Translate

Felsefe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Felsefe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Ekim 2020 Cuma

Terörizm ve terörist

"Şiddet eylemini gerçekleştiren örgüt için “terör örgütü”, bu eylemler içerisinde yer alan kişi için de “terörist” tanımlamasının yapılması, savundukları politik görüşlerle ya da eylemlerinin amacıyla değil hâkim gücün bu örgütlerde ifadesini bulan sosyo-politik gerçeklik karşısındaki tutumu ile ilgilidir"


Dünyanın birçok ülkesinde, devlete karşı politik tutum alan ve toplumsal dönüşümde radikal mücadeleyi savunan veya destekleyen kurumların, partilerin ve kişilerin politik kimlikle tanınması istenmiyor. Hiçbir devletin yazılı hukuk sisteminde politik yargılamalara yönelik bir hukuk maddesi bulunmaz. Politik içerikli yargılanmaların yazılı hukuktaki yeri “devlet aleyhine suç işlemek ve terör örgütü üyesi olmak” olarak belirlenmiş. Bu nedenle politik görüşleriyle yargılananlar hukuksal olarak “terör” suçları kapsamında ele alınıyor.

Şiddet ve terör

Küresel sistem güçlerinin, toplumsal değişim mücadelesinde şiddeti benimseyen politik hareketleri bir biçimiyle “terör” olgusu içerisinde değerlendirmesi, politik tasfiyesine bir gerekçe oluşturmaktır. Amaç “terörist” tanımlamasıyla onların mücadele ettikleri toplumsal zemini ortadan kaldırmaktır. Aynı şekilde, ülkelerin iç politik sistemlerine karşı gelişen her toplumsal hareket, “anayasal düzeni yıkmak ya da tehdit etmek” iddiasıyla “terör” kapsamında görülerek etkisizleştirilmeye çalışılır.

Sorunun doğru anlaşılabilmesi için bir noktaya dikkat çekmek gerekir: Kuruldukları ülkelerin sosyolojik dinamiklerine dayanan, doğrudan politik iktidar hedefi olan partilerin/organizasyonların ‘şiddet’ eylemlerinin hedefinde ilkesel olarak siviller veya silahsız kişiler yer almaz. Karşıt silahlı güçler arasındaki çatışmalarda sivillerin zarar görmesi ile doğrudan sivilleri hedefleyen eylemlere başvurulması farklı şeylerdir. Savaşlarda dahi sivillerin zarar görmemesine azami derecede dikkat edildiği belirtilse de çatışmalarda yüzbinlerle ifade edilecek düzeyde sivilin çok olumsuz etkilendiği biliniyor.

Aynı şekilde sosyal hareketlerin üzerinde yükseldiği ideolojik-politik ilkeler, ‘şiddet’ hareketinin yönünü de belirlemektedir. Örneğin, Afganistan’da Taliban’ın başvurduğu şiddet eylemlerinin merkezinde askeri güçler bulunmakla birlikte sivilleri koruma hassasiyeti de oldukça azdır. IŞİD, sivillere dehşet salmayı özellikle tercih etmektedir. Ancak Kolombiya’da FARC, Lübnan’da Hizbullah, Türkiye’de PKK ya da Filistinli direniş örgütleri gibi örgütlerin ise şiddet eylemlerinde sivillerin fazla zarar görmemesi için görece dikkatli hareket ettikleri söylenebilir. Bu hareketlerin şiddet içerikli eylemlerinde sivillerin zarar görmesinin kendi politik tercihleri olmadığı ifade edilse de sivillere zarar veren eylemlerdeki sorumluluklarının görmezden gelinemeyeceği bilinmelidir. Yine de sosyo-politik dinamikler üzerinde yükselen hareketler/partiler, yaptıkları eylemlerin muhtevasına ve hedefine yönelik bakış açılarındaki farklılıklardan bağımsız olarak, şiddete de başvuruyorlar diye genel olarak “terör hareketleri” olarak değerlendirilmemelidir. Şiddet eylemini gerçekleştiren örgüt için “terör örgütü”, bu eylemler içerisinde yer alan kişi için de “terörist” tanımlamasının yapılması, savundukları politik görüşlerle ya da eylemlerinin amacıyla değil hâkim gücün bu örgütlerde ifadesini bulan sosyo-politik gerçeklik karşısındaki tutumu ile ilgilidir.

İç politik ve bölgesel faktörleri

Hemen her ülkede durum benzer olup ekonomik, politik ve toplumsal sorunların düzeyi, çelişki ve çatışmaların artma eğilimi ve toplumsal muhalefetin ortaya koyduğu taleplerin içeriğine göre devlete veya iktidara karşı gelişen politik mücadele ve eylemler “Terörle Mücadele” kapsamında yargılanmaktadırlar. Şiddeti de içeren politik mücadeleyi esas alan partiler/örgütlerin, muhatap devletler tarafından “terörist” olarak görülmeleri iktidar mücadelesiyle ilişkilidir. Bu bakımdan “terör örgütü” ve “terörist” kavramlarının sosyolojik bir temeli bulunmamakta, daha çok kriminal terimler olarak kullanılmaktadır. Salt şiddete başvurulduğu için “terör” ve “terörist” kavramlarına başvurulacaksa, devletlerin çok yoğun olarak uyguladığı öldürmeyi de içeren şiddet yöntemleri nedeniyle “devlet terörü” ya da “terörist devlet” tanımlamasının yapılması da pekâlâ mümkündür. Hatta Uluslararası Af Örgütü gibi insan hakları örgütlerinin farklı ülkelere dair yayımlamış oldukları raporlarda sıklıkla “devlet terörü” kavramına başvurulmaktadır.

Bir devletin sınırları içerisinde farklı metotları ve araçları kullanarak mücadele eden politik örgütlerin ya da kitle örgütlerinin “terörist” kabul edilmesinde, bütünüyle devletlerin iç politik denklemleri ve bölgesel ilişkileri, daha doğrusu buna yön veren çıkarlar belirleyicidir. Bir devletin “terörist” görmediği bir örgütü, başka bir devlet kolaylıkla “terörist” olarak değerlendirilebiliyor. Bunun hangi ilkelere ve hukuksal değerlere dayandırıldığına dair nesnel bir değerlendirme yok. Öyle ki Birleşmiş Milletlerin ya da BM Güvenlik Konseyi’nin “terörist” görmediği bir parti ya da örgüt bir ülkenin iç sorunları nedeniyle “terörist” olarak görülebiliyor. Ya da BM, ‘terör’ örgütü kapsamında görüyor, ülke ise tersine ‘terör örgütü’ olarak değerlendirmiyor.[1]

Şiddeti esas alan politik örgütler

Afganistan’da Taliban, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne göre terör örgütü ancak Pakistan tarafından terörist bir örgüt olarak görülmüyor.

Müslüman Kardeşler, Mısır’daki iktidar için “terör örgütü” ancak Türkiye için değil.

Filistin’de Hamas, Lübnan’da Hizbullah, İsrail devleti için “terör örgütü” fakat İran ve Türkiye için değil.

Yemen’de Husiler, Suudi Arabistan için “terör örgütü”, İran için değil.

Suriye’de Demokratik Suriye Güçleri (QSD) Türkiye için ‘‘terör örgütü” ama BM, ABD ve Rusya için değil.

FARC, Kolombiya devleti için “terör örgütü” ancak Küba ve Venezüella için değil.

PKK, Türkiye için “terör örgütü” ancak NATO üyeleri dışında pek çok devlet için değil.

Irak’ta Haşdi Şabi, ABD için “terör örgütü” ancak Irak hükümeti ve İran için değil.

ETA, İspanya devleti için “terör örgütü” fakat birçok devlet ve parti için değil.

IRA, İngiliz devleti için “terör örgütü” ama birçok parti kurum için değil.

El Kaide, IŞİD ve Heyet-i Tahrir’uş Şam (HTŞ), Birleşmiş Milletler için ‘‘terör örgütü” ancak HTŞ’yi zoraki olarak “terör örgütü” olarak kabul eden AKP için pratikte değil.

Çeçenistan’daki İslamcı örgütler, Rus devleti için “terörist” ancak birçok parti için değil.

Doğrudan Eylem ve Korsika Kurtuluş Ordusu, Fransa devleti için “terörist” örgütler fakat birçok politik parti için değil.

Baader-Meinhof, Alman devleti için “terör örgütü” ancak birçok parti ve kurum için değil.

Kızıl Tugaylar, İtalya devleti için “terör örgütü” ancak birçok kurum için değil.

19 Kasım, Yunanistan devleti için “terör örgütü”.

Maoist Aydınlık Yol, Peru devleti için “terör örgütü” ancak birçok parti için değil.

Taliban, Müslüman Kardeşler, Husiler, Hamas, Hizbullah, FARC, Aydınlık Yol, QSD, PKK gibi politik mücadelelerinde şiddete de başvuran partiler/kurumların “terörist” olarak görülmelerinde belirleyici ortak bir kriter oluşturulmuş değil. Bunların ideolojik-politik kimlikleri, dünyaya bakış açıları, hedefleri, stratejileri birbirinden tamamen farklıdır. Ortak yanlarını bulmak pek mümkün değildir. Ancak bulundukları ülkelerin toplumsal dinamiklerinden beslenmişlerdir. Ülkelerinin karşı karşıya olduğu sorunların bir sonucu olarak ortaya çıkmışlardır. Bu örgütlerin geriletilmesi pekâlâ mümkündür ancak tasfiyeleri oldukça zordur. Çünkü ortaya çıkış gerekçelerini oluşturan sosyo-politik sorunlar çözümlenmeden örgütlerin tasfiyesi mümkün değildir. Etkisizleştirilseler dahi sosyo-politik sorunlar varlığını sürdürdükçe benzer örgütlerin ortaya çıkmaları ve güç olmaları her zaman mümkündür.

“Terörist” etkili bir politik güce dönüşebilir

Bir dönem devletler tarafından “terörist” görülen örgütler, yıllar sonra parlamentoda temsil edilmeye başladılar, hatta iktidara geldiler.

Güney Afrika Ulusal Kongresi bir dönem “terörist” bir örgüt olarak bilinirdi. Mandela örgüt lideri olarak 27 yıl cezaevinde kaldı. Sonra Güney Afrika Cumhuriyeti’nin devlet başkanı oldu.

Filistinli El Fetih örgütü bir dönem İsrail ve ABD tarafından “terörist” bir örgüt kabul edildi. Lideri Yasar Arafat, “terörist” olarak yıllarca arandı. Sonra Filistin lideri olarak İsrail ile Barış Anlaşması imzaladı.

Kolombiya’da yıllardır devlet ile FARC arasında devam eden savaşta yaklaşık 75 bin kişi yaşamını yitirdi. Ancak yakın dönemde iki güç arasında barış anlaşması yapıldı. FARC silahlı mücadeleyi durdurarak seçimlere katıldı ve parlamentoda temsil edildi.

İspanya devleti, terörist gördüğü ETA ile barış anlaşması imzaladı. ETA da anlaşma gereği silahlı mücadeleye son verdi ve Özerk Bask bölgesinde seçimlere gidildi.

Birleşik Krallık/İngiltere, yıllarca çatıştığı ve terörist gördüğü IRA ile barış anlaşması yaptı. Silahlı mücadeleye son veren IRA, İrlanda Özerk Bölgesinde seçimlere katılarak parlamentoda temsil edildi.

Demokratik Suriye Güçleri (QSD), Türkiye için “terörist” ancak ABD ve Rusya, QSD ile resmi anlaşmalar yapıyor.

Türkiye için Abdullah Öcalan bir “terör örgütü lideri” ama gerektiğinde siyasi çözüm için masaya oturdu.

“Terör örgütü” ve “terörist” kavramlarının bütünüyle politik ilişkilere ve dengelere göre kullanıldığı çok net olarak görülüyor. Karşıt iki gücün yıllara dayanan silahlı çatışması iç ve bölgesel politik koşulların değişmesiyle yerini uzlaşıya ya da anlaşmaya bırakarak savaşa son veriliyor. Doğal olarak terörist oldukları gerekçesiyle yıllarca cezaevinde tutulan örgüt militanları serbest bırakılıyor. Terörist görülen örgüt liderleri bu kez tersten politik kimliğiyle hem uluslararası ilişkilerde kabul görüyor hem de birçok örnekte olduğu gibi parti lideri veya milletvekili olarak parlamentoya seçilebiliyor. Terör örgütü lideri olarak görülen Arafat ve Mandela bu süreçlerin tipik iki örneği olarak devlet başkanı oldular ve Birleşmiş Milletlerde ayakta alışkandılar.

HDP’den terörist çıkmaz

Sorunların demokratik siyaset içerisinde çözülmesini esas alan HDP’nin Eş Başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ üzerinden yürütülen politik tasfiye politikasının arka planında PKK ile HDP arasında organik bir bağ kurma stratejisi yatıyor. HDP’nin “terör örgütü”yle ilişkili olduğu algısı topluma kabul ettirilmek isteniyor. PKK, siyasal mücadelesinde şiddeti savunuyor, HDP ise tersine koşulsuz ‘şiddete’ karşı olup, Kürt sorununun demokratik siyaset içerisinde çözülmesi gerektiğini savunuyor. HDP, programında bu görüşlere çok açık yer veriyor ve politik mücadelesini de bu çerçevede yürütüyor. Ne Demirtaş’tan terörist ne de HDP’den “terör örgütü” çıkartılabilir. HDP ile PKK arasında organik bir ilişki olduğu algısını oluşturmak için delil elde etmek isteyenlerin böyle bir şansları bulunmuyor. Çünkü HDP, demokratik siyaset kuralları içerisinde şiddete karşı bir politik çizgide mücadele ediyor.

Sonuç

Devlet, “terör” ve “terörist” tanımlamasını doğru yapmadığı, ülkenin sosyo-politik dinamiklerini dikkate alan ortak çözümler üretmediği sürece, sorunların aşılması mümkün görünmüyor. Devlet, Kürt sorununu güvenlikçi politikalarla, Kürt politik güçlerini “terörist” görerek çözemeyeceğini anlamalıdır. 40 yıldır kesintisiz devam eden ve 700 milyar doların üzerinde bir harcamanın yapıldığı düşük yoğunluklu savaşın çözüm olmadığı artık kabul edilmelidir. Kriminal tanımlamalara değil sosyo-politik çözümlere ihtiyaç vardır. Bunu görüp çözüme yaklaşan kazanır, görmeyen ve devlet şiddetinde ısrar eden kaybeder.

Dipnot:

[1]BURUDJİEV Tatiana Prof. “Who can be defined as political prisoner”. Europost.bg. Retrieved 2013-01-25.

Mustafa Peköz - sendika.org

30 Nisan 2020 Perşembe

Siz bu rejimi ne sanıyorsunuz?

Erol katırcıoğlu:

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin nasıl bir yönetim tarzına denk düştüğü konusunun, son zamanlarda sosyal medyada muhalefet vekillerine yöneltilen eleştiriler çerçevesinde yeniden gündeme gelmesinde yarar var. Çünkü anlaşılan ülkede var olan “parlamenter demokrasi” rejiminde yapılan değişikliklerin aslında neye tekabül ettiği, bildik kavramlar arkasında kaldığından pek de görülemiyor. Kimileri sanki ortada bir “parlamenter demokrasi” varmış gibi düşünmeyi, ağır aksak da olsa siyasetin “Meclis’te” yapıldığı günleri düşünerek tutum almaya devam ediyor. Böyle düşünmelerin sebebi belki de eski ile yeni arasında varolan kurumlarda pek bir değişiklik olmadığı algısı. Çünkü bugün bu sistemde eski sistemde varolan bütün kurumların hepsi var. Cumhurbaşkanı mı? Var. Meclis mi? Var. Hükümet mi? Bakanlar mı? Yargıtay mı? Var, Danıştay mı, Anayasa Mahkemesi mi? Var. Var oğlu var! Hepsi orada Ankara’dalar!

Ama sevgili okuyucu aslında bu kurumların hemen hepsi, rahmetli ünlü sosyolog Ulrich Beck’in kullandığı kavramla ifade edecek olursak “zombi kurumlar”. Yani hem varlar, hem de yoklar! Ölmüşler ama ölmemiş gibi duruyorlar. İçlerinde herhangi bir hayatiyet kalmamış, yalnızca görüntüleri durmakta. Gerçek bu!

Bu sistemde tek var olan, klişe haline gelmiş olsa da yine de kullanalım, “Tek adam”! Bugün Türkiye’yi bu “tek adam” yönetiyor. Tabii ki aklınıza, ortada bir tek kişi, ülkede her ne oluyorsa o biliyor ve gerekli tedbirleri o alıyor gibi bir sahne gelmesin. Ama ülkede her ne oluyorsa ona iletiliyor ve o bu konularla ilgili iradesini etrafındaki küçük bir azınlığa yansıtarak ülkeyi yönetiyor.

Oysa toplumlar farklı durum ve çıkarları olan insanlardan oluşur ve siyaset yapmak dediğimiz eylem de onların aralarındaki farklılıkların ortak bir iradeye dönüşmesi için yapılır. Yani siyaset, farklı çıkarlar arasındaki uyumsuzlukları taraflar arasında kabul edilebilir bir hale getirmek için, bir başka deyişle çelişkiler arasında “uzlaşmalar” üretebilmek için yapılan bir eylemdir. Bu nedenle de siyasetin bir “ikna etme sanatı” olduğunu söylemek bile mümkündür.

Çağımızda “temsili demokrasiler” işte böyle bir mekanizma üzerinden çalışıyorlar. Toplumdaki farklı çıkarlar, farklı partilerde örgütlenerek, farklı partilerin “vekilleri”nden geçerek parlamentoda vücut buluyorlar. Parlamento ise siyasetin yapıldığı, bir başka ifadeyle, çıkarlar arasında var olan çelişkileri çözdüğü ya da çözmeye çalıştığı bir mekan. Kimi zaman “uzlaşma”, kimi zaman “taviz”lerle farklı ve çelişik talepler arasında ortak bir çözümün arandığı bir zemin.

Peki bu basit çerçeveden baktığımızda bizim parlamentomuzun da böyle çalıştığını söylememiz mümkün müdür?

Bin defa hayır!

Her ne kadar bugün Meclis’te bulunan vekiller siyaset yapmak üzere seçilmiş insanlar olsalar da (yukarıda ifade ettiğim anlamıyla) böyle bir eylem içinde değiller. Çünkü Erdoğan, siyaseti Meclis’ten kaçırıp tümüyle kendi eline almış ve küçük bir azınlık vasıtasıyla da saraydan yürütmekte. Siyaseti Meclis’ten kaçırmasını ise, yalnızca muhalefet partilerinden değil kendi partisinden de anlamına kullanıyorum. Bir başka ifadeyle tek adamın kendi partisinin milletvekillerine de Meclis’e de ihtiyacı yok aslında. Ama şimdilik bu “tek adam” yönetiminin aslında bir diktatörlük gibi algılanmasını istemediğinden zombi mombi de olsa Meclis’in varlığı devam ediyor.

Muhalefete eleştirileri olanların var olan bu rejimi bu çıplaklığıyla görüp ona göre eleştirilerini yapmalarında yarar var. Tabii her zaman şu değiştirici olabilir: Muhalefet partileri birlikte davranarak tavır alabilseler bu Cumhurbaşkanlığı rejimini değiştirebilirler. Ama siyasi alanın bu kadar daraltıldığı ve kirletildiği bir dönemde bunu yapabilmek mümkün müdür? Ya da mümkünse nasıl? Herkesin kendine sorması gereken soru bence bu.

Erol katırcıoğlu

http://yeniyasamgazetesi1.com



24 Mart 2020 Salı

Triyaj


Triyaj Fransızca seçmek, ayırmak anlamına gelmektedir?
Türkçe Wikipedi’de “Triyaj, savaş alanlarında ve acil servislerde tıbbi müdahale önceliklerini belirleme sistemi. Bu öncelikler; hastanın yaşama şansı, durumunun aciliyeti gibi unsurlara dayanarak belirlenir.” diye açıklanmış.
Peki kim seçilecek? Hangi ölçülere göre seçilecek? Ne için seçilecek?
Yaklaşan ve giderek engellenemez hale gelen yaşlı ve hastaların soykırımını görmek ve asgari ölçüde de olsa engellemek bu soruların cevabında gizlidir.
*
Triyaj kavramı bugünkü kullanımıyla modern devletler ve savaşlarla ortaya çıkıp gelişmiştir.
Triyaj ciddi bir sorun olarak Fransız devriminden sonraki savaşlarda eşit yurttaşların genel silah altına alınmasıyla ortaya çıktı. Hiyerarşik bir toplumda triyajı elbette toplumsal hiyerarşi belirler ve örneğin soyluların önceliği olurdu.


Fransız ordusunda Larrey adlı bir askeri doktor, hızlı bir sınıflama ve seçim sistemiyle, yani triyajla bacak kesmelerde diğer doktorlara göre daha çok oranda askeri yaşatmayı başarıyor (%75-80) oranında. Bu konunun ilk başlangcı oluyor.
Daha sonra bir Rus doktor, Kırım ve Kafkasya savaşlarında öncelikli olarak tedavi görecekler için seçme ilkelerini belirliyor ilk kez. Bunu Prusya ordusu da benimsiyor Ve sonra da bütün dünya ordularına yayılıyor. Modern tıpta özellikle acil servislerde büyük önem kazanıyor.

Örneğin gemilerin batışında, “önce kadınlar ve çocuklar” “en son kaptan” bir triyaj ilkesidir.
Yani büyük felaketler, savaşlar ve pandemilerde kimin öncelikle tedaviye alınacağı, kimin önce kurtarılacağı, yani “yangında ilk kurtarılacak” olanı seçmek, bunun ilkelerini belirlemek zorunludur.

Triyajda çeşitli ülkeler ayrıntıda farklılıklar gösteren standartlara sahipse de, esas olarak beş aşamalı bir triyaj kabul görmüştür ve uygulanmaktadır ve bu aşamaları sembolize eden renkler vardır:
Kırmızı: hayati tehlike, derhal müdahale
Sarı: Ağır yaralı
Yeşil: Sonra müdahale
Mavi: yaşama şansı yok
Siyah: Ölü

*

Peki ya binlerce kırmızı, yani acil müdahale bir anda gelirse ne olacak?

Önümüzdeki günlerde hastanelere binlerce “hayati tehlike”, yani kırmızı hasta yığılacak, eldeki yoğun bakım yatakları binlerin yüzde veya binde birine bile yetmeyecek ve bu muhtemelen bu böyle, en iyi ihtimalle yaz ortasına kadar, birkaç ay sürecek, (ertesi yıla uzama olasılığı bile var).
Yani acil müdahale gerektiren ağır hastalar içinde de seçim yapılmak zorunda kalınacak. Durumları eşit derecede acil olanlar veya daha yaşlı ama daha umutvar olmakla birlikte daha genç ama daha az umutvar olan arasında yaşaması ve suni solunum aygıtına bağlanması için kim seçilecek?
Doktorları kimin yaşayacağına karar verme ahlaki yükünden ve sorumluluğundan kurtarmak için, olabildiğince nesnel kriterler belirlenmiştir. Ancak gelecek hasta sayısı, zaman kısıtlılığı personelin yorgunluğu ve sınırlılığı nedeniyle bu “nesnel” kriterler bile işe yaramayacaktır.

Kaldı ki, bu hastalıkta henüz böyle ölçütler de yoktur ve belirlenmiş değildir.
Bu durumların nesnel bir kriteri o kadar zordur ki.
Bu gibi durumlarda seçim yapmak zorunda kalan doktor ve diğer personel genellikle travma sonrası rahatsızlıklar gösterir.
Bu durumda ne olacak?

Zamanında sokağa çıkma yasağı ilen etmeyerek, hastalığın yayılma hızını yavaşlatmak için elinden geleni yapmayarak, yoğun bakım ve suni solunum cihazlarını, bunları kullanacak personeli azami düzeye çıkarmayarak, sayıları gizleyerek ve az göstererek, sorunun hastalığı yavaşlatma ve kapasiteyi aşmama olduğunu gizleyerek bizzat virüs aracılığıyla hükümet bir triyaj (ayıklama, seçim) yapıyor. Yani önceliği daha genç ve sağlıklı olanlara veriyor.
Bu “büyük triyaj”.
Böylece yaşlı nüfusu ölüme terk etmiş oluyor.
Bir de hastaneye gidenler içinde de ikici bir triyaj olacak. Bu da “küçük triyaj”
Büyük bir olasılıkla gençlere vs. öncelik tanınarak, birinci triyajda virüsün gözünden kaçanlar, bu ikinci triyajda eleneceklerdir.

*

Bu geleceği apaçık olan yığılmayı engellemek için hiçbir şey yapmayan, sorunu bu yığılmayı engellemek ve hastalığın yayılışını yavaşlatıp zamana yaymak gibi bir strateji izlemeyen hükümet apaçık olarak yaşlı nüfusun büyük ölçüde soykırıma uğratmayı planlamış bulunmaktadır.
Muhalefet de sorunun bu olduğunu hiçbir şekilde öne çıkarmayarak hükümete fiilen destek olmuştur ve olmaktadır.

Daha önceleri insanlar dillerinden, dinlerinden, “ırklarından”, siyasi görüşlerinden dolayı defalarca soykırımlara uğramışlardır.
Bunun benzerini saf ve sağlıklı olanı seçmeyi kısmen öjenikler, naziler savunurdu bir zamanlar.
Ama şimdi ilk kez hasta ve yaşlıların soykırımı karşısındayız.

İngiltere’nin uygulayacağını söylediği “sürü bağışıklığı” tamı tamına bir yaşlı ve hasta soykırımıdır.
Ve başlangıçta buna hiç tepki vermeyen İngilizler sonra tepki verince hükümet geri adım atmak sorunda kaldı ama tedbirleri hala fiilen bu yaşlı ve hasta soykırımını engelleyecek durumda değildir.

Türkiye’de ise hükümet resmen bunu istedi ve bütün stratejisini, bunun gizlenmesi üzerine, dikkatleri başka noktaya çekme ve bunu açıklayanları bastırıp susturma ve tüm toplumu fiilen bu soykırımdan habersiz bırakma üzerine kurdu.
Şu ana kadar da bunu başardı,
Erdoğan ve damadının gülmelerinin nedeni budur. Güzel günlerden, ekonomik başarılardan söz etmelerinin nedeni budur.

Eğer toplumdan ses çıkmaz ve sıkı durup on binlerce hasta ve yaşlı insanın boğulurak ölümünü “solunum yetmezliği” ve “zatürre” raporlarıyla gizler ve bu soykırımı kişisel ve ailevi trajediler olarak topluma kabul ettirebilirse kendi açısından başarıya da ulaşmış olacak ve kendisiyle suç ortağı ve iyice çürümüş bir toplum yaratacaktır.
Çünkü yaşayanlar tıpkı Ermeni mallarına konmuş Müslümanlar gibi bu suç ortaklığından maddi bakımdan kazançlı olarak çıkacaklardır. Ölen yaşlı ve hastaların masrafının azalması sosyal sigortaların hastalık ve emeklilik sigortalarının örneğin soluklanmasına yol açacaktır. Buradan küçük ödülleri kalanlara dağıtmak memnuniyetsizlikleri bastırmaya yarayabilir.

*

Yaşlı ve hastaların bu soykırımı yepyeni bir olgudur.
Herkes bu salgının yol açacağı sosyolojik değişmelerden söz ediyor.
Böyle tahminlerde bulunmak entelektüel bir spor haline geldi. Ama bu sporu yapanlar gerçek bir olgu karşısında susuyorlar.
Kimseden çıt çıkmıyor.
Yaptığım paylaşımları çok az insan paylaşıyor.
Sadece korku değil bunun nedeni. Haydi benim dilim sivri, önermelerim keskin köşeli ama yumuşak ve yuvarlak da olsa konuyu öne çıkaran yok.
Ezop dili veya başka olanaklarla da başkaları aynı şeyleri söylemeyi deneyebilir.
Bu bile yapılmıyor.
Ortada bu soykırımı sessizce bir kabullenme de var.
Bu korkunç bir durumdur. İnsanlığın, toplumun sonudur.
*
Peki neler yapılabilir?
Oyunun kuralları değişmiş bulunuyor.
Bu artık bildiğimiz dünya değil.
Hayatın ve toplumsal yaşamın en temel sorunları karşısındayız.
Örneğin böylesine bir soykırım söz konusuyken işçilerin durumundan söz etmek gibi şeyler nesnel olarak bu soykırıma onay vermek anlamına gelmektedir.
Bu satırların yazarı bir Marksisttir.
Marksizm de gerçekliğin somut olduğunu, her şeyin her an kendi zıddına dönebileceğini söyler.
İşte böyle bir anda bir Marksistin görevi bu değişimi görmek ve ona uygun bir strateji ve program uygulamak ve geliştirmektir.
Nasıl “Bugün sosyalistlerin, demokratların, HDP'nin hükümetin tedbirlerini eleştirirken emekçilerden, fakirlerden söz etmesi, gerçek sorunu anlamadığını gösterir. Bugün sorun emekçilerin değil, çoğu hasta ve yaşlı olanların YAŞAMA HAKKINI savunmaktır.” diyorsak, bununla bilinen bütün ezberleri bozuyorsak, şimdi de acil olarak yine ezber bozan tedbirler önereceğiz.
*
Türkiye’de acil görev Hükümet’in bu gizleme ve soykırım stratejisin ve planını bozabilmek için her şeyi yapmaktır.
Aşağıda bu bağlamda en acil ve somut öneriler yer alıyor.

Bunları bir, en temel bir yerde bulunma hakkı üzerinden sivil direniş önerileri yapan bir Marksistin şimdi derhal ve kesin olarak sokağa çıkma yasağı önermesi kimseyi şaşırtmamalıdır.
Çünkü soykırımı biraz olsun engellemenin ve hükümetin oyununu bozmanın tek yolu budur.

Pandemi’nin yayılma hızını yavaşlatmak ve ölümcül tehlike içindeki hastaları bakım kapasitesinin altına çekebilmek için acilen şunlar yapılmalıdır.
1) Derhal, acilen, hiçbir gevşetmeye mahal vermeden, kesin ve istisnasız sokağa çıkma yasağı. Tüm sivil nüfusun evlerine kapanması, evsizlere barınak bulunması.
2) Hapishaneler, yatılı okullar vs.’de yaşayanların birbirine virüsün bulaşmayacağı ölçüde mesafeli yaşayabilmeleri için evlerine yollanmaları veya evleri olmayanlara kalacakları yerler sağlanması.
3) Tüm nüfusun evde kaldığı sürece temel yaşam ihtiyaçlarını karşılamak için, ilk elde tüm ordu, polis, bekçi ve diyanetten maaş alanları görevlendirmek. Yani ordu ve polisin ve bekçilerin vs. asli görevi evine kapatılmış yurttaşların alışverişi, iaşe ve ibadesi gibi en temel ihtiyaçlarını karşılamak olmalıdır. Şu anki durumla baş edebilecek tek kullanılabilir güç bunlardır. Bunun için başka ülkelerde bulunan tüm güçlerin ülke içine çekilerek ihtiyaç olan yerlerde görevlendirilmesi
4) Tüm ödemeler, borçlar, dondurulmalı, ihtiyacı olan her yurttaşa, eşit miktarda olmak üzere temel ihtiyaçlarını karşılayacak bir para verilmelidir. Yurttaşlara bu paraları vermek, bu paralarla ihtiyaçlarını alıp onlara getirmek tüm ordu, polis vs. gibi personelin temel görevi olmalıdır.
5) Ülke yönetimini Türkiye Büyük Millet Meclisi ele almalı ve sürekli toplantı halinde bulunmalıdır. Meclis tıpkı Birinci Büyük Millet Meclisinde olduğu gibi, kendisine karşı sorumlu bakanları ve diğer komisyonları görevlendirmelidir.
6) Yurttaşlar birbirinden izole olacağı için, büyük önem kazanacak tüm medya organları, sendikalar, meslek kuruluşları, odalar vs. gibi sivil toplum örgütlerinin kontrolüne verilmelidir.
7) Tüm hastaneler ve sağlık kurumları derhal kamulaştırılmalıdır. Tüm sağlık kurumlarının yönetimi, efektif bir çalışma ve koordinasyon için, tam sağlık kurumlarının yönetimi sağlık personelinin kontrolüne verilmelidir.
8) Ancak tarihte görülmemiş, devletin şiddet araçlarını yurttaşların ihtiyaçlarını karşılamakla görevlendiren ve onların yaşamlarını en az kayıpla sürdürmesinin aracı kılan böyle tedbirlerle uçuruma doğru giden arabaya ani fren yaptırıldıktan ve uçuruma yuvarlanmak engellendikten sonra, neyin nasıl yapılacağına yine halk karar verebilir.
9) Tarihte daha önce görülmemiş tüm ezberleri bozan bu pandemi ve sonuçlarıyla yine tarihte benzeri görülmemiş ezber bozan tedbirlerle baş edilebilir.

21 Mart 2020 Cumartesi
Demir Küçükaydın

1 Ocak 2020 Çarşamba

Kullandığınız her sözcükle bir anlaşma imzalarsınız

Kullandığınız her sözcükle bir anlaşma imzalarsınız.

Hem kendinizle, hem karşınızdaki ile ve hem de tüm evrenle!
Bir insan gelecekte ne yaşayacağını merak ediyorsa
Bugün ne konuştuğuna baksın.
*Sadece OLMASINI İSTEDİĞİNİZ şeyleri söyleyin.*
"Hasta olmak istemiyorum" yerine,
*”Sağlıklıyım."*
"Yaşlanmak istemiyorum" yerine
*"Her daim genç kalacağım.."*
*Öyle ki beyin negatifi algılamaz. Söylenen her sözü gerçek kabul eder.*
Mesela siz, *"Unutma"* dediğinizde onu *"unut"* olarak algılar. *"Aklında tut"* demek daha doğrudur.
Birisine, *“Panik yapma”*
Dediğinizde daha fazla panik olacaktır. Bunun yerine *"sakin ol"* demek daha uygundur.
Bu yüzden, *ne istiyorsak onu söylemeliyiz!*
Birisi sizi gördüğünde *"hasta gibi görünüyorsun"* derse ve siz buna inanır, onaylarsanız, anında anlaşmayı imzalamış olur ve hastalanırsınız.
Bazı insanlar hastalıklarına sıkı sıkı sahip çıkarlar.
*"Benim şekerim var!"*
*"Benim tansiyonum var!"*
*”Benim kolestrolüm yüksek!”*...
*BENİM..!!!* diyerek sahip çıkarsanız o hastalık da sizi hayatta bırakmaz!
*"BEN" diye başlayan her cümleyi bilinçaltınız sahiplenir ve emir kabul eder.*
*FARKINDALIĞI OLAN KİŞİ İSE; bedeninin kendine verdiği mesajdan ders çıkarır* Ve şu soruların cevabını arar;
*"Bilmem gereken şey ne?”*
*”Hayatımda neyi değiştirmem gerekiyor?"*
*"Nerede hata yaptım ki; hastalıkla bedenim beni uyarıyor?"*
Büyüklerin çok söylediği bir söz vardır:
*"Bir şeyi kırk kere söylersen olur."*
Hiç düşündünüz mü neden acaba?
*Çünkü dil neyi çok söylerse, bilinçaltı onu gerçek kabul eder ve beyin gerçekleştirmek için harekete geçer.*
*OLUMLU KONUŞMAK ve OLUMLU DÜŞÜNMEK işte bu yüzden çok önemlidir.*
*Ağzınızdan çıkan cümleleri değiştirin, hayatınız değişsin..*
Sözlerinizle birlikte, düşünceleriniz değişmeye başlar. Düşünceleriniz değiştikçe de; davranışlarınız değişir ve siz başka birisi olursunuz.
*Bir bakarsınız ki yaşamınız, söyledikleriniz ve düşündükleriniz, davranışlarınız olmuş..*
Şimdi şu iki cümleye bakın. Ve iki cümlenin de ayrı ayrı size ne hissettirdiğini düşünün..
- “Bugün hava çok güzel ama yarın yağmur yağacak.”
- “Yarın yağmur yağacak olsa bile bugün hava çok güzel!”
Sadece iki kelime <AMA> ve <OLSA BİLE> kelimeleri cümledeki ifadeyi ne kadar değiştiriyor değil mi? İlkinde olumsuz bir duygu durumu ikincide ise her şeye rağmen mutlu olma durumu.
*Biz sade düşüncelerimizden değil, duygularımızdan da sorumluyuz.*
*İçimizdeki kinden, nefretten, intikam duygusundan yükselen eksi elektrik, dünyadaki bütün zerreleri ürpertiyor,*
*Veya içimizden yükselen ve içine yeryüzündeki bütün insanları, bütün hayvanları, bütün nebatatı, bütün eşyayı alan hayırlı bir dua, güzel bir dilek dalga dalga bütün zerrelere, iyinin, güzelin, temiz, asil ve yüce olanın ışınlarını yayıyor.*
*Ne olur kalbimizi, kafamızı hep sevgiyle, saygı ile, edep ile, incelikle ve güzel duygularla dolduralım."*

* Şems-i Tebrîzî der ki;*
* Eğer hala KIZIYORSAN* Kendin ile olan kavgan bitmemiş
*Eğer hala KIRILIYORSAN* Gönül evinin tuğlaları pekişmemiş
*Eğer hala KINIYORSAN*
Af makamına ulaşmamışsın; öfke ve kin seni cayır cayır yakıyor
*Eğer hala ”BEN” demekten vazgeçmiyorsan*
Dizginlerin hala nefsinin elinde ve sen bu esarete boyun eğiyorsun
*Eğer hala musibetlere ÜZÜLÜYORSAN*
Gerçeği bilmiyorsun
*Eğer hala ŞİKAYET ediyorsan*
Hakikatı göremiyorsun.
Ve Hz. MEVLANA ile yazımızı süsleyelim. Hz. Mevlana der ki;
*”Ey kardeş! Sen ancak bir düşünceden ibaretsin. Ondan başka neyin varsa, kemiktir, ettir. Eğer düşüncen, manevi varlığın gül ise, sen de gül bahçesisin; diken isen küllüğe atılacak odun gibisin.”*
Huzurlu, mutlu, güzel günler yaşamanız dileğiyle.

Doç.dr Süleyman Coşkuner

11 Aralık 2019 Çarşamba

Benim yobazım senin yobazını döver

'Prof. Ahmet İnam'

Herkes kendi dünya görüşünün yobazına dikkat etsin. Yobaz dar kafalıdır, edepsizdir, düzeysizdir, sığdır, bencildir, kabadır, kendinden farklı olana kapalıdır, art niyetlidir, içten değildir.
Yobazlar, barışı, demokrasiyi arayamadıkları için, bulamazlar. Yobazların egemen olduğu dünyada barış olmaz. Yobaz düşmanıyla yaşar. Yaşaması için düşmana ihtiyacı vardır. Yobaz karşıt yobazlar yaratarak yobazlığını pekiştirmeye çalışır, düşmanını bulur. Bulamazsa icat eder. Yaşananlardan öğrenemez. Başına gelenleri kafasının içinde bulunan çerçevelere uydurmaya çalışır. Kendini sürekli olarak âdil, anlayışlı, merhametli sanır. Dünya hiçbir zaman yobazın dilediği gibi bir dünya olamayacağı için, yobaz türlü bahanelerle dünyayı kasıp kavurur.

Yobaz üreten bir dünyadayız. Düşüncede, duyuşta, dünyaya bakışta, inanışta yobazlar var. İnançlarını en saldırgan, en acımasız biçimde ortaya koyan, kendi gibi olmayanların bu dünyaya zarar verdiğini söyleyenler. Her görüşün, kavrayışın yobazı vardır. Biz genellikle bizim görüşümüzün dışındaki yobazları görüyor, kendi görüşümüzün yobazını fark edemiyoruz.
Kılavuzunuz yobaz ise yobazlık yolunda gürül gürül akıyorsunuzdur. Kitaplar, belgeler,
istatistiklerle yürütülen yobazca savunmalar ve saldırılarla kahramanca savunuyorsunuzdur, görüşünüzün kalesini.
Demokrasi sorunu yobaz sorununu görmezden gelirse anlaşılıp, çözülemez.
Yobaz demokrasi savar biridir. Hep kendi inancı haklı, kendisi gibi olanlar değerli olduğu için,
farklı görüşler haksız, kötü, yanlıştır. Demokrasi, yobazın varacağı son nokta için yalnızca bir
araçtır.
Yobazlık bulaşıcıdır. Eleştirinin, tartışmanın, farklı görüşlerin olmadığı bir dünyada yobazlık bir veba gibi yayılır. Yobazlık vebasının yaşandığı bir yerde huzur, barış, rahat görünüştedir.
Yobaz, kendi görüşünün yobazına kördür. Kendi görüşünün yobazını kahraman sanır, kutsallaştırır. Yobaza göre kendi görüşünün liderlerinin dışında hemen herkes yobazdır.

YOBAZLIĞIN ÜLKEMİZDEKİ AŞAMALARI
Yobazlığa yamak olarak başlanır. İçine düştüğümüz yobaz evinde dünya görüşümüzü yobaz yamağı olarak, yobaz bir tavırla kin, nefret, intikam duygularıyla öğreniriz. Yobazlık, sevgi anlayış, insan hakları, evrensellik, nesnellik kılığı altında da öğrenilebilir. Yamak yobaz, kendisi gibi davranmayanları düzeltmeye, doğru yola sokmaya çalışır. Zamanla dünya görüşünün dayandığı düşünsel, tarihsel arka planının bilgisini edinir, yobaz yardımcılığına yükselir. Görüşünü savunurken gösterdiği dayanıklılık, ısrar, ağız dalaşındaki başarıyla yobazlığa terfi eder. Siyasete atılırsa bir partiye girer yükselmeye başlar. Akademik hayatta ise doçent olur.
Yobaz siyaset alanında ise partinin yüksek kademelerinde rol almaya başlar. Kendini milletvekilliğe hazırlar, başarırsa milletvekili olur. Gazeteci ise iyi bir köşesi olur, gazete yönetimine geçebilir. Akademik hayatta ise artık profesördür. Yobazlığın bu aşamasına müdür yobazlık diyorum. Eğer alanında yükselirlerse, zengin olanları, bir partiyi, bir gazeteyi, bir inanç kurumunu destekler, milletvekili bakan olabilir. Ülke siyasetinde sık sık sözü edilen, televizyonlardan inmeyen biri olur ki, artık o, baş yobazlık aşamasına ulaşmıştır.
Çocuklarını "benim çocuğum büyüyecek de baş yobaz olacak" diye büyütür. Bu ülkeyi baş yobazların çevresine üşüşmüş yobazlar topluluğu kurtarır diye düşünürler. Bütün bu yobazlaşmaya karşı ülke hâlâ yaşıyorsa, yobazlaştırılmaya çalışıldığı halde imalat hatası olarak ortaya çıkıp da, sesleri yobazlar kadar yüksek olmayan birkaç "farklı", "deli", "uçuk", "korkusuz" vatanseverler sayesindedir.

Prof. Ahmet İnam


19 Kasım 2019 Salı

Her kadının kendi gücünün farkına varması gerekiyor

Emine Ebru ile söyleşi:

-Son Gemi okurlarına kendinizden ve “La Frida” adlı biyografik romanınızdan bahseder misiniz? Okuru neler bekliyor?
-Çocukluğu hayaller kurarak geçen biriyim öncelikle; akranlarımdan farklı değildim ama farklı düşünürdüm. Bunu kimseye belli etmezdim. Daha çok okur, daha çok oynar, daha çok gezerdim. Her şeyin normali bana az gelirdi, yorulana kadar, bayılana kadar, gücümün son damlasına kadar yaşardım her şeyi. Küçüklüğüm pek çok şehirde geçti, okuma alışkanlığını ailemden kazandım, özellikle babamdan. Kütüphanede çalıştım, buğday ambarına düşen aç tavuk gibiydim orada. Okumak yetmiyordu artık, yazmalıydım. Çok okudum, çok yazdım ama hala istediğim gibi yazamıyorum.
La Frida, Freud ve Thoreau’dan sonraki üçüncü biyografi kitabım. Fakat bu daha farklı, okurun kendini Frida Kahlo’nun hayatının içine yerleştiren, onun acılarına ortak eden bir yapısı var, derleme, araştırma ve belgelere dayanan bilgilerden öte empati yapabileceğiniz duygulara ve anlatıya sahip.
-Aşk, acı ve resim üçgeni ile duyguları arasında gidip gelen bir kadın aslında Frida. Peki Frida, sanatı, acısı ve sonsuz aşkı Diego olmasaydı yine de Frida olabilir miydi?
Bence Frida doğuştan isyankar, aşık, duygusal bir yapıya sahipti. Bu onun genlerinde var, öğrenmeye duyduğu açlığı fark eden ve bunu destekleyen babasıyla, annesinin katı tutumu arasında kalması, hayatının geri kalanında onu derinden etkiledi. Acıyla altı yaşındayken tanıştı, ilk gençlik yıllarında geçirdiği kaza sonucunda uzun süre yatağa bağlı kalması onu resim yapmaya itti. Yataktan çıkacak kadar kendini güçlü hissettiğinde ise resimlerini alıp daha önce okulunda görerek hayranlık duyduğu Diego’ya koştu. Diego, onun yeteneğine hayran kalarak o kadar yüreklendirdi ki, sanırım Diego olmasaydı Frida bu kadar ünlü bir ressam olmazdı, belki de devrimci yanı öne geçerdi ve onu günümüzde yine biliyor, konuşuyor olurduk.
-“Bir kadın ardı sıra gelen büyük acılarla nasıl baş edebilir?”i yaşamıyla anlatan nadir örneklerden sadece biridir Frida. Onda öne çıkan bu özellikler üzerinden kadın söylemi ve acılara, engellere Frida gibi büyük bir direnişle göğüs geren günümüz kadınları için neler söylemek istersiniz?
Kadın güçlü bir varlıktır, her şeyden önce duygularıyla hareket etmeleri onları güçlü kılar. Acılarıyla başa çıkmasını bilir, her kadının kendi gücünün farkına varması gerekiyor. Erkek egemen bir toplumda yaşadığımızı varsayarsak kadın olmanın zorluklarını anlayabiliriz. Kendisiyle yüzleşen ve kendi değerini bilen bir kadının bu zorlukları çoktan aştığını da görebiliriz.
Frida’nın kendine duyduğu öz saygısından yola çıkarak tüm kadınların bilmesi gereken şeylerden biri de kendilerine acımaktan vazgeçmeleridir. Bu, gücün ve gururun yansıması gibidir. Frida, resimlerinde ideal ölçülere sahip çekici ve güzel kadın tipi yaratmamıştır. Aksine kalın kaşlarını, yüz kıllarını ve bazı resimlerinde ise erkeksi duruşunu öne çıkarmıştır. Tek dostunun yine kendisi olduğu gerçeğini resmetmiştir. İç dünyasında fırtınalar koptuğu halde metanet havasının sezildiği tablolarıyla tüm dünya kadınlarına örnek olmuştır.
-Frida’nın biyografisi bana acımızı ve öfkemizi yazarak yahut çizerek dışa vurmayı öğretti. Bence Frida, bir kadının eğer isterse her şeyin üstesinden gelebileceğinin en büyük örneklerinden biri. Böyle güçlü bir kadının biyografisini yazmış olmak size neler hissettiriyor?
Frida hakkında yazılmış, çizilmiş, konuşulmuş bunca şey varken neden Frida diye sormadan, sorgulamadan, büyük bir heyecanla yazdığım bir biyografiydi. Hakkında kitaplar okudum, belgesel ve filmini izledim, araştırmalar yaptım, pek çok makale taradım. Resimlerini uzun uzun inceledim, fotoğraflarına bakmaktan kendimi alamadım. Onun yerinde olsam ne yapardım diye düşündüm, o kadar acıya dayanabilir miydim? Sadece bedeninin acımadığı, ruhunun da sürekli kanadığı bu kadın tüm olumsuzluklara rağmen kendine nefes alma alanları yaratıyordu. Yaşama sıkı sıkıya bağlanıyordu. En ufacık bir sıkıntıda kendimizi düşmekten alıkoyamadığımız anları düşünerek utandım. Eksik ve yetersiz hissettim, neden Frida olduğunu, neden bu kadar hayran olunduğunu anladım. Onunla çıktığım bu yolculuktan hem çok şey öğrendim hem büyük keyif aldım.
-Şimdilerde bir moda ikonu olarak da karşımıza çıkan Kahlo’nun popülerliği hakkında ne düşünüyorsunuz? Popüler oluşu hayatının önüne geçebilir mi? Ondan bize neler getirip neler götürmektedir?
Frida Kahlo’nun metalaştırılması hızlı ve acımasız oldu. Ölümünden sonra popülerlik kazanan sanatçılar arasına girdi. Çoraplardan çantalara kadar her yerde yüzünün basılı olduğu eşyalar üretildi. Kapitalist rejimin dayattığı bir pazarlama aracı olarak kullanıldı. Halbuki o kapitalizmden nefret eden ateşli bir devrimciydi. Frida’yı sadece imajı, görüntüsü üzerinden konuşmak ona yapılan en büyük haksızlık gibi geliyor bana. Onu, o yapan her şeyi zayıflatıyor. Frida’yı ikon yapan şey sıradışı giyimi, kalın kaşları, cinsel tercihleri olmamalı, onun kırılganlığı, cesareti ve sağlam ahlakının yanında hafif kalıyor çünkü.
-Büyük aşık Frida’yı önemli kılan birçok nitelik sıralanabilir. Peki sizin gözünüzde Frida’da öne çıkan ve onu Frida yapan özelliği nedir?
Frida, hayatımızı aşkın acısıyla yaşamanın mümkün olduğunu öğretmiştir. Diego ile olan alışılmadık ve tutkulu ilişkisi tüm çalkantılara rağmen ölene kadar devam etmiştir. Çektiği acıya karşılık sevmekten vazgeçmemiştir, ne kendini ne Diego’yu. Onu Frida yapan özelliklerden biri budur; çok sevmesi. Dünyayı sevgi kurtaracak sözünün en güzel örneğidir.
-Frida bence öncesiz ve sonrasız bir sanatçı. Onun sanatının karşılık bulmadığı bir dönemin olmadığını düşünüyorum. Zira Frida, yaşadığı dönemle beraber geçmişin de geleceğin de aşkını, sancısını, duygu yüklerini sanatıyla kapsamıştır. Dolayısıyla sanatının zamansız olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Bu bağlamda günümüz dünyasında yaşayan biri olarak siz Frida’nın hangi eserinde kendinizden bir parça buldunuz?
Frida, yaptığı resimlerin sürrealist olmadığını, kendi gerçekliğini resmettiğini söylemiştir. Yaptığı resimlerde kendi biyografisine, anı defterine rastlayabiliriz aslında. Onun eserlerini anlamak için hayatına bakmamız gerekir. Frida, büyük aşkı Diego ile boşandıktan sonra yaptığı “İki Frida” adlı tablosunda iki yönünü birbirine bağlı olarak çizmiştir. Biri Diego’nun en sevdiği hali, diğeri ise elinde yarılmış bir kalp tutarak Diego’nun terk ettiği hali. Arka plana yaptığı bulutlu hava görünümü insana huzursuzluk veren bir duruma sahip. Bu karmaşayı, bu ikilemi iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Sürreal özelliklere sahip bu tablonun aslında onun yaşadıklarından ortaya çıktığını bildiğinizde ise hayranlığınız daha da artıyor. Ben en çok bu tablosunu seviyorum. Sanırım benim de iki tarafımdan özellikler taşıdığı için.
-Sizi Frida’nın biyografisini yazmaya iten şey nedir? Neden Frida?
Bundan önce yazdığım biyografilerin ilkinde Freud’la psikanalizin etrafında dolanmış, Henry David Thoreau ile Walden Gölü’nde inzivaya çekilerek sistemin zulmettiği acılar karşısında özgürlük arayışına girmiştik. Frida bambaşkaydı. Son derece güçlü, ilham verici bu kadının yaşamının içine girmek onu anlayabilmek adına çıktığım bu yol öncelikle yayıncımın düşüncesiydi. Zaten kendisi bana yolu gösterir, o yolu ben tek başıma göğüslerim, yolun sonunda ortaya çıkan şeyin de içimize sinmesi gerekir.
Beni heyecanlandıran tarafı ise Frida’nın yol boyunca neler öğrettiğiyle ilgiliydi. Yaşadığı hayatın zorluğuna rağmen her şeyin üstesinden cesurca gelmesi, bu arada aşkına, sanatına sahip çıkması, kuralları yıkan zevkleri ve sıradışılığıyla etrafında bu kadar hayran biriktirmesi oldukça doğaldır. Zira böylesi tarihte nadir görülür.
-Frida Kahlo kitaplarına baktığımızda sizin yazdığınız kitabın diğerlerinden farkı nedir?
Bir kadın olarak Frida’yı anlamak ve onun duyguları üzerinden giderek yazmaya çalıştım öncelikle. Yaşamına dair teorik bilgilerden öte neler hissettiğini, nasıl mücadele ettiğini, aşkını, acısını, sanatını vermeye çabaladım; yaptığı resimleri inceleyerek anlatmak istediklerini yazmam gerektiğini düşündüm. Düşünmeye, üretmeye, ayakta durmaya, ilham almaya, başarmaya, acılarla baş etmeye, yaşama bağlı kalmaya iten bu kadının hayatını bir kez daha gözler önüne sermek istedim naçizane. Fakat ne yazılırsa yazılsın Frida için az olacaktır. Onu her haliyle anlamaya yetmeyecektir.
-Sayenizde Frida Kahlo’yu her yönüyle bir kez daha yaşatmanın sevincini yaşıyoruz. Bu güzel sohbetimiz adına teşekkürlerimizi sunarız.   

Söyleşi: Kübra Yüca    (songemidergisi.com)



4 Ekim 2019 Cuma

Türcülük de tıpkı ırkçılık ve cinsiyet ayrımcılığı gibidir…

Yalçın Ergündoğan

'İnsan merkezci' saplantılarımızı, 'kibrimizi' terk edebildiğimiz ölçüde, diğer türlerle yaşamı daha eşit ve adil paylaşabilmek mümkün olabilir…

4 Ekim “Dünya Hayvan Hakları Günü”. Dolayısı ile içinde bulunduğumuz günler, diğer türlerle ilişkiler konusuna biraz kafa yorma ve türümüz için de; çokça özeleştiri yapma imkanı yaratabilecek bir hafta olabilir. Bu, hem kendi türümüz, hem diğer türler, hem de içinde yaşadığımız ortak evimiz ‘dünyanın’ geleceği için (hem de sıkça) yapmamız gereken bir şey aslında.
Yeniden hatırlarsak; dünyanın birçok farklı ülkesindeki Hayvan Hakları ve Koruma Dernekleri, 1931 yılında bir araya geldikleri 4 Ekim gününü, "Dünya Hayvan Hakları Günü" olarak kabul etti. Yıllar sonra, 21–23 Eylül 1977'de Uluslararası Hayvan Hakları Birliği ve ona bağlı ulusal birlikler tarafından Londra'da Hayvan Hakları konusunda düzenlenen bir uluslararası toplantıda, ortak bir metin,"Hayvan Hakları Evrensel Bildirgesi" olarak kabul edildi. Bu bildirge, 15 Ekim 1978 tarihinde de Paris'te UNESCO Evi'nde törenle tüm dünyaya duyurulup ilan edildi. (Bildirgeyi tam metin olarak aşağıya ekliyorum.)
* * *
Ben epey bir zamandır yazılarımda tekrarlıyorum. İnsan türü, ben merkezci. Kibirli. En “akıllı”, en “zeki”  tür olduğu iddiasında. Genelde, kendisini bir hayvan türü olarak dahi görmüyor. Bunu bir aşağılanma sayıyor. Ama, en “akıllı” ,en “zeki” olduğunu sanan şu bizim insan türünün içinden, “daha akıllı” olduğunu iddia edenlerin kurduğu düzenlerin bugün vardığı durum da ortada. 
Mensubu olduğumuz tür, kendisinin de üzerinde yaşadığı gezegeni, tüm diğer canlı türleri ile birlikte imhaya, “toplu yok oluş”a götürecek adımları hızla atmayı sürdürüyor. Küresel ısınma, iklim değişikliği, nükleer hevesleri, savaşlar… Diğer tüm canlı türleriyle birlikte üzerinde yaşadığımız gezegen, “insan türü”nün açık tehdidi altında. 
Bakın, İnsan türünün dünyaya nasıl egemen olduğunu “Hayvanlardan Tanrılara Sapiens” (Kolektif Kitap) kitabında etraflıca anlatan Yuval Noah Harari, aslında tehdidin boyutlarının nereye vardığını da; “Yarının kısa bir tarihi Homo Deus” adlı kitabında anlatmayı sürdürüyor. 
Harari, “yola önemsiz bir hayvan olarak çıkan  Homo Sapiens’in, “yapay zeka”, “robotlar” dönemiyle tanrılar katına doğru çıkma sürecinde, kendi sonunu da hazırlama serüvenine  tarih ve felsefe ışığında kafa yoruyor.
Düşünür, bu perspektifle tarih boyunca “türümüzün” benzeri görülmemiş kazanımlar elde etmesine rağmen, mutluluk seviyesinde neden kayda değer artışlar olmadığını da çözmeye çalışıyor. 
* * *
İnsan türünün durumu bu. Geleceğe dönük incelemeleri ve durum tespitlerini sürdürürken, yurdunu bütün bir ‘cihan’ olarak kabul etmek, dil, din, ırk, cinsiyet ve tür farkı bilmeden, bir anadan doğmuşçasına, ‘önce insan’ yaklaşımının yerine, ‘tüm canlıların yaşam hakkı’nı koymak da mümkün aslında. Diğer canlı türleriyle, yaşam zincirinin sürekliliği için bir arada yaşamamız zaten zorunlu. Bunun için de ”türcülük”ten uzaklaşmamız şart.
Nasıl ki duyarlı türdeşlerimiz; ırkçılığa, cinsiyet ayrımcılığına, savaşa, nükleere, işkencelere, baskılara, sömürüye,  soykırıma karşı çıkıyorsa, bu doğrultuda mücadele yürütüyorsa; açık ve net olarak 'türcülük' ve türevlerine de, 'bir türün başka bir tür üzerinde tahakküm kurmasına' da karşı çıkışı önce bilince çıkarmak, sonra da yükseltmek  gerekiyor. Buna önce kendimizi, ardından da tüm çevremizi zorlamalıyız.
Hayvan Özgürleşmesi (2005, Ayrıntı Yayınları) kitabının yazarı felsefeci Peter Singer da bu konuda şöyle diyor:
 “Sırf bizimle aynı türe mensup olmadıkları gerekçesiyle onların çıkarlarını göz ardı eder ya da önemsiz görürsek, kaba ırkçıların ve cinsiyetçilerin mantığını benimsemiş oluruz. Irkçılar ve cinsiyetçiler de, kendi ırklarına ve cinsiyetlerine mensup kişilerin, diğer tüm özelliklerinden ve niteliklerinden bağımsız olarak, sırf bu özelliklerinden dolayı daha üstün bir ahlaksal statüye sahip olduklarını düşünürler.” 

SEVMEK ZORUNDA DEĞİLSİNİZ AMA…
Hiç kimsenin hayvanları (yani diğer türleri) sevme zorunluluğu yok. Bir hayvanın yaşam hakkına saygı göstermek için, hayvanın güzel ya da cana yakın olması, sevimliliği gibi ölçütler geçerli olamaz. Zaten, Hayvan Hakları Evrensel Bildirgesi de işte tam bu noktaları kayıt altına alıyor. Bildirge de, hayvanların çıkarlarının en iyi şekilde gözetilmesi gerektiğini ve bir hayvanın çıkarlarının gözetilmesi için de, o hayvanın mutlaka “şirin”, “insanlara yararlı” ya da “soyunun tükenme tehlikesi içinde olması”nın ya da “herhangi bir insanın onları sevmesinin gerekmediği”nin altını çiziyor. 
Türcülükle mücadele konusuna kafa yoranlardan Tom Regan; “Kafesler Boşalsın” (2007, İletişim Yayınları) kitabında ve çeşitli makalelerinde şuna vurgu yapıyor:
“Hayvanlara saygı göstermek, bir nezaket meselesi değildir, bir adalet meselesidir. Çocuklara, zihinsel gelişimini tamamlamamış olanlara, demanslı yaşlılara ya da ahlaken edilgin diğer varlıklara karşı görevlerimizin temelinde, ahlaken etkin varlıkların “duygusal ilgileri” yatmaz; onların içsel değerine saygı duyulması yatar. Ahlaken etkin varlıkların ahlaken ayrıcalıklı konumda oldukları anlayışı, mitten ibarettir.”  

İNSAN TÜRÜ OLARAK SORUMLU VE SUÇLUYUZ
Diğer canlı türlerine karşı gösterdiğimiz ortak duyarsızlığımız ve gecikmiş özeleştirimiz, “özürümüz” için tüm dünya insanlığı olarak, daha doğru ifade ile; “insan türü” olarak sorumlu ve suçluyuz elbette!.. Hele ki, hayvanların en ağır işkenceler altında tutulduğu “sanayi tipi hayvan üreticiliği”nin  varlığı ve bu yöndeki duyarsızlığımız affedilemez.
Bu nedenle, “Dünya Hayvan Hakları Günü”nü vesile ederek, burada da yinelemek istiyorum:
"Doğanın da hayvanların da ne kendilerini savunacak 'avukatları', ne çıkarlarını koruyacak 'sendikaları', ne de 'oy hakları' var. Tam da bu nedenle; tüm canlıların 'yaşam haklarını' savunan, onlarla birlikte, yaşamı eşit ve adilce paylaşabilmek için, 'türcülüğü' reddeden bir noktadan baskı ve sömürüye karşı çıkan duyarlı insanlara çok iş düşüyor... Unutmayalım; DÜNYA YALNIZ BİZİM DEĞİL..."
Hayvanların özgürleşmesinin, insanların özgürleşmesiyle diyalektik bir bütünlük taşıdığını da hep hatırımızda tutarak; 'insan merkezci' saplantılarımızı, 'kibrimizi' terk edebildiğimiz ölçüde diğer türlerle yaşamı daha eşit paylaşabilmeye yaklaşabileceğiz.  Duyarlı, vicdanlı ve ahlâklı olabilmek için de bunu yapmamız şart!.. 
Unutmayalım! Hayvanların merhamete, acınmaya, korunmaya değil, haklarının tanınmasına ve saygı gösterilmesine ihtiyacı var. 
* * *

HAYVAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ

1. Bütün hayvanlar yaşam önünde eşit doğarlar ve aynı var olma hakkına sahiptirler.
2. Bütün hayvanlar saygı görme hakkına sahiptir. Bir hayvan türü olan insan, öbür hayvanları yok edemez. Bu hakkı çiğneyerek onları sömüremez. Bilgilerini hayvanların hizmetine sunmakla görevlidir. Bütün hayvanların insanca gözetilme, bakılma ve korunma hakları vardır.
3. Hiçbir hayvana kötü davranılamaz, acımasız ve zalimce eylem yapılamaz. Bir hayvanın öldürülmesi zorunlu olursa, bu bir anda, acı çektirmeden ve korkutmadan yapılmalıdır.
4. Yabani türden olan bütün hayvanlar, kendi özel doğal çevrelerinde karada, havada ve suda yaşama ve üreme hakkına sahiptir. Eğitim amaçlı olsa bile özgürlükten yoksun kılmanın her çeşidi bu hakka aykırıdır.
5. Geleneksel olarak insanların çevresinde yaşayan bir türden olan bütün hayvanlar uyumlu bir biçimde türüne özgü yaşam koşulları ve özgürlük içinde yaşama ve üreme hakkına sahiptir.
6. İnsanların yanlarına aldıkları bütün hayvanlar doğal ömür uzunluklarına uygun sürece yaşama hakkına sahiptir. Bir hayvanı terk etmek acımasız ve aşağılık bir davranıştır.
7. Bütün çalışan hayvanlar iş süresi ve yoğunluğunun sınırlandırılması ve güçlerini artırıcı bir beslenme ve dinlenme hakkına sahiptir.
8. Hayvanlara fiziki ya da psikolojik bir acı çektiren deneyler yapmak hayvan haklarına aykırıdır. Tıbbi, bilimsel, ticari ve başkaca biçimlerdeki her türlü deneyler için de durum böyledir.
9. Hayvan beslenmek için yetiştirilmişse de bakılmalı, barındırılmalı, taşınmalı, ölümü de acı çektirmeden ve korkutmadan olmalıdır.
10. Hayvanlardan insanların eğlencesi olsun diye yararlanılamaz, hayvanların seyrettirilmesi ve hayvanlardan yararlanılan gösteriler hayvan onuruna aykırıdır.
11. Zorunluluk olmaksızın bir hayvanın öldürülmesi yaşama karşı suçtur.
12. Çok sayıda yabani hayvanın öldürülmesi demek olan her davranış bir soykırım, yani bir suçtur.
13. Hayvan ölümüne de saygı göstermek gerekir. Hayvanın öldürüldüğü şiddet sahneleri sinema ve televizyonda yasaklanmalıdır.
14. Hayvanları koruma ve savunma kuralları, hükümet düzeyinde temsil olunmalıdır. Hayvan hakları da insan hakları gibi yasayla korunmalıdır.   (15 Ekim 1978'de Paris UNESCO Evi’nde kabul ve ilan edilmiştir.)


ARTI GERÇEK

10 Eylül 2019 Salı

Olgunluğun Kıymetli Zamanı

'Mário Raul de Morais Andrade'

Olgunluk tezahür etmeye başladığında, yıllarımı saydım ve bundan sonra, yaşadığımdan çok daha az zamanım kaldığını keşfettim.

Kendimi, bir şekerleme paketi kazanmış küçük bir çocuk gibi hissediyordum: Önce büyük bir zevkle ve iştahla yedim, ama azalmaya başladıklarını bir kez hissedince, şimdi teker teker, tadını çıkararak yiyorum.

Artık yasaların, kuralların, uygulamaların ve yönetmeliklerin tartışılıp durduğu ve hiçbir işe yaramayacağını bildiğim sonsuz toplantılara ayıracak zamanım yok.

Takvim yaşlarına rağmen hâlâ büyümeyen aptal insanlara destek olmak için de zamanım yok.

Vasatlıkla uğraşmak için de zaman ayıramam.

Şişmiş egoların bulunduğu toplantılara katılmayı hiç istemiyorum.

Artık dalaverecilere ve çıkarcılara tahammül etmiyorum.

Başarılı olmuş insanların yerine geçmeye can atan, onlara ve eserlerine zarar vermeye çalışan şu kıskanç insanlara hiç tahammülüm kalmadı.

Üst düzey bir makam için yapılan kavgaların kötü sonuçlarına tanık olmaktan nefret ediyorum.

İnsanlar içeriğe değil, sadece başlıklara bakar oldular. Benim zamanım ise, başlıklarla uğraşmayacak kadar değerli artık.

Öz'ü istiyorum, ruhumun acelesi var. Pakette şimdi daha da az şekerleme kaldı..

İnsan onurunu ve gerçekleri savunan, sorumluluktan kaçmayan, başarılarından dolayı şişinmeyen, kendi yanlışlarına gülebilen, vaktinden önce ‘oldum’ demeyen, insan olmayı anlamış insanlarla yaşamak istiyorum.

Asıl olan, yaşamı değerli kılmış eylemlerinizdir.

Yaşamın sert darbelerinden yumuşak bir ruh ile çıkmayı başarabilmiş ve başkalarının yüreğine dokunabilen insanlarla çevrili olmak istiyorum.

Evet, olgunluğun bana getireceği o doluluğu yaşamak için acelem var.

Elimde kalan tek bir şekerlemeyi bile yitirmek istemem. Şimdiye kadar yediklerimin hepsinden çok daha nefis olacaklar.

Amacım, sevdiklerim ve vicdanımla barış içinde ve yaşamdan da tatminkâr olmaktır.

Umarım sizin için de aynısı olur, çünkü her hâlükârda oraya varacaksınız.”



Mário Raul de Morais Andrade
(1893 – 1945) Şair, romancı, Brezilyalı müzikolog
“Olgunluğun Kıymetli Zamanı”
(Fransızca tercümesinden yapılmış serbest çeviridir)

12 Temmuz 2018 Perşembe

Erdoğan’ın 18 Brumaire’i

Foti Benlisoy

Recep Tayyip Erdoğan’ın 18 Brumaire’inin 9 Temmuz mu, 24 Haziran mı, 16 Nisan mı yoksa başka bir tarih mi olduğu elbette tartışılabilir. Kesin olan, parlamenter sistemin buzdolabına kaldırıldığının ilan edildiği tarihten itibaren başlayan kurumlar bunalımının, popüler rıza ya da sandık vasıtasıyla bir otokrasi kurma girişiminin başarısıyla sonuçlanmasıdır.

Brumaire malum, Fransız cumhuriyetçi takviminin ikinci ayıdır ve Napoleon Bonaparte’ı Fransa’nın Birinci Konsülü yapan “18 Brumaire darbesi” dolayısıyla hatırlanır. Ancak bizim burada andığımız “Brumaire”, Marx’ın “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i” adlı denemesine atıfla, meşhur Napoleon’un yeğeni (önce Cumhurbaşkanı, sonra İmparator) Louis Bonaparte’ın 2 Aralık 1851’de gerçekleştirdiği “kendi kendine darbe” ve sonrasındaki referandumla diktatoryal güce kavuşmasıdır. Bu sürecin, daha doğrusu Marx’ın onu yorumlama biçiminin önemi ve güncelliği, onun diktatörlüğü, temsili (burjuva) demokrasiye içkin, yapısal bir olasılık olarak tahlil etmesidir.
Engels de temsili demokrasi biçimleriyle diktatörlük arasındaki bu içsel ilişki ve geçişkenliği vurgular. “Fraklı komüniste” göre, “uygun koşullar oluştuğunda evrensel oy hakkının kitlelerin baskı altına alınması için bir araca dönüştürülebileceğini gösterdiği için” Louis Bonaparte, “Avrupa burjuvazisinin idolü” haline gelmiştir. Gerçekten de o güne kadar alt sınıfların muktedirlere korku salan bir silahı olan ve bu nedenle de “sahip olanlarca” düşmanca karşılanan genel oy hakkı, Bonaparte ile bizzat alttakilere, “sahip olmayanlara” karşı bir silah haline getirilmiş olur. Alman sosyal demokrasisinin kurucu figürlerinden Wilhelm Liebknecht de ta 1872 yılında, “basın özgürlüğü olmadan, gösteri ve toplanma özgürlüğü olmadan evrensel oy, gericiliğin bir enstrümanından başka bir şey değildir” diye konuşurken aynı hususu vurguluyordu.

Erdoğan’ın Brumaire’i de alt sınıfları siyasal olarak zayıflatırken onların rızasını devşirebilmek gibi benzer bir mahiyete sahiptir. “Reis”, 16 Nisan referandumu ve 24 Haziran seçimleriyle tıpkı yeğen Bonaparte gibi, bir “mutlak hakem” konumuna yükselmiştir. Yani iktidar bloğuna dahil sınıf ve fraksiyonların iktisadi ve siyasi güç kaynaklarına erişme koşullarını yukarıdan aşağıya belirleme mutlak gücünü elde etmiştir. Bunun mantıki sonucu, hepimizin şahidi olduğu üzere, devletin kurumsal mimarisinin bu istikamette yeniden organize edilmesi, yeni bir devlet sisteminin oluşturulmasıdır.

Peki “evrensel” ya da “genel” oy hakkının “gericiliğin” bir aracı haline gelmesi, yani bizzat demokrasiye karşı işlemesi hangi koşullarda gerçekleşir? Marx, muhatabı olmadığı bu soruya, “kitleler kendi kendilerini temsil edemeyip temsil edilmek zorunda kaldıklarında” cevabını verirdi muhtemelen. Bilindiği gibi Marx, alafranga Bonapartizmin sosyal tabanını, bir çuvalın içindeki patateslere benzettiği küçük köylülükte bulduğunu aktarır. Konuyla ilgili meşhur pasajında şöyle yazar: “Milyonlarca köylü ailesi, kendilerini birbirlerinden ayıran ekonomik koşullarda yaşadıkları ölçüde ve yaşayış şekillerini, çıkarlarını ve kültürlerini, öteki sınıflarınkilere karşı tuttukları ölçüde, ayrık bir sınıf teşkil ederler. Fakat küçük toprak sahibi köylüler arasında yalnız komşuluk bağı bulundukça ve çıkarlarındaki benzerlik, aralarında bir birleşme, bir ulusal bağ ve bir politik örgüt yaratmadıkça, bu aileler bir sınıf teşkil edemezler. Bu yüzden de, sınıf çıkarlarını, kendi adlarına iş görecek ya bir Parlamento ya da bir Meclis aracılığıyla savunamazlar. Kendi kendilerini temsil edemezler; temsil edilmek zorundadırlar. Bu temsilciler, köylülere, efendileri olarak, üstün bir otorite olarak ve onları öteki sınıflara karşı koruyan ve yukarıdan yağmur ve güneş gönderen bir hükümet gücü olarak görünmek durumundadırlar. Dolayısıyla, küçük toprak sahibi köylülerin politik anlayışı, toplumun yürütme gücüne bağlılığı ile anlatılabilir.”

Alaturka Bonapartizmin sosyal tabanının önemli bir bölümü de kendi çıkar, kültür ve yaşayış şekillerini öteki sınıflara karşı konumlandıramayan, aralarında bir birleşme, ulusal çapta bir rabıta, bir sosyal ve siyasal örgütlenme biçimi kuramayan, yani bir sınıf olarak davranabilme ve eyleyebilme kudretini şu neoliberalizm dediğimiz yenilgiler silsilesi dolayısıyla önemli ölçüde yitirmiş emekçilerdir. Tıpkı alafranga Bonapartizmde söz konusu olduğu gibi kendi kendilerini temsil edemezler ve bir “koruyucu” tarafından temsil edilmeleri gerekir. Onları temsil eden de onlara, adeta gökyüzünden yağmuru ve güneşi gönderen bir güç gibi görünür. Bizzat Berat Albayrak’ın “Ay’a yol yapacağız desek inanacak seçmenimiz var” derken kastettiği, herhalde bu durumla alakalıdır. Meselenin cahillikle, “çomarlıkla” ya da küçük burjuva muhalefetin kendi kültürel sermayesiyle şişinmesinden başka şeyi açıklamayan benzer aklıevvelliklerle alakası yoktur. Mesele, sınıf siyasetinin önlenemez gerileyişinin yarattığı ayrışmış ve yalıtılmış bireylerin, izole olmuş insan yığınlarının, borçlandırılmış, güvencesizleştirilmiş emekçilerin kendi kendilerini örgütleme ve temsil etme kabiliyetinin dumura uğramasıdır.

Bu kabiliyeti onarmaya dönük bir iddiası olmayan hiçbir muhalefet girişiminin mevcut rejimin sosyal tabanını destabilize etmesi mümkün değildir. Seçimler, Erdoğanizmin alamet-i farikası haline gelmiş mahalle sınırlarının aşılamadığını, bloklar arası kaymalar yaşanmadığını ortaya koymuştur. Alaturka Bonapartizmin esas güç ve dayanağı budur. Söz konusu bloklar, sınıf temelli değildir ve muhalefet bloku da soyut (yani berrak bir sınıf içeriği olmayan) bir demokrasi ve cumhuriyet vurgusu ya da “tek adamlık” eleştirisi ile yetinmektedir. Böyle bir muhalefet biçiminin, yani alttakilerin kendi kaderlerinin efendisi olma (örtük-çarpıtılmış) özlemiyle bağı kurulmamış bir “parlamentarizm”, “kuvvetler ayrılığı” ya da “yargı bağımsızlığı” çağrısının alaturka Bonapartizmin sosyal tabanına değmesi mümkün görünmemektedir.

Marx’ın bahsettiği “çuvala” çomak sokmaya aday tek güç, siyasal müdahale ve etki kapasitesini büyük oranda kaybetmiş olan, hatta düzen içi seçeneklerin peşine takılarak anlamlı bir siyasal referans olma vasfını yitirme riskiyle de karşı karşıya kalan “radikal” ya da “sosyalist” sıfatlı soldur; o soldan arta kalanlardır. Orta sınıf bir demokrasi vurgusunun ve sağlı sollu “pan-mega” demokrasi cephelerinin gideceği yer buraya kadardır. Üstelik önümüz, büyük siyasal tektonik kaymalara, yani siyasal davranışta sola ve (maalesef) daha da sağa hızlı savrulmalara ve hatta beklenmedik bilinç sıçramalarına yol vermesi mümkün bir sermaye birikim rejimi krizidir.

Yüzde 50-50 bölünmesi, orta sınıfların tereddüt ya da pragmatizmine, genel kamuoyuna hitap ederek değil, ancak sınıf siyasetiyle ihlal edilebilir. 50-50 polarizasyonu, verili siyasal kimlikleri kabul edip onlar üzerine milimetrik hesaplar yaparak, makul ya da mutedil dindar/muhafazakar figür ve kesimlere umut bağlayarak değil, mevcut siyasal saflaşmayı dağıtacak başka bir eksende yeni bir saflaşmayı, sınıf bazlı siyasal tutumlar ekseninde bir bölünmeyi hedefleyerek aşılabilir. Tıkıştırıldığımız “mahalleden” siyaseten hicret etmek, iki “mahalleden” de ayrı yeni bir “mahalle” inşa etmek gerek. Bu hiç kolay değil, ama başka yol da yok gibi… Silkinme zamanıdır…


Başlangıç Dergi

1 Temmuz 2018 Pazar

“Çöktük” Ama Doğrulma Vaktidir

Ömer Laçiner

24 Haziran seçiminde Türkiye ahalisinin çoğunluğu, otokratik ve şeklen demokratik bir başkanlık rejimini oturtmak isteyen AKP-MHP ittifakını seçti. Ve bunu, daha bir yıl önce öyle bir başkanlık rejimi için yapılan referandumda verdiği oyların daha fazlasını vererek yaptı.

Düşündürücü olan nokta şudur: Bu oy artışının, AKP-MHP ittifakının, 16 Nisan 2017’den bu yana objektif kıstaslara göre temel hak ve özgürlükler, adalet, eğitim, ekonomi ve dış politika karnesi daha da olumsuzlaşmış görünürken, MHP hiç de gayretli görünmezken, AKP görece durgun, Recep Tayyip Erdoğan bariz bir performans düşüklüğü sergilerken ve buna mukabil muhalefet geçmişe kıyasla daha parlak ve coşkulu bir kampanya yürütmüşken gerçekleşmiş olmasıdır.

Bu yüzden muhalefet ve özellikle de onun demokrasi, özgürlükler ve insanî gelişim değerlerine inanmış unsurları kazanmayı fazlasıyla hak ettiklerini düşündükleri bir maçı, düşük kaliteli hantal bir takıma kaybetmiş olmanın o ağır moral çöküntüsüyle karşıladılar sonucu.

Bu sonuçta skorun ağırlığından ziyade -ki değil- AKP etrafında kenetlenmiş görünen %35-40’lık “çekirdek kitle” ile onun çeperinde yer alabilen %10-15 büyüklüğünde bir kesimin, (yönetimi) değiştirme, (yönetimi ve kendisini) dönüştürme için ortada ne denli meşru ve zorunlu faktör ve imkânlar olsa dahi; bir biçimde avantajlı saydıkları konumu, durumu veya alışkanlıklarını koruma dirençlerinin “aşırı”lığını bir kez daha görmüş olmanın yarattığı bir tür “çaresizlik” duygusu ağır basıyor.

En genel tanımıyla “muhafazakârlık” karşısında hissedilen bir duygudan söz ediyoruz. Bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de ideolojik içeriği din ve milliyetçiliğin değer ve önyargılarından oluşan, ama burada bir özellik olarak kendini o değer ve yargıların aklî ve manevi kıstasları ile sorgulamaktan bilhassa kaçınan, onların şeklî, yüzeysel (sığ) ve somut çıkarla bağlantılı tarzıyla yetinen bir muhafazakârlıktır bu. O yüzdendir ki; örneğin Sünni İslâm’ın sağlıklı bir ekonomik gelişimi ile ahlâki ve vicdanî boyutuna çok daha önem ve öncelik veren söylem tarzıyla Saadet Partisi, AKP performansının dibe vurduğu şu konjonktürde bile o kitleden kendisine oy devşiremiyor. Sünni İslâm’ın ahlâki/manevi boyutunda teşekkül etmiş tarikatlerin AKP döneminde mevki, zenginlik ve güç elde etme kapısı olmaya uygun hale gelişleri de bir diğer anlamlı gösterge.

Dolayısıyla AKP-MHP ittifakı etrafında kümelenmiş bu muhafazakârlığı -ki sadece bunlardan ibaret değildir- dinî/Sünni “hassasiyetler”in ağır bastığı bir muhafazakârlık olarak tanımlamak, şeklen doğru görünse de; daha aslî bir özelliği örtüyor olması nedeniyle ciddi bir eksiklik içeriyor.

O aslî özelliğin nasıl tanımlanabileceği konusuna -özetle- geçmeden önce onun dolaylı bir dışavurumundan söz etmeliyiz: Hatırlanacağı üzere AKP yönetimi ve liderliği, baskın -erken- seçimin resmen ilan edildiği tarihten yaklaşık üç dört ay önce, “beka meselesi” sloganı altında Suriye ve Irak’taki Kürt kanton ve özerk yönetimlerinin tamamını kapsayan bir askerî harekâtın zorunluluğunu anlatan bir kampanyaya odaklandı. Bu, Türk milliyetçiliğinin “patenti”ni elde tutan MHP’nin öteden beri dillendirdiği bir girişimdi. AKP yönetimi böylece MHP postuna bürünerek MHP’nin İYİ Parti kopuşuyla azalan oylarını kapma hesabını herhalde yapmıştır. Ama 24 Haziran, bunun tam aksini, MHP’nin İYİ Parti’ye kaptırdığı oylarını AKP’den çektikleriyle telafi ettiğini gösterdi. AKP’nin Türk milliyetçiliğine daha fazla angaje olması da cabası. MHP’nin 24 Haziran sonrası iktidar kulvarında kilit parti konumuna gelişi de bu “zemin”e oturuyor.

MHP’ye patentli Türk milliyetçiliğinin insanî gelişim ölçütleriyle arasının “ezelden beri” hoş olmadığı, en iltimaslı ifadeyle vasat, yüzeysel, şeklî bir düzeyle yetinebilir olduğu malûm. Ana mecra Sünni İslâmcılığın da aynı ölçütlerin benzer -nitelikçe düşük- düzeyiyle kendini var edebildiği, ötesine yetemediği gibi bir korku ve çaresizlik kaynağı olarak baktığı da ortada.

Dolayısıyla Sünni İslâm ve Türk milliyetçiliğinin ortak kesişme noktası, harmanlanabilme “maya”sı işte bu “niteliksel sığlık-vasatlık” duygusu, özelliğidir ve bu “onulmaz” zaafa karşı nicelikten, sayısal fazlalıktan ve fizikî güçten medet ummak, bunlara “sarılmak”tır.

Türkiye’de muhalefet, 16 Nisan referandumunda ve 24 Haziran seçiminde, aslî özelliği yukarıda özetlenen bir ittifaka karşı, o ittifakın ortak ve başat özelliğine denk -sayısal üstünlük- bir ölçüte göre yapılan bir “yarış”ı kaybetmiştir. Kaldı ki ortada aşılmaz bir sayısal fark da yoktur. Ama asıl önemlisi, bu sayısal farklı azaltmanın yolları üzerine kafa yormayı da ihmal etmeksizin; ama asıl dikkat ve enerjiyi kendini insanî ve toplumsal niteliklerimizi yükseltme ve zenginleştirme yollarına, biçimlerine yoğunlaştırarak; 24 Haziran sonrası mücadeleyi bu zeminde yürütmeye hazırlanmaktır.

Bu nokta, bu konu hayatîdir ve dolayısıyla bundan sonra üzerinde çokça konuşacağız.



Ömer Laçiner / BIRIKIM