Translate

Doğa etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Doğa etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Mart 2021 Perşembe

Newroz ve Nevruz Rekabeti Üzerine Notlar

Yücel Demirer
../..

NEREDEN?
21 Mart Nevruz, Newroz, Navrız, Noruz ve benzeri pek çok biçimde yazılıp okunan bir geleneksel bayram günü. Bu doğa bayramında Kuzey yarımküreye gelen bahar karşılanıp, doğanın uyanışı bolluk ve bereket arzusuyla kutlanıyor. İki önceki cümlede sıralanan söylenme-yazılma biçimleri “yeni gün” anlamını taşıyor, o etimolojik kökten kaynaklanıyor. Geleneğin farklı isimlerle adlandırılması bu bayramın tüm Ortadoğu ve Orta Asya halklarınca kutlandığını ve bunların dillerinde farklı yazılış biçimleriyle de olsa yer aldığını anımsatması açısından önemlidir. Günü evrenin yaratıldığı gün olarak kutlayan İran’ın mitolojisinin geleneğin temel harcında özel bir yeri mevcut. Kültür alanından aşina olduğumuz bir akışkanlık ve karşılıklı değişim içerisinde, kutlamanın ülkeden ülkeye değişen özelliklerinden bahsetmek mümkün. Özellikle bazı örneklerde politik yanın tematik ağırlığına ve geleneksel yönlerine baskın halinden bahsetmek de olanaklı. Ancak özgül farklılıklar ne olursa olsun ve hangi nedenden kaynaklanırsa kaynaklansın bolluk, bereket dileği ve bunların erken bir kutlaması niteliği ile iyimser bir yeniden başlangıç temasının öne geçtiği görülmekte. Geleneğin bu özelliği insan-doğa etkileşiminin folklorik bir dışavurumu olan “yeni gün”ün, insan-insan ilişkisine doğru genişlemesine olanak vermiş ve bu bayram toplumsal yaşam içinde de bir yeniden doğuşu, canlanmayı ve bu noktada da kollektif umudu temsil etmiştir. Kutlamaya bitişik olan başta barış ve kardeşlik teması olmak üzere, dayanışma ve paylaşma eksenli yoğunluk, toplumsal dönüşüm ve hatta atılım bilincini yükseltme yönünde önemli işlevler üstlenmiştir. Doğada gözlenen yenilenme ve uyanışın toplumsal hayata aktarılması fikri, geleneğin kültürel boyutunun en çarpıcı özelliklerindendir.

Verilen isimler, kutlama biçimlerinin ayrıntıları ve kutlamacıların güne bitiştirdikleri anlam öbeklerinde farklılıklar olmasına rağmen bütün Ortadoğu ve Orta Asya halklarının bayramı olan bu günün köklerini, yukarıda belirttiğim gibi, Zerdüşti-İran mitolojisine dayandıranların yanı sıra, kendi ulusal özelliklerini öne çıkaran ve bu günü milli varoluşları ile açıklayan tanımlar da mevcuttur. Ülkemizde kutlanan Türk ve Kürt versiyonları bu türden örnekler arasında bulunmaktadır. Bu gibi örneklerde bayramın ana temasının yerel mitolojik unsurlar temelinde ve güncel politik gereksinimler uyarınca belirlendiği bir şenlik günü olduğunu söylemek mümkündür.

NASIL?
Bayramın coğrafyamızda kutlanmasının kökenleri Cumhuriyet döneminden çok öncelere dayanıyor. Geleneğin Osmanlı dönemindeki varlığı ve etkisini gösteren çalışmalar mevcut. Cumhuriyet’in başlangıcındaki kısa bir dönemde resmî olarak Ankara’da kutlandığı belgelerden izlenebiliyor. Ancak devamında sönümlenip, birincil düzeyde ilişkilerin üretildiği bir düzleme doğru geriye çekilip, resmî bayramlar repertuvarından çıktığı da bilinmekte. Bu bayramın belki de kalıcı olarak kutlamalar koleksiyonuna dönüp, popülaritesini yeniden kazanması 1970’lerden itibaren yükselen Kürt politik muhalefetiyle birlikte olmuştur. Tüm dünyayı etkileyen 1968’ler ve onun ivmesiyle şekillenen 1970’ler boyunca sistem sınırlarını zorlayan muhalefet çizgilerindeki yükseliş ülkemizi de etkilemiştir. Bu dönemin konumuzla ilgili bir önemli özelliği, sonraki dönemdeki Kürt muhalefetinin söylemini ve kadrolarını üretecek bir kitleselleşmeye de ön ayak olmuş olmasıdır. Doğu mitingleriyle, yerele uzanmış DDKO örgütlenmeleriyle politik akışını bulan bu muhalefet, kültürel alandaki mecrasını aramakta da gecikmedi. Kendisini kullanışlı bir kültürel çerçeve olarak ödünç veren Newroz çerçevesi içinde yalnızca bir gelenek değil, toplumsal muhalefetin kitlesel örüntüleri de kurgulandı. O dönemde Kürt muhalefetinin sosyalist örgütsel dili, Newroz efsanesinin temel figürü olan Kawa ile, Dehak ile, bunların arasındaki amansız mücadele ile kitlenin diline çevrildi ve kitleselleşmenin araçlarından biri oldu.

“Dünya Irkçılıkla Mücadele Günü”ne denk gelen bu günün seçilip, bir Kürt kimliği tanımı ve hedefler beyannamesi türetmek için kullanılmaya başlanması Eric Hobsbawm ve Terence Ranger’in “geleneğin icadı” diye tarif ettikleri sürece bir örnek sayılabilir. Burada bir geleneğin icadından çok uyandırılması ya da sosyal alandaki sınırlı işlevinin politik alana doğru taşırılmasından bahsetmek belki daha doğru olabilir. 1970’lerde hızla kitleselleşen Kürt muhalefeti, Newroz üzerinden bir kollektif varlık ve itiraz söylemi oluşturmayı denemiştir. Kürt dili ve kimlik oluşturma süreci önündeki engeller ile Kürtlük bilincinin o dönemdeki eksikliği, geleneklerden kaynaklanan ve Newroz gibi kitleler indinde tanıdık bir kimlik oluşturma mecraını gündeme getirmiş olabilir. Bu süreci başlatan aktif siyasal aktörlerin dönemin politik yapısında önemli yeri olan gençler olması ayrı bir öneme sahiptir. Kendi politik projeleri doğrultusunda harekete geçirmek istedikleri kitlelere Newroz bağlamıyla seslenen bu kesim, adı geçen geleneği hem bir alternatif siyasal toplumsallaşma ve hem de içinde Kürt kimliğinin içerisinde gelişeceği bir kültürel koza gibi kurgulamışlardır. Alan araştırmalarım sırasında, Newroz alanlarındaki yaşı ileri katılımcılardan beş ya da on yıl önceki Newroz’lara ilişkin ayrıntılı anılar dinlemiş olmama rağmen, 20-30 yıl öncesine ilişkin sorularımın yanıtlarındaki değişme, bu sorulara yanıt olarak ev ve aile içine dönük kutlamaların hatırlanır olması, bugünkü Newroz bilinci ve buna paralel olarak dönüşen kutlamaların kökeninin 1970’lerdeki politik mücadelede aranması gerektiğini gösteren nedenlerden biridir. O dönemde Kürt muhalefetine önderlik eden gençlerin bu geleneği bir kimlik tarifi ve kitlesel bir muhalefet potası olarak istihdam etmeye başlaması akla Margaret Mead’ın kriz dönemlerinde toplumun öğrenme süreç ve rollerindeki altüst oluşu açıklayan çalışmalarını getirmektedir. Mead’e göre toplumsal buhran dönemlerinde geleneksel öğreten-öğrenen ilişkisinin durmuş oturmuş rolleri değişir ve öğrenen rolünü oynamaya alışık gençler topluma rol verebilirler. Ben de Kürt muhalefetinin genç liderliğinin bu türden bir pedagojik “ayakların baş, başların ayak olması” sürecinde toplumun öğretmenleri olup Newroz dersini verdiklerini düşünüyorum.

“Yeni gün” geleneğinin kollektif bilince malolması ve Kürt muhalefeti için politik-kültürel işlev görmeye başlaması ile birlikte ortaya çıkan Türkiye Cumhuriyeti kaynaklı yanıt iki grupta toplanabilir. İlk aşamada Newroz kutlamalarının görmezden gelinmesi ve “teröristlerin oyunu” söylemi içinde yanıtın politik ve askerî alandan gelmesi sözkonusu olmuştur. Bu dönemin temel özelliği sorunun politik alan içinde çözüleceğine olan inanç ve operasyonelliğin bu alanla sınırlı tutulmasıdır. İkinci aşamada, Newroz’un kitleselleşmesi ve Türkiye’nin Kürt nüfusunun bir bölümü içinde benimsenerek yaygınlaşmasıyla, 1990’lardan başlayarak, Nevruz’un bir yanıt olarak sistemli bir tutundurma ve kitleye maledilme faaliyetinin öznesi olma durumunu izlemekteyiz. İçte Kürt Newroz’unu yanıtlamak, dışta da eş zamanlı dönemde yıkılan Sovyetlerden doğan Türk cumhuriyetlerinin ağabeyliğine soyunmak için elverişli bir araç olmak üzere Nevruz, merkezden organize edilip, yerelde doğrudan doğruya valilikler, eğitim teşkilatı ve üniversiteler aracılığıyla yaygınlaştırılmaya başlanmıştır. Nevruz konulu konferanslar, resim yarışmaları, askerî ve mülki erkanın katıldığı kutlamaların bu tarihten sonra yaygınlaştığını gözlemek mümkündür. Bu ikinci aşamada kültürel alanın kurum ve organları eliyle politikleşmiş Newroz’un etki alanı daraltılmaya çalışılmıştır. Özellikle son beş yılda kültür organlarınca organize edilen ve kamunun taşra teşkilatı aracılığıyla uygulanan çok boyutlu bir Nevruz projesi, medyanın da ciddi desteği ile önemli ilerlemeler kaydetmiştir. Geçmeden, Nevruz’daki geleneği “geri talep etme” durumunun en az Newroz projesi kadar özgün ve siyasal anlam yüklü ayrıntılarla dolu olduğunu burada ifade etmek isterim.

NEDEN?
Başlangıçta belirttiğim gibi “yeni gün” zor bir coğrafyada kutlanmakta ve kutlandığı coğrafyanın politik durumu nedeniyle, pek azı dışında, kutlanan versiyonlar şu ya da bu biçimde güncel politikanın etki alanı içerisinde. Hal böyle olunca güncel kültürel ve politik gereksinimler bağlamında bir takım boyutların öne çıkması, kısmen unutulması ya da anımsanması gibi durumlar gözlenebilmekte. Bu ilişkiyi kuruduktan sonra, Newroz’un siyasal anlamını ve başarı nedenlerini tartışmanın başlangıç noktası kaçınılmaz olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinin atıldığı yıllara gitmek durumundadır. Çok etnili bir başlangıç öyküsüne rağmen bir Türk devleti olarak sonuçlanan projeyi izleyen ilk dalga Kürt ayaklanmalarının 1938’te bastırılmasıyla araya giren sessizlik, 1960-70’lere dek sürecektir. 1970’lerde yükselen muhalefetin ideolojik bir dil ile asla dolduramayacağı bir boşluğu Newroz efsanesinin motifleri ile doldurma denemesinin birden fazla nedeni vardır. Bir yandan devletin tüm organlarıyla ayakta tuttuğu hegemonyaya alternatif sağlayacak, Kürtlük bilincini yükseltecek, kısa ve sade senaryosuyla bunun yaygınlaştırılmasına imkan sağlayacak, Richard Bauman’ın sözüyle olan ve olması gereken arasında karşılaştırma yapmak üzere kendisini sunacak bir çerçeve olan Newroz, diğer yandan kollektif sahipliği ve bir gün için dahi olsa alanda sağladığı özgürlük ile Kürtün dilini, ülkesini, Kürtlüğünü ve nihayet kendi varlığını kutladığı bir mekan olabilecek nitelikleri taşımıştır. Geçici de olsa bu serbest ve kuralları dışarıdan konulmayan alanda kollektif bir fantezi hayata geçirilmektedir.

Bu fantezinin ne olduğu sorusu meraklı ve ayrı bir sorudur. Newroz’un asıl gücü siyasal konjonktüre göre değişen kollektif fantezileri yansıtabilme gücünde yatmaktadır. Savaş yıllarında kahramanlığa dizilen övgü teması bir yıl sonra yerini idam cezasının kaldırılması talebine ya da barış çağrısına bırakabilmektedir. Newroz’un 1970’lerden bu yana “tutması”nın nedenlerinden bir diğeri, birbirinden farklı; okumuş-okumamış, genç-yaşlı, köylü-kentli katılımcı için taşıyabildiği çeşitli mesajlardır. Bu mesaj her zaman sallanan mendilin rengi, söylenen isyan şarkısı ya da sahneye asılan slogan ile verilmez. Sadece orada olmak, kitle aynasında görünmek bile mesajın yerine geçebilir. Yılda bir gün bile olsa kollektif bir kimliğin hayal edildiği Newroz alanı tüm politik fantezilerin hayata geçirildiği bir vahadır. Kutlama alanı dışında söylenmesi hayal bile edilemeyecek sözler, taşınamayacak resim veya semboller, moral, bilinç, eğitim, kimlik, politik yön ve en önemlisi de, James Fernandez ifadesiyle, etnik kimlik arayışı için tarihsel bir sahne sunar. Bu alternatif ve yazılı olmayan Hayat Bilgisi kitabından, Kürt olmak ve Kürt gibi davranmak öğrenilir.

Nevruz bağlamında mesaj ağırbaşlı ve yalındır. Geri istenen “bölücü ve teröristler”ce rehin alınan tarihsel mirastır. Geleneğin Orta Asya’ya uzanan köklerine yapılan vurgu ile bir yandan bayramın Türklüğünün altı çizilirken diğer yandan birarada yaşamı öne çıkaran kardeşlik boyutu öne çıkarılır. Newroz bahsinde bahsettiğim değişkenlik ve uyum yeteneği burada da gözlenir. 1990’larda yapılan salt Türkçü vurgunun ve “etnik öteki”nin yok sayıldığı bir tanımın yerini “Nevruz Ortadoğu uluslarının” bayramıdır söylemine bırakması bu durumu göstermektedir.

NEREYE?
Bir kitap boyu tartışılmayı gerektiren, bazen sayfalar dolusu somut örneklerle zenginleştirilmeyi hakeden bir konuyu makale boyutunda tartışmak hele de konuya ilişkin projeksiyonları burada hakkıyla yapmak olanaksız. Son söz yerine Newroz ve Nevruz rekabetinin nereye gittiği konusunda birkaç söz söylemek gerekirse, işaret levhalarından ilki 2007 kutlamalarından süzülen fotoğrafı gösterecektir: Rekabetin hızlanarak, genişleyerek ve kuvvetlenerek sürecek olması. Ancak çıkarılabilecek sonuç bununla sınırlı olmak zorunda değildir. İki alternatif kutlamayı dikkatle ve milliyetçilik gözünü karartmadan izlemeyi başaranların görecekleri gibi, “yeni gün” geleneği içerdiği benzerlik, coşku ve yeniden başlama sevinci ile üzerinde saygın ve meşru bir barışın inşa edilebileceği bir kaide olarak orta yerde durmaktadır.


Yücel Demirer - Birikim Sayı 216

8 Şubat 2021 Pazartesi

Dünya 6. kez yok oluyor

Verda Özer
Şu an dünya üzerinde var olan hayvan ve bitki türlerinin yüzde 75’i yok olmak üzere. Bilim insanları buna “Yeryüzünün 6. Yok Oluşu” ismini takıyor. Zira insanoğlunun var oluşundan bu yana dünya üzerinde yaşam 5 kez böyle tükenmiş. Her seferinde yeryüzünde canlıların yüzde 75’i hayatını kaybetmiş.
İşte bugün içinde olduğumuz süreç de bunun 6.sı. Daha korkunç olan ise şu: El birliğiyle yaptığımız bu imhanın hızı, daha önceki seferlerde insanların diğer canlıları yok etme hızının en az 100 katı. Teknoloji sağ olsun. Süreç o kadar hızlı ki, düşünün, 1970’den bu yana hayvan nüfusu yüzde 68 oranında azalmış. 500 hayvan türü de tamamen yok olmak üzere. En kötü olan ise şu: Bu sürecin geri dönüşü yok. Yani yok olan canlı türlerini bir daha hiç göremeyeceğiz.

Uzmanlar bir türün yok oluşunun başka bir türün yok olmasına yol açtığını da özellikle vurguluyorlar. Hakeza tüm canlılar beslenme ve üreme üzerinden birbirlerine bağlılar. Tam da bu yüzden yok oluş topyekûn oluyor. Dolayısıyla, bunun insanlığın da yok oluşunun başlangıcı olduğu söyleniyor.

Yeni ekonomik düzen
İşte bu korkunç gidişata İngiltere dur dedi. Geçtiğimiz hafta İngiltere Hazine ve Maliye Bakanlığı 600 sayfalık bir rapor yayımladı. Rapor, mevcut ekonomik düzenin doğaya verdiği muazzam tahribat yüzünden dünyanın şu an olağanüstü risk altında olduğunu söylüyor. Bunun için de acilen ekonomik düzenin, doğayı merkeze koyarak yeniden kurgulanması gerektiğini yazıyor.
Bakanlık dünyada ekonomik refahın ancak doğaya çok büyük zarar vererek elde edildiğini ve acilen küresel üretim, tüketim, sanayi, finans düzeninin yeniden düzenlenmesi gerektiğini söylüyor. Doğanın sağladığı sermayenin yani hava, su ve gıdanın tükenmesinin ortaya çıkaracağı ekonomik çöküşe işaret ediyor.

“Doğa bizim yuvamız. İyi bir ekonomi için ona iyi davranmak zorundayız. Gerçekten sürdürülebilir bir ekonomik büyüme ve kalkınma için, doğanın verdikleri ile ondan talep ettiklerimiz arasında bir denge kurmamız şart” diyor. Bir diğer deyişle, onu katletmeyi bırakmamız. İngiltere Başbakanı Boris Johnson da, “Dünyayı kurtarmak için iyi niyet yeterli değil. Acilen toplu, planlı ve koordine bir eyleme ihtiyacımız var” diyerek anında bu radikal değişikliğe tam desteğini açıkladı.
***
İşte bu rapor çığır açıcı bir adım olarak tarihe geçecek. Çünkü dünyanın en büyük ekonomilerinden olan İngiltere, bundan böyle gayri safi milli hasılasını hesaplarken doğal kaynakların tükenişini merkeze alacak. Eğitim sistemini de buna göre değiştirecek. Müfredat, insanların doğayla aralarındaki mesafeyi kaldıracak şekilde yeniden kurgulanacak.

Dahası, bakanlık tüm dünya ekonomilerini bunu yapmaya çağırıyor. Özellikle iklimi, okyanusları ve ormanları korumak için yeni uluslararası kurumların kurulması gerektiğini söylüyor. Daha yoksul olan ülkelerin de bu harekete katılabilmeleri için maddi olarak desteklenmeleri çağrısında bulunuyor.

Bu adımı atan merciin Çevre Bakanlığı değil, Hazine ve Maliye Bakanlığı olduğunu özellikle vurgulamak gerek. Yani doğanın yok oluşu artık aynı zamanda ekonominin çöküşü ve insanın yok oluşu anlamına geliyor. Geldiğimiz durum bu.

Küçük güzeldir
Bu gidişata karşı belki de ilk uyarıyı İngiliz-Alman ekonomist Ernst Friedrich Schumacher yapmıştı. 1973’te yayımladığı ve Times dergisi tarafından 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana çıkmış en etkili 100 kitap arasında gösterilen “Küçük Güzeldir: Önceliği İnsana Veren Bir Ekonomi Anlayışı” kitabı dünyayı resmen sallamıştı. Kitap sanki bugün yerini, anlamını, önemini çok daha iyi buluyor.

Schumacher sayfalarında en çok da doğal kaynaklara vurgu yapıyor. Yeryüzünün aslında her insanın gereksinimini doyuracak kadar verdiğini, fakat her insanın açgözlülüğünü doyuracak kadar veremeyeceğini hatırlatıyor. Dünyaya yağmacı davrandığımızı söyleyip, “Yenilenemez olan maddeler sadece başka seçenek olmadığı zaman kullanılmalı. Kullanıldığı zaman da azami dikkat ve tutumlulukla harcanmalı. Rastgele veya bol keseden harcamak bir zorbalık eylemidir” diyor.

Bundan kastı elbette petrol-doğal gaz gibi doğal kaynaklar, toprak, hava, su, bitkiler, hayvanlar. Yani tüm doğal döngü. Hepsinin de ancak alternatifi olmayan durumlarda tüketilmesi gerektiği, ana tezi. İnsanın bilimle-teknolojiyle-bilgiyle ürettiği sermayenin, doğanın sağladığı sermayeden çok daha küçük olduğunu, oysa bizim doğal kaynakları sermayeden bile saymadığımızı vurguluyor.
***
Onun dediği gibi: Doğal kaynakları insan yaratmamıştır; o yüzden devreye sokulamazlar. Bir kez tükendiler mi, sonsuza dek tükenmiş demektirler.
Bizim dışımızdaki canlıların tükenmesinin bizim de tükenmemiz demek olduğunu anlamaya başlayanlar var sanki. Darısı tüm insanlığın başına.

Verda Özer / Milliyet

24 Kasım 2020 Salı

Marmara Denizi içinde bir değil dört veya beş deprem olabilir

 

Tarihsel deprem çalışmalarının önemi her geçen gün biraz daha artıyor. “Tarih tekerrür mü eder?”, sorusuna deprem açısından çok net bir ifade ile “evet/hayır” demek zor! Ancak, bilimsel bilgilerin bir sistematik içinde işlendiği düşüncesiyle; varsayılan bir model üzerinden elde edilen bilginin aksi belirtilmediği sürece, doğrudur demek, yanlış olmayacaktır.

Son birkaç haftada Marmara Denizi içinde beklenen deprem(ler) ile ilgili iki makale yayınlandı. Birincisi Durand ve ark. tarafından yayınlanan ve Silivri depremlerinin (Mw: 4.7 ve 5.8) davranışını bir sistematik içinde inceleyen yayın ve diğeri ise Kuzey Anadolu fayının doğudan batıya deprem üretme sürecinde gelecek Marmara Denizi Deprem(ler)inin zamanı ve/veya bizi kaç depremin beklediğini inceleyen çalışmalar.

Büyük depremler önceden bilinebilir mi? sorusuna günümüzde “evet” demek ancak öncesinde meydana gelebilecek öncü depremlerin karakterlerinin doğru tanımlanması ve mikrodeprem etkinliğinin iyi gözlemlenmesi ile mümkün olduğunu söyleyebiliriz. Durand ve arkadaşlarının Seismological Research Letters dergisinde yayınladıkları “A two-scale preparation phase preceded and Mw:5.8 earthquake in the sea of Marmara offshore İstanbul, Turkey” başlıklı çalışmasında Silivri depremlerinden saatler öncesinde yerkabuğunda kırılan parçanın her iki yanında meydana gelen çatırdamaların (mikrodepremlerin); bu iki depremi yaratmaya hazırladığı sonucuna varıldı. Aşağıdaki şekilde gösterildiği gibi Mw: 4.7’lik depreme (yeşil yıldız) hazırlık süreci (yani kırılma zamanı) yavaş ilerlerken, Mw:5.8’lik depremde mikrodeprem aktivitesinin kırılan fay çevresinde etkin ve ivmelenerek bu depremi (Mw:5.8;kırmızı yıldız) oluşturmak için hareketlendiği gösterilmiştir. Bu bilgi oldukça önemlidir. Ancak fay çevresinde meydana gelen deformasyonun/kaymanın daha doğru bir şekilde gözlemlenerek gelecekte meydana gelecek bir depremin, hava tahmini gibi gelecekte verilebileceği de unutulmamalıdır. Aşağıdaki şekilde gri noktalar depremleri göstermektedir. Mw:4.7 ve 5.8’li deprem öncesinde 21 Eylül 2019 akşam saatlerinde başlayan deprem etkinliği ve 24 Eylül’de başlayıp 25 ve 26 Eylül günleri artan deprem etkinliği, Mw: 5.8’lik depremin oluşmasında bir belirteç olarak görülebilir.

Bulut ve Doğru (2020) tarafından Turkish Journal of Earth Science dergisinde yayınlanan diğer bir çalışmada ise Marmara Denizi içinde 4-5 tane Mw>7’den büyük depremler olabileceği bilgisi paylaşıldı. Kuzey Anadolu Fayı üzerinde 1250-2000 yılları arasında meydana gelen M>7’den büyük depremlerin kırılma davranışlarını inceleyen araştırmacılar, bu kırılmanın bir paterni olup olmadığını anlamaya çalıştıklarında bu sonuca ulaştıklarını gördüklerini belirtmişler. Kuzey Anadolu fay zonu üzerinde meydana gelen her bir kırılma döngüsü içinde toplam kayma miktarını ve depremlerin ortalama derinliğini baz alarak yaptıkları modellemeye göre; Marmara Denizi içinde gerçekleşen son iki döngü içinde (birincisi; 1490, 1509, 1556, 1569 ve 1659 depremlerini ve ikinci döngü; 1719, 1766a, 1766b ve 1912) birincisinin tamamlandığını ancak ikincisinin tamamlanması için Marmara Denizi içinde 4-5 deprem olması gerektiği hesaplanmıştır.  Kuzey Anadolu fayının ortalama her 243 yılda bir kırılmasını tamamladığını ve 1766 yılında Marmara denizi için meydana gelen son iki depremden sonra bir daha aynı alanda bir kırılmanın olmadığını (1894 depremini inceleme aralığında tutmayarak) ve bu fayların tekrar kırılmasında Mw:7.4-7.5 büyüklüklerinde ve yer yüzeyinde ortalama 6.25 metrelik bir yer değiştirme olabileceğini belirtmişlerdir. Kuzey Anadolu fayının ilk kırılmaya başladığı Erzincan’dan İzmit’e kadar kırılmasının hızlı olduğunu ancak Marmara Denizi içine gelindiğinde ise bu sürecin yavaşladığını da yaptıkları yayında belirtmişlerdir.

Sonuç olarak deprem konusunda bilim insanlarının Marmara Denizi içinde meydana gelecek depremin ilerleme süreci anlamak için verdikleri emek kadar, yönetenlerin de bu bilgileri dikkate alıp, kapımızda bekleyen depreme hazırlık sürecini “fayın kendisini ağıra alıp deprem üretmemesi gibi” yavaşa almamaları ve bu durumu fırsata çevirmeleri gerekmektedir. Ülkenin ekonomik buhranı içinde kasıp kavrulan ve evlerinin durumunu bildikleri halde çaresizlik içinde bekleyen emekçi kent sakinleri için güvenilir konutlar inşa etmek üzere kendilerine görev biçmeleri dışında başka bir çözüm yolu yoktur.

15 Haziran 2020 Pazartesi

Koronavirüs kömürün sonunu getirebilir mi?

Koronavirüs krizi, enerjiyi kullanma biçimimizi değiştirdi, en azından şimdilik. Peki, küresel salgın, fosil yakıtların çevreye en büyük zarar vereni olan kömürün sonunu nihayet getirebilir mi?

Covid-19 krizi, hepimiz için sıradışı ve korkutucu bir dönem, ancak çevre sorunlarını haberleştirme anlamında görülmemiş bir süreç.

Hepimiz temiz havanın ve açık gökyüzünün tadını çıkartıyoruz. Bunlar, enerji kullanımı anlamında eşsiz bir deney yaşadığımızı gözler önüne seren en açık kanıtlar.

Kısıtlamalar nedeniyle, dünya genelinde, yüz milyonlarca kişi evlerinde ve bu durum enerji talebinde elektrik de dahil daha önce görülmemiş bir düşüşü beraberinde getirdi.

Bu da enerji endüstrisinin ekonomisi alanında çok çarpıcı bir şeyi ortaya çıkarttı. Modern dünyanın yaratılmasında etkili yakıt olan kömürün tehdide açık konumunu.

Covid-19 krizi, fosil yakıtların en kirlisinin mali temellerinin ne kadar kırılgan olduğunu gösterdi.

Bazı enerji sektörü gözlemcileri, kömürün koronavirüs salgınından sonra hiç toparlanamayabileceğini söylüyor.

Dünya genelinde bu vaziyete işaret eden kanıtlara bakalım.

Yenilenebilir kaynak kullanımı artıyor

10 Haziran Çarşamba gece yarısı itibarıyla İngiltere'de enerji üretimi için 60 gün boyunca kömür yakılmamış olacak. Bu, 200 yıl önceki Sanayi Devrimi'nden bu yana yaşanan en uzun süre.

Ulusal Elektrik Dağıtım Şebekesi'yle konuştuğumda bir süre kömürle üretim yapmayı beklemediklerini söylediler.

ABD'de, Başkan Donald Trump'ın sektörü desteklemek için giriştiği çabalara karşın, bu yıl ilk kez kömürden çok, yenilenebilir kaynaklardan elde edilen enerji kullanıldı. Sadece 10 yıl önce, ABD'de kullanılan elektriğin neredeyse yarısı kömürden elde ediliyordu.

Dünyada kömür kullanımı en hızlı artan ülkelerden biri olan Hindistan'da bile talep o kadar düştü ki ülkenin karbondioksit salınımında son 37 yıldır ilk kez azalma oldu.

Bunun başlıca nedeni sokağa çıkma kısıtlamaları. Ancak enerji ekonomisi uzmanlarını şaşırtan, elektrik talebindeki düşüşün en çok kömürü etkilemesi. Ve bu küresel ölçekte görülen bir durum.

Uluslararası Enerji Ajansı'na (IEA) göre, kömür kullanımında dünya genelinde İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yanaki en büyük azalmayı yaşıyoruz.

IEA İcra Direktörü Fatih Birol, sadece yenilenebilir enerjinin konumunu koruduğunu söylüyor.

Bu eğilim, koronavirüs salgınından önce başlamıştı. Geçen yıl dünya genelinde kömürden elektrik üretiminde kayıtlara geçen en büyük düşüş görülmüştü.

Çarpıcı olansa kömürden uzaklaşılmasının nedeninin bir rol oynamış olsalar da iyi niyetli çevrecilerin çabalarının bir sonucu olmaması.

Asıl mesele maliyet
Ekonomistler, asıl konunun farklı enerji kaynaklarının "marjinal maliyeti" olduğunu söylüyor.

Aslında mesele basit: Elektrik santrallerini inşa ettiğinizde termik santralleri işletmek, rüzgar, yağmur ya da güneş ışığına ihtiyaç duyanlardan daha pahalı.

Termik santrali işletmek için, sürekli kömür satın almak zorundasınız. Ama rüzgar türbinini, güneş enerjisi panellerini ya da hidroelektrik santralini kurduğunuzda büyük ölçüde bedava işletiyorsunuz.

Bu eğilime ivme kazandıran bir gerçek de, yenilenebilir enerji santrallerinin genelde yeni termik santral inşaatından daha ucuz olması. Ayrıca, her geçen yıl daha da ucuzluyorlar.


Hint hükümeti bu ay, dört enerji ihalesi açtı ve enerji uzmanı Sunil Dahiya'ya göre, pil depolamalı güneş enerjisinin fiyatı, kömürle üretimden daha ucuzdu.

Bu durum, dünya genelinde yaşanırsa kömürün artık ömrünü doldurduğu anlamına gelir.

Elektrik talebi artarsa, giderek sayıları artan ülkelerde en ucuz enerji üretimi yenilenebilir kaynaklardan olacak.

Ancak, bir pandemi nedeniyle elektrik talebinde birden düşüş olursa, veya sadece rüzgarlı bir günde beklenenden daha çok elektrik üretilrse, termik santraller kapatılacak.

Kârlı yatırım değil
Şimdi yeni bir termik santrale para harcamayı düşünen bir yatırımcı olduğunuzu düşünün. Termik santraller genelde 30 ila 40 yıl çalışabiliyor.

Her geçen yıl, hava tahmini raporlarına göre daha çok kapalı kalacak bir santrale yatırım yapmak ister misiniz?

Şimdi bir de temiz enerji lobisinin hem boyut hem de güç olarak büyüyerek üzerinize geleceğini hesaba katın.

Sonuçta, kömür en çok karbon salımı üreten yakıt ve havamızı kanserojen, zehirli kimyasallarla dolduruyor. Ve bunların hiçbiri şu anda kömür yakmanın fiyatlandırılmasına eklenmiyor.

Birçok ülke şimdiden, elektrik dağıtım şebekelerinde yenilenebilir kaynaklara öncelik tanıyor ve piyasanın dışına itilen, sadece yeni kömür yatırımları da olmayabilir.

Dahiya'ya göre, koronavirüs Hint kömür endüstrisinin aslında iflas etmiş olduğunu gözler önüne seriyor: "Termik santrallerimiz yüzde 60'dan az kapasiteyle çalışıyor. Borç aldıkları parayı geri ödeyemiyorlar."

Yani, uluslararası yatırımcıların sektörden kaçmaları sürpriz değil.

Son birkaç haftada, dünyanın en büyüğü olan Norveç Varlık Fonu ve Fransız BNP Paribas Bankası, kömür yatırımlarını kara listeye alan diğer devler Blackrock, Standart Chartered ve JP Morgan Chase'e katıldı.

Fatih Birol, kömürün geleceğine karar verenlerin, artık giderek artan oranda hükümetlerin olacağını söylüyor.

Birol da hükümetlere yenilenebilir kaynakları desteklemeleri ve kömür yatırımlarına son vermelerini istiyor.

Ancak burada manzaranın parlaklığı azalıyor.

Kullanım 2030'lara dek sürebilir
Kömür, Çin'in son beş yıllık kalkınma planında büyük rol oynuyor ve kömür sektörünün yüzde 20 potansiyel büyümesi öngörülüyor.

Çin ayrıca birçok kalkınmakta olan ülkedeki termik santrallerinin fonlanmasına destek veriyor.

Hindistan'da hükümet, son şekli verilen milyarlarca dolarlık koronavirüs ekonomik toparlanma paketinde, kömür sektörünün bazı kesimlerine yardım öngörüyor.

Bu da bizi ilginç bir ikilemde bırakıyor.

Küresel kömür tüketimi 2019'da zirve yapmış olabilir, ancak birçok uzman kullanımın 2030'lara dek süreceğini söylüyor.

İklim değişikliğinden kaygı duyanlar için çok iyi bir haber değil.

Hükümetler, şirketler kadar para kazanma baskısı altında değil, ancak zora giren sektörleri de ebediyen desteklemek istemezler, özellikle de en çok kirletenleri.


BBC Türkçe


27 Nisan 2020 Pazartesi

Güneş paneli kurma maliyeti yüzde 99,3 azaldı

Güneş paneli maliyeti yüzde 99,3 azaldı
1976’da watt başına 100 dolardan fazla olan güneş paneli maliyeti, geçtiğimiz yıl yüzde 99,3 azalarak 0,23 dolara düştü. (Nisan 24, 2020)

Nathaniel Bullard, Bloomberg Green’de yer alan yazısında güneş panellerinin 1970’ten günümüze maliyetlerini ele aldı.

BloombergNEF verilerine göre, 1976’da panel maliyetinin watt başına 100 dolardan fazla olduğu bilgisini veren Bullard, “Geçen sene ise fotovoltaik (FV) panellerin watt başına maliyeti 0,23 dolara düştü. Yani yüzde 99,3’lük bir azalma yaşandı. Şu anda ise tüm sistem, tek bir FV modülünün yedi yıl önceki maliyetinden daha ucuza kurulabiliyor.” dedi.


Paneller daha verimli ve dayanıklı hale geldi

Panellerin önceki yıllara göre çok daha verimli, güvenilir, dayanıklı ve hafif hale geldiği bilgisini veren Bullard,

“Çatımda, gün içindeki enerji talebimi fazlasıyla karşılayacak bir güneş enerjisi sistemi var. Bu şimdi küçük bir şey, ama 1970’te hayal bile edilemeyecek kadar büyük bir anlaşma olurdu. İlk çıktığında, yavaş ve düşük olan bu enerji kaynağı şimdi dünyayı değiştiriyor.” ifadelerini kullandı.

Bileşen ve yıla göre şebeke ölçeğinde sistem maliyetlerini de analiz eden BloombergNEF’e göre, 2010 yılında 3,75 dolar olan fotovoltaik sistem maliyeti, 2020 yılında 0,75 dolara düştü.

Pazartesi günü Amerika Birleşik Devletleri’nde petrol varil fiyatının -37,63 dolara düştüğünü dile getiren Bullard, “Petrol piyasasındaki bu durum, güneş enerjisi ile ilgili yeni uygulamaların olduğu bir dünyaya işaret ediyor.” dedi.

Bullard ayrıca önümüzdeki dönemlerde, yenilenebilir hidrojen ile birlikte çelik, çimento ve cam üretimi gibi sektörlerde emisyonların azaltılabileceğini ön görüyor.

Temiz Enerji


26 Nisan 2020 Pazar

Pandemiden sonra dünyayı ne bekliyor

Toplumlar koronavirüs pandemisi nedeniyle değişiyor, yeniliklere ve kısıtlamalara uyum sağlıyor. Peki salgından sonra bizleri ne bekliyor? Prof. Yuval Noah Harari, DW'nin sorularını yanıtladı. 26.4.2020



Dünyanın neredeyse tamamını kontrolü altına alan koronavirüs krizi, dünya toplumları açısından bir dönüm noktası olma özelliği taşıyor. Yaşam, çalışma, beslenme ve eğlence biçimlerimiz pandeminin dayattığı koşullar nedeniyle değişiyor. Peki salgından sonra bizleri ne bekliyor?

Kurduğu Sapienship organizasyonu aracılığıyla Dünya Sağlık Örgütü’ne (DSÖ) 1 milyon dolarlık bağışta bulunan Prof. Yuval Noah Harari, COVID-19'e ilişkin alacağımız kararların geleceğimizi nasıl etkileyeceğini anlattı.

DW: Sayın Harari, küresel bir salgının ortasındayız. Dünyanın değişimine dair sizi en çok ne endişelendiriyor?

Yuval Noah Harari: En büyük tehlikenin virüs olmadığını düşünüyorum. İnsanlık, bu virüsün üstesinden gelmek için yeterli bilimsel altyapıya ve teknolojik araca sahip. Bizim en büyük problemimiz doğamızda yer alan nefret, açgözlülük ve cehalet. Maalesef insanlar bu krize küresel dayanışma ile değil, diğer ülkeleri, dini ve etnik azınlıkları suçlayarak, nefret dili kullanarak karşılık veriyor. Umuyorum ki nefret değil, şefkat ve cömertlik ile yardıma muhtaç insanlara, küresel dayanışma ruhuyla yardım edebiliriz. Bir de komplo teorileri ve gerçekler arasındaki farkı ayırt edebilmeliyiz. Eğer bunu yaparsak, bu krizi kolayca atlatacağımızdan şüphem yok.

Sizin de ifade ettiğiniz gibi, totaliter gözetleme sistemleri ve bireylerin güçlendirilmesi arasında bir seçim yapmak gerekecek. Eğer dikkatli olmazsak, bu salgın gözetleme mekanizmalarında bir dönüm noktasına yol açabilir. Peki kontrolümüzde olmayan bir duruma karşı nasıl dikkatli olunabilir?

Yazının tamamı >>

24 Mart 2020 Salı

Triyaj


Triyaj Fransızca seçmek, ayırmak anlamına gelmektedir?
Türkçe Wikipedi’de “Triyaj, savaş alanlarında ve acil servislerde tıbbi müdahale önceliklerini belirleme sistemi. Bu öncelikler; hastanın yaşama şansı, durumunun aciliyeti gibi unsurlara dayanarak belirlenir.” diye açıklanmış.
Peki kim seçilecek? Hangi ölçülere göre seçilecek? Ne için seçilecek?
Yaklaşan ve giderek engellenemez hale gelen yaşlı ve hastaların soykırımını görmek ve asgari ölçüde de olsa engellemek bu soruların cevabında gizlidir.
*
Triyaj kavramı bugünkü kullanımıyla modern devletler ve savaşlarla ortaya çıkıp gelişmiştir.
Triyaj ciddi bir sorun olarak Fransız devriminden sonraki savaşlarda eşit yurttaşların genel silah altına alınmasıyla ortaya çıktı. Hiyerarşik bir toplumda triyajı elbette toplumsal hiyerarşi belirler ve örneğin soyluların önceliği olurdu.


Fransız ordusunda Larrey adlı bir askeri doktor, hızlı bir sınıflama ve seçim sistemiyle, yani triyajla bacak kesmelerde diğer doktorlara göre daha çok oranda askeri yaşatmayı başarıyor (%75-80) oranında. Bu konunun ilk başlangcı oluyor.
Daha sonra bir Rus doktor, Kırım ve Kafkasya savaşlarında öncelikli olarak tedavi görecekler için seçme ilkelerini belirliyor ilk kez. Bunu Prusya ordusu da benimsiyor Ve sonra da bütün dünya ordularına yayılıyor. Modern tıpta özellikle acil servislerde büyük önem kazanıyor.

Örneğin gemilerin batışında, “önce kadınlar ve çocuklar” “en son kaptan” bir triyaj ilkesidir.
Yani büyük felaketler, savaşlar ve pandemilerde kimin öncelikle tedaviye alınacağı, kimin önce kurtarılacağı, yani “yangında ilk kurtarılacak” olanı seçmek, bunun ilkelerini belirlemek zorunludur.

Triyajda çeşitli ülkeler ayrıntıda farklılıklar gösteren standartlara sahipse de, esas olarak beş aşamalı bir triyaj kabul görmüştür ve uygulanmaktadır ve bu aşamaları sembolize eden renkler vardır:
Kırmızı: hayati tehlike, derhal müdahale
Sarı: Ağır yaralı
Yeşil: Sonra müdahale
Mavi: yaşama şansı yok
Siyah: Ölü

*

Peki ya binlerce kırmızı, yani acil müdahale bir anda gelirse ne olacak?

Önümüzdeki günlerde hastanelere binlerce “hayati tehlike”, yani kırmızı hasta yığılacak, eldeki yoğun bakım yatakları binlerin yüzde veya binde birine bile yetmeyecek ve bu muhtemelen bu böyle, en iyi ihtimalle yaz ortasına kadar, birkaç ay sürecek, (ertesi yıla uzama olasılığı bile var).
Yani acil müdahale gerektiren ağır hastalar içinde de seçim yapılmak zorunda kalınacak. Durumları eşit derecede acil olanlar veya daha yaşlı ama daha umutvar olmakla birlikte daha genç ama daha az umutvar olan arasında yaşaması ve suni solunum aygıtına bağlanması için kim seçilecek?
Doktorları kimin yaşayacağına karar verme ahlaki yükünden ve sorumluluğundan kurtarmak için, olabildiğince nesnel kriterler belirlenmiştir. Ancak gelecek hasta sayısı, zaman kısıtlılığı personelin yorgunluğu ve sınırlılığı nedeniyle bu “nesnel” kriterler bile işe yaramayacaktır.

Kaldı ki, bu hastalıkta henüz böyle ölçütler de yoktur ve belirlenmiş değildir.
Bu durumların nesnel bir kriteri o kadar zordur ki.
Bu gibi durumlarda seçim yapmak zorunda kalan doktor ve diğer personel genellikle travma sonrası rahatsızlıklar gösterir.
Bu durumda ne olacak?

Zamanında sokağa çıkma yasağı ilen etmeyerek, hastalığın yayılma hızını yavaşlatmak için elinden geleni yapmayarak, yoğun bakım ve suni solunum cihazlarını, bunları kullanacak personeli azami düzeye çıkarmayarak, sayıları gizleyerek ve az göstererek, sorunun hastalığı yavaşlatma ve kapasiteyi aşmama olduğunu gizleyerek bizzat virüs aracılığıyla hükümet bir triyaj (ayıklama, seçim) yapıyor. Yani önceliği daha genç ve sağlıklı olanlara veriyor.
Bu “büyük triyaj”.
Böylece yaşlı nüfusu ölüme terk etmiş oluyor.
Bir de hastaneye gidenler içinde de ikici bir triyaj olacak. Bu da “küçük triyaj”
Büyük bir olasılıkla gençlere vs. öncelik tanınarak, birinci triyajda virüsün gözünden kaçanlar, bu ikinci triyajda eleneceklerdir.

*

Bu geleceği apaçık olan yığılmayı engellemek için hiçbir şey yapmayan, sorunu bu yığılmayı engellemek ve hastalığın yayılışını yavaşlatıp zamana yaymak gibi bir strateji izlemeyen hükümet apaçık olarak yaşlı nüfusun büyük ölçüde soykırıma uğratmayı planlamış bulunmaktadır.
Muhalefet de sorunun bu olduğunu hiçbir şekilde öne çıkarmayarak hükümete fiilen destek olmuştur ve olmaktadır.

Daha önceleri insanlar dillerinden, dinlerinden, “ırklarından”, siyasi görüşlerinden dolayı defalarca soykırımlara uğramışlardır.
Bunun benzerini saf ve sağlıklı olanı seçmeyi kısmen öjenikler, naziler savunurdu bir zamanlar.
Ama şimdi ilk kez hasta ve yaşlıların soykırımı karşısındayız.

İngiltere’nin uygulayacağını söylediği “sürü bağışıklığı” tamı tamına bir yaşlı ve hasta soykırımıdır.
Ve başlangıçta buna hiç tepki vermeyen İngilizler sonra tepki verince hükümet geri adım atmak sorunda kaldı ama tedbirleri hala fiilen bu yaşlı ve hasta soykırımını engelleyecek durumda değildir.

Türkiye’de ise hükümet resmen bunu istedi ve bütün stratejisini, bunun gizlenmesi üzerine, dikkatleri başka noktaya çekme ve bunu açıklayanları bastırıp susturma ve tüm toplumu fiilen bu soykırımdan habersiz bırakma üzerine kurdu.
Şu ana kadar da bunu başardı,
Erdoğan ve damadının gülmelerinin nedeni budur. Güzel günlerden, ekonomik başarılardan söz etmelerinin nedeni budur.

Eğer toplumdan ses çıkmaz ve sıkı durup on binlerce hasta ve yaşlı insanın boğulurak ölümünü “solunum yetmezliği” ve “zatürre” raporlarıyla gizler ve bu soykırımı kişisel ve ailevi trajediler olarak topluma kabul ettirebilirse kendi açısından başarıya da ulaşmış olacak ve kendisiyle suç ortağı ve iyice çürümüş bir toplum yaratacaktır.
Çünkü yaşayanlar tıpkı Ermeni mallarına konmuş Müslümanlar gibi bu suç ortaklığından maddi bakımdan kazançlı olarak çıkacaklardır. Ölen yaşlı ve hastaların masrafının azalması sosyal sigortaların hastalık ve emeklilik sigortalarının örneğin soluklanmasına yol açacaktır. Buradan küçük ödülleri kalanlara dağıtmak memnuniyetsizlikleri bastırmaya yarayabilir.

*

Yaşlı ve hastaların bu soykırımı yepyeni bir olgudur.
Herkes bu salgının yol açacağı sosyolojik değişmelerden söz ediyor.
Böyle tahminlerde bulunmak entelektüel bir spor haline geldi. Ama bu sporu yapanlar gerçek bir olgu karşısında susuyorlar.
Kimseden çıt çıkmıyor.
Yaptığım paylaşımları çok az insan paylaşıyor.
Sadece korku değil bunun nedeni. Haydi benim dilim sivri, önermelerim keskin köşeli ama yumuşak ve yuvarlak da olsa konuyu öne çıkaran yok.
Ezop dili veya başka olanaklarla da başkaları aynı şeyleri söylemeyi deneyebilir.
Bu bile yapılmıyor.
Ortada bu soykırımı sessizce bir kabullenme de var.
Bu korkunç bir durumdur. İnsanlığın, toplumun sonudur.
*
Peki neler yapılabilir?
Oyunun kuralları değişmiş bulunuyor.
Bu artık bildiğimiz dünya değil.
Hayatın ve toplumsal yaşamın en temel sorunları karşısındayız.
Örneğin böylesine bir soykırım söz konusuyken işçilerin durumundan söz etmek gibi şeyler nesnel olarak bu soykırıma onay vermek anlamına gelmektedir.
Bu satırların yazarı bir Marksisttir.
Marksizm de gerçekliğin somut olduğunu, her şeyin her an kendi zıddına dönebileceğini söyler.
İşte böyle bir anda bir Marksistin görevi bu değişimi görmek ve ona uygun bir strateji ve program uygulamak ve geliştirmektir.
Nasıl “Bugün sosyalistlerin, demokratların, HDP'nin hükümetin tedbirlerini eleştirirken emekçilerden, fakirlerden söz etmesi, gerçek sorunu anlamadığını gösterir. Bugün sorun emekçilerin değil, çoğu hasta ve yaşlı olanların YAŞAMA HAKKINI savunmaktır.” diyorsak, bununla bilinen bütün ezberleri bozuyorsak, şimdi de acil olarak yine ezber bozan tedbirler önereceğiz.
*
Türkiye’de acil görev Hükümet’in bu gizleme ve soykırım stratejisin ve planını bozabilmek için her şeyi yapmaktır.
Aşağıda bu bağlamda en acil ve somut öneriler yer alıyor.

Bunları bir, en temel bir yerde bulunma hakkı üzerinden sivil direniş önerileri yapan bir Marksistin şimdi derhal ve kesin olarak sokağa çıkma yasağı önermesi kimseyi şaşırtmamalıdır.
Çünkü soykırımı biraz olsun engellemenin ve hükümetin oyununu bozmanın tek yolu budur.

Pandemi’nin yayılma hızını yavaşlatmak ve ölümcül tehlike içindeki hastaları bakım kapasitesinin altına çekebilmek için acilen şunlar yapılmalıdır.
1) Derhal, acilen, hiçbir gevşetmeye mahal vermeden, kesin ve istisnasız sokağa çıkma yasağı. Tüm sivil nüfusun evlerine kapanması, evsizlere barınak bulunması.
2) Hapishaneler, yatılı okullar vs.’de yaşayanların birbirine virüsün bulaşmayacağı ölçüde mesafeli yaşayabilmeleri için evlerine yollanmaları veya evleri olmayanlara kalacakları yerler sağlanması.
3) Tüm nüfusun evde kaldığı sürece temel yaşam ihtiyaçlarını karşılamak için, ilk elde tüm ordu, polis, bekçi ve diyanetten maaş alanları görevlendirmek. Yani ordu ve polisin ve bekçilerin vs. asli görevi evine kapatılmış yurttaşların alışverişi, iaşe ve ibadesi gibi en temel ihtiyaçlarını karşılamak olmalıdır. Şu anki durumla baş edebilecek tek kullanılabilir güç bunlardır. Bunun için başka ülkelerde bulunan tüm güçlerin ülke içine çekilerek ihtiyaç olan yerlerde görevlendirilmesi
4) Tüm ödemeler, borçlar, dondurulmalı, ihtiyacı olan her yurttaşa, eşit miktarda olmak üzere temel ihtiyaçlarını karşılayacak bir para verilmelidir. Yurttaşlara bu paraları vermek, bu paralarla ihtiyaçlarını alıp onlara getirmek tüm ordu, polis vs. gibi personelin temel görevi olmalıdır.
5) Ülke yönetimini Türkiye Büyük Millet Meclisi ele almalı ve sürekli toplantı halinde bulunmalıdır. Meclis tıpkı Birinci Büyük Millet Meclisinde olduğu gibi, kendisine karşı sorumlu bakanları ve diğer komisyonları görevlendirmelidir.
6) Yurttaşlar birbirinden izole olacağı için, büyük önem kazanacak tüm medya organları, sendikalar, meslek kuruluşları, odalar vs. gibi sivil toplum örgütlerinin kontrolüne verilmelidir.
7) Tüm hastaneler ve sağlık kurumları derhal kamulaştırılmalıdır. Tüm sağlık kurumlarının yönetimi, efektif bir çalışma ve koordinasyon için, tam sağlık kurumlarının yönetimi sağlık personelinin kontrolüne verilmelidir.
8) Ancak tarihte görülmemiş, devletin şiddet araçlarını yurttaşların ihtiyaçlarını karşılamakla görevlendiren ve onların yaşamlarını en az kayıpla sürdürmesinin aracı kılan böyle tedbirlerle uçuruma doğru giden arabaya ani fren yaptırıldıktan ve uçuruma yuvarlanmak engellendikten sonra, neyin nasıl yapılacağına yine halk karar verebilir.
9) Tarihte daha önce görülmemiş tüm ezberleri bozan bu pandemi ve sonuçlarıyla yine tarihte benzeri görülmemiş ezber bozan tedbirlerle baş edilebilir.

21 Mart 2020 Cumartesi
Demir Küçükaydın

22 Mart 2020 Pazar

Gençler, Yetişkinler ve Yaşlılar… Bir de Özgürlükler


Özgür Arun

Korona virüsünün küresel düzeyde bir halk sağlığı sorunu olduğunu anladığımızda, Çin, Güney Kore ve İtalya’da vakaların sayısı hızla artmıştı. Süreç içinde elde edilen verilerde salgından en çok etkilenerek yaşamını yitirenlerin yaş gruplarına göre dağılımları da sıkça sunuluyordu. Çin’den gelen güncel verilere dayanarak birçok uzman ölüm oranlarının en fazla 80 yaşın üzerindeki insanlarda görüldüğünü vurguluyordu. Önce Çin, sonra Güney Kore’den gelen ilk bilgiler, 80 yaş üzerindeki kişilere ilişkin bu tespitlerin benzerliğini ortaya koymuştu. Nitekim Asya’da Çin ve Güney Kore’den sonra, dünyanın başka bir yanında, İtalya’da da ölüm oranlarının yüksek olmasının nedenini, İtalya’nın Avrupa’nın en yaşlı ülkesi olduğuna bağlıyorlardı. Salgının ilk duyulduğu günden bu yana okuduğum tüm yazılarda sunulan bilgilerin tamamı yaş gruplarına göre verilmekteydi. Güney Kore’den yapılan bir açıklamada, 30 yaşın altındaki hasta sayısı verildikten hemen sonra bu yaş grubunda hiç ölüm olmadığı, ama 80 yaşın üzerindekilerde ölümlerin daha sık gözlemlendiği belirtiliyordu. Uluslararası basında çıkan diğer yazılarda da benzer olarak 80 yaşın üzerindeki kimselerin salgından daha fazla olumsuz etkilendiği vurgulanıyordu.

Matematiği seven bir sosyolog olarak sayılar her zaman ilgimi çekmişti. Üniversite birinci sınıftayken cebir dersi almak istediğimde danışmanım kendisiyle eğlendiğimi sanmış, o da bu şakaya katılıp beni odasından kovmuştu. Öyle ya, bir sosyoloğun sayılarla ne işi olabilirdi ki?! Bu şakada ne kadar ciddi olduğumu bir türlü anlatamamıştım. Sonraki yıllarda, sayıların nasıl sunulduğunu, onlara yüklenen anlamları, az ile çoğun nasıl tarif edildiğini, mukaddes, mümtaz ve makbul olanı nitelendirmek üzere sayıların nasıl kullanıldığını kavramaya çalıştım. Şimdi salgından etkilenen insanlara dair sayıların sunuluş biçimine baktığımda çok etkileniyorum. Yaşamını yitiren insanlara ilişkin sunulan veriler her gün güncelleniyor, yeni bir anlam dünyası oluşturuyor. Sunulan tüm verilerde yaş grupları birbiriyle kıyaslanıyor. Hangi yaş grubunda kaç kişinin yaşamını yitirdiği belirtiliyor. Ardından bu verileri yorumlayan uzmanlar, yaşlıların sokağa çıkmamasını, çarşıya, pazara, alış veriş merkezine, hastaneye ya da benzeri mekânlara gitmemesini üstüne basa basa dile getiriyor. Sadece uzmanlar mı? Görebildiğim kadarıyla kendini yaşlıların dışında tutan hemen herkes… Peki kim bu yaşlılar? Bu süreçte okuduğum yazıların tamamında, dinlediğim konuşmaların hepsinde 60 yaş, yaşlı sayılmak için temel sınır. Zaten yaşlılık çalışmalarında da 60 (ya da 65) yaş yaşlanmanın sınırı olarak kabul ediliyor. Türkiye’de gerçekleştirilen güncel bir yaşlanma çalışmasında da, kime yaşlı denilir sorusunun yanıtı bu tespitlerle örtüşüyor: Toplumumuzdaki yetişkinlerin verdikleri yanıtlara göre ortalama 64 yaşından büyüklere yaşlı deniliyor. Sonuç olarak şu günlerde hakim bir söylem kendini gösteriyor, 60 yaşın üzerindeyseniz risk grubundasınız ve evden dışarı çıkmamalısınız!

Geçen gün konuştuğum bir arkadaşım da bu görüşlere benzer olarak, yaşlıların büyük risk taşıdığını ve buna rağmen neden ısrarla dışarıya çıktıklarını, çarşıya, pazara, hastaneye gittiklerini anlamadığını söylüyordu. Konuşmamız sırasında biraz şaşırmıştım zira kendisi de yaşlıydı! Bana sıkça söylemiyor ama 60 yaşın üzerinde! Benim kısa pantolonla gezdiğim halimi bilir! İşte bunu bana sıkça söylüyor. Öte yandan, benim de kısa pantolonlu halini bildiğim bir tanıdığım, bu sırada dışarı çıkıp kitapçıya gittiği için babasına çok kızıyordu "Hiç lafımızı dinlemiyor, ne işi var bu yaşta sokakta!?” Bunları duyduktan sonra biraz daha dikkat kesildim tartışmalara. Neredeyse dinlediğim herkes, yani hemen herkes demeliyim zira kendini yaşlı saymayan herkes, yaşlıların ne yapması (ve neleri de yapmaması) gerektiğini vurguluyordu. Vaziyet çok ciddiydi! Nasıl sokağa çıkarlardı ki? Otursunlardı evlerinde dayılar ve teyzeler! Hasta sayılarının kamuoyuyla paylaşılmasıyla hızla büyüyen bu tepki nasıl oldu da yaşlılara yöneldi bir anda? Hastalığı daha fazla yaydıkları düşünüldüğü için mi? Yoksa çok daha fazla öldükleri vurgulandığı için mi? Sanırım yaşından dolayı insanlara karşı ayrımcı tutumların ortaya çıkmasında her iki kaygı da etkiliydi.

Öncelikle hastalığı yaydıklarına ilişkin düşünceler keskin bir önyargı olabilir. Çünkü, Japonya’da toplum sağlığı komitesi başkanı profesör Omi yaptığı açıklamada, hafif belirtilerle hastalığı atlatan ve hasta olduğunu fark etmeyen insanların bunu salgına dönüştürdüğünü bildirmişti. Bu kişilerin hastalığı daha fazla kişiye bulaştırdığını söyledikten sonra gençlerin toplum için büyük tehlike olduğunu belirtiyordu.[4] Nereden çıktı şimdi gençler? Profesör Omi ve ekibinin çalışmalarına göre gençlerin hastalığı daha kolay atlattığı görülmüş. Nitekim diğer ülkelerden gelen veriler de benzer bir eğilimi gösteriyordu. İddialara göre, gençler korona virüs kaynaklı hastalığı daha kolay atlatıyorlardı. O zaman gençler evlerinden çıkmasındı! Ne işleri vardı gençlerin sokakta, çarşıda, pazarda, alışveriş merkezinde, hastanede ya da benzeri mekanlarda?! Dünyanın en yaşlı ülkesinden, yaşlıların oranının %30’u aşmış olduğu ve süper yaşlı toplum olarak tanımlanan ülkesinden gelen bu çarpıcı açıklamayı duysalar “gençlerin” ne tepki vereceğini merak ediyordum. O nedenle etrafımdaki bir kaç genç bireye anlattım bu açıklamayı. Tepkileri gecikmedi: "Ne demek sokağa çıkmamak! Bu büyükler de kendilerini ne sanıyorlardı! Her işimize karışıyorlardı!” Haksız değiller, değil mi? Toplumumuzda büyüklerimiz kime ne yapacağını, nasıl davranacağını, kimin nasıl oturup kalkacağını, ne giyip neyi giyemeyeceğini mütemadiyen söylüyorlar. Kime? Gözlemlediğim kadarıyla sıkça çocuklara, bir de kadınlara. Sürekli neyi yapmaları (ya da yapmamaları) gerektiği söyleniyor. Son günlerde ise bir o kadar sıkça yaşlılara! Her üçünde de kaygılar farklı ama.

Öte yandan, verilerde sunulan ölüm oranlarına bakıp, yaşlılar için kaygılanan iyi niyetli insanlar (gençler?) bambaşka bir yerden sesleniyorlar, ebeveynleri adına endişe ediyorlardı. Nitekim, Bussiness Insider yazarlarından Hilary Hoffower güncel bir yazısında annesiyle yaşadığı diyaloğu şöyle anlatıyordu[5]: “Bugün attığı mesajda annem saçını kestirmek için kuaföre gittiğini, oradan da bankaya geçtiğini yazdığında deliye döndüm. Hemen şöyle yanıt verdim: Sen 60 yaşın üstündesin!!! Bankalar pis yerler!!! Nereden çıktı şimdi saç kestirmek!!! Ya hastalanırsan!!!”

Hoffower ve arkadaşlarının, ki hepsi 20 ile 30’lu yaşlarda olan kişilerdi, en büyük endişesi hastalığa yakalanmaktan ziyade ebeveynlerinin hastalığa yakalanmasıydı. Verilere bakıp, tıpkı profesör Omi’nin açıklamasında olduğu gibi, gençlerin virüsü yaşlılara bulaştıracaklarından endişe ediyorlardı. Sanırım bu süreçte bir anda ebeveynlerinin yaşlandığını fark etmişlerdi. Milenyum kuşağı olarak tarif edilen insanlar içindeki bir kesim, anne ve/ya babalarının yaşlandıklarını şimdi fark ediyordu. Dahası yaşlanmak ya da yaşlı olmak, bilhassa bu zamanda, korkunçtu!

Yaşlanma korkusu ve buna bağlı olarak kaçınma, yaş ayrımcılığının da önemli boyutunu oluşturuyor. Yaş ayrımcılığı (ageism) çok sinsi, kendi içinde üç tarafı olan bir ayrımcılık türü. Yaşlanma korkusu, kaçınma ve yaşlılığa ilişkin kalıp yargılar gündelik yaşamda kuşaklararası etkileşime olumsuz şekilde yansıyor.

Bunlardan birisi bebek konuşması. Bebek konuşması, ya basitleştirilmiş biçimde ve abartılı mimiklerle konuşmak ya da aşırı samimi tarzda seslenmek, karşısındaki kişinin sosyal statüsünü olumsuz etkileyen bir davranış tarzı. Bununla birlikte aşırı şefkat, aşırı ilgi de bu tip ilişkinin bir yanı. Bunlar anaç ayrımcılar!

Bir diğer yandan yaşlı kabul edilen kişinin konuşmasına ya da fikirlerine karşı dışlayıcı yorumlar, kınama, tartışmayı/konuşmayı kontrol etme, ilişkinin şiddet içeren, olumsuz görünen diğer tarafı. Bunlar kibirli ayrımcılar!

Her iki ilişki biçimine de son günlerde sıkça rastlamak mümkün. Bununla birlikte, bir diğer ilişki kurma biçimi aşırı bağdaşma olarak kendini gösteriyor. Yaşlı kabul edilen kişinin yapamayacağı önyargısıyla işlerini onun adına yapmak da yaş ayrımcılığının göstergesi. Bu kişiler yardımsever ayrımcılar!

Ne olursa olsun her biri belirli bir yaşın üzerindeki kimseleri homojenleştiren, hep birbirine benzeyen biçimde tarif eden, kurbanlaştıran, topluma yük olarak algılanmasına neden olan yaklaşımlar. Belirli bir yaşın üzerindeki kimselerin, yaşlıların, diğer kuşaklardan farklı olarak, hep birbirine benzediğini varsaymak, tüm yaşlıları düşkün, hasta, işsiz güçsüz ve topluma yük olarak görmek büyük bir yanılgı. Oysa, tıpkı çocukluk, gençlik, yetişkinlik gibi yaşamın diğer dönemleri ne kadar olağansa, yaşlılık dönemi de yaşamın o denli olağan bir evresi. Bu evrenin nasıl geçirileceği ise yaşamın ilk dönemlerinde verilen kararlardan ve yapısal eksiklerden etkileniyor. Yaptığım araştırmalar, saha çalışmalarım ve kişisel gözlemlerim, yaşlıların türdeş bir toplumsal grup olmadığını, kimliklerin ve yaşam tarzlarının yaşamın bu evresini çeşitlendirdiğini gösteriyor. Türkiye’de yaşlanma harikulade bir serüven olabileceği gibi, bir ıstırap da olabiliyor. Toplumsal cinsiyet, etnisite ve sınıf bu süreçte çok çok belirleyici.

Niyetleri ne olursa olsun, yaşlılara ne yapması (ve yapmaması) gerektiğini söyleyenleri bugünlerde sıkça duymaya devam edeceğiz gibi. Benim en büyük korkum, hastalığın daha fazla insana bulaştığı duyulduğunda ayrımcı tutumların da daha fazla davranışa dönüşmesi. Yıllar önce okuduğum satırları tekrar anımsıyorum: Hasta olduğumuz için özgürlüğümüzü elimizden alıyorlar. Yasalara boyun eğdik oysa (Jack London, Diriliş).

BİRİKİM

20 Mart 2020

18 Mart 2020 Çarşamba

Dünya'nın kuzey manyetik kutbu, Sibirya'ya doğru çok hızlı bir şekilde kayıyor

Dünya'nın kuzey manyetik kutbu, Kanada'dan Sibirya'ya doğru hızla kayıyor. Manyetik kutup o kadar hızlı yer değiştiriyor ki, ABD Ulusal Jeo-Mekansal Zeka Ajansı (NGA) ve İngiltere Savunma Coğrafya Merkezi'nden (DGC) bilim insanları gezegenin manyetik alanını tanımlayan ve tüm modern navigasyon sistemlerinin çalışmasını sağlayan, Dünya Manyetik Modelini güncellemek zorunda kaldıklarını açıkladı.

Dünya Manyetik Modelinin son güncellemesi 2015 yılında yapılmıştı ve bu güncellemenin 2020 yılına kadar sorunsuz kullanılması bekleniyordu, ancak manyetik alan son zamanlarda hızlı bir değişime geçti. Bu yüzden araştırmacılar güncellemeyi hemen yapmak zorunda kaldıklarını açıkladı.

DÜNYA'NIN MANYETİK KUTUPLARI NEDİR?
Bu görünmez kuvvet, üzerinde durduğumuz zeminin yaklaşık 3 bin 200 kilometre altında bulunan çekirdekte olan biten hareketlilikten kaynaklanıyor.

Yaklaşık 5 bin 700 santigrat derece sıcaklıkta çoğunlukla sıvı ve demirden oluşan çekirdek, Ay'ın hacminin üçte ikisine yakın bir hacme sahip bulunuyor. Dünyanın manyetik alanını da burası oluşturuyor. Gezegenlerin ve özellikle dünyamızın manyetik alanlarının nasıl oluştuğu henüz tam anlamıyla açıklığa kavuşmuş olmamakla beraber, bu konuda birçok varsayım ortaya atıldı. Bu varsayımların en güçlüsü ise, gezegenlerin dev birer dinamo gibi davranarak kendi manyetik alanlarını oluşturdukları yönünde kendisini gösteriyor.

DÜNYA'NIN MANYETİK KUTUPLARININ OLUŞUMUNU AÇIKLAYAN KURAM: JEODİNAMO
Jeodinamo kuramına göre; sıvı demirin hareketi sonucu bir elektrik akımı oluşur ve bu akım manyetik alanların oluşumuna sebebiyet verir. Yüklü metal parçacıkların manyetik alanlardan geçmesiyle, devamlı ve döngüsel bir elektrik akımı ortaya çıkar. Çekirdekteki sıvı metalin daimi hareketine bağlı olarak bir miktar manyetik alan oluşur ve bu alan çekirdekte yeni akımlar oluşturur. Bu akımlar ise daha fazla manyetik alana sebep olarak geri beslemeli bir döngü ortaya çıkarır.

Bu döngü ise tıpkı mıknatısta bulunan manyetizma gibi davranır: İtici ve çekici güç.

Bu manyetizma Güney Kutbu yakınlarında Dünya'dan çıkar ve gezegeninin etrafını dolaşarak Kuzey Kutbu yakınlarından tekrar çekirdeğe döner. Coğrafik ve manyetik kutuplar birbirlerine yakın olsalar da aynı yerde değildir.

MANYETİK KALKAN GÖREVİ GÖRÜYOR
Bizi Güneş'ten ve diğer yıldızlardan gelen zararlı ışınımdan koruyan en önemli kalkan, manyetik alandır. Manyetik alanın, gezegenin çevresinde oluşturduğu doğal kalkana manyetosfer deniyor. Tüm gezegenler için basit bir manyetosfer tanımı, "Bir gezegenin kendi manyetik alanının oluşturduğu, elektrik yüklü parçacıkları içeren katman" şeklinde yapılabilir. Manyetosferler, manyetik alanın yapısına bağlı olarak yaklaşık küresel biçimdedir.

DÜNYA'NIN MANYETİK ALANI ÇOK HIZLI KAYMAYA BAŞLADI
Manyetik alan tarafından oluşan kutupsallık, evrensel bir sabit değildir. Tarih boyunca kutuplar pek çok kez yer değiştirdi, kuzey ile güney tersine döndü. Kutuplar, yaklaşık 40 bin yıl önce böyle bir teşebbüste bulunup başarısız oldu. En son yaşanan tam dönüşüm, yaklaşık 780 bin yıl önce gerçekleşti.

Dünyamızın manyetik alanı binlerce hatta milyonlarca yıldır yaklaşık aynı yoğunlukta kalabilir, ancak tam olarak bilinmeyen nedenlerle zaman zaman zayıflar ve bu zayıflamanın ardından muhtemelen birkaç bin yılda yön değiştirir.

Dünyanın manyetik alanı son on yılda endişe verici oranlarda zayıflıyor ve bu da Dünya'nın manyetik kutbunun yer değiştirmesi üzerine etkileri konusunda yaygın bir endişe oluşturuyor.

Colorado Boulder Üniversitesi ve Ulusal Okyanus ve Atmosfer İdaresi'nin (NOAA) Çevresel Bilgi Ulusal Merkezlerinde jeomanyetikçi olan Arnaud Chulliat, “Yer değiştirme arttıkça hata daha da çok artıyor.” diyor.

KUZEY KUTBU'NDAN SİBİRYA'YA DOĞRU KAYIYOR
2018 başlarında, NOAA ve Edinburgh'daki İngiliz Jeolojik Araştırmaları'ndan araştırmacıların, Dünya Manyetik Modeli'nin seyir hatalarının mümkün olabileceği noktaya kadar yanlış olduğunu ortaya çıkardı.

Güney Amerika'nın altındaki jeomanyetik kutup ve kuzey manyetik kutbunun hareketi daha da hızlandı. Kuzey manyetik kutbu yıllardır sürekli olarak Kuzey Kutbu'ndan Sibirya'ya doğru kayıyor. Bununla birlikte, son birkaç on yılda, yılda yaklaşık 15 ila 55 kilometre arasında bir hız kazandı.

KUTUPLARIN YER DEĞİŞTİRMESİ DÜNYANIN KORUMASINI ZAYIFLATACAK
Normal şartlarda Güneş'ten gelen malzeme Dünya'ya yaklaşık 16-18 saatte ulaşıyor ve manyetosferimiz tarafından manyetopoz olarak adlandırılan bir bölgede karşılanıyor. Dünya'nın manyetik alanı gelen malzemeyi etrafımızdan dolaşacak şekilde yönlendiriyor ve bizi koruyan bir kalkan gibi davranıyor. Ancak az bir miktar malzeme kutuplardan içeri girdikten sonra iyonosferde salınıyor. Kısaca savunma mekanizmamız bu şekilde işliyor. Kutupların terslenmesi de uzun bir sürede gerçekleştiği için Güneş'in etkisi doğrudan nüfuz etmiyor, koruyucu alan nedeniyle edemiyor.

Dünya'nın manyetik alanı gezegenimizi tehlikeli güneş ve kozmik ışınlardan dev bir kalkan gibi koruyor. Kutuplar değiştiğinde (veya değişim denemesi olduğunda) bu kalkan zayıflar. Bilim adamları bu aşamada manyetik alanın olağan gücünün onda birine kadar zayıflayabileceğini tahmin ediyor. Yer değiştirme denemesi esnasında manyetik kalkanımız yüzyıllar boyu tehlikeye girebilir ve bu süre boyunca uzaydan gelen radyasyonun gezegenimizin yüzeyine daha da yakınlaşmasına izin verebilir. Dünya'daki değişiklikler daha şimdiden Güney Atlantik'teki alanı zayıflattı. Bu dönemde radyasyona maruz kalan uydularda ise hafıza sorunları yaşanıyor.

Bu radyasyon henüz yüzeye erişmiş değil. Fakat bir noktada manyetik alan yeterince azaldığında, farklı bir hikaye karşımıza çıkabilir. Kozmik radyasyonun Dünya'yı nasıl etkilediği konusunda bu alanda uzman olan Boulder Üniversitesi ve Colorado Üniversitesi Atmosferik ve Uzay Fizik Laboratuvarı Direktörü Daniel Baker, gezegenin bir kısmının bu geri dönüşüm sırasında yaşanamaz hale gelmesinden korkuyor.

GÜNEŞ'TE YAŞANAN BİR PATLAMA KANADA'YI ELEKTRİKSİZ BIRAKMIŞTI
Güneş'in aktif olduğu yıllardan birinde, 1989'da, Güneş patlamasının etkisi Kanada'da görülmüş ve Kanada'nın bütün elektrik sistemi çökmüştü.

GEZEGENİN YAŞAM DESTEK SİSTEMİ BOZULUYOR
Bilim insanları daha önce kutup değiştirmeleri ile kitlesel yok oluşlar gibi felaketler arasında bir bağ kurmuyorlardı. Fakat günümüz dünyası, 780 bin yıl önce yaşanan son tam kutup değişiminden oldukça farklı bir çağa girdi.

Bugün üzerinde yaklaşık 7,6 milyar kişi yaşayan dünyanın atmosferi ve okyanus kimyası 1970'lerdekinin iki katı ölçüde değişiyor, gezegenin yaşam destek sistemi bozuluyor. Büyük şehirler, endüstriler ve yol şebekeleri kuruldu ve daha güvenli yaşam alanlarına erişim sağlandı. Ancak bunlar yapılırken bilinen tüm türlerin üçte biri yok olma yönüne itildi ve daha birçok habitat tehlikeye atıldı. Bu yıkıma bir de kozmik ve ultraviyole ışınım eklendiğinde, dünya üzerinde oluşacak yıkıcı tablo gözler önüne serilmiş oldu.

MANYETİK ALAN KORUMASININ AZALMASIYLA UYDULAR VE ELEKTRİK ŞEBEKELERİ BOZULABİLİR
Güneşten gelecek zararlı radyoaktif parçacıklar, insan yaşamının artık vazgeçilmez birer parçası olan ve sayısı gün geçtikçe artan uyduları bozabilir ya da bunlara kötü şekilde zarar verebilir. Manyetik alan korumasının azalmasıyla uydularda meydana gelen hasarlar, elektrik şebekelerini kontrol eden uydu zamanlama sistemlerini etkileyebilir.

Elektrik şebekeleri çalışmadığı zaman, cep telefonlarını, ev aletlerini ve çok daha fazla şey kullanılabilir olmaktan çıkar. Bir anda kesilen elektrikler yüzünden, hastaneler yedek güç kaynakları bulmak için mücadele edebilir ve çok sayıda yaşam tehlikeye girebilir.

Bütün bunlara bağlı olarak GPS teknolojisi de tehlikeye girebilir ve bu durum, askerî operasyonlardan bireylerin yol bulma kabiliyetine kadar her şeyi etkileyebilir.

İçinde bulunulan “verilerin her şeyi yönettiği bir çağda” insanların iletişim kurma şeklinden gezinme alışkanlıklarına ve hükümetlerin işleme şekline kadar her şey, verileri gönderme ve depolama şeklinde yatıyor. Bu yüzden eğer uydular hasar görür veya işlevsiz hale gelirse, bilinen yaşam sonsuza kadar değişebilir.

Timeturk

20 02 2020

15 Mart 2020 Pazar

Buzullarda saklı hastalıklar yeniden canlanıyor

Jasmin Fox-Skelly 

 10 Mayıs 2017
buzullarda saklı mikroplarTelif hakkıNPL
Yüzyıllardır buzullar ve donmuş toprak tabakası içinde etkisiz duran bakteri ve virüsler, iklim değişikliği ile ısınan yeryüzünde yeniden tehdit oluşturabilir.
Tarih boyunca insanlar bakteri ve virüslerle yan yana yaşadı. Biz bazı hastalıklara yol açanlarına karşı direnç geliştirirken, onlar da yeni bulaşma yöntemleri geliştirdi.
Yüz yıl kadar önce Alexander Fleming penisilini bulduğundan beri antibiyotik kullanıyoruz. Buna karşılık bakteriler de antibiyotiğe karşı direnç geliştirecek şekilde evrildi. Aradaki mücadele devam ediyor.
Peki yüzlerce, hatta binlerce yıldır ortalıkta olmayan veya daha önce hiç karşılaşmadığımız ölümcül bir bakteri ya da virüsle karşılaşsak ne olur?
İklim değişikliği sonucu binlerce yıldır donmuş topraklar ve buzullar erimeye başladığı için bugün eski virüs ve bakterilerin yeniden canlanması ihtimali oldukça yüksek.
Göç eden ren geyikleriTelif hakkıNPL
Image captionGöç eden ren geyikleri
Ağustos 2016'da Sibirya'daki Yamal Yarımadası'nda 12 yaşında bir çocuk ölmüş, en az 20 kişi de şarbon nedeniyle hastanelik olmuştu.
Bu durum, 75 yıl önce şarbondan ölen bir geyik cesedinin çözülen buzlar nedeniyle yüzeye çıkmasına bağlandı. Şarbon bakterisi toprağa ve suya karışmış, bölgedeki iki bin geyiğe hastalık bulaşmıştı.
Normal koşullarda, her yaz 50 cm derinliğe ulaşan yüzeysel donmuş topraklar çözülür. Fakat dünya giderek ısındığı için daha derin tabakalarda da çözülme gözleniyor. Dolayısıyla bu tür vakalarda artış olabilir.
Zira donmuş topraklar bakterilerin uzun süre, belki de milyonlarca yıl canlı kalması için ideal ortam sağlıyor. Bu durumda bazı hastalıkların yeniden gündeme gelmesi söz konusu olabilir.
Şarbon sporlarıTelif hakkıALAMY
Image captionŞarbon (anthrax) sporları
Kuzey Kutup Dairesi'nde ısı artışı diğer bölgelerden üç kat daha hızlı.
Soğuk, karanlık ve oksijensiz ortamdan dolayı donmuş topraklar mikrop ve virüsler için iyi bir koruyucu. İnsanlara ve hayvanlara hastalık bulaştırabilecek virüsler, geçmişte salgın hastalıklara yol açmış olanlar da dahil, bu tabakada canlı kalmış olabilir.
20. yüzyılda bir milyonu aşkın geyik şarbondan öldü. Bunlara derin mezarlar kazmak mümkün olmadığından cesetleri yüzeye yakın. Rusya'nın kuzeyinde bu şekilde 7 bin toplu gömüt bulunuyor.
Ancak donmuş toprak altında başka nelerin bizi beklediği bilinmiyor. Örneğin araştırmacılar Alaska'nın tundralarında 1918 İspanyol gribi virüsünün kalıntılarını buldu. Bubonik veba ve çiçek virüslerinin de Sibirya'da gömülü olma ihtimali var.
Antarktika buzullarıTelif hakkıALAMY
Image captionAntarktika buzullarında saklı çok eski bakterileriler bulundu
2011'de yapılan bir araştırmada, donmuş toprakların erimesi sonucu, 18. ve 19. yüzyılda kol gezen ölümcül hastalıklara yol açan virüs ve bakteriler, özellikle bu mezarlıkarın yakınındaki insanlar bakımından yeniden tehlike teşkil edebilir.
Örneğin 1890'da Sibirya'da büyük bir çiçek salgını olmuş, bir kasabanın nüfusunun yüzde 40'ı hayatını kaybetmişti. Bu insanlar Kolyma Nehri'nin kenarında donmuş toprakların üst tabakasına gömülmüştü. 120 yıl sonra nehirden taşan sular kıyıları aşındırıp erozyonu hızlandırdı.
1990'larda yapılan araştırmalarda, Sibirya'nın güneyinde Taş Devri'nden kalma insan kalıntıları bulunmuş, bunların vücudunda çiçek hastalığına özgü yaralar tespit edilmişti. Araştırmacılar çiçek virüsü görmeseler de bu virüsün DNA kalıntılarına rastlandı.
Neandertal kalıntılarıTelif hakkıALAMY
Image captionSibirya'da Neandertal kalıntılarına rastlandı
Bu, buzda donmuş halde duran bakterilerin hayata dönmesinin ilk örneği değildi.
NASA araştırmacıları 2005'te Alaska'da 32 bin yıldır donmuş olan bir bakteriyi canlandırmayı başarmıştı. Mamutlar döneminde hayatta olan bu bakteriler buzlar çözülünce yeniden hareket etmeye başlamıştı.
Bundan iki yıl sonra ise Antarktika'da buzulların altında donmuş, 8 milyon yıllık bir bakteri yeniden hayata döndürüldü. Aynı çalışmada 100 bin yıllık bakteri de canlandırıldı.
Ancak donmuş haldeki her bakteri canlandırılamaz. Şarbon bakterisi spor ürettiği için ve bunlar çok dayanıklı olduğundan 100 yıldan fazla donmuş halde kalabilir.
Aynı şekilde tetanoz bakterisi, felce ve ölüme yol açan botulizm bakterisi ve bazı mantarlar da uzun süre buzda donmuş halde canlılığını koruyabilir.
Naica mağarasındaki kristaller
Image captionMeksika'daki Naica mağarasındaki kristaller
Virüsler de uzun süre dayanabilir. Araştırmacılar 2014'te, Sibirya'da 30 metre derinlikte 30 bin yıllık iki büyük virüsü (Pithovirus sibericum and Mollivirus sibericum) yeniden canlandırmıştı.
Virüsler canlandıkları andan itibaren hastalığa yol açabiliyor. Bu iki virüs sadece tek hücreli amipleri etkiliyor. Fakat bu durum, insana bulaşan virüslerin de canlanması ihtimaline işaret ediyor.
Bu riski yaratan şey sadece küresel ısınma ile donmuş toprakların çözülmesi değildir. Kuzey Buz Denizi'ndeki buzlar eridiği için Sibirya'nın kuzey kıyılarında maden ve mineral arama çalışmaları, petrol ve doğal gaz için sondaj çalışmaları kârlı hale geliyor.
Bu çalışmalar, eski bakteri ve virüslerin yeryüzüne çıkıp canlanması riskini arttırıyor. Bunlar yeni salgın hastalıklara yol açabilir. Bunların DNA'ları hasar görmüşse canlanması mümkün değil. Ancak çok daha dayanıklı olan büyük virüsler için aynı şey geçerli değil.
Lechuguilla mağarasındaki selenit kristalleriTelif hakkıNPL
Image captionLechuguilla mağarasındaki selenit kristalleri
Uzmanlar bu nedenle Arktik bölgesine gelen ilk insanlara ait virüslerin, hatta nesli çoktan tükenmiş Neanderthal ve Denisovan gibi insan türlerinin taşıdıkları hastalıkların yeniden gündeme gelmesi riskine dikkat çekiyor. Rusya'da 30-40 bin yıl öncesine ait Neandertal kalıntılarına daha önce rastlanmıştı.
Bazıları, belli hastalık virüslerinin yeryüzünden silinmiş olması gibi sahte bir güven duygusuna kapılmamak ve bu riske karşı tedbir olarak aşı stoklarının bulundurulması gerektiğine inanıyor.
Eskiden kalma bakteri ve virüslerin bulunduğu yer sadece buzullar değil. Şubat 2017'de NASA araştırmacıları Meksika'da bir madendeki kristaller içerisinde 10-50 bin yıllık mikroplara rastladıklarını açıkladı.
Bunlar, kristalin sıvı kısımlarında sıkışmış ve çıkarıldıklarında çoğalmaya başlamış yeni bir mikrop türüydü.
New Mexico'daki bir mağarada ise 300 metre kadar derinlerde 4 milyon yıldır gün yüzü görmemiş bakteriler (Paenibacillus) bulundu.
Tibet platosundaki donmuş toprak tabakasıTelif hakkıNPL
Image captionTibet platosundaki donmuş toprak tabakası
Bu bakterinin insanlara hastalık bulaştırmadığı, ancak 18 doğal antibiyotiğe karşı dirençli olduğu görüldü. Antibiyotikle daha önce karşı karşıya gelmemiş bu bakterinin direnç göstermesi, bakterilerin direncinin milyonlarca, belki de milyarlarca yıl öncesine dayandığını gösteriyor. Bakterinin bu özelliği, zor koşullarda rakip organizmalara karşı üstünlük kazanmak için geliştirdiği sanılıyor.
Rusya ile Kanada arasındaki Bering bölgesinde 30 bin yıldır donmuş topraklarda bulunan bakterilerin genleri 2011'de incelendiğinde de bunların bazı antibiyotiklere karşı direnç gösterdiği görülmüştü.
Peki bütün bunlardan kaygı duymak gerekir mi?
Yer altında ne kadar tehlike olduğunu bilmediğimiz için bazıları boşuna kaygı duyulmaması, asıl dikkatlerin iklim değişikliğine yöneltilmesi gerektiğini söylüyor. Örneğin dünya giderek ısındığı için kuzey ülkeleri de sıtma, kolera, dang humması gibi daha sıcak iklimlerde görülen hastalıklara maruz kalabilir.
Bazıları ise eski bakterilerin teşkil ettiği riski tam olarak bilmesek de bunları göz ardı edemeyeceğimize inanıyor. Zira bağışıklık sistemimiz için yabancı olan bu canlılarla karşılaşma halinde hastalık bulaşması riski, bunların antibiyotik direnci de göz önünde bulundurulduğunda göz ardı edilecek gibi görünmüyor.
BBC Earth
Bu makalenin İngilizce aslını BBC Earth sayfasında okuyabilirsiniz.