanabilecek ufak tefek arazlar olarak görünüyor. 1908’den sonraki başarısız idareler ve peş peşe alınan savaş yenilgileri Abdülhamid’i toy ve işbilmez İttihatçılar karşısında normalde olduğundan daha becerikli, güngörmüş bir “bilge kral” kılığına sokuyor.

    Bu Abdülhamid portresinin gerçeğe ne kadar uygun olduğunu tarihçiler kuşkusuz daha doğru değerlendirecektir ancak romanda Abdülhamid’in idare tarzının Türkiye modernleşmesini sekteye uğratan belli başlı yönlerinin göz ardı edildiği ya da fazla önemsenmediği kanısındayım.

    Abdülhamid elbette, Livaneli'nin sıklıkla hatırlattığı üzere, Osmanlı’nın en Batılı ailesinde yetişmişti; alışkanlıkları, dinlediği müzikler, okuduğu kitaplar Batılı hayat tarzına uygundu. Ancak Batı düşüncesine derin bir bağlılığı yoktu. Parlamento fikrinden hoşlanmıyor, tebaasını tek başına yönetmek istiyordu. Abdülmecid ve Abdülaziz dönemlerinde iyiden iyiye ağırlığı hissedilen “Bab-ı Ali”nin, giderek özerkleşen devlet bürokrasisinin siyasetteki etkinliği onun döneminde ortadan kaybolmuştu. Romanda Abdülhamid’in gözünden olumlu biçimde tasvir edilen Ali ve Fuat Paşa gibi devlet adamlarının idaredeki etkisi sona ermiş; Meclis-i Mebusan askıya alınıp Mithat Paşa gibi bürokratlar bertaraf edildikten sonra Yıldız’da Abdülhamid’e biat etmiş silik sadrazamlar ve mabeyncilerden oluşan bir saray idaresi kurulmuştu. AKP devrinin popüler propaganda dizisinde köpürtülen “elçi tokatlayan külhanbeyi Abdülhamid” imgesi abartılı olsa da onun gazabından korktukları için çareyi İngiliz elçiliğine sığınmakta bulan sadrazamları (Said Paşa gibi) olmuştu.

    Kısacası, Abdülhamid’in Batılılaşma anlayışı geç Osmanlı zihniyet dünyasını genel olarak belirleyen biçimsel ve seçmeci modernlik algısının bir tekrarı olduğu gibi Osmanlı tarihinde ilk defa “hürriyet,” “millet” gibi kavramlarla parlamentarizmi savunmaya çalışan Namık Kemal gibi aydınların modernlik algısından da gerideydi. Bu bakımdan Livaneli’nin romanında sunulan “Batıcı” Abdülhamid portresi Necip Fazıl’ın “Ulu Hakan Abdülhamid Han” miti kadar sorunlu ve tartışmalı görünüyor.

    Günümüz popüler kültüründe sayısı gittikçe artan Abdülhamid uyarlamaları güncel politik içerimleriyle birlikte düşünüldüğünde, Abdülhamid’in 93 Harbi’ni bahane ederek Meclis-i Mebusan’ı süresiz olarak kapatması bugünkü durumla düşündürücü bir benzerliktir. Son zamanlarda muhalefeti “1908’den” bir adım öteye geçememekle eleştiren Erdoğan'ın Abdülhamid devrine duyduğu özlem eleştirel düşünce ve muhalefetin tümüyle ortadan kaybolduğu bir tek-adam rejimini daimîleştirme isteğinin dışavurumudur. Gerçek-tarihsel Abdülhamid devriyle günümüzün Abdülhamid mitini ortaklaştıran zemin de budur.

    Kaplanın Sırtında’nın bugün inşa edilmekte olan Abdülhamid mitini ya da Abdülhamid devrinin baskıcı zihniyetini sahiplendiğini veya yeniden ürettiğini iddia ediyor değilim. Livaneli, Abdülhamid’i kendi döneminin şartları içine yerleştirip, abartılı yergi ve övgülerden sakınarak anlatmaya çalışmış. Ne var ki sonuçta Abdülhamid’e kendisinde olmayan bazı özellikleri atfederek onda hiçbir zaman köklü bir zihniyet ya da düşünce tarzı haline gelmemiş olan Batılı hayat tarzını kendi başına bir politik erdem olarak sunmuş.

    Barış Özkul / Birikim


    19 Temmuz 2022 Salı

    Sivrisinekler neden bazı insanları daha çok ısırıyor?

    Sivrisinekler ve yaydıkları hastalıklar, tarihteki tüm savaşların toplamından daha fazla insanın ölümüne yol açtı. Peki, sivrisinekler neden bazı insanları daha çok ısırıyor ve hastalıkların yayılmasında nasıl bu kadar etkili oluyor?
    Aslında, istatistiklere göre sivrisinek, insanlar için açık ara dünyadaki en ölümcül canlı. Sadece 2018 yılında yaklaşık 725 bin ölüme neden oldu.
    Aynı yıl, en çok can kaybına yol açan ikinci faktör, 437 bin kişiyi öldüren insanın ta kendisiydi. Bunu yılanlar, köpekler, zehirli salyangozlar, timsahlar, su aygırları, filler, aslanlar, kurtlar ve köpekbalıklarının saldırıları izledi.
    Bu endişe verici durum nedeniyle, Dünya Sağlık Örgütü 2017'de, ülkelerin sivrisinek kaynaklı vektörlerle bulaşan hastalıkların kontrolü için yönlendirilmesi amacıyla "Küresel Vektör Kontrol Yanıtı (GVCR) 2017–2030" kılavuzunu onayladı.
    Bu, hastalıkları önlemek ve ortaya çıkabilecek salgınlara hemen müdahale etmek için kritik bir öneme sahip.

    Sivrisinekler; Batı Nil virüsü, Zika virüsü, dang humması, sarı humma, chikungunya, St. Louis ensefaliti, lenfatik filaryaz, La Crosse ensefaliti, Pogosta hastalığı, Oropouche ateşi, Tahyna virüsü, Rift Vadisi ateşi, Semliki Ormanı virüsü, Sindbis ateşi, Japon ensefaliti, Ross Nehri ateşi, Barmah Orman virüsü veya sıtma gibi çeşitli hastalıkları bulaştırabilir.
    Bu şekilde yalnızca 2020'de 627 bin ölüm oldu.

    Peki, sivrisinekler neden insanları ısırıyor ve bazıları neden daha fazla hedef oluyor?

    Karbondioksit ve vücut kokuları
    Hem erkek hem de dişi sivrisinekler aslında diğer hayvanları ısırmadan da yaşayabilir. Ancak dişiler üreme döngüsünü tamamlamak için kana ihtiyaç duyar.
    Yaklaşık 100 yıl önce, karbondioksitin (CO₂) sivrisinekleri cezbettiği ortaya çıktı. Ancak, karbondioksitin çekiciliği sivrisineklerin neden sistematik olarak bir kişiyi diğerine tercih ettiğini açıklamıyor.
    Sivrisineklerin belirli insanlara daha fazla ilgi duymasını sağlayan başka fiziksel ve kimyasal işaretler var. Bunlar arasında ısı, su buharı, nem, görsel sebepler ve en önemlisi deriden yayılan kokular bulunuyor.
    Hangi aromaların sivrisinekleri daha çok çektiği henüz tam olarak anlaşılmamış olsa da, birçok çalışmada indol, nonanol, oktenol ve laktik asit gibi moleküller öne çıkıyor.
    ABD'deki Uluslararası Florida Üniversitesi'nden Matthew DeGennaro liderliğindeki bir araştırma ekibi; IR8a olarak bilinen ve pek çok hastalığı taşıyan Aedes aegypti sivrisineklerinin laktik asidi tespit etmesini sağlayan benzersiz bir koku reseptörü olduğunu keşfetti. Bilim insanları, böcek antenlerinde bulunan IR8a reseptörünü mutasyona uğrattığında, sivrisineklerin laktik asit ve insanlar tarafından yayılan diğer asidik kokuları tespit edemediğini gördü.

    Sivrisinekleri çeken koku
    Öte yandan, son araştırmalara göre, dang ve Zika virüsleri, farelerin ve enfekte ettikleri insanların kokularını değiştiriyor ve onları sivrisinekler için daha çekici hale getiriyor. Bu durum da hasta kişiyi ısırarak enfekte kanını almaları ve ardından virüsü başkalarına taşımaları durumunu destekliyor.
    Normalde, insan ve kemirgenlerin derisi, bakteri popülasyonlarını sınırlayan bir antimikrobiyal peptit üretiyor. Ancak, dang veya Zika ile enfekte olmuş farelerde, bu peptidin yoğunluğu azalıyor ve bazı bakteriler çoğalarak asetofenon (en basit aromatik bileşik) üretimini tetikliyor.
    İnsanlarda da benzer bir durum söz konusu. Dang humması hastalarının koltuk altlarından toplanan kokular, sağlıklı insanlarınkinden daha fazla asetofenon içeriyor.
    İlginç olansa, bunun düzeltilebilir olması. Dang humması ile enfekte olmuş farelerin bazıları, daha az asetofenon salımına yol açan ve böylece sivrisineklerin çekiciliğini azaltan izotretinoin ile tedavi edildi. Böylece sivrisinek ısırmalarının önüne geçildi.

    Sivrisineklerin bir insanı ısırmayı neden tercih ettiğine yönelik bu tespitler, vektörler tarafından bulaşan hastalıkların azaltılmasına yardımcı olabilir.

    Prof. Raúl Rivas González
    Salamanca Üniversitesi
    www.bbc.com/turkce

    13 Haziran 2022 Pazartesi

    ‘Sevgi iklimi’ değil profesyonellik

    Domenec Torrent, Galatasaray’da bir geleceği olmayacağının kesinleştiği Sivasspor yenilgisi sonrası, kulübün neden bu halde olduğunun ipucunu da verdi. Gerçi tercümanı her zaman olduğu gibi sözlerini yansıtma konusunda başarısızdı ama ne demek istediği anlaşılıyordu. Kulübe geldiklerinde kadro ve rakiplere dair tüm analiz paketlerinin Florya’yı terk eden teknik ekip tarafından götürüldüğünü, bilgisayar programlarını bile baştan satın almaları gerektiğini söylemişti. Avrupa’da Barcelona, Bayern Münih ve Manchester City’de çalışmış biri için akıl almaz seviyede amatör bir manzara olduğu kesin. Ancak medya ve taraftarlar bu tablonun kulüp için ne anlam ifade ettiği üzerine konuşmak yerine bunu “Çaycı Torrent’in İmparator’a saldırısı” olarak okudu. Torrent’in sözleri bazı açık gerçeklere işaret ediyordu: Burada kurumsal bir yapı yok. Burası bakkaldan hallice bir kulüp. Bu yüzden her yıl onlarca transfer yapılıyor, bu yüzden altyapıdan gelip geçen sayısız yetenek harcanıyor, gelişemiyor, as takımda fırsat bulamıyor, bu yüzden sorunları ancak “baba” mertebesindeki karizmatik figürün çözebileceği düşünülüyor.

    Torrent’in sözleri aslında Fatih Terim’i değil kulübü hedef alıyordu. Çünkü gerçek bir kulüpte bir teknik direktörün zaten bu seviyede bir hakimiyeti olamaz. Adı ister Pep Guardiola olsun ister Alex Ferguson. Onun görev alanı, sorumlulukları sınırlı ve katidir. Oysa Galatasaray, -en azından Avrupa’daki muadilleriyle kıyaslandığında- gerçek bir kulüp değil. Birilerinin çiftliği, birilerinin iktidar alanı, birilerinin oyun sahası, birilerinin lise derneği. Burada gerçek bir kurumsal yapının inşası bu “paydaş”ların kimileri için maddi kayıp, kimileri için statü yitimi, kimileri için boş zaman uğraşının çalınması demek.

    Hal böyleyken fırtınalı seçim süreci boyunca en az dinlediğimiz “proje”nin gerçek bir kurumsal yapıya dair olması sürpriz değil. Tabii bu anlamda atılmış en olumlu adımlara ev sahipliği yapan basketbol takımının sorumlusu Erden Timur’un dahi kamuoyuna başarının sırrını “sevgi iklimi”yle açıklaması geleceğe dair ümit beslemeyi zorlaştırıyor. Sevgiyi taraftar duyar, hisseder. Yönetici ise çok daha maddi ve sert bir dünyanın oyuncusudur, görevi kulübü bu dünyanın fırtınalı etkilerinden koruyacak yapıya büründürmektir. “Sevgi iklimi” denen şeyi yaratacak, daimi kılacak olan budur. Yanlış anlaşılmasın burada Timur’un kendisiyle değil kamuoyuna yansıttığı retorikle tartışıyorum. Çünkü projelerden anladığımız kadarıyla işin “maddi ve sert” yanının en çok farkında olan isim kendisi. Ki bu da bizi seçim sürecinin en ilginç safhasına taşıyor. Malum seçim son anda Fırat Develioğlu’nun zuhur etmesiyle ertelendi. Onun sayesinde Dursun Özbek’in başkanlığındaki ekip kuruldu, iddialı projeler açıklandı ve neticede Galatasaray’ın başkanı değişti. Galatasaraylılar Türkiye’de yaşıyor dolayısıyla şüphelenmekte haklılar bu yüzden projeler hayata geçirilirken mutlaka sürecin şeffaflığının bir numaralı denetleyici gücü olmalılar.

    Galatasaray, Torrent’in faş ettiği “çiftlik” yapısından kurtulmadıkça, Develioğlu’nu sahneye süren güç karanlıkta kaldıkça soru işaretleri havada uçuşmaya devam edecek. Bir yanda “sevgi iklimi”, bir yanda seçim sonuçlarının tasdiklediği diri muhalefet, bir yanda milyarlık projeler, bir yanda Dursun Özbek’in cüzdanı, bir yanda kurumsallaşma çabası, bir yanda müstakbel teknik direktörün üzerinde sallanacak İmparator’un kılıcı… Dursun Özbek ilk mesajında “Galatasaray’a barışı, sevgi iklimini getirmek istiyorum” dedi ama kavganın sert biçimde sürmesi muhtemel. Bu kavga kişilerden bağımsız, gerçek, profesyonel, kurumsal bir kulüp olana kadar sürer.

    Mithat Fabian Sözmen - Evrensel

    31 Ocak 2022 Pazartesi

    Timus

    Timüs, kemik iliği gibi birincil lenf organlarından biridir. Vücudumuzda iman tahtasının üzerinde, tiroid bezinin altında ve soluk borusunun önünde bulunur. Timüs bezi bir komuta-eğitim merkezidir. Triorid bezi tarafından salgılanan T hücreleri yani lenfositlerin; vücut hücreleri ile vücuda zararlı olabilecek yabancı hücreleri ayırt etmeyi öğrendikleri yerdir.

    Timüs bezinde meydana gelecek titreşimlerin sıklığı kişinin genç ve sağlıklı yaşamasında paralellik gösterir.

    Yani Timüs bezi ne kadar çok titrerse kişi o kadar genç ve sağlıklı yaşar. Atabileceğiniz güçlü bir " Kahkaha " veya gögsünüze vurabileceğiniz hafif dokunuşlarla Timüs bezinin titreşmesini sağlayarak direnç kaybını en aza indirmek mümkün olabilir.
    Aşırı üzüntü anında bazı kültürlerde, özellikle de kadınların gögüslerine vurduklarını görürüz. Bu olay tamamen beyin tarafından yaratılan istemsiz yani refleks kaynaklı bir harekettir. Kişi göğsüne vururken Timüs bezini titreştirir ve bağışıklıkta üzüntü kaynaklı olası direnç kaybının önüne geçer.
    Kahkaha da titreşim yaratacağından bağışıklık sistemini güçlendirir.

    Timüs bezi bağ dokusundan yapılmış ince bir kapsülle çevrilmiştir. Kapsül, diğer lenfoit organlarda olduğu gibi bezin içine girerek onu bölmelere ayırır. Her bölüm (lobül) korteks ve medulla adı verilen sırasıyla koyu ve açık renkte bölgelere sahiptir.

    Timüs yaşla birlikte gerileyen bir organdır.

    6 Nisan 2021 Salı

    Veba Geceleri

    Barış Özkul

    Osmanlı’nın sona eriş öyküsü bir romancıyı kolaylıkla “ulusal alegori” alanına götürebilecek, riskli bir malzeme. Veba Geceleri de “ulusal alegori” okumasına olanak tanıyacak bir “Hurufilik” boyutu içeriyor. Yalnız Abdülhamid devriyle sınırlı kalmayıp erken Cumhuriyet’e kadar uzanan birçok dolaylı ve dolaysız gönderme mevcut: Örneğin Kolağası Kamil ile Mustafa Kemal arasında hem bir isim (k-m-l konsonları) hem de “kariyer” benzerliği var. Kamil, ilkin –Fransız İhtilali’nden etkilenmiş– bir kolağası olarak ayak bastığı adada yerli halktan askerlerle (Karantina Neferleri/Kuvva-i Milliye) Ada’nın yönetimine el koyuyor. Şiarlarından birisi “Minger Mingerlilerindir” – “Türkiye Türklerindir”. (Postanedeki “Teta” marka duvar saatine ateş etmesi “Yunan” alfabesine ve işgaline bir tepki gibi.) Köylere ve Arkaz’a baskın veren –merkezî idareye direnen– Ramiz’in Çerkez Ethem’le benzer tarafları var. Düvel-i muazzamanın Ada’yı ablukaya alması Mütareke İstanbul’una bir anıştırma. (“Yedi düvelle savaş” motifi). Ada’daki Rumların mallarına el konması; insan hakları ihlallerini eleştiren Mina Mingerli’nin pasaportunun iptal edilmesi, gazetecilerin hapse atılması da farklı tarihlere ait Türkiye manzaraları.

    Orhan Pamuk, böyle göndermeleri seven, anlatılarını bunlarla saçaklandıran bir romancı. Eserlerindeki bu “bilmece” boyutu kitsch’e kaçmayan bir okuma zevki, bir eşleştirme arzusu da tetikliyor. Ancak Veba Geceleri, “ulusal alegori”yle, “Hurufilik”le ya da anagramlarla (minger-rengim gibi) sınırlı bir okuma yapılacak yapıt değil. Esas değerini bunların ötesinde kazanıyor.

    Romanın ilk yüz elli sayfasında kurulan polisiye izleği bütün karakterlerin (yaşayan ya da ölü, hapis ya da muktedir) yazgısını ortaklaştıran bir ana eksen. Geç Osmanlı’ya özgü bir suikast bütün karakterlerin dâhil olduğu bir soruşturmanın önünü açıyor: Abdülhamid’in vebayı kontrol altına alması için Minger’e gönderdiği Bonkowski Paşa, Ada’ya vardıktan bir süre sonra öldürülüyor. Bonkowski Paşa’yı ölüme götüren olaylar Sultan Hamid devrine özgü bir seyir izliyor: Ortadan kaldırılmak istenen paşalar bir bahaneyle sürgüne gönderildikten sonra tereyağından kıl çeker gibi öldürtülüyor (Mithat Paşa gibi): “Abdülhamit, ağabeyinin tahttan indirilip kendisinin tahta çıkarılmasında etkili, bürokrasinin en parlak ve Avrupai veziri ve valisi Mithat Paşa’yı önce Taif zindanına sürmüş, sonra da zindanda boğdurtmuştu ama bunu öyle bir şekilde yapmıştı ki, kimin yaptığı anlaşılamamıştı.” (s. 194)

    Veba Geceleri “katil kim?” sorusundan ziyade cinayetlerin araştırılma yöntemiyle meşgul ve bu da bir zihniyet sorununa bağlanıyor. Pakize Sultan’dan Doktor Nuri’ye, Vali Sami Paşa’dan Eczacı Nikiforos’a karakterler cinayetlerle ilgili düşüncelerini açıklarken geç Osmanlı’nın sorun çözme yöntemleri de tartışmaya açılıyor. Abdülhamid burada perde arkasından polisiye anlatıya yön veren başkarakter. Neredeyse bütün karakterlerin onunla ya akrabalığı (Pakize Sultan ve Doktor Nuri) ya da gizli bir bağı (şifre miftahı almak gibi) var. Onun cinayet işletme (Mithat Paşa) ve cinayet araştırma yöntemleri (1905 suikastı gibi) karakterlerin Minger’deki cinayetlere tepkilerini belirliyor.

    Abdülhamid’in severek okuduğu Sherlock Holmes’un cinayet araştırma yöntemi “tümevarımcı”dır: Holmes önce delilleri toplar, sonra suçluları tespit eder: onun için esas olan mantık ve nedensellik bağıdır. Romanda Vali Sami Paşa gibi karakterlerin simgelediği Osmanlı zihniyeti ise “tümdengelimci”dir: Önce suçlu belirlenir, sonra suçu doğrulayacak kanıtlar –gerektiğinde işkenceyle– toplanır. (Bütün idare-i maslahatçılığı, iktidarperestliği, uygun zamanı kollayıp rakiplerini tepeleme arzusu, sorunların sopayla çözüleceğine olan inancı, küçük ihtiraslarıyla kendi yıkımını hazırlamasıyla Sami Paşa hem Osmanlı bürokrasisinin kusursuz bir eleştirisi hem de unutulmaz bir “sempatik muhteris” tipi.)

    Karşılaşılan sorunların bir nedensellik ve mantık silsilesi içinde, objektif olarak çözülmesi ile sopa yoluyla (idam-işkence) veya kadercilikle (veba) geçiştirilmesi Veba Geceleri’nde cinayetler ile veba kaynaklı ölümleri birbirine bağlayan bir genel sorunsal. Bu sorunsal birçok edebiyat yapıtına göndermeyle zenginleştiriliyor – fare zehri sahnelerinin Monte Kristo Kontu’yla paralelliği, arsenikle intiharın Madame Bovary’nin akıbetine benzerliği gibi. Pamuk, bir teknisyen zekâsıyla, Minger’in muhitlerini, tekkelerini, şeyhlerini, bürokratları ve askerlerini bu temel fark üzerinden adanın haritasına bir bir yerleştiriyor. Karakterler arasındaki yakınlıklar ve uzaklıklar, gerilimler ve çelişkiler mantık ya da kadercilik yolundaki tercihleri üzerinden belirleniyor. Bunun polisiye ile sınırlı olmayan bir medeniyet tartışmasını romanın merkezine yerleştirdiğini söyleyelim.

    Polisiye izleği dışında diğer Pamuk romanlarında pek rastlanmayan bazı sahneler de var Veba Geceleri’nde.

    Örneğin vebadan ölen karakterlerin son anları. Bu kısımlarda Minger’in sokakları, tepeleri, tekkeleri, binaları, dönemin alışveriş nesneleri ve aksesuarlara odaklı koleksiyoncu dikkati bir kenara bırakılıp ölümle cebelleşen karakterlerin acısı; veba mikrobunun sersemleştirici, kekeletici ve yıkıcı etkisi olağanüstü bir ruhsal derinlikle aktarılıyor. Gardiyan Bayram Efendi’nin son anları, dramatik tonuyla, Raskolnikov’un sayıklamalarına denk bir yoğunluk içeriyor:

    Tuhaf rüyalar ve kâbuslar gördü, dalgalı bir denizde yükselip alçaldı! Uçan aslanlar, konuşan balıklar ve alevler içinde koşan köpek orduları vardı! Derken alevler farelere bulaşıyor, yanan şeytanlar gülleri kemirip parçalıyordu. Bir kuyunun çıkrığı, bir değirmen, açık bir kapı durmadan dönüyor, âlem daralıyordu. Sanki güneşten yüzüne ter damlıyordu. İçi sıkışıyor, koşup kaçmak istiyor, kafası bir hızlanıyor, bir duruyordu. (s. 27)

    Kolağası/komutan Kamil’in vebadan ölmeden önceki son saatleri, boynunda çıkan hıyarcıkla masasında kalakalması da kusursuz bir sahne:

    Komutan askerî kıyafetlerini giymiş, ayağına yaz günü hiç de ihtiyacı olmadığı halde çizmelerini geçirmişti. Doktor Nuri bunun bir an sokaklara çıkıp neferlerin önüne geçip savaşma azmi olduğunu düşündü ama aksini görüyordu: Komutan Kâmil’in değil savaşacak, nefes alacak hali yoktu. Alnı terliydi, güçlükle soluyordu. Doktor Nuri, Komutan’ın tıraş edildiği için kafasını oynatamayan biri gibi kendilerini gözleriyle takip ettiğini fark etti: Sonra gözü kendiliğinden Komutan’ın boynuna gitti. Komutan Kâmil’in boynunun sağ tarafında kocaman bir veba hıyarcığı çıkmıştı ve çok belirgindi. (s. 399-400)

    Pamuk’un bu kısımlarda bir roman yazmaktan çok bir resim yaptığı, ya da romanı görsel imgelerin akışına bıraktığı söylenebilir. Bunu hem Minger’deki karantinanın muhtelif ayrıntıları, insan ve taşıt hareketliliği, ölülerin defni gibi hastalığın dışsal denebilecek tezahürleri hem de karakterlerin veba deneyimleriyle ilgili tasvirlerinde görmek mümkün. Ölülerin yıkandığı sahne ancak bir ressamdan beklenebilecek bir ayrıntı titizliğine, derinlik ve mekân duygusuna sahip:

    Veba salgınının başladığı günlerde Arkaz’daki bütün Müslüman ölüleri Kör Mehmet Paşa Camii’nin gasilhanesinde berber lakaplı ama berber olmayan ince uzun bir adam tarafından yıkanırdı. Berber, ölüleri kuralınca önce bezle dikkatle silerek abdest aldırır, dudaklarını, burun deliklerini, göbek çukurunu parmağına sıkı sıkıya sardığı bezle silerdi. Sonra adanın zeytininden yapılmış sabunla bol su dökerek ölüleri yıkardı. Aynı işleri kadın cesetlerine yapan yaşlı teyzeye birkaç kuruş verirsen, suyun içine hoş kokulu narin gül yaprakları da atardı. (s. 470)

    Hapsedilme deneyimi romanın bir başka kuşatıcı izleği ve o da hem “veba ve karantina” uygulamasına hem de geç Osmanlı’nın çürüyüşüne bağlanıyor.

    Ekberiyet usulünün başlamasıyla kafese mahkûm olan Osmanlı şehzadelerinin, h’al edilip Çırağan’a kapatılan V. Murat ve kızlarının ruh hali romanda hem Pakize Sultan ve çevresindekilere hem de Minger’in seküler (Sami, Mazhar, Kamil) ve dini otoritelerine (Hamdullah) sirayet ediyor. Hapis deneyiminin perde arkasında yine Abdülhamid var: Yıllarca süren kafes hayatından ötürü avluda gördüğü koyunu canavar zannedecek duruma düşen Osmanlı şehzadelerinin acizliği; Abdülhamid’i Abdülhamid yapan evhamların gerisindeki hadiselerin ağırlığı; ölüm korkusuyla paranoyaklaşıp zalimleşen, evhamlı halleriyle her şeyden şüphelenen ve cebinde daima bir panzehir taşıyan padişahın dramı katille maktulü aynılaştıran Osmanlı hapishanesinin görünümleri. Veba günlerindeki Minger adası Osmanlı hapishanesinin bir replikası: Vali Sami Paşa, Ramiz, Doktor Nuri, otel odasından ya hiç çıkmayan ya da çıktığında zırhlı landosuyla dolaşmak zorunda kalan Pakize Sultan hep bir hapis hayatı yaşıyorlar. Buna adanın dış dünyadan tecriti ekleniyor. Osmanlı’nın bu küçük “hayali” adası hastalıktan ölmekte olan koca imparatorluğun sembolik mahpushanesi.

    Veba Geceleri’nde hastalık, ölüm ve hapis deneyimi karakterleri ortaklaştırsa da bu, birörnekleşme anlamına gelmiyor. Tarihî romanın temel sakıncalarından biri olan toplumu bir bütün içinde sunma çabasının karakterlerin bireyselliğini yok etmekle sonuçlanması tuzağına düşülmemiş. Sami Paşa, Kamil, Pakize, Doktor Nuri, Eczacı Nikiferos, Ramiz, Hamdullah, İlias, Bonkowski Paşa gibi sahnedeki karakterler ve cellat Şakir gibi yan karakterler hepsi kendi içinde bir dünya ve bu dünyalar arasındaki –bazen silahlı müsademeye varan– çatışmalar karakterlerin bireyselliğini öne çıkartıyor. Romanda sesi hiç işitilmese de varlığı hep hissedilen Abdülhamit, V. Murat, Şehzade Burhanettin’in dünyaları ise bireyselliğinden ziyade tipikliğiyle, çürümekte olan Osmanlı’nın yaydığı hastalığın memleketin en ücra köşesine kadar ulaşmasıyla Veba Geceleri’nin dramatik malzemesini meydana getiriyor: “Kederleneceksiniz ama hastalığın padişah kızını getiren gemiden çıktığına herkes daha çok inanıyor şimdi.” (s. 144)

    Veba Geceleri bütün bu yönleriyle başarılı bir tarihî roman.

    BİRİKİM


    *Orhan Pamuk'la söyleşi:-Mutlu degilim!

    21 Şubat 2021 Pazar

    Stalinizm!

    Jozef Stalin'in doğum günü ve ölüm günü nedenleriyle yılda en az iki kez kutsandığı bir üikede yaşıyoruz. SSCB Parti Politik Bürosu tarafından yazılıp, her dilde hazırlanıp basılarak ülkelere legal, (olanak bulunmayan yerlerde illegal) olarak dağıtılan propoganda yüklü kitapları okuyarak yetişmiş nesillerin bu "Stalin Hayranlığı"nı bir dereceye kadar anlamak mümkün. Ama O'nun (kurduğu demeyeyim ama) geliştirdiği Parti Diktatoryasının ardıllarının dahi 1994 de artık yıkılmasına karar verdikleri yapının övünçle simgeleştirdiği Stalin hayranlığı, yeni nesiller için ancak bir propoganda ezberciliğinden başka bir anlama gelmez.
    Bu "Stalin Severlik" bizden başka, bir de Yunanistan'da devam edegelen bir arıza. Bence, arızanın giderilmesi en başta Stalin fenomeninin oluşması sürecinden başlayarak tekrar ve tekrar anlatmakla giderilebilecek.
    Bu bağlamda "hazret" hakkında internetten bilgi araştırırken rastladığım, bir inceleme yazısını, (kime ait olduğu bilinmiyor) kısmen güncelleştirerek; ve ilavelerle anlaşılır duruma getirerek yeniden yazmaya karar verdim. TO

    Bugün Sovyetler Birliği tarihi hakkında bildiğimiz pek çok şeyi on beş-yirmi yıl önce bilmiyorduk, çünkü arşivler açık değildi. Sovyetler Birliği 1990’ların başında çöktüğünde, dağıldığında, parçalandığında, birçok arşiv yavaş yavaş açıldı.
    Aşağıda yer alan yazılar, Peter Holquist’in çalışmalarına dayanıyor. Vaktiyle Cornell’de ders veriyordu, şimdiyse Princeton’da ders veriyor...
    Ve Sheila Fitzpatrick’in Stalinizm üstüne daha yakın tarihli çalışmalarına dayanıyor.

    Soru şu: Lenin’in Stalin’i getirmesi kaçınılmaz mıydı?
    Bu zor bir soru. Sanırım, aslında ileride Sovyetler Birliği’ne dönüşecek olan şeyin yapısı, yani Bolşevik partinin işleyişi daha iktidara gelmeden kurulmuştu. Ana kavram "demokratik merkeziyetçilik"ti. Bu, Sovyet devletinin bir yukarıdan aşağıya karar alma ve gerekli haberleşmeyi aşağıya iletme aygıtı olarak düzenlenme biçimiydi. Prensipte, en yüksek düzeyde tartışmaların yürütülmesi gerekiyordu. Kararlar bir kere alındıktan sonra da Komünist Parti kanalıyla yayılacaktı. Ama kuşkusuz sırf Stalin’in paranoyası yüzünden(—biliyorsunuz, klinik bir paranoyaktı) milyonlarca insanın ölümüne yol açtı.
    Stalinizm idaresi altında, tartışma kavramının kendisi Sovyet karşıtı tutumla özdeşleştirildi.

    Esasında, emekçi insanlar adına—ve ayrıca bir dereceye kadar da milliyetler adına – bir halk devrimi olarak başlayan şey, proletarya diktatörlüğü halini almadı; proletaryanın değil Komünist Parti’nin, Komünist Parti’ye dönüşmüş Bolşevik Parti’nin ve Stalin’in diktatörlüğü haline geldi.
    Stalin’in paranoyası arttıkça haliyle tasfiyeler geldi. Kimilerine Batılı Komünistlerin katıldığı ve oturup infaz edilmelerinden kısa bir süre önce Nazilerin, İngiliz kral taraftarlarının ya da işte her kiminse işbirlikçisi olduklarını itiraf eden, hiçbir zaman ve kesinlikle yapmadıkları şeyleri itiraf eden insanları dinledikleri büyük göstermelik yargılamalar.

    Peter Holquist’in izinden giderek, bugün vurgulanması gereken noktalardan biri, Stalinist terörün yapısı –iç savaşta ya da Lenin’in Sovyetler Birliği’nin ilk dönemindeki egemenliğinde bunun evveliyatını görmek mümkün. Ama en başta milliyetlerin özerk olacağını tahayyül eden insanların, onların bu umutları çabucak yok edildi.
    Stalin bakandı ya da "Milliyetler Komiseri" dedikleri şey her neyse o işi yapıyordu. İşçilerin kendi kendini yönetiminin ve kendi kendini ve üretim araçlarını denetiminin bu cesur yeni dünyada uygulanacağı fikri, işçilerin polis ve Sovyet devleti tarafından bastırılan grev ve protestolarıyla fazlasıyla hızlı bir şekilde yerle bir oldu.

    Buranın hakiki bir işçi cenneti olduğu ve her şeyin mükemmel yürüdüğü yanılsaması 1920’lerde, hatta 1930’larda da sürecekti. Ama söz hep dönüp dolaşıp “parlak gelecek”e geliyordu. Parlak çok kullanılan bir sözcüktü. Birazdan bunu açacağım. Gelecek parlak olacaktı. Muhteşem olacaktı. Ama fedakârlıklar şimdi yapılmak zorundaydı. Devrimi, Amerikalılara, Fransızlara, İngilizlere ve kapitalist güçlere, vesaire vesaireye karşı korumak için fedakârlıklar şimdi yapılmak zorundaydı.
    Hepinizin bildiği gibi, hiç de öyle olmadı tabi ki.

    Öncelikle bütün bunların perde arkasında bir devlet kurmaya çalışmanın zorluğu vardı. İç savaştan dolayı, kıtlık koşullarından dolayı ve salt muazzam ekonomik güçlüklerden dolayı da bunun nasıl yapılacağı belli değildi. Bütün bu milliyetleri kapsayan bir ülke var elinizde. Ural Dağları’ndaki, madenlerdeki ve daha sonra Leningrad adını alacak olan Petrograd şehrindeki sanayi üretimine rağmen esasında hala bir köylü ülkesi olan bir ülke.

    Yazının Devamı

    16 Ocak 2021 Cumartesi

    Rosa’yı hatırlamak

     Rosa Luxemburg, 15 Ocak 1919’da Berlin’de   öldürüldü. Sosyalizme katkılarını hatırlamaya   devam edeceğiz... Sosyalizmin tarihinde Rosa   Luxemburg gibi keskin bir teorik zekâ ile   etkileyici söz söyleme sanatını bir araya getiren   bir politikacıyı bulmak zordur. Neredeyse her   gün yazdığı gazete makaleleri, parti ve sendika   toplantılarındaki konuşmaları, mektupları ve   teorik yazıları bunun göstergesi.

    Luxemburg aynı zamanda önemli bir direniş sembolüdür. Sosyalist yazılarına hapishaneden devam etti ve daha sonra Nazizm’e katılan sağcı askerler tarafından acımasızca öldürülmeden önce, 1918-19’un devrimci altüst oluşuna kısa, fakat parlak bir şekilde müdahale etti. Bugün farklı nedenlerle anılmaktadır: devrimci ayaklanmaya verdiği destekten iddia edilegelen barışçılığına, bitkiler ve hayvanlara duyduğu sevgiye ve sıklıkla, özgürlüğün her zaman “farklı düşünenin özgürlüğü” olduğuna dair ısrarına kadar.

    Bugünün kriz dünyasında, ana akım sosyal demokrasi yok oluyor ve aşırı sağ yükseliyorken, soldaki pek çok insanın böylesine tutkulu bir sosyalistin bizi politik yönelimsizliğimizden çekip çıkarması için vermeyeceği hiçbir şey yoktur. Ve hiç şüphesiz Rosa Luxemburg sosyalist teori ve pratiğin bir sembolü olmaya devam etmektedir.

    Onu ölümünün yüzüncü yıldönümünde anarken, geçmişe aşırı sentimental bir bakış sıklıkla bizi geleceğimizi kavramaktan alıkoyar. Eğer insanlık yaklaşmakta olan ekolojik ve ekonomik krizlerden ve bunların sebebi olan kapitalist sistemin altında kalmadan çıkmak istiyorsa, geçmişi romantikleştirmeye daha az zaman harcamalı ve daha çok ondan ne öğrenebileceğimize odaklanmalıyız.

    Zamanının ürünü

    Luxemburg’u en iyi hayatı ve yaptığı işler anlatıyor: yazdı, okudu, çeşitli dilleri konuşuyordu, yirmi altı yaşında doktorasını tamamladı, bir dizi sosyalist yayın organı ve parti kurdu. Onun hayatı, ancak, Almanya’da yüzyılın sonundaki işçi hareketi ve Sosyal Demokrat Parti’nin (SPD) tepesinde olması bağlamında anlaşılabilir. Diğer önemli entelektüeller ve politikacılarla hararetli tartışmalara girişti; Clara Zetkin gibi kadınlar her zaman onun yakın müttefiki oldu.

    Luxemburg, işçi sınıfının zaferinin ufukta olduğuna sıkı sıkıya inanan bir sosyalist kitle kültürü içinde yetişti. 1914’ten sonra, SPD -Alman kitleleriyle birlikte- kapitalizmi yıkma hedefini terk ederek 1. Dünya Savaşı’nda ana vatanın hizmetine koşmaya karar verdiğinde bile, Luxemburg demirden inancını korudu. Rusya’daki 1905 ve 1917 devrimleri Luxemburg için politik dönüşümün hala mümkün olduğunun “kanıtı”ydı.

    Bu cinsten sarsılmaz devrimci inancı zamanımızda hayal etmek zor, özellikle her ocak ayında onun ölümünü yağmurlu ve ilham vermeyen gösterilerle andığımızı düşününce veya bugünün parti ve sendikalarını Luxemburg’un zamanındakilerle karşılaştırınca. Uzun süren bir refah devleti uzlaşması, onu takip eden (ve sosyal demokrat partiler tarafından getirilen) neoliberal deregülasyon, işçi sınıfını görünüşte kamusal söylemden silmiş gözüküyor. En geç 1989’dan beri, aklı başında hiç kimse, Luxemburg’un sosyalizmin zaferinin kaçınılmaz olduğuna dair güvenini gerçekten paylaşamaz.

    Onun yerine, yeniden başlamak zorundayız ve yaşadığımız mahalleler ve işyerlerimizde köklenmiş (kapitalizme her dönemeçte meydan okumaya muktedir) kitlevi bir sosyalist hareketi yeniden hayal etmeliyiz. 1. Dünya Savaşı’ndan önceki Sosyal Demokrasi’yi taklit ederek bunu yapamayız. Ancak, Luxemburg bize, kendisinin ölümünden yüzyıl sonra bile, sosyalist yöntem hakkında birkaç şeyi kesinlikle öğretebilir.

    Çelişkilerle düşünmek

    Rosa Luxemburg’un Marksist teoriye eşsiz hakimiyetiyle yürüttüğü keskin analizi hem biricik hem de etkileyicidir. Ancak, onu ya da onun içinde yaşadığı zamanı kopya etme teşebbüsü sadece başarısızlıkla sonuçlanacağı için, modern sol bir şehide iyi manada söylenmiş övücü ağıtlarla kaybedilmiş bir geçmişin sessiz melankolisi arasında bir yerde salınıp duruyor. Bazen de (ne yazık ki), Rosa posterlerde veya omuz çantalarındaki ikon olarak kendini gösteriyor.

    Bu bir talihsizlik, çünkü Luxemburg ilginç bir tarihten çok daha fazlasını sunabilir. Onun eserleri günümüz için en azından iki belirleyici içgörüyü açığa çıkarır. Birincisi, “günümüz kapitalist ekonomisinin acımasızlığı ve deliliği” olduğu gibi duruyor ve hem doğal kaynakların hem de insanın işgücünün altını, yani aynı ekonominin temellerini, oymaya devam ediyor.

    Üretimi dönüştürme ihtiyacı hala duruyor, halledilmedi ve eli kulağındaki çevresel felaket yüzünden daha da kötüleşti. Ama, kapitalizm kapitalist olmayan mekânlara ve yaşam alanlarına doğru genişlerken kendi ömrünü de uzatıyor. Yani, illâ kendi kendine yok olmayacak. Aslında, emekçi halk, farklı ve daha iyi bir toplumu getirmek için siyasal müdahalede bulunmak zorunda.

    Luxemburg’un gözünde bu politik müdahale eğitimi ve deneyimden öğrenmeyi gerektiriyordu. Her protesto, hatta başarısız olanlar bile, yeni ve daha başarılı hareketler yaratmaya yardımcı olabilir. SPD’nin parti okulu içindeki en popüler hocalarından biri olarak işte bu ruh haliyle görev yaptı, parti üyelerini gerçek dünyadaki gelişmeleri anlamaları için donatmak gerektiğinden emin olarak. Bu anlamda, onun gelecekteki sosyalistler için en önemli mirası formüller ve yasalar olarak yazılmış olan sosyalist teori ve politikanın ne olduğu değil, ama daha çok toplumu nasıl anlayacağımız ve nasıl dönüştüreceğimizdi.

    Özellikle de kapitalist pazarların, ulus ötesi şirketlerin, bankaların ve onların krizleri insanlığı felaketin içine atıyorken, bu aktörlerin ve sistemlerin tam da nasıl işlediklerini anlamak siyasal strateji için elzemdir. Örneğin, Luxemburg militarizmle sömürgecilik arasındaki ilişkilere çok yakın bir dikkat gösterdi. Eğer bugün aramızda olsaydı, bize, Çin’in sanayi politikası üzerine istatistiklerinin hepsini incelememizi ve onları Alman ve Amerikan karşılıklarıyla kıyaslamamızı isterdi. Eğer Luxemburg’un istediği gibi olsaydı, her sosyalist, Batı’nın Suriye’den çekilmesiyle eş zamanlı olarak kendi sınırlarını mültecilere karşı kuvvetlendirmesi arasındaki ilişkiyi açıklayabilecekti.

    Farklı hükümetleri “iyi’’ ya da “kötü” olarak gruplandırmak için kullanılan ama aslında bu rejimlerin nasıl işlediklerini anlamakta büyük ölçüde bir işe yaramayan, “Trumpizm” ya da “popülizm” gibi içi boş sloganları parçalarına ayırarak yırtıp atardı. “Post-politik çağ” retoriğine, ekonomik çıkarlar, üretici güçlerin gelişmesi, krizler ve kopuşların birbirleri arasındaki bağlantıları incelikle yeniden inşa ederek ve onlardan hangi hükümet biçimlerinin çıkacağını göstererek karşılık verirdi.

    Ama, kendi örgütlerinin, işçi sınıfının partileri ve sendikalarının da keskin bir eleştirmeniydi. Onları, genellikle, zamanın zorluklarına ve politik depremlerine esnek olmayan ve bürokratik karşılıklar verdikleri için eleştirirdi. Bugün, Sol’un protestoya -nerede kaldı ki politik şiddete- uzaklığı çok daha derin. İlan ettiğimiz savaşların hemen hepsi doğası itibariyle savunmacı.

    Rus Devrimi’nden sonra Kitle Grevi üzerine serin kanlı ama militan bir broşür yazan Luxemburg, farklı bir tarzda hareket etti. Rusya’daki olaylardan dersler çıkararak, bir grevi irade ile var etmenin ya da durdurmanın imkânsız olduğu sonucuna vardı. Bu konuda, kitle grevi hakkında onun sadece kullanılacak bir araç, bir teknik mesele olduğu anarşist anlayışından yana olan zamanın Almanya’sındaki tartışmanın iki tarafına da muhalefet etti. Kitle grevlerinin nesnel kaynaklarını keşfetmekle ve siyasal amaçları elde etmekte sundukları potansiyeli kullanmakla daha çok ilgiliydi.

    Bugün onun içgörüsü hakkında düşünerek, Fransa’daki Sarı Yelekliler hareketiyle hemen ilişkilenebiliriz. Kasabalı alt orta sınıfların bu protestoları Fransız toplumunu sarstı. (Henüz) sendikalar ve diğer politik örgütler tarafından temsil edilmiyor olmaları sosyalist politikaya dair önemli sorular ortaya atıyor: bu örgütler bu protestoları nasıl destekleyebilirler ve onları uzak-erimli dönüşümler için nasıl kullanabilirler.

    Bugünkü durumda, Luxemburg sosyal tavizlere, sendikaların “aman ürkütmeyelim” yaklaşımına muhalefet eder ve onlara işe koyulmaları çağrısında bulunurdu. Onun gözünde kitlelerin kendiliğindenliği her zaman çok önemli idiyse de işçilerin örgütlerinin daha önceki ve yıllar süren ve sonunda gücü elde edebilecekleri, “iğneyle kuyu kazma çalışması” ile yan yana gitmiyorsa hiçbir şey değildi. Biri olmadan diğerini elde edemezsin.

    Devrimci reel-politik

    Luxemburg’un devrimci politikasının Nasıl’ını, işte bu çelişkilerle düşünmek tanımlar. Liderlik ve kendiliğindenliğin birbirlerini dışlamaktan çok birbirlerinin koşulu olduğu onun düşüncesinin çekirdek unsurudur. Bir yandan eş zamanlı olarak uzun dönemli bir demokratik sosyalizm hedefine odaklanmışken, emekçi halkın yaşam koşullarında gerçek iyileşmelere yol açacak reformlara verdiği destek için de bu doğrudur; Rosa’nın “devrimci reel-politik” diye tarif ettiği bir dengeleme hareketi.

    Marksist külliyatın pek çok unsuru gibi, bu formülasyon da sol politikanın boş bir ifadesine indirgendi ve bu nedenle de Luxemburg’un kendisinin çok daha canlı olan düşüncesinin tam karşıtı olarak durur. O, formülasyonun kendisinden çok bizzat pratiği ile ilgileniyordu; bilhassa da kapitalizmin kriz anlarını anlamaya ve kullanmaya yetkin olanların pratiği. Hükümette hizmet etmenin günlük işlerini yapmanın gerçek siyasal gücü elde etmek hedefini engelleyeceğinden korkuyordu. Sol, nihayetinde apolitik olan pratik gereklilik mantığına fazlasıyla bağımlı kaldı.

    Ama şimdi bile, görünürde yenilmiş, post-politik çağımızda bile, ortalık karışmaya başladı: teknokratik yönetişim biçimleri kendi kendilerini tükettiler. Kahramanlık mitlerini politik alana otoriter güç biçiminde geri koyarak, politik sağ da bu tükenmeden yararlanıyor; çoğunlukla güçlü erkeklerin ellerinde. Bir zamanlar “tarihin sonu”nu ilan eden Francis Fukuyama bile sosyalizmin geri gelmesini istiyor.

    Ve gerçekten de demokratik sosyalistler pek çok ülkede siyasal sahnede yerlerini alıyorlar. Yeni bir neslin, daha yaşlı ve daha önce marjinalleştirilmiş solcularla beraber sosyalizmi keşfediyor olması bir tesadüf ya da şans değil, yakın dönemdeki politik protesto dalgalarının bir sonucu. Ama, “iğneyle kuyu kazma işi” ve yeni sol kanat kahramanların eğitilmesi, büyük ölçüde, çocukluk aşamasındadır. Bize kuvvet verebilecek olan şey, Luxemburg’da olduğu gibi, kitlelerin her günkü bilincinin, üretmeye ve yaşamaya dair vizyoner yeni bir fikirle bağlantısını kuracak canlı ve dünyalı bir dildir.

    Luxemburg’un analizi ve hümanist dokunaklılığı çığır açıcıdır, aynen politik eğitim ve örgütlenme anlayışı gibi. Çağımızın bir dahaki krizi için bir değil pek çok Rosa Luxemburg’lara (kadın ve erkek, genç ve yaşlı, siyah ve beyaz ve dünyanın her köşesinde) ihtiyacımız var. Onun kuşağının başlattığı ve sonuç olarak kaybettiği sosyalizm mücadelesi hala her zamanki kadar güncel. Eğer bizim kuşağımız bayrağı yerden kaldırmazsa, insanlığın bir daha şansı olmayabilir.


    Ines Schwerdtner: Yazar, siyasal analist e podcast halbzehn.fm’in eş sunucusudur. Berlin’de yaşamaktadır.Almanca orijinalinden İngilizceye çeviren Loren BalhornJacobin’in katkıda bulunan editörlerindendir ve Bhaskar Sunkara ile birlikte, Jacobin: Die Anthologie’nin (Suhrkamp, 2018) eş editörüdür.



    15 Aralık 2020 Salı

    Neden sosyalizm enternasyonalist olmalı

    ... ve Rosa Luxemburg'dan bu konuda ne öğrenebiliriz

    Michael Löwy

    Rosa Luxemburg kadar enternasyonalist sosyalizm gündemine bağlı hisseden çok az Marksist düşünce lideri vardır. Yahudi, Polonyalı ve Alman'dı, ancak tek "anavatanı" Sosyalist Enternasyonal'di. Bununla birlikte, radikal enternasyonalizmleri, onları ulusal sorun üzerinde tartışmalı konumlara da götürdü. Örneğin, memleketi Polonya'ya gelince, yalnızca Polonya Sosyalist Partisi von Piłsudski'nin "sosyal yurtseverleri" tarafından yapılan ulusal bağımsızlık talebine karşı çıkmakla kalmadı, aynı zamanda Polonya'nın kendi kaderini tayin hakkını (ve Rusya'dan ayrılma) desteklemeyi de reddetti. . 1914'e kadar, bu duruşu öncelikle "ekonomik" bir şekilde haklı çıkardı: Polonya ekonomisi Rus ekonomisine iyi entegre edilmişti. bağımsızlık, gerici aristokratik ve küçük-burjuva sınıflardan tamamen ütopik bir talep. Ona göre uluslar esasen "kültürel" fenomenlerdi, bu yüzden "kültürel özerkliği" milliyetçi özlemlere uygun yanıt olarak gördü. Ancak yaklaşımlarında görünmeyen şey, Lenin'in vurguladığı ulusal sorunun siyasi boyutudur: halkların demokratik kendi kaderini tayin hakkı.

    Luxemburg, soruna metinlerinden en az birinde çok daha açık ve diyalektik bir şekilde yaklaşıyor: 1905'te yayınlanan “Enternasyonalizm ve Sınıf Mücadelesi” adlı makale koleksiyonunun girişinde. Lehçe Kutsal Yazılar ». Bununla, her ulusun "sosyalizmin en temel ilkelerinden doğan" (1905, 192) meşru bağımsızlık hakkı ile Polonya örneğinde reddettiği, böyle bir bağımsızlığın çabalamaya değer olup olmadığı sorusunu birbirinden ayırır. Ayrıca ulusal baskının, "fanatik, ateşli isyan ve nefreti" kışkırtan "barbarlığında en dayanılmaz şey" olduğunu vurgulamaktadır (ibid., 217).

    Lüksemburg'un enternasyonalizmini ele alan analizlerin çoğu - benimki de dahil - uluslar sorunu üzerine gerçekte sorunlu tezlerine odaklanıyor. Eksik kalan, pozisyonlarının olumlu yönleri, yani Marksist proleter enternasyonalizm kavramına olağanüstü katkıları ve milliyetçi ve şovenist ideolojilere boyun eğmeyi inatla reddetmeleridir.

    "Bütün ülkelerin işçileri birleşin!"

    Georg Lukács History and Class Consciousness (1923) adlı kitabında Lüksemburg'un Marksizmine ayrı bir bölüm ayırdı. Burada, diyalektik bütünlük kategorisinin "kuralı" nın "bilimdeki devrimci ilkenin taşıyıcısı" olduğunu ileri sürer (Lukács 1923, 39). Ona göre, Luxemburg'un yazıları, özellikle de ana eseri "The Accumulation of Capital" (1913), bu diyalektik yaklaşımın mükemmel bir örneğiydi. Aynı şey enternasyonalizmi için de söylenebilir: bütün toplumsal ve politik sorunları bütünlük açısından, örneğin uluslararası işçi hareketinin çıkarları perspektifinden yargıladı. Bu diyalektik bütünlük ne bir soyutlama ne de boş bir evrenselcilikti: Luxemburg çok iyi farkındaydı uluslararası proletaryanın kültürü, dili ve tarihi ile yaşam ve çalışma koşulları büyük farklılıklar gösteren insanlardan oluştuğunu. “Sermayenin Birikimi” nde, Güney Afrika'daki madenlerde ve tarlalarda, Alman fabrikalarında muadili olmayan zorunlu çalıştırmayı ayrıntılı olarak anlatıyor. Ancak onlar için bu farklılıklar ortak mücadelenin önünde bir engel değil. Onlara göre enternasyonalizm, Marx ve Engels'in çağrısına göre, «bütün ülkelerin proleterleri birleşin!» Anlamına geliyordu. - menşei ülkesi ne olursa olsun tüm işçilerin ortak düşmana karşı birliği: kapitalist sistem, emperyalizm ve emperyalist savaşlar. Dil ve tarihin yanı sıra yaşam ve çalışma koşulları büyük farklılıklar gösterir. “Sermayenin Birikimi” nde, Güney Afrika'daki madenlerde ve tarlalarda, Alman fabrikalarında muadili olmayan zorunlu çalıştırmayı ayrıntılı olarak anlatıyor. Ancak onlar için bu farklılıklar ortak mücadelenin önünde bir engel değil. Onlara göre enternasyonalizm, Marx ve Engels'in çağrısına göre, «bütün ülkelerin proleterleri birleşin!» Anlamına geliyordu. - menşei ülkesi ne olursa olsun tüm işçilerin ortak düşmana karşı birliği: kapitalist sistem, emperyalizm ve emperyalist savaşlar. Dil ve tarihin yanı sıra yaşam ve çalışma koşulları büyük ölçüde farklılık gösterir. “Sermayenin Birikimi” nde, Güney Afrika'daki madenlerde ve tarlalarda, Alman fabrikalarında muadili olmayan zorunlu çalıştırmayı ayrıntılı olarak anlatıyor. Ancak onlar için bu farklılıklar ortak mücadelenin önünde bir engel değil. Onlara göre enternasyonalizm, Marx ve Engels'in çağrısına göre, «bütün ülkelerin proleterleri birleşin!» Anlamına geliyordu. - menşei ülkesi ne olursa olsun tüm işçilerin ortak düşmana karşı birliği: kapitalist sistem, emperyalizm ve emperyalist savaşlar. Ancak onlar için bu farklılıklar ortak mücadelenin önünde bir engel değil. Onlara göre enternasyonalizm, Marx ve Engels'in çağrısına göre, «bütün ülkelerin proleterleri birleşin!» Anlamına geliyordu. - menşei ülkesi ne olursa olsun tüm işçilerin ortak düşmana karşı birliği: kapitalist sistem, emperyalizm ve emperyalist savaşlar. Ancak onlar için bu farklılıklar ortak mücadelenin önünde bir engel değil. Onlara göre enternasyonalizm, Marx ve Engels'in çağrısına göre, «bütün ülkelerin proleterleri birleşin!» Anlamına geliyordu. - menşei ülkesi ne olursa olsun tüm işçilerin ortak düşmana karşı birliği: kapitalist sistem, emperyalizm ve emperyalist savaşlar.

    Bu nedenle, Sosyal Demokratların saflarına yükseldikten sonra bile, Alman militarizmine herhangi bir taviz vermeyi ve savaş kredileri veya seferleri için parlamento onayını reddetti. Partinin sağ kanadının müzakere etmeye istekli olduğunu açıkça kınadı: silahlanmada yaratılan "gerekli işlere" atıfta bulunarak haklı gösterilemeyecek bir sosyal demokrasiden teslim olarak. Peter Nettl, bir dereceye kadar akademik de olsa Luxemburg biyografisinde, tamamen yanlış bir şekilde, SPD'nin duruşuna direnişinin, yüksek işsizliğin sınıf mücadelesi için iyi olduğu inancıyla beslenen, tamamen resmi bir “kuru çalışma” olduğunu iddia ediyor (Nettl 1969).

    Sınırsız dayanışma

    Lüksemburg, zamanının birçok sosyalistin aksine, konu Avrupa'ya geldiğinde enternasyonalizmin ilkelerini savunmakla kalmadı. Avrupa devletlerinin sömürgeciliğine erkenden karşı çıktı ve sömürgeleştirilmiş halkların mücadelelerine sempatisini açıkça ifade etti. Ayrıca, 1904'te Güney Batı Afrika'daki Herero ayaklanmasının acımasızca bastırılması gibi, Afrika'daki Alman Reich'ının sömürge savaşlarına da yönelikti. Haziran 1911'de yaptığı bir konuşmada, Herero hakkında şunları söyledi:

    «[…] 'Suçları', sömürü için açgözlü endüstriyel şövalyelere ve beyaz köle sahiplerine teslim olma ve anavatanlarını yabancı işgalcilere karşı savunma konusundaki isteksizlikleriydi. [...] Bu savaşta da Alman silahları kendilerini bolca şöhretle kapladı. […] Erkekler vuruldu, kadınlar ve çocuklar yüzlercesi tarafından yanan çölde kovalandı […] »(1913a, 537).

    İmparatorluğun 1911'de "Fas krizinde" Agadir'e silahlı botlar gönderdiği Kuzey Afrika'da Almanya'nın (Fransa'ya) emperyalist küstahlığını kınadı ve Cezayir'deki Fransız sömürgeciliğini, geleneksel Arap klanına karşı burjuva özel mülkiyetine zorla karşı koyma girişimi olarak yorumladı. Komünizmi zorla. Sosyal Demokratların Parti Okulunda 1907'den 1908'e kadar siyasal ekonomi üzerine verdiği derslerde, gelişmiş ülkelerdeki sanayi proletaryasının modern komünizmi ile sömürgelerdeki emperyal, kâr güdümlü egemenliğin ilerlemesine direnen erken komünist güçler ve yapılar arasındaki bağlantıları vurguladı. En önemli ekonomik analizi "Sermayenin Birikimi" nde açıklıyor

    «Sermaye, soruna şiddetten başka bir çözüm bilmez, bu da tarihsel bir süreç olarak sermaye birikiminin değişmez bir yöntemi olan, yalnızca Genesis'te değil, günümüzde de. Oysa ilkel toplumlar için, böyle bir durumda var olma ya da olmama sorunu olduğu için, tam bir tükenme ya da yok olma noktasına kadar yaşam ve ölüm için direniş ve mücadeleden başka bir davranış yoktur. Kolonilerin sürekli askeri işgali, yerli ayaklanmaları ve sömürge rejiminin gündemindeki kalıcı fenomenler olarak onları devirmek için yapılan kolonyal seferlerin nedeni budur. " (1913b, 319)

    O zamanlar, yalnızca sömürge haçlı seferlerini kınayan değil, aynı zamanda sömürgeleştirilenlerin direnişini destekleyen çok az sosyalist vardı. Bu tutum, Avrupa ilgi odağı olsa bile, Lüksemburg enternasyonalizminin gerçekten evrensel karakterini ortaya çıkarmaktadır.

    Tutarlı savaş rakibi

    Lüksemburg, Avrupa'da artan savaş tehlikesinin farkındaydı ve Alman hükümetinin savaş hazırlıklarını kınamaktan asla yorulmadı. 26 Eylül 1913'te Frankfurt yakınlarındaki Bockenheim'da bir konuşma yaptı ve öfkeli bir enternasyonalist itirafla sona erdi: "Eğer biz Fransızlara ve diğer kardeşlerimize karşı öldürücü silahları kullanmamız bekleniyorsa, o zaman bağırıyoruz: Bunu yapmayacağız!" (27 Eylül 1913 Halk oylaması). Daha sonra "kamuya itaatsizlik çağrısı" ile suçlandı. Şubat 1914'te mahkeme salonunda tekrar militarizme ve savaş politikasına saldırdığı bir savunma konuşması yaptı ve Birinci Enternasyonal'in savaş durumunda genel grev çağrısı yapan 1868 tarihli bir kararından alıntı yaptı. Konuşma sosyalist basında basıldı ve savaş karşıtı edebiyatın bir klasiği haline geldi (Luxemburg 1914). Lüksemburg bir yıl hapis cezasına çarptırıldı, ancak imparatorluk yetkilileri onu tutuklamaya cesaret edemediği 1915'te savaşın başlangıcına kadar değildi.

    Avrupa'daki pek çok sosyalist, Birinci Dünya Savaşı'nın başında “anavatanı savunmak” için hükümetlerinin arkasında dururken, Lüksemburg hemen emperyalist savaşa direniş örgütledi. Ağustos 1914'te savaşın ilk haftalarında bile resmi "vatanseverlik" ve onun saldırgan dilinin yankısı yoktu. Aksine, SPD liderliğinin enternasyonalizm ilkelerine ihanetinin önde gelen eleştirmenlerinden biri haline geldi. Nettl, Lüksemburg'un SPD'nin gidişatına yönelik "artan nefretini" anlama girişiminde "çok kişisel bir güdüye" atıfta bulunuyor: "" resmi "Almanların beceriksizliği karşısında Lüksemburg gibi göçmenlerin ebedi ve zar zor bastırılmış sabırsızlığı ve hayal kırıklığı" Nettl 1969, 422). Bu tür bir açıklamanın yararlı olduğunu düşünmüyorum, savaşa muhalefet yabancı "göçmenler" ile sınırlı olmadığı ve aynı zamanda Karl Liebknecht, Franz Mehring ve Clara Zetkin gibi şahsiyetleri de içerdiği için. Luxemburg'un öfkesi “göçmenlere özgü sabırsızlıktan” değil (aynı eserde), ama ömür boyu sürecek bir enternasyonalist inançtan kaynaklanıyordu.

    Luxemburg, anti-militarist ve anti-milliyetçi propaganda faaliyetlerinden dolayı birkaç kez hapse atıldıktan sonra, şu pozisyona saplandı: "Savunması her şeye tabi olması gereken proleterlerin anavatanı, Sosyalist Enternasyonal'dir." (1916a, 47) İkinci Enternasyonal, "sosyal şovenizm" dediği şeyin etkisiyle parçalandı. Lüksemburg, açık bir yol gösterici ilkeye göre bir arada tutulan Yeni Enternasyonal'in kurulmasını istedi:

    “Proletaryanın uluslararası dayanışmasının dışında sosyalizm yoktur ve sınıf mücadelesinin dışında da sosyalizm yoktur. Sosyalist proletarya, intihar etmeden ne barışta ne de savaşta sınıf mücadelesinden ve uluslararası dayanışmadan vazgeçemez. " (Aynı eser, 46)

    Bu şüphesiz, Karl Kautsky'nin Enternasyonal'in barış zamanında bir araç olduğu ve bir savaş durumu için uygun olmadığı şeklindeki ikiyüzlü argümanına bir tepkiydi. Luxemburg'un "Sosyal Demokrat Azınlığın Siyaseti" ndeki kişisel beyanı da onun etik ve siyasi değerlerinin hareketli bir beyanıdır:

    «İşçilerin dünya kardeşliği benim için yeryüzündeki en kutsal ve en yüksek şey, yol gösterici yıldızım, idealim, vatanım; Bu ideale sadakatsiz kalmaktansa hayatımdan vazgeçmeyi tercih ederim. " (1916b, 178).

    Milliyetçiliğe karşı uyarı

    Rosa Luxemburg'un emperyalizmin, milliyetçiliğin ve militarizmin yıkıcı sonuçları hakkındaki uyarıları, geleceğe dair mucizevi bir öngörü anlamında değil, ama birlikte önlenmesi gereken yaklaşan felaketler konusunda insanları uyaran İncil peygamberleri Amos ve Yeşaya açısından peygamberlik niteliğinde bir şeyler içeriyordu. . Luxemburg, emperyalizm ve kapitalizm devam ettiği sürece her zaman yeni savaşlara karşı uyarıda bulundu:

    “Dünya barışı, kapitalist diplomatların uluslararası tahkim mahkemeleri, 'silahsızlanma' üzerine diplomatik anlaşmalar […], 'Avrupa ittifakları', 'Orta Avrupa gümrük birlikleri', ulusal tampon devletler ve benzeri gibi ütopik veya temelde gerici planlarla sağlanamaz. Kapitalist sınıflar tartışmasız kendi sınıf egemenliklerini uyguladıkları sürece emperyalizm, militarizm ve savaşlar ortadan kaldırılamaz. " (1916a, 44f)

    Milliyetçilikte işçi hareketi için ölümcül bir düşman ve militarizm ve savaş için üreme alanı olarak görüyordu: "Sosyalizmin bir sonraki görevi, proletaryanın milliyetçi ideolojinin etkisiyle ifade edilen burjuvazinin koruyuculuğundan entelektüel kurtuluşudur." (Aynı eser, 47). “Fragment über Krieg. Ulusal sorun ve devrim ”(1918), savaşın son yılında milliyetçi hareketlerin hızlı yükselişinden endişe duyuyor:“ Bugün milliyetçi Blocksberg'de Walpurgis Gecesi ”(1918b, 368). Bu hareketler çok farklı bir karaktere sahipti: bazıları az gelişmiş bir burjuva sınıfının (Balkanlar'daki gibi), diğerleri (İtalyan milliyetçiliği gibi) emperyalist-kolonyal yönelimin ifadeleriydi. Luxemburg'a göre, milliyetçiliğin dünya çapında yayılması, ortak bir çıkarla birleştirilen çok sayıda bireysel çıkarı ortaya çıkardı: Ekim Devrimi olayından bu yana büyüyen bir dünya proleter devriminden gelen tehdit duygusu. Milliyetçilikle Lüksemburg, ulusal kültürü veya kimliği tanımlamadı, ancak diğer her şeyi ulusa tabi kılan bir ideoloji (“her şeyin üstünde Almanya”) tanımladı.

    20. yüzyılda milliyetçilik, milli savunma ya da bazı halk yaşam felsefesi adına işlenen suçlar dikkate alındığında uyarıları son derece ileri görüşlü idi. Stalinizm de, "tek ülkede sosyalizm" doktrininde somutlaşan Sovyet devletinin milliyetçi yozlaşmasının sonucuydu. Lüksemburg, ulus-devlete dayalı bir politikanın bu tehlikelerini erkenden fark etti: bölgesel çatışmalar, "etnik temizlik" ve azınlıklara yönelik baskı. O sırada öngöremediği tek şey soykırımdı.

    Küreselleşmiş bir sol için pusula

    Rosa Luxemburg'un enternasyonalizminin bugün bizim için önemi nedir? Bugünkü koşullar, 20. yüzyılın başındakilerden kesinlikle tamamen farklıdır. Yine de, enternasyonalist mesajları iki yönden alakalı, belki de o zaman olduğundan daha alakalı.

    21. yüzyılda kapitalist küreselleşme, tarihsel olarak eşi görülmemiş boyutlara ulaştı. Müstehcen eşitsizlik biçimlerini hızlandırır ve çevre üzerinde yıkıcı etkileri vardır. Toplamda sekiz milyarder ve çokuluslu şirketlerin sahipleri, insanlığın en yoksul yarısınınkine eşdeğer bir servete sahipler (Oxfam 2017). Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü (WTO) ve G-7 devletleri gibi uluslarüstü dernekler gibi kurumlarla, neoliberalleşmeye odaklanan bir yönetici sınıf bloğu ortaya çıktı. Çeşitli emperyalist çıkarlar arasında çelişkiler olduğuna dair hiçbir şüphe yoktur, ancak bunlar işçi hareketinin geri kalan kazanımlarını yok etme, kamu hizmetlerini ortadan kaldırma gündemiyle birleşmişlerdir. Kârları özelleştirmek ve kayıpları toplumsallaştırmak ve sömürü yoğunlaştırmak. Bu dünya çapındaki sürece, görünüşte tarafsız ve şeyleşmiş finansal piyasalar mekanizmaları yoluyla gücünü genişletebilen bir finans kapital hakimdir.

    Bu küresel güce karşı yerel ve ulusal direniş biçimleri gereklidir, ancak yeterli değildir. Gezegensel düzeyde sapkın bir gezegen sisteminin üstesinden gelinmesi gerekiyor. Başka bir deyişle, anti-kapitalist direniş küreselleştirilmelidir. Lüksemburg günlerinden komünist ve sosyalist enternasyonalistler artık bu formda neredeyse yok. Avrupa Solu Partisi veya Latin Amerika São Paulo Konferansı gibi bazı bölgesel örgütler var, ancak bunlara karşılık gelen uluslararası ittifaklar yok. 1938'de Leon Troçki tarafından kurulan Dördüncü Enternasyonal, hala dört kıtada faaldir, ancak çok az etkisi vardır.

    En büyük umut, yeni bir enternasyonalizm kültürü yeşeren küresel adalet hareketidir. Kapitalist küreselleşmeye karşı direniş, 2001'den beri dünya sosyal forumlarında ağ kuran çeşitli aktörlerin gevşek bir birlikteliği, bir "hareket hareketi" olarak oluştu. Sürecin pek çok umudu yerine getiremediği ve sınırlarına ulaştığı gerçeğine rağmen: yakınlaşma ve sendikacıların, feministlerin, çevre aktivistlerinin, işçilerin, küçük çiftçilerin, yerli halkların, gençlik örgütlerinin ve aynı zamanda sosyalist grupların düzenli bir araya gelmesi. kapitalist küreselleşmeye karşı mücadele önemli bir adım olmaya devam ediyor. Şimdiye kadar, ana odak noktası deneyim alışverişi ve bireysel ortak kampanyalar olmuştur.

    Luxemburg'un mirası bu hareket (ler) için çeşitli şekillerde öğretici olabilir: Düşmanın sadece "küreselleşme" veya "neoliberalizm" değil, bir bütün olarak kapitalist dünya sistemi olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Dolayısıyla, küresel kapitalist hegemonyanın alternatifi, “ulusal egemenliğin” güçlendirilmesi veya ulusalın savunulması olamaz, yalnızca uluslararasılaşmış bir direniş olabilir. "İmparatorluk" un alternatifi, kapitalizmin daha düzenlenmiş veya daha insani bir biçimi değil, yeni bir sosyalist ve demokratik dünya medeniyetidir. Ulusal sınır tanımayan iklim değişikliği gibi yeni ekolojik zorluklar açısından bu daha doğrudur. Küreselleşmiş kapitalizmin yıkıcı dinamiğinin sonucudur, bu sınırsız genişlemeye ve büyümeye bağlıdır. Yalnızca küresel olarak karşılanabilirler:

    Rosa Luxemburg'un milliyetçilik zehri uyarısı bugün her zamankinden daha gerekli. Milliyetçilik ve ırkçılık, çeşitli "vatansever", gerici ve (yarı) faşist varyantlarda dünya çapında ilerlemektedir. İslamofobi, anti-Semitizm ve Roman karşıtı ırkçılık genellikle hükümetlerin gizli veya açık desteğiyle öfkelenir. Neo-faşist partiler ve otoriter hükümetler göçmenlere karşı nefret çağrısı yapıyor. Orbán, Salvini ve Trump, göçmenleri günah keçisi yapan ve onları kendi ulusal, etnik veya dini kimliklerine tehdit olarak gösteren bir politikanın en iğrenç temsilcileridir. Avrupa sınırlarının giderek daha acımasızca tecrit edilmesinin bir sonucu olarak, Akdeniz'de binlerce mülteci öldü. Bu izolasyon ve ırkçı seferberlikte, Luxemburg'un şiddetle eleştirdiği yeni bir vahşi sömürgecilik biçimi görülebilir. Sosyalist enternasyonalizminiz, bu yeni milliyetçilik ve ırkçılık patlamasında değerli bir ahlaki ve politik pusula olmaya devam ediyor. Neyse ki, dalgaya karşı kendilerini hazırlayanlar sadece Marksist enternasyonalistler değil: dünyanın her yerinde insanlar zulüm gören azınlıklar ve göçmenlerle dayanışma içinde. Sendikacılar, feministler ve diğer sosyal hareketler, insanları etnik ve ulusal sınırların ötesinde örgütlemek için çok fazla enerji harcıyor. Sosyalist enternasyonalizminiz, bu yeni milliyetçilik ve ırkçılık patlamasında değerli bir ahlaki ve politik pusula olmaya devam ediyor. Neyse ki, dalgaya karşı kendilerini hazırlayanlar sadece Marksist enternasyonalistler değil: dünyanın her yerinde insanlar zulüm gören azınlıklar ve göçmenlerle dayanışma içinde. Sendikacılar, feministler ve diğer sosyal hareketler, insanları etnik ve ulusal sınırların ötesinde örgütlemek için çok fazla enerji harcıyor. Sosyalist enternasyonalizminiz, bu yeni milliyetçilik ve ırkçılık patlamasında değerli bir ahlaki ve politik pusula olmaya devam ediyor. Neyse ki, dalgaya karşı kendilerini hazırlayanlar sadece Marksist enternasyonalistler değil: dünyanın her yerinde insanlar zulüm gören azınlıklar ve göçmenlerle dayanışma içinde. Sendikacılar, feministler ve diğer sosyal hareketler, insanları etnik ve ulusal sınırların ötesinde örgütlemek için çok fazla enerji harcıyor.

    Fakat gerici yabancı düşmanlığı bugün milliyetçiliğin tek mevcut biçimi mi? Açıktır ki, ulusal kendi kaderini tayin hakkı için meşru bir hak iddia eden - ki bildiğimiz gibi, Lüksemburg pek düşünmeyen - özgürlük hareketleri hala var. Bunlar Filistin ve Kürt hareketlerini içerir. Bununla birlikte, Kürtlerin en önemli sol milliyetçi gücü olan PKK'nın kendi ulus devleti talebinden vazgeçmesi ve millet üzerindeki katı odaklanmayı kısıtlayıcı ve baskıcı olmakla eleştirmesi dikkat çekicidir. Murray Bookchin'in anarşizminden etkilenerek demokratik konfederalizm kavramını benimsedi.

    Yalnızca Lüksemburg'un enternasyonalist fikirleri değil, aynı zamanda Marx, Engels, Lenin, Troçki, Gramsci, José Carlos Mariátegui, WEB Du Bois, Frantz Fanon ve diğerlerinin fikirleri de gerçekliğimizi anlamak ve dönüştürmek için çok önemlidir. Bugün mücadelemizin vazgeçilmez silahları bunlar. Marksizmi her zaman hareket halinde olan ve zamanımızın zorluklarına yeni cevaplar geliştirdiğimiz açık bir yöntem olarak anlamalıyız.


    Michael Löwy bir sosyolog ve filozof olmanın yanı sıra Centre national de la recherche scienceifique'de (CNRS) emekli bir araştırmacı ve Paris'teki École des hautes études en bilimler sosyallerinde (EHESS) öğretim görevlisidir. Odak noktası Latin Amerika'daki sosyal hareketler ve Marksizmdir. Bu makale ilk olarak 3/2018 «LuXemburg» ' ta yayınlandı. İngilizceden Britta Grell tarafından (Almanca'ya) çevrilmiştir.