Translate

Politik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Politik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Aralık 2017 Çarşamba

Küçük Burjuva Ideolojisinin Eleştirisi

Maksim Gorki 1930


Küçük burjuva, uzun yıllar sürecinde oluşmuş düşünce ve alışkanlıkların dar çemberi içinde sıkışıp kalmış, bu çemberlerin dışına çıkamayıp, kurulu makine gibi düşünen bir varlıktır. Ailenin, okulun, kilisenin, ""hümanist"" edebiyatın etkisi, ""yasaların ruhu"", burjuva ""gelenekleri"" denilen bütün şeylerin etkisi küçük burjuvaların kafalarında bir saatin çarklarına benzer. Küçük burjuva düşüncelerinin küçük çarklarını, küçük burjuvanın rahatına düşkünlüğünü harekete getiren bir zemberek, pek karmaşık olmayan bir cihaz yaratır. Küçük burjuvaların bütün duaları belagat niteliklerini hiç kaybetmeyen şu kelimelerden ibarettir: ""Tanrım, bize acı!""
Bu dua biraz daha yetiştirilip, devlet ve toplum karşısında bir hak ve istek olarak ifade edilecek olursa, şu şekli alır: ""Beni rahat bırakın, dilediğim gibi yaşayayım.""
Gazeteler hergün küçük burjuvaya; İngilizce, dünyanın en iyi insanı; Fransızca, yine dünyanın en iyi insanı; Almanca ya da Rusça, her zaman asil, her zaman dünyanın en iyi insanı olduğunu aşılar.
Oysa, ""medeni"" dünyanın bu en iyi vatandaşı, neresinden bakarsanız bakın, hıristiyan misyoneri tarafından sorguya çekilen vahşiye benzer. Misyoner vahşiye sormuş:
- Ne istersin? demiş.
Vahşinin verdiği karşılık çok sadedir:
- Çok az çalışmak, çok az düşünmek, ve daha çok yemek.
Öyle bir başka insan tipidir ki küçük burjuva, ciddi bir şekilde öğrenilen düşünme tekniği, onda düşüncenin gelişmesini durdurur. Olayların etkisiyle kendisine yabancı bir takım düşünceleri benimsediği olur küçük burjuvanın. Ama bu düşünceler onu hasta eder. Örneğin bir cilt hastalığına tutulmuş gibi, sanki böbreklerinde taş varmış gibi olur. O zaman din, karamsarlık, içki, sefahat, rezalet çıkarma, vb. gibi hastalığı, sancılıları dindiren ilaçlara sık sık başvurur.
Bütün bu söylediklerimizin boş ve havada kalan bir takım sözler olmadığını göstermek için bir örnek vereceğiz: Bundan on bir yıl kadar önce isyan eden Rus işçilerinin ve köylülerinin kararlılığı sayesinde halkın kitle halinde öldürülmesine, kazançlarını artırmak amacıyla, Avrupalı efendiler tarafından dört yıldır sürdürülen bu öldürme işine (Birinci Paylaşım Savaşına) son verildi. Para babalarının ve siyasi maceracıların bu kanlı ve canice eylemlerinden dolayı küçük burjuvalar hem maddi, hem de ekonomik bakımdan büyük acı çektiler. Peki ama, bu çekilen acılar küçük burjuvaların ""düşünce"" yaşamına ne getirdi?
Bu çekilen acılar küçük burjuvalara hiç bir şey getirmedi, boşlukta dönüp duran düşüncelerinin o her zamanki sürecinde hiç bir değişiklik yapmadı. Küçük burjuva şuna inanmıştır: Din ahlakın temelidir, din olmadıkça devlet de olamaz. Oysa burjuva devletinin ahlaksız olduğu, hırsızlığa, yağmaya, emekçi halkın sömürülmesine dayandığı gün gibi apaçıktır. Savaş sırasında birbirlerini iğrenç bir şekilde öldürme ve boğazlama işinden, ""Hiç bir zaman öldürmeyeceksin"" ve ""Kendi cinsinden olanı, kendi sevdiğin gibi seveceksin"" diye buyuran Tanrı imdada çağırmayı gayet doğal bulmuşlardır.
Savaştan sonra, küçük burjuvaların ""hümanizma""sı sadece sözden ibaret ve savaştan önceki gerçeği yabancı bir ""insanseverlik"" olarak kaldı. Bu hümanizm insan kişiliği yararına hâlâ biraz teskin etme kabiliyetine sahip ise de, halk kitlelerinin çektiği acılara, bunlara yapılan zulme karşı tamamen ilgisizdir. Savaştan alınan korkunç dersler, sivrisineklerin, kurbağaların, hamam böceklerinin alışkanlıklarını nasıl hiç bir şekilde değiştirmemişse, küçük burjuvazinin de psikolojisini hiç mi hiç değiştirmemiştir.
Kapitalist Avrupa devletleri süratle yeni bir savaşa hazırlanmaktadırlar. Askeri uzmanlar yeni savaşın kimyasal bir savaş olacağını ve yıkımları, insanlara saldığı dehşet ve korku, 1914-1918 savaşından önceki savaşları gölgede bırakacağını ifade etmektedirler. Askeri meselelerde uzman olan bir yazar, yanılmıyorsam general Douhet, Mattina (Sabah) adlı İtalyan gazetesinin 15 Ocak 1929 tarihli sayısında Amiral Battavia'nın şu sözlerini aktarmaktadır:

""Mühendis - general Bourloen'in yaptığı hesaplara göre, uçak kullanmak koşulu ile bunlardan atılan 500 ton kadar fosgen gazı on bir hektarlık bir alanı, yani Paris şehrinin kapladığı araziyi yarım saat içinde yerle bir etmeğe yeter de artar bile.""

Albay Bloch ise, şunları söylüyor:
""Bir eve düşen 500 kiloluk bir fosgen bombası burada oturanların hepsini öldürür.""

Bu bomba patlayınca, 100.000 metreküplük bir bulut vücuda getirecek, etkisi korkunç mu korkunç olacak. 30 metre genişliğinde, 100 metre uzunluğunda bir sokak düşünelim, bu sokağın havası yerden 35 metre yüksekliğe kadar zehirlenecek. Eğer hava rüzgarlıysa, çapı bir kilometre alan bir çember içindeki delikleri, kapı ve pencere aralıkları iyi tıkanmamış evlerin hepsi zehirlenecektir. Amerika Birleşik Devletleri ordusunun kimya levazımı hizmetlerinin şefi olan general Fries şunları söylüyor:

""450 kiloluk bir levist bombası New-York'un 10 mahallesini oturulmaz hale getirecek, bu sevimli mamulü ihtiva eden yüzlerce tonluk bomba bütün New-York'taki canlı şeyleri, suyu ve bütün gıda maddelerini zehirleyecek ve bunlar bir hafta süre ile kullanılamayacaktır.""

Lord Nalsburg ise, 11 temmuz 1929 tarihinde Lordlar Kamarasında yaptığı bir konuşmada, 40 tonluk arsin gazının bütün Londra halkını öldüreceğini haber vermişti.

""Kimya savaşının etkilerine karşı mücadele vasıtaları da mükemmelleştirilmektedir. Hızla üreyip çoğalabilecek bir mikrop ve bu mikroba karşı bir serum aranıyor. Böylece bu mikroba bulaşmış olan halk iyileşmek için serum isteyecek, serumu icat edenler de, örneğin veba aşıladıkları halka kendi koşullarını izah edeceklerdir.""

Avrupa gazeteleri yaklaşan savaş hakkında bu türlü ya da buna benzer haberleri sık sık yayınlamaktadırlar. Bu makaleleri okuyan Avrupalı küçük burjuvalar hiç şüphe yok ki, bu gazlarla çocuklarının, karılarının, ihtiyarlarının zehirleneceklerini anlayacaklardır.
Londra'nın, Paris'in, Berlin'in büyük meydanlarından birinde birkaç hırsız, birkaç haydut toplanıp hangi mahalleyi soyalım, bu işi nasıl kıvıralım, diye ulu orta tartışmaya kalkışacak olsalar, küçük burjuvazi, ""toplumsal bakımdan tehlikeli"" olan bu vatandaşların bu mütevazı niyetlerini şu ya da bu tarzda önlemek için, mutlaka harekete geçecektir. Oysa, milyonlarca insanı kitle halinde öldürme tasarılarını herkesin önünde gazetelerde, Millet Meclislerinde, Cumhurbaşkanlarının verdikleri ziyaretlerde tartışılan son derece, ama cidden son derece cani ve toplumsal bakımdan tehlikeli olan ""insanlara kıyanların"" niyetlerini önlemek, küçük burjuvaların hiç mi hiç akıllarından geçmez.
""Hümanizma""yı bir tarafa bırakalım. Mülkiyet hakkındaki içgüdüsü ile insanoğlunun yeryüzünde yaşamasını sağlama içgüdüsü küçük burjuvalarda bir korku bir tasa uyandıracak gibi gelir, küçük burjuvadaki rahatına düşkünlük eğilimi kendisini: ""savaş istemiyorum!"" diye haykırmağa zorlayacak gibi gelir. Yoo, hiç de böyle bir şey yaptığı yok.
Sovyet iktidarı Avrupa hükümetlerine derhal silahları bırakma (silahsızlanma), sonra da, silahları dört yıl içinde bırakma tasarısı önerdiği zaman, küçük burjuvazi bu teklifleri duymamazlıktan geldi. Bu teklifleri elbette ki duydu. Ama, dar ve gelenekler altında ezilip kalmış alan düşüncesinin işleyiş tarzı kendisine, bu basit, aydın ve kelimenin tam anlamıyla insanca olan önerinin gerçekleşmesi mümkün olmayan, tamamen hayalci bir şey olduğunu düşündürdü.
Daha başka bir çok şey küçük burjuvazinin gözüne gerçekleşemez ve hayali gibi göründü. Örneğin, Fulton'un buharlı gemisi, Yabloçkin'in elektrik ampulü, özgür ve cesur zekanın kültürü yaratan, yaşamı zenginleştiren bu gücün kazandığı sayısız zaferler küçük burjuvazinin gözüne böyle görünürdü.
Küçük burjuvanın temel koşulu şudur: ""Böyle gelmiş, böyle gider"". Bu kelimelerin çıkardığı ses bir saat rakkasının otomatik hareketini düşündürür. Küçük burjuvazi gerçekten, sahiden çürümektedir. Tıpkı ""her balık baştan kokar"" dedikleri gibi.
Küçük burjuvazi Sovyetler Birliğindeki devrimci düşünceye sahip işçilerin ve köylülerin ""yırtıcılardan ve asalaklardan temizlenmiş işçi devleti kurmak"" amaçlarını da hayali ve gerçekleşemez bir şey sayar.
Sovyet gazetecileri, ""evdeki pislikleri"" süpürüp sokağa atmakla küçük burjuvalara bol bol yedek ""düşünce gıdaları"" vermiş oldu. Bu çürümüş artıklarla beslenen küçük burjuva tekrar canlanır, mutlulukla gülümser, kendi soyundan olanlara göz kırpar: ""Göreceksiniz bu tutmaz, yine bizim dediğimiz çıkacak.""
Sevinmeğe ne hakları var: Evi her türlü pislikle kirleten, hâlâ da kirletmeğe devam eden kendileri değil mi? Kibirlenmeğe hakları var: İşçi köylü iktidarının demir bir süpürge ile temizlemeğe çalıştığı pislik, çamur, toz yığını, her şey yüzyıllar boyunca bunların yarattıkları gerçek, küçük burjuva gerçeğidir.
Tanrının inayetine ve ""ahiret""te, cennetteki güzellerine inanmasına, lafta kalan ""düşüncesi""ne rağmen, küçük burjuva son derece ""maddi""dir. Her şeyden önce, yeryüzündeki refahı ile, ekonomik refahı ile meşguldür. ""Çok yemek, pek az çalışmak, pek az düşünmek"" ister. Onun için: ""İşte bak şeker azaldı, yumurta bulunmuyor, tereyağı ise aslanın ağzında..."" diye mırıldanır, söylenir, sızlanır durur.
Bunların 1916'dan beri azaldığını, devrim düşmanı generaller ve küçük burjuvazinin ""ideolojik önderleri"", Rusya'yı kurtarmak için, emekçi halkın öldürdüğü ve ekonomisini mahvettiği yıllarda bütün bu ""gıda maddelerinin"" hemen hemen yok olduğunu elbette ki unutmuştur. Örneğin Napoleon'un Moskova seferinin, Kornilof, Denikin, Kolçak, Vralgel tarafından girişilen ve özel mülkiyetin türlü ""idealistleri""nden ilham alan gemi azıya almış daha başka ""yurtseverler"" tarafından girişilen harekat yanında çocuk oyuncağına benzediğini küçük burjuva unutmuş gibidir. Yedi yıl süren savaş yüzünden mahvolan ülke ekonomisinin daha geniş çapta ve teknik bakımdan 1914 yılından öncesine oranla da mükemmel şekiller içinde geliştirildiğini küçük burjuva görmek istemez. Alışkın olduğu değerlendirmeler çemberi içinde sıkışmış kalmış olduğundan, kendisini şahsen ilgilendirmeyen her şeye karşı kayıtsızdır, ıslık çalıp: ""Eskiden ne çok vardı, şimdiki ne kadar az!"" der ve Sovyetler Birliğinde aklı başında insan, işçi ve köylü kitleleri arasından çıkmış kültürlü emekçi sayısının hızla artışına da gözlerini yumar. Tabii, bunun böyle olması işine gelmez, onda düşmanlık duyguları uyandırır.
Rus küçük burjuvasına, bilinmeyen zamanlardan beri akla karşı bir güvensizlik, hatta bir düşmanlık aşılanmıştır. Kilise buna göz kulak olmuş, edebiyat da yardım etmişti. Gogol'un Mektuplar'ından bugüne kadar gelen büyük Rus yazarları arasında, akım yaratıcı gücünü, insanlığa ettiği büyük hizmetleri göz önünde tutarak, değerlendirmiş bir kimseye pek rastlamayız. Leon Tolstoy, Günce'sine 1851 de şunları yazmıştır: ""Bilinç insanın başına gelebilecek en büyük beladır."" Daha sonra, Arsenyeva'ya yazdığı bir mektupta ise: ""Üstün zeka insanı tiksindirir"" demişti. Bu düşünce, bu büyük yazarın bütün ahlak felsefesine sızmış, büyük sanat eserleri üzerinde de etkisini göstermiştir. Dostoyevski'nin de akılla hiç başı hoş değildi. Bilinç altının korkunç güçlerini, içgüdünün güçlerini dahice göstermiştir ama, zararlı da olmamış değildir: Leonid Andreyev'e göre düşünce insanın düşmanıdır; ayrıca, düşünceyi o bir ""şehvet prensibi"" heyecanın bir yüzü olarak düşünürdü. Günümüz yazarlarından yetenekli biri ise şöyle demişti:

""Düşünce acı kaynağıdır. Düşünceyi öldürecek kimsenin anısını insanlık şan ve şerefle anacaktır.""

Söylemeğe gerek yok. Yazar, örneğin Andreyev'in yaptığı gibi, kahramanlarına kendi duygularını ve düşüncelerini zorla kabul ettirecek yerde, Stendhal'in, Balzac'ın, Flaubert'ın yaptığı gibi, bu duyguların ve düşüncelerin mantıki gelişmesini objektif bir şekilde gösteriyorsa da, bu kahramanların düşüncelerine, duygularına ve eylemlerine karşılık vermiyor. Söz konusu olan şey filan ya da falan yazar değil, son derece esaslı olan şu olaydır: Burada düşünceye karşı düşmanca bir tutum ifade edilmiştir. Oysa, gerçekten ve son derece devrimci olup, yeni sınıfın azim ve iradesini örgütleyen düşünce yaşamı anlamlı bir eylem olarak, yaratıcı bir çalışma olarak, bütün kültür yaşamını kolektif temeller üstünde yeniden kurmak hedefini güden bir oluşum olarak düşünür. İşte bu oluşumun yanında akla düşman olan bir akım açıkça görünmektedir. Devrim hakkında saygılı bir tavırla, hatta isteyerek yazılmış bir takım kitaplarda, yazarın belki bilmeyerek, elinde olmayarak, aklın oynadığı rolü inkar etmek, aklın ""akli olmayan"" ya da ""bilinçaltı"" karşısındaki güçsüzlüğünü göstermek arzusunda olduğu sık sık görülüyor, anlaşılıyor. Bu iş iyi yapılsa, öğretici olur. Sanki bu kitapların pek çok kötü yazılsın diye çıkarılmış bir kanun var. Bu kitapları yazarların teknik zaafları yüzünden, bunlarda küçük burjuva düşüncesinin etkisini sezmek pek kolaydır. Yazar kitabın bir yerine öyle bir gaz yerleştiriyor ki, etkisinin güçlü olmamasına rağmen, hele gençleri yine de pekala zehirleyebilir.
Okuduğu zaman insana eski bir fıkrayı hatırlatan pek çok kitap var.
Fıkra şu:
Dazlak kafalı biri, uzun saçlı bir adama sormuş:
- Saçlarınızı niçin bu kadar uzattınız?
- O uzun saçlar altında benim de çıplak bir kafam var.
Verilen karşılık, pek nükteli olmadıktan başka, pek doğru da değil. Bazı insanlar vardır ki, kaba saba devrimci cümleler harmanı etrafında kafalarının dazlaklığını gizlemek istedikten başka, ruhlarının boşluğunu bile kendilerinden saklamak isterler. Donetz havzasından mektup gönderen bir işçi de aşağıdaki cümleleri her halde bu türlü kitaplar yüzünden yazmış olacak:

""Kitabı açıp yirmi sayfa kadar okuyorum. Sıkıcı. Kullandığı kelimeler, hep bizim kullandığımız kelimeler ama, ne yazık ki yavan, içi boş. Bu tür kitapları elime aldım mı, şu manzara gelir gözümün önüne: Bir toz bulutu kalkar, bir çıngırak sesi duyulur, arkasından bizim Zahariç çıka gelir. Bizim Lipetok kasabasında Aleksandır Zahariç diye babacan, sarhoş tipli bir polis komiseri vardı. Ara sıra oturup bizimle içki içtiği, gençlerle top oynadığı olurdu. Sonra bir kadeh yuvarladı mı sırtımıza vurur:
- Gidi melunlar, derdi, isyan etmek için daha ne bekliyorsunuz? Çünkü, burada hiç bir şeycik yok, hep endişe içinde yaşayıp duruyoruz.
Zahariç'in zoru, derdi, Anayasaydı. Anayasa olunca çarın yaşaması da daha kolaylaşacakmış.""

Mektubun bu bölümünü, işçi kitlelerinden birinin düşüncesinin orjinal ve ilgi çekici rolünü gösterdiğinden almadım, halk kitlelerinden bir insanın kitaplardaki samimiyetsizliği büyük bir incelikle anlamağa çoktan başladığını anlatmak için aldım. Yeni bir şey değil elbette bu. Ama bir kere daha hatırlatmak iyi olur. Evet, küçük burjuvazi büyüyor, yine palazlanıyor. Okuyucuların bundan sık sık şikayet eden mektupları geçiyor elime:

""Küçük burjuvanın zafer kazanmak için yarattığı hücuma geçiş havası içinde yaşamak çok zor.""

Bu mektubu yazan partili olmayan, edebiyatçı ihtiyar bir kadındır. Partili olmayanlar arasında küçük burjuvanın havayı bozduğunu ilk anlayan yalnız bu kadın değildir. Yine partili olmayan bir okur yolladığı mektupta tuhaf tuhaf homurdanıyor:
""Bir marş bestelemişler: 'özel ticaret yapan kadın'ın haline herkes acısın istiyorlar... Bu ne bayağılık...""
Küçük burjuvanın çevresini küçük burjuvayı yavaş yavaş ""kahramanlaştıran"" kendi edebiyatı sarmaktadır. Bu gayet basit bir şekilde yapılıyor: Yazar, Gogol'un Kaput hikayesinde en anlamsız kişi olan Akaki Akakyeviç'i ele alıyor, bunu İvan İliç'in ya da Leonid Andreyef'in Düşünce adlı eserindeki kahramanın düşüncesi ile süslüyor ve bu uydurma insan müsvettesini günümüzün koşullarına ayarlayarak, yeni bir karakter yarattığını sanıyor. Küçük burjuva bunu okuyor, zevk alıyor, hoşuna gidiyor: ""Yahu benim de derin ,duygularım varmış meğer!"" diyor. Bizim eski bildik Makar Davuşin ve daha bir çok ""ezilenler ve hakaret görenlerin"" yeni kitaplarında dirilttikleri şeyler işte bunlardır. ""Şeker, yumurta, tereyağı bol değil"" diye neredeyse Dostoyevskivari acılar çekecekler.
Görülüyor ki, küçük burjuvaların pek sevilen ""eşsiz kişiliği"" mutlak özgürlüğe susamış adam, ""benliğini"" göstermek emelinde alan ve küçümsediği gerçeği hiç mi hiç öğrenmek, bilmek istemeyen insan, modern edebiyatta yavaş yavaş yine görünmektedir. Büyük söz ustalarımızdan alınan malzeme ile yaratılmış ,bir kahraman hikayesini okuduktan sonra, modern küçük burjuva kendine bakıp kutsal bir vecde gelir, bir mektup kaleme alır, bunda kendi portresini çizer :

""Bütün ömrümce yürüdüğüm yol taklit edilemez, eşi bulunmaz, bireysel yoldur. Çünkü, dünyada hiç kimse ömründe ne bu yolda yürüyebilir, ne de bu yolun benden önce geçilmemiş aşamalardan ilerleyebilir.""

Bereket versin, bu satırları yazan kimse kendini seyredip duyduğu hayranlığı sadece mektubunda ifade etmekle yetinmiş. Çünkü, bazen, aşağıdaki sözlerle dolu olan kitaplar da var:

""Bence eserim, şarabın verdiği mestlikten üstün, aşktan daha güçlü, uykudan daha tatlıdır.""

O kimse bu cümlenin şüpheli üslubu ile hiç şaşkına dönmeksizin, sözlerine devam ediyor:

""Sanatçıyı sıradan bir insan sayan şüpheciler, 'yaratma' ile mest olduğum sıradan insandan üstün olduğum ve her şeyi bildiğim anlarda ancak kandırabilirim. Ah! Ben kanun yapan bir insan olsaydım, yer yüzünün her yerini keskin bakışları ile delebilsinler diye sanatçılara trenlerde ve uçaklarda yolculuk etmek imtiyazını verirdim.""

Yazar, büyük bu şevkle sevdiği saçma kahramanının uçup giden ve yüzeysel olan şeye karşı açıkça gösterdiği eğilimin ne kadar gülünç ve saf olduğunu anlamıyor. Edebiyat eleştirisi de bunun farkında değil. Yazarlar daha şimdiden kendilerinin ""zekanın aristokratları"" olduklarına inanıyorlar. Bunların eserlerini basıp yayan temiz yürekli, soylu ruhlu kimseler de bunların çok güzel olduğunu düşünüyor ve okuyucuya gittikçe daha çok lafebesi romanlar sunuyorlar. Eleştiriler birbirini yiyip duracaklarına, birbirlerinin karşısına ideolojik çizgiyi çıkarmakla uğraşacaklarına, hiç su katılmamış küçük burjuvanın edebiyata sokulduğunun farkına biraz olsun varsalar, daha iyi ederler.
Gelişen, mükemmelleşen sadece gerçek olmakla beraber, yalan da hâlâ yaşamaktadır. Yalan çok uzun zamandan beri elde ettiği mevkiini sağlamlaştırmıştır. Gelişmiyor, artık daha ince olamıyor, çelimsiz yavanlığını, bayağılılığını her geçen gün biraz daha ortaya koyuyor. Burjuva düşüncesi elli yıldır hiç bir yeni ""toplumsal felsefe sistemi"", burjuvazinin dünyaya egemen olmak için doğa, tanrı, tarih tarafından yaratıldığını güçlü biçimde kanıtlayacak sistemler kuramadı. Nietzchenin: ""Yaşam saçmadır, yalan şarttır"", ""insanın üstüne atılan kurttur"", hakikatinde yüz kızartıcı, doğaya aykırı bir şey yoktur gibi boş laflar etmek için giriştiği teşebbüsten sonra, Spengler'ln Batman Çöküşü adlı kitabı, bu soydan daha bir çok kitaplar burjuvazide kahraman, azim ve iradenin tükendiğini bütün çıplaklığı ile anlatmış, burjuvazinin kesin bir çürümeye doğru adım adım ilerlediğini göstermiştir. Elimizde Batının Çöküşü kitabında gösterilen delillerden daha çok delil var. Batı edebiyatında, vaktiyle, tamamiyle yabancısı olduğu etkiler gün geçtikçe artmaktadır. Buna delil olarak, örneğin Tolstoy'un, Dostoyevski'nin, İbsen'in etkilerini sayabiliriz. İbsen'in Nora'sı ve Denizden Gelen Kadın adlı eserleri, daha başka kahramanlar gün geçtikçe İngiliz, Fransız ve Alman romanlarının ve tiyatrolarının kadın kahramanları haline gelmektedir. ""Devletin temelinin"" -sağlam burjuva ailesinin- sarsıldığını gösteren de işte budur. Batı edebiyatçıları, bağımsız bir ömür sürmek için, eski küçük burjuva geleneklerini cesaretle çiğneyen örgür kadını gün geçtikçe daha sık olarak ele almaktadırlar. Sözde kalan bir kurtuluş mu bu? Hayır, eylem halinde olan bir kurtuluş. Kadın büyük ticaret kurumlarının başına geçiyor, gazetecilik mesleğine, siyasete, ihtikar maceralarına atılıyor. Felsefe doktoru Eleonore Kun, Almanya'da, kadınların iktidarı ele almalarını salık vermektedir. Bunun yanında da, cinsi sefahat almış yürümüştür. Kulamparalık ve zurefalık aşağı yukarı normal bir olgu sayılıyor. Bunu salık veren dergiler çıkarılıyor. ""Kulampara ve zurefa"" kulüpleri, lokantaları açılmasına kanun izin veriyor. Büyük burjuvazi içinde intiharlar çoğalmış, cinayetler almış yürümüştür. Burjuva gazeteleri bunları hemen her gün hiç bir kaygı duymadan yazmaktadır. Batı Avrupa yazarları kahramanlarını, küçük burjuvalarımızın aleyhine, Stendhal, Balzac gibi burjuva gerçeğinin ne türlü bir yalan olduğunu çoktan anlamış sanatçılardan ve bilgelerden aldıkları malzeme ile yaratmaktadırlar.
Eleştirici düşüncenin toplumsal yaşamın bugünkü koşullar karşısında ilerlediğine işaret etmek yerinde olur. Bu ilerleme en çok Amerika Birleşik Devletleri edebiyatlarında hızlıdır.
Gerçek büyümekte ve mükemmelleşmektedir. Bilimsel gerçek olarak, emekçileri doğa güçlerine egemen olmağa, bilincin gerçeği olarak, emekçi kitleleri toplumsal üstünlüklerini, siyasi iktidarı yürütmek haklarını anlamağa doğru götürüyor. Eski toplumsal yalanın Sovyetler Birliğinde pek yakında birbiriyle kaynaşacak bu iki yaratıcı güç karşısına çıkarabileceği hiç bir şey yoktur. Bu yalan kendini ancak topla ve zehirli gazla savunabilir. Bu türlü şeyleri ve küçük burjuvazinin ideolojisini böyle anlamalıdır.
Küçük burjuvaların ideolojisi ve ahlakı, kolektifçiliğe doğru yönelen insan azminin ve aklının elini kolunu iyice bağlamağa çalışır. Bu ahlak bizde dağılıp gitmekte, kaybolmaktadır. Çok çetin ve ıztıraplı olan bu oluşum insanoğlunun kendi çevresine karşı giriştiği mücadele sayesinde kazanılmıştır. Bundan üzücü, ama, önüne geçilmesi mümkün bir olgu doğmuştur. Aynı amacı güden insanlar, yarın için didinen çalışma arkadaşları birbirleriyle ilişkilerinde ihmalci, kuru davranıyorlar, birbirlerinin değerlerini takdir etmiyorlar. Hataları göstermekte bir acelecilik ve bir üstünlük eğilimi var. İnanmış kolektifçiler oldukları halde, arkadaşları ile hele hele kadınlarla kişisel ilişkilerinde çoğu zaman haddinden fazla bireyci davranıyorlar. Bunun küçük burjuva düşüncesinden ileri geldiğine hiç şüphe yok. Onun bıraktığı marazlı bir miras. Ama, insanoğlu kendini on yılda yeniden gençleştirecek ve bu süre içinde yeni bir ahlak, yeni ""tavır ve hareket kuralları"" yaratacak güçte değildir.
Bununla beraber bana öyle geliyor ki, belki de yeni bir ahlakın temelini teşkil edecek biyolojik- toplumsal bir sağlık sistemini kotarma işine şimdiden tezi yok girilebilir. Bu oluşumun kaynağı, milyonlarca küçük patronu kültürlü emekçiler, yeni devletin bilinçli kurucuları haline getirmek için bunları yeniden eğitmek gibi pek büyük bir görevle karşılaşan insanlar arasında daha zeki ve daha dostça bir birliği gerçekleştirmekteki bilinçli bir azim olmalıdır. Bu sağlık sistemini geliştirmek, insanları tatlı insan haline getirmek, küçük burjuva ""ideolojisi"" zehirinin dirilmesine karşı, ""ezilen ve hakaret gören"" küçük burjuvaları kahramanlaştırmayla mücadele etmek işinin eleştiricilere, siyasi yazarlara düştüğünü söylemeğe hacet var mı?
Günümüzün kahramanı, ""halk kitlesi""nden olan insan, kültür işçisi, partinin basit üyesi, mektup yazarı işçi, köylü, asker, okuma odasının başı, idareci görevi yüklenmiş emekçi, köylerde çalışan köy öğretmeni, genç doktor ve genç ziraat mühendisi, ""tecrübeli"" ve eylemli köylü, buluş yapan işçi, genellikle halk kitlelerinden olan insandır! Dikkatimizi en çok halk kitlesi içindeki bu kahramanların yetiştirilmesi üstünde toplamalıyız...
*

Halk kitlelerinin bir çok şeye ihtiyacı yardır. Bu kitleye son derece az kitap verildiğini iddia ediyorum. Bu kitle edebi belagatın tatlı dilini ne yapsın. Ona gerekli alan şey, modern yaşal, emekçi halkın daha iyi bir gelecek uğrunda başka memleketlerde giriştiği mücadele hakkında açık ve kesin bir şekilde ifade edilen bir gerçek yoğrulmuş ekmektir.
Jiga Yoldaş ""dergiciliği"" örgütlemekle, okuyucu kitlesinin Sovyetler Birliğindeki yaşamı tanımak ve öğrenmek istediğini anladığını gayet güzel gösterdi. ""Kurulu makinaları andıran vatandaşlar, beni ""söz, kişi özgürlüğü"" ve daha başka kutsal gelenekler aleyhinde bulunmakla eleştirmek fırsatını belki de kaçırmayacaklardır. Evet, özgürlük düzensizlik haline geldiği anda, özgürlüğe karşıyım. Oysa biliyoruz ki, düzensizlik kendi gerçek toplumsal ve kültür değeri hakkındaki duyguyu kaybeden insanın içinde saklı eski küçük burjuva bireyciliğini başıboş bırakıp: ""Ne sevimli, ne ilginç, ne eşi bulunmaz insanım, ama, gel gör ki, bırakmıyorlar dilediğim gibi yaşayayım"" diye haykırmasıyla başlar. Haykırmaktan başka bir şey yapamadığına yine bin kere şükretsin. Çünkü, dilediği gibi hareket etmeğe başlarsa, bir yandan, devrim düşmanının biri; öte yandan, adeta devrim düşmanı kadar iğrenç ve zararlı farfaranın biri olup çıkar.
Devlet yayınları daha çok dergi çıkarmalıdır. Bu dergiler bir çok okuyucu yetiştirir. Ama ben dergilerimizin okuyucu kitlesinin bilinç düzeyini gerektiği kadar gözönüne aldığını ve zekasını yeteri kadar besleyebildiklerini sanmıyorum.
Polemiklere gelince; dergilerde bunların başarılı örnekleri var. Ama, işin ne olduğunu az çok bilen bir kimse olduğum halde, ben bunun neden böyle bir renk aldığını bir türlü anlamıyorum. Z yoldaş X yoldaşla niçin bir düşmanla tartışır gibi tartışıyor? Her ikisindeki o acayip ve yersiz kişisel kırgınlık tavrı nereden geliyor? Birbirlerine niçin onurlarını kırarcasına saldırıyorlar?
Polemiğe girenlerin birbirlerine hiç saygı göstermediklerini, tabii, kültür sahibi olmadıklarını da anlatan. iki düşman gibi, aynı diller kullanmalarına ne gerek var?
Edebiyat kavgalarını inceleyen bir çok kitap gözümün önünde duruyor. Eski marksistler burjuva eleştirisi ile polemiğe girmelerini eğilimlerine sakin bir tavır ile anlaşmasını bilirlerdi. Bu yüzden, makaleleri, son derece büyük bir kandırma becerisi kazanırdı. Genç eleştirmemizin, kendilerine ""ideolojik çizgiyi"" aslında tam bir doğruluk ve açıklık vasfına sahip çizgiyi çizerek, bu örneğe uydukları söylenemez. Genç, eleştiri tartışmasının harareti içinde unutuyor ki, lafazan belagat, çoğu zaman, ""ana çizgi""yi karartmakta, ve kalem tartışması da, hele taşradaki gençler tarafından pek anlaşılmamaktadır. Edebi eleştirinin ""karanlık, karışık"", ""zıtlıkla dolu"" olmasından sık sık şikayet ediyor.
Edebiyata yeni yeni başlayan bir genç Ural'dan yazdığı mektubunda diyor ki: ""Moskova'da aile halinde toplanmışlar, sanki dünyada kendilerinden başka kimse yokmuş gibi tartışıyorlar"". Bir başkası ise, yazdığı mektupta alay ediyor: ""Her biri kendisinin en ortodoks Marksist olduğunu iddia ediyor. Sonuç: Hepsi de ortodosks Marksisttir. Öyleyse, tartışmaya ne gerek var?""...
Eleştirmenler düşünce ayrılıklarını ve küçük ihtilafları dergilerde çıkan makalelerde öfkeli öfkeli yazılmış yersiz makalelerde değil de, düzenleyecekleri konferanslarda bir yola sokmağa başlasalar daha pratik, daha faydalı olmaz mı? Bana öyle geliyor ki, genellikle, edebiyat meseleleri hakkında kardeşçe konuşmalar yapmak için küçük küçük eleştirici ve yazar konferansları düzenlemeleri ""bugünkü zihniyet""in emrettiği bir şeydir.

1929


TEK BAŞINA YAŞAYAN KURT:
ŞERİT
İşçi sınıfı bütün ulusların birleşmesine taraftar kılan kafalı burjuvanın ""belini kırdıkça"", ölümün hızlı adımlarla yaklaştığını gören bu burjuvanın çığlıkları daha çok duyulan ve daha çok kulak tırmalayan hale gelmiştir. Bu burjuva, kendi şahsında, ""bütün Rus halkının ölümü""nü sezdiğine inanır. Marazlı bir kendini beğenme ile kendinden geçtiğinden bir sarhoş gibi yıkıldığını göremez, ayağının altından yerin kaydığını sanır. Kendine ""yeryüzünün tuzu"" gözü ile bakmaya alışmıştır. Ve ""tuzdan yoksun toprağın kısır, verimsiz"" olduğunu bilir.
Kişinin özgür katılması olmadıkça; kalın kafalı burjuva ""tuz olarak katılmadıkça, yarının uygarlığını imkansız görür."" Oysa, bir çok tuz çeşitleri vardır! Asitler bunlardandır; bir çok tuzlar da, toprağı iştaha getirip, bereketli kılar. Asitli toprağa ""tuzla"" ya da ""manlaha"" denir. Küçük burjuvalar, Ekim 1917 Devriminden sonra, toprak sahipleri, sanayiciler, bankerler, maceracılar ve haydutlar tarafına geçerek, işçiye ve köylüye epey tuz hatta ""en acı""sından pek çok tuz yutturmuşlardır. Gizli örgütler, türlü ihanet hareketleri siyaset hastası ve devrim düşmanı beyaz Rus göçmenlerin hareketleri, çocukların bile suratlarına tükürecekleri Besedovski, Solomonof, Dimitriyevski ve hempalan gibi işçi köylü iktidarının eski uşaklarının iğrenç ihanetleri gösteriyor ki, işçi sınıfına ve Sovyet iktidarına hala zarar vermeğe devam etmektedirler.
Bir çok tuz çeşitleri vardır. Bir de tek başına yaşayan, parazit ""asalak"" olanı vardır. Bunun, yakın bir şekil benzerliğinden başka, tuza benzer tarafı yok. Fransızca Solitaire (şerit) sözü yalnız tek başına demektir. İnsanın bağırsaklarında yaşayan bir kurttur bu. Bağırsaklardaki usareler sayesinde yaşar. Birbirlerine gevşek bir şekilde bağlı küçük halkalardan ibaret bir şerit'tir. Her birinin ayrı üreme uzuvları vardır. Üç dört metre uzunluğunda da olur. Bu halkalardan 99'unu bağırsaklardan atın, yalnız bir tane kalsın. Kısa zamanda korkunç bir şekilde ürer.
Tıp biliminin bize öğrettiğine göre, şerit çelimsiz kimselerde baş dönmeleri ve vücutta genel bir çöküş şeklinde kendini belli eder.
Küçük burjuva şeride son derece benzer. Küçük burjuva bir parazittir, bir asalaktır. Başkalarının usarelerini emerek geçinir. Küçük burjuvanın da tıpkı şerit gibi, şaşılacak bir yaşama yeteneği vardır. Hızlı üreme gücüne sahiptir. Her çevreye pek kolayca uyar.
Her küçük burjuvanın temel özelliği kendisinin ""bir tek"", ""eşsiz"" olduğuna inanmasıdır. Bu yüzden o, her merasimde bulunur: ""Bütün düğünlerde nişanlı, bütün gömmelerde ölü"" olan odur. Devletin ve toplumun kendisi ile birazcık ilgilenmelerini, kendisine insanca muamele edilmesini ister. Duygularını anlatmakta ve özgür komşunun usareleriyle geçinmekte yine tam bir özgürlük sahibi olmak başlıca meselesidir.
İnsanseverdir, insancıldır. Bunu her yerde elinden geldiği kadar ispat etmeğe çalışır. Hatta genç kadınlar verdiği öğütlerde şöyle der:

""İnsan bozulmuş etten bile faydalanabilir. Bu eti sirkeye yatırın, iyice tuzlayın ve hizmetçiye yedirin.""
Küçük burjuva derin ve keskin zekalı bir yaratıktır. 1929 yılında kah Prag'da, kah Paris'te görünür:

""İktisadi eşitliğin, kültürün yarınki gelişmesi üstünde ne gibi bir yankısı olacağını kesin bir şekilde bilemeyiz. Unutmamalı ki, kültür, ihtiyacın etkisi altında maddi refaha ulaşmak emeli ile gelişmiştir. Şimdi, maddecilerin ideali olan maddi refaha varırınca, bu emelin kaybolup kaybolmayacağını bilmek söz konusudur.""

Dindardır.
1927 yılında şunları yazar:

""İlk günahı dünyaya kadın getirmiştir. Şeytan, hepimizin anası olan Havva'yı kokmuş nefesi ile zehirlemiş ve onu çürümenin, şehvetin aleti haline getirmiştir. Kötü şehvet düşkünlüğü, cinsi sapıklık insanoğlunun içine işlemiştir.""

Bu parça eski Marksist, bugün azılı papaz olan S. Bulgakof'un Nişanlının Dostu adlı kitabından alınmıştır. Kitap kulamparalık ile iğdiş etme arası bir şeyi vaaz etmektedir.
Bir teklerden birinin ""şehvet düşkünlüğü""nün ve günahın kaynağı olarak kadın hakkındaki bu kara taassup düşünceleri bana 10 nisan tarihli bir mektup gönderen okuyucunun da hoşuna gider belki. Bu mektubun sahibi, ""kadın"" hakkındaki makalem dolayısıyla, bana şu soruyu soruyor:

""Dinin yaşadığına gerçekten inanıyor musunuz?""
Hayır, inanmıyorum. Emekçi halkı ezen bir silah olarak din hala vardır. Yüz kızartıcı, kötü, insanlık dışı rolünü oynamağa devam etmektedir. Bu rolü özellikle katolik dini gayet güzel oynamaktadır; başında da Tanrıyı temsil eden ""bir tek"" adam vardır; bu adam Tanrıya yalvarmış, Alman ve Avusturyalı katoliklerin kökünü kazımakta Fransız ve İtalyan katoliklerine yardım etmesini istemiştir.
Bizim ""bir tek"" Sovyetlerden biri son günlerde bana çok öfkeli bir mektup yolladı; mektupta diyor ki :

 2nci SAYFA


19 Kasım 2017 Pazar

Jean-Paul Sartre‘ın Bulantı Adlı Eserinden 37 Not

Sartre 1938’de yayınlanan ilk ve dünyaca ünlü romanı Bulantı’da yeni bir denemeye girişir. Günlük biçiminde yazdığı bu kitabında roman kahramanı Antoine Roquentin’in dünya karşısında duyduğu tiksintiyi anlatıyordu. Bu tiksinti yalnızca dış dünyaya değil, Roquentin’in kendi bedenine de yönelikti.


Kimi eleştirmenler romanı, hastalıklı bir durumun, bir tür nevrotik kaçışın ifadesi olarak değerlendirdi. Ne var ki, Bulantı yansıttığı güçlü “bireyci ve toplum karşıtı” düşüncelerle, Sartre’ın sonradan geliştireceği bir çok felsefi konuya yer veren son derece özgün bir yapıttır. Doğaötesi sezgi, roman evrenini kendi dokusuyla besler. Bulantı Sartre’ın hemen hemen bütün felsefi ve sanata ilişkin düşünce ve yönelişlerini içinde barındırır. Özgürlük, kötü niyet, burjuva karakterleri, sanatın yapısı üstüne görüşleri, romanın kahramanı Antoine Roquentin’in doğaötesi bir önem taşıyan buluşunun sonucu olarak dile getirilir. Bulantı bir romandan çok, bir “şiire” benzer.

Romanın kahramanı çok ilgi çekici bir kişiliktir. Ne var ki okuru duygulandırmaz. Roquentin herhangi bir insanda görülen normal aldanışlardan ve ilgilerden sıyrılmıştır. Çektiği acılar bile, okuru etkilemez. Çünkü Roquentin bu acılara kapılmamaktadır. Romanın ilginç yanı, Roquentin’in sağlam bilincinden çevresindeki nesnelere uzanan yönelişi sergilenmesidir. Roquentin varoluşçu felsefesinin tipik kişisi değildir. Dünyanın saçmalığını, yüreğinde “bulantı” duyacak derecede açık seçik görebilen, ama bu gerçek karşısında yaşamını değiştirmeyecek kadar uyuşuk bir aydındır. Saçma bir dünya içinde saydam bir kahramanın işlenmesi, bir çok edebiyat tarihçisi ve eleştirmeni, Sartre’ın bu romanını Kafka’nın “Dava” romanıyla karşılaştırmaya itmiştir. Bulantı’yı insan yaşamının anlamsız parçalanışını ve bu yaşantının dış görünüşündeki yapmacıklığı konu edinmiş romanlardan ayıran özellik, kitabın felsefi bir bilinç taşıması, kahramanın çözümleyici kişiliğiyle orantılı bir felsefi boyuta sahip olmasıdır.

Sartre’ın düşüncesi bir bütün olarak ele alındığında, Bulantı romanı bu bütünün yalnızca iki romanıdır. Sartre’ın temel endişesi, okura evreni olduğu gibi gösterebilmektir. Kitap bu amaca ulaşır, ama ele alınan sorunlar soyut düzeyde kalır. Öte yandan roman, değişik bir yazış biçimi de getirmiştir. Duru, ılımlı, soğukkanlı bir anlatım, insanoğlunun durumunu apaçık belirtirken anlatıcı bile gözden silinir. Sartre’a göre “bulantı”, insanın kendi sorumluluğunu duymaktır. İnsan, sorumluluklarını maskeleyen bu “bulantı”yı azaltabilir, ama gene de içi rahat değildir. Gerçekte, sadece olmak istediği kimseyi değil, bir yasa koyucusu olarak bütün insanlığı seçen kişi, sorumluluk duygusundan da, onun sonucu olan “bulantı”dan da kurtulamaz. Çoğu kimse yaptıklarının yalnız onu bağladığına, yalnız onu sorumlu kıldığına kendisini inandırmaya çalışır, gene de bir türlü rahat edemez. Çünkü sorumluluk da, “bulantı”da insanın varlığından gelmektedir.

Jean-Paul Sartre ‘ın Bulantı adlı eserinden notlar;

“Günce tutmanın tehlikeli yanı budur sanırım. İnsan her şeyi büyütmeye, tetikte durmaya, doğruları durmadan zorlamaya kalkar.” (s.11)

“Tutkum ölmüştü artık. Yıllarca onunla dolup sürüklenmiştim, ama şimdi içim bomboştu.” (s.16)

“Oysa şimdi çevremde, şurada masanın üzerinde duran bira bardağı gibi bir yığın nesne var. Gözüme çarpınca, “Yeter artık, bıktım!” demek geliyor içimden. Çok ileri gitmiş olduğumu iyice anlıyorum. Bana kalırsa yalnızlıkla uyuşmak kabil değil. Ama böyle düşünüyorum diye her gece yatağımın altına baktığımı ya da gece yarısı kapımın ansızın açılmasını beklediğimi sanmayın.” (s.19)

“Bu sevinçli, akıllı uslu insan sesleri arasında yalnızım. Bütün bu adamlar; vakitlerini dertleşmekle, aynı düşüncede olduklarını anlayıp mutlululuk duymakla geçiriyorlar. Aynı şeyleri hep birlikte düşünmeye ne kadar da önem veriyorlar. Bakışı içe dönük, balık gözlü, kimsenin kendisiyle uyuşamadığı adamlardan biri aralarına karışmayagörsün, suratları hemen değişir.” (s.20)

“Gizli kapaklı şeyler, ruh halleri, anlatılmaz duygular istemiyorum artık. Ben ne papaz, ne kız oğlan kızım, iç hayatım diye tutturamam.” (s.21)

“Benim bildiğim, nesnelerin insana dokunmaması gerekir. Çünkü canlı değillerdir. Aralarında yaşar, onları kullanır, sonra yerlerine koyarız. Onlar sadece yararlıdırlar. Oysa bana dokunuyorlar. Çekilmez bir durum bu. Onlarla bağlantı kurmak korkutuyor beni. Sanki hepsi birer canlı hayvan.” (s.22)

“Topluluk içinde yaşayanlar, kendilerini, arkadaşlarına nasıl görünüyorlarsa aynalarda tıpkı öyle görmeyi öğrenmişlerdir. Benim arkadaşım yok. Tenimin bunca çıplak olması acaba bu yüzden mi? Buna insansız doğa denebilir.” (s.32)

“Bu sağlamlığın, bunca dayanıksız olması heyecanlandırıyor insanı.” (s.37)

“Delice bir cömertlikle acı çekiyor.” (s.43)

“Geleceği görüyorum. Şurada, sokakta işte. Şimdiden biraz daha solgun. Gerçekleşecek de ne olacak sanki?” (s.48)

“Anılarım, şeytanın kesesindeki paralara benziyor: Keseyi açınca içinde kurumuş yapraklardan başka şey bulamıyorsunuz.” (s.50)

“Bütün yaptığım sözcükler üzerinde düşler kurmak.” (s.51)

“Anılarımı şimdiden türetiyorum. Şimdinin içine fırlatılmış, orada bırakılmışım. Geçmişime yeniden dönmek istiyorum ama tutsaklığımdan kurtulamıyorum.” (s.52)

“Farkında olmadan, kendisine her şeyden daha fazla bağlandığım bir şey vardı. Aşk değildi bu, Tanrı’da değildi, ün kazanmak, zengin olmak da değildi. Bu… Kısacası, belli zamanlarında hayatımın zor rastlanır, değerli bir nitelik kazanacağını ummuştum.” (s.56)

“Bir şey sona ermek için başlamıştır. Serüven uzamaya gelmez, ona anlam veren ölümüdür yalnız.” (s.57)

“Bir kadın, bir dost, bir kent, bir kerede terkedilemez. Hepsi birbirine benzer zaten. Aradan iki hafta geçince; Şanghay, Moskova, Cezayir birbirinin aynıdır.” (s.60)

“Hayatımın anlarının, hatırlanan bir hayatın anları gibi birbirini izlemesini istemiştim. Zamanı kuyruğundan yakalamaya kalkışmanın böyle bir önemi olabilirdi.” (s.61)

“Yapayalnızım ama bir kente yürüyen ordu gibiyim.” (s.80)

“Şu durmadan sözü edilen zaman akışını pek gördüğümüz yoktur. Bir kadın görürüz, ihtiyarlayacağını düşünürüz ama ihtiyarladığını görmeyiz. Ara sıra kadının ihtiyarladığını görüyoruz gibi gelir bize. İşte serüven duygusu budur.” (s.82)

“Her şeye sıkı sıkıya bağlanır, ama kolayca kurtulmasını bilirdi.” (s.84)

“Önce gözlerini, sonra incecik gövdesini unuttum. Gülüşünü elimden geldiği kadar uzun zaman tuttum aklımda. Üç yıl önce onu da kaybettim.” (s.90)

“Ben geçmişimi nerede saklayacağım? Geçmişinizi cebinizde saklayamazsınız. Onu koyacak bir eviniz olmalı. Gövdemden başka şeyim yok benim. Yapayalnız bir adam, salt gövdesiyle anıları durdurup saklayamaz. Anılar üzerinden geçip gider onun. Ama yakınmamalıyım. Çünkü özgür olmaktan başka şey istememiştim.” (s.93)

“Bizi, birbirimizden ayıran gerçeği kavradım birden: Onun üzerinde düşünebileceklerim ona erişmiyordu; romanlarda görülen ruh biliminden fazlası elimden gelmiyordu. Oysa onun yargısı beni bir kılıç gibi biçiyor ve varolma hakkımı bile sorguya çekiyordu.” (s.117)

“Şimdi var olandı; şimdi olmayan hiçbir şey varoluşmuyordu. Geçmiş var olan bir şey değildi. Hem de hiç değildi. Ne eşyada, hatta ne de düşüncemde var oluşmuyordu. Kendi geçmişimin benden kaçmış olduğunu çoktan beri anlamıştım.” (s.133)

“Benim gözümde geçmiş, bir çeşit emekliye çıkarma; bir başka varoluşma biçimi, bir tatil ve hareketsizlikti. İşi biten her olay kendi kendine bir kutunun içine usulca giriyor ve bir fahri olay niteliği alıyordu.” (s.132)

“Düşünmenin önüne geçebilsem hiç de fena olmayacak. Düşünceler her şeyden daha tatsız. Yaşayan etten bile tatsız. Uzanıp dururlar, bitmez tükenmezler ve insanın ağzında acayip bir tat bırakırlar.” (s.137)

“Gövde, bir kere yaşamaya başlayınca, bu işe kendi kendine devam edip gider. Ama düşünce öyle değil. Düşünceyi ben sürdürür, ben geliştiririm.” (s.137)

“Başkalarının gençliğinden duygulanacak çağa gelmiş bulunuyorum şimdi.” (s.147)

“Her biri, belli bir süre için hayatının anlamını, ötekinin hayatında buluyor. Yakında ikisinin tek bir hayatı olacak; ağır ve ılık bir hayat, anlamsız bir hayat. Ama bunun farkına varmayacaklar.” (s.147)

“On sekizinci yüzyılda doğru denilen şeylere bugün kimse inanmıyor: Öyleyse bu yüzyılın güzel dediği şeylerden hala tat almamız niçin isteniyor? (s.150)

“Benim dostlarım, bütün insanlardır. Sabahleyin işime gittiğim zaman, önümde, arkamda insanlar görüyorum; onlarda işlerine gidiyorlar. Cesaret etsem gülümserim onlara; sosyalist olduğumu, bu insanları hayatıma amaç edindiğimi, ama onların bunu bilmediklerini düşünürüm.” (s.159)

“Sevgi, gerçek bir tanıyış değildir.” (s.163)

“Bir yığın tedirgin, kendinden sıkılmış var olandan başka bir şey değildik. Burada bulunmamız için tek bir neden yoktu, hiçbirimiz böyle bir neden ileri süremezdi. Utanç içinde bulunan ve belirsiz bir tedirginlik duyan her var olan, ötekilerin karşısında kendisini fazlalık olarak hissediyordu. Fazlalık.” (s.174)

“Varoluş, insanın sıyrılamadığı bir doluluktur.” (s.182)

“Ölümümden sonra yaşıyorum. Trajik değil, ürkünç bu, gözyaşsız, acımasız, kupkuru bir umutsuzluğu dile getiriyor. Evet, onda, bir daha canlanmayacak bir kuruluk var.” (s.196)

“Birisini sevmeye kalkışmak, önemli bir işe girişmek gibidir, bilirsin. Enerji, kendini veriş, körlük ister. Hatta başlangıçta bir uçurumun üzerinden sıçramanın gerektiği bir an vardır. Düşünmeye kalkarsa atlayamaz insan. Bundan böyle artık bu gerekli sıçrayışı yapamayacağımı biliyorum.” (s.196)

“Serüvencilik oynadığımız zaman, sen başından serüvenler geçen, bense serüvenleri geçirten kimseydim, bilirsin. “Bir eylemciyim.” derdim. Hatırlıyor musun? Oysa şimdi yalnız şunu söylüyorum: Eylemci olunamaz.” (s.204)


Not: Bu çalışmanın yazarı bilinmiyor.

11 Kasım 2017 Cumartesi

Makyavelizm, insanlık ayıbı insanlık suçudur...

Hasan HASTÜRER

İtalyan düşünür Niccolu Machiavelli, 1469-1527 yılları arasında yaşadı.

Makyavelizm, Niccolu Machiavelli'nin düşüceleri üzerine bina edilen bir yaklaşım biçimidir. Makyavelizim'de önemli olan amaç ve amaca nasıl olursa olsun ulaşmaktır.

Amaç yolunda her şeyi geçerlidir, mübahtır.

Niccolu Machiavelli'nin en önemli ve Makyavelizmi en iyi anlatan eseri Prens ya da Hükümdar olarak çevirisi yapılan IL PRINCIPE isimli eserdiri. O eserinde Niccolu Machiavelli, tarihin derinliklerinde yaşadığı döneme kadar yaşamdan örneklerle hükümdarlara, ya da hükmedenlere önerilerde, tavsiyelerde bulunuyor.

IL PRINCIPE'yi okuyanların buluştuğu en önemli nokta hükümdarın yerine gözü para işadamı ya da politikacıların ezici çoğunluğunun konulabileceğidir.

Bu Pazar gününde sizlere Makyavelizmi anlatma gibi bir amacım yok. Ancak Makyavelizmden biraz bahsedip çevrenizdekileri daha kolay algılayıp yargılamanıza yardımcı olmak istiyorum.

* * *

Makyavelizm üzerine çalışanlar Niccolu Machiavelli'nin “Hükümdarlar sözlerini nasıl tutmalıdır?” sorusuna verdiği yanıtı şöyle toparlarlar:

“ - Deneyler bize göstermiştir ki, büyük işler yapmış olan hükümdarlar verdikleri sözleri fazla dikkate almamışlar, ustalıkla insanları aldatmışlardır.
- Mücadelenin iki yolu vardır: biri kanun yolu, diğeri kuvvet yoludur. Birinci insanlara, ikinci hayvanlara özgüdür. Fakat çoğu zaman birinci yol kafi gelmez ikinci yola başvurmak gerekir. Bu nedenle hükümdar insanca davranmayı da hayvanca davranmayı da bilmelidir.
- Hükümdar tuzakları tanımak için tilki, kurtları korkutmak için aslan olmalıdır. Sonuç olarak, ihtiyatlı bir hükümdar, kendine zararı dokunuyorsa verdigi sözü tutmaz. Söz vermesini gerektiren şartlar değişmisse, yine sözünde durmasına gerek yoktur.

- Hükümdar rolünü iyi oynamalı gerçek amaçları konusunda açık vermemelidir. İnsanlar o kadar alışkındırlar ki, aldatmak isteyen biri mutlaka aldanacak birini bulur.
- Hükümdar, merhametli, vefalı, insancıl ve doğru bir insan olarak gözükmeli, fakat gerektiğinde tümüyle aksine davranabilecek kadar ruhsal hazırlık içinde olmalıdır.
- Hükümdar sözlerine özen göstermeli, öyle ki görüp işitenler merhametin, bağlılığın, insanlığın, doğruluğun ve dindarlığın ta kendisi oldugunu sansınlar. Bu son niteliğe sahipmiş gibi gözükmek kadar gerekli bir şey yoktur. Çünkü insanlar genellikle ellerinden çok gözleriyle yargılar. Herkes sizi nasıl görünüyorsanız öyle görür.”


* * *

Bunlar benim düşüncelerim değil.

Niccolo Machiavelli'nin düşünceleri.

Ben sadace bir bölümünü öne çıkardım.

Makyavelizm, yüzlerce yıl sonra da geçerli olabilir mi? Normalde olmaması gerekir. Ancak pek çok gözü kara işadamı, politikacı için Makyavelizm hala geçerli ve kullanılırdır. Makyavelizm, ne kadar yaygın ve iyi bilinirse Makyavelizmi rehber kabul eden politikacılar, iş adamları ya da makyavelizmi benimseyerek hayatta bir yerlere gelip tutunmak isteyenler daha kolay anlaşılır.

Makyavelizmi iyi anlayıp, bu anlayışı çağdaş en temel insan haklarıyla, demokrasiyle, hukukun üstlüğüyle birlikte okursak, Makyavelist yaklaşımın hayat bulmasının insanlık ayıbı, insanlık suçu olduğunu çok kolay anlarız.

* * *

Bizim dünyamıza şöyle bir özenle göz atınız. 500 sene önce seslendirilen ve çağdaş yaklaşımla insanlık ayıbı, suçu sayılan yaygın Makyavelizm yaklaşımlarının olduğunu görürüz.

Gücü elde eden, gücünün devamı için güçlü olanların memnuniyetini, tatminini öne çıkarır. Bunun bir diğer yaklaşımla adı gücün koruyucularının memnun edilmesidir.

Yasalar yapılır. Anayasa eşitlikten bahseder ama birileri için o eşitlik maddesi geçerli değildir. Bazıları balın tadını kavanoza dokunarak almaya çalışırken, bazılarının ağızlarına kaşık kaşık bal sokulmasının izahını başımızdakiler bir yapsın.

Yeni ve etkili güç odakları öne çıktığı zaman parti için koşturanların da artık esamesi okunmaz. Bizim gibi ülkelerde Makyavelist yaklaşım sahiplerinin kutsal ittifakı vardır. Bu kutsal ittifakın tarafları için öncelik bir birlerinin beklentilerine yanıt verip, çıkarlarını sürdürücü yapının devamını sağlamaktır.

... Ve bu yaklaşım sahipleri için etik değer, ahlaki yaklaşım, insani değerler asla ama asla bir değer taşımaz. Daha doğrusu onların sözcük listesinde “ahlak, insani değer, söz, dürüstlük” filan gibi sözcükleri hiç bir zaman olmaz.

Neden olmaz?

Etik ve insani değerler, manevi değerlerdir. Halbuki ille de her koşul altında kazanmak, her koşul altında koltuktan olmak isteyenlerin hedefleri maddi kazanımlı hedeflerdir. Maddi kazanımlı hedef paradır, koltuktur.

* * *

Yazının sonuna geldiniz. Bir soluk alıp düşünün. İsterseniz bir daha okuyun, hatta etrafınızda birileri varsa sesli okuyup, tartışın. Ve tabii bir de urup avuçluk memleketimizde kaderimizde etkin olanların yaklaşım biçimlerini sorgulayın... Bulgularınızı isterseniz bir biçimde bana iletin. Bunu yaparsanız çok memnun olacağım...
Canımızı sıkmak için elleriden geleni esirgemeyenlere inat bu Pazar gününde yüreğinde insanlık sevgisi eksilmeyen herkese nergis kokulu harika güzellikler dilerim...

Günün sözü: Her takke bir gün düşmeye mahkumdur






16 Ekim 2017 Pazartesi

Foucault’dan Ders Çıkarmak: Yeni Bir Politik Hayal Gücü

Fransa’da 1977’nin sonlarında, sosyalistler ve komünistler Mart 1978’de yapılacak genel seçimler için bir “ortak program” geliştirme fikrini tartışıyordu. Kimilerine göre, bir “Sol Birlik” sağlayarak, 68 Mayısı’nı kurumsallaştırıp bir seçim zaferine dönüştürmenin zamanı gelmişti. Zaman, “büyük harfle Politika”nın zamanıydı; özyönetimin, doğrudan demokrasinin ve kendi kendine örgütlenmenin, gerçekliği değiştirmek için uygun araçlar olmadığı anlaşıldığına göre, şimdi ciddiyet zamanıydı.
Aynı sıralarda, iki dergi, eğitim, sağlık, şehir planlama, çevre ve emek gibi özgül toplumsal alanlarda değişim yaratmaya çalışan kişilerin katıldığı bir toplantı örgütlüyordu. Dönemin entelektüel semalarındaki belki de en parlak yıldız olan Michel Foucault, toplantıya katıldı ve “mahalle hekimliği” atölyesine kaydoldu.
Le Nouvel Observateur (sayı 670), Foucault’nun atölye çalışmalarında edindiği izlenimlere, “Kültürel Bir Seferberlik” başlıklı söyleşiyle yer verdi.
Foucault orada şöyle diyordu:

Ben yazılarımı, o atölyeye katılan insanlar gibileri için yazıyor, onlar gibileri için çalışıyorum: yeni sorular soran, yeni insanlar. Entelektüelleri ilgilendirmesi gereken sorular, hemşirelerin veya gardiyanların soruları. Bunlar, Parisli profesyonel entelektüellerin birbirlerine savurdukları küfürlerden çok daha önemli.

İki gün süren yoğun politik konuşma ve tartışmalar sırasında (özellikle iktidar ilişkileri, bilgi ve para konuları tartışılırken), otuz kişiden oluşan “mahalle hekimliği” atölyesi katılımcılarının hiçbirinin ağzından “Mart 1978” ya da “seçimler” kelimeleri çıkmadı. Bu çok önemli ve anlamlı. Yenilik ve değişim, artık partiler, sendikalar, bürokrasiler ya da politikacılar üzerinden gerçekleşmiyor. Bireysel, manevi bir kaygıdan oluşuyor. Artık ne yapmamız gerektiğini siyaset kuramına sormuyoruz, akıl hocalarına gerek yok. Bu, ideolojik ve derin bir değişim.

Geçtiğimiz on beş yıl içinde büyük bir hareket ortaya çıktı. Anti-psikiyatri bunun modeli, 68 Mayısı da bir olayı idi. Vaktiyle toplumun esenliğini güvence altına alan tabakalarda (örneğin, hekimler), şimdi tamamen değişken, hareketli, alışıldık dil ve yapılardan başka şeyler arayan insanlar var. Buna kültürel devrim diyecek kadar ileri gidemem, ama kültürel bir seferberlik olduğu kesin. Bunu politik olarak ele geçirmek imkânsız: Hükümet değiştiği takdirde sorunlarının çözüleceğine kesinlikle inanmıyorlar. Ben de bundan çok memnunum.

Bu son derece provokatif bir hamledir. Büyük filozoflar için, mütevazı bir atölye, sosyalistlerle komünistlerin “ortak program”ı üzerine tartışmaktan daha anlamlıdır. 68 Mayısı’yla dolaysız bağı olan da, bu atölyedir, sol cephenin seçimlerdeki olası başarısı değil. Politik müdahale, hükümet değişikliğiyle ilgilenmeyen küçük bir grup insandan gelmiştir. “Taşın altına elini koymak”, insanların kendilerini aşağılarda konumlandırmalarıyla olmuştur, “büyük harfle Politika” gerçekte küçük harfle yazılırmış gibi…
Foucault’nun bu hamlesi, provokatif olmasına rağmen, hiç de gelgeç bir heves değildir. O sıralarda geliştirdiği kuramlarla tutarlıdır.
Peki, Foucault için iktidar, bir politik iktidar meselesi değilse, kendisi iktidardan ne anlıyordu? Parti paradigması dışında direnişten ne anlıyordu? Entelektüellerin özgürlükçü pratiklere katkısı, bildiriler imzalamak veya mevcut durum üzerine demeçler vermek değilse, neydi ona göre?

Bir: İktidar Meselesi
“Politik düşüncede de, analizde de, kralın hâlâ giyotine gönderilmesi gerekiyor.”
1976’da böyle yazmıştı Foucault. Bundan kastı neydi?
Foucault burada haşmetli bir iktidar figürüne göndermede bulunur: belirli bir yerde yoğunlaşmış, daima uzakta ve yüksekte olan, aşağıdaki tebaası/kurbanlarına dikey olarak iradesini dayatan bir figür. Kralın yerini devlet alabilir, hukuk düzeni ya da sınıf hâkimiyeti alabilir, ama iktidarla ilgili bu anlayış hep yeniden üretilir: toplumun tepesine dikilmiş bir “denetleme odası”. Foucault’nun eserlerinin tamamı, bu zihinsel ve kavramsal şemayı bozma derdindedir.
Büyük figürlerde (devlet, hukuk, sınıf) yoğunlaşan ya da onlardan türeyen bir iktidar anlayışı yerine, Foucault iktidarı “toplumsal kuvvetler alanı” olarak düşünmeyi önerir. İktidar, hükümran bir noktadan aşağı doğru yayılmaz, tüm taraflardan gelir: eğitim, sağlık, şehir, cinsellik ve emek gibi konulara dair anlayış biçimlerimizi (pratiklerimizi) kesen ve düzenleyen binlerce kuvvet ilişkisinden kaynaklanır.
Bu kuvvet ilişkileri sadece hukuki terimlerle (yasaya göre neyin yapılabilir neyin yapılamaz olduğu şeklinde) kodifiye edilmiş değildir. Bedenleri ve davranışları normlara uyduran sayısız hukuk dışı işlemden oluşurlar, ki bunlar yasalardan farklıdır.
Hapishaneyi düşünelim: Hapishanenin açık hukuku, buranın mahkûmları topluma geri kazandırma amacı taşıyan bir mekân olduğunu söyler; ama bundan bambaşka bir şey üreten binlerce gündelik işlem vardır; suçlunun damgalanması, suçlu olarak sabitlenmesi ve böylece toplumdan dışlanması. İktidarın salt hukuk temelli analizi, bu belirleyici kuvvetleri göz ardı eder.
Bu toplumsal kuvvetler alanında kuşkusuz “özel yoğunluklu noktalar” vardır: devlet, hukuk, toplumsal hegemonyala... Bunlar iktidar ağındaki ana düğüm noktalarıdır. Fakat Foucault bunları düşünürken, “nihai formlar” biçimindeki tipik bakış açısını tamamen ters çevirmeyi önerir. Yani, ona göre bunları, kuvvet ilişkileri arasındaki etkileşimin nedeni değil sonuçları olarak görmek gerekir – birincil ve üretici aşamalar değil, ikincil ve türemiş aşamalar olarak. Bunlar, kuvvet ilişkilerinin dış hatları, buzdağının görünen yüzleridir. Devlet aygıtları, hukuk, ve toplumsal hegemonya, daimi bir kaynama noktasındaki gündelik savaşların koyu zemini üzerinde belirginleşerek ortaya çıkan figürlerdir.
Foucault’nun, 1970’lerin hâkim Marksizmine karşı öne sürdüğü bir iddia, bu noktayı açık seçik ortaya koyuyor.

“Bana öyle geliyor ki, iktidar ilişkilerinin bütününü dayatan, burjuva sınıfı (veya onun bilmem hangi bileşeni) değil. Şunu söyleyebiliriz: Bu sınıf söz konusu ilişkileri kendi lehine kullanıyor, bunlardan faydalanıyor, bunları değiştiriyor, bazılarını pekiştirip bazılarını zayıflatmaya çalışıyor. O zaman, bütün bu ilişkilerin türediği tek bir odak noktası yok; toplamda bir toplumsal sınıfın diğeri üzerinde, bir grubun bir başka grup üzerinde tahakküm kurmasını mümkün kılan, birbirine bağlanmış iktidar ilişkileri var.”
Katalan gazeteci Jordi Évole, Uruguay Devlet Başkanı Pepe Mujica’yla yaptığı meşhur söyleşide, seçim programını hayata geçirip geçiremediğini sormuştu. Mujica gülerek, “Tabii ki hayır.” demişti: “Siz Başkan’ı, her istediğini yapan bir kral mı sanıyorsunuz?” Mujica bu sözlerinde hafiften “Foucaultcu bir ders” veriyor, politik iktidarın neyi yapıp neyi yapamayacağının toplumsal kuvvet alanıyla koşullanmış olduğunu söylüyordu (bu kuvvetlere, neoliberalizmin amaçlarına ulaşmak için diktiği hukuki çerçeve, toplumdaki öznelerin arzuları ve beklentileri vs. de dahil).
İktidar, işgal edilebilecek veya ablukaya alınabilecek ayrıcalıklı bir yerde bulunmaz. 20. yüzyılın hegemonik devrimci paradigmasının krize girdiği nokta da burası. Toplumsal kuvvet alanıyla ilişki olmaksızın, bu yer boş, bu iktidar iktidarsızdır.

İki: Direniş Meselesi
“İktidarın olduğu her yerde direniş de vardır” lafı Foucault’nun ünlü deyişlerinden biridir. İktidarın tek bir noktada (liderler, politik zümre vs.) yoğunlaşmaktan ziyade toplumun her köşesinde üretilip etrafa yayıldığı görüşü, tahakkümün kadir-i mutlaklığı hakkında kötümser bir tez değildir. Bilakis: İktidarı güç ilişkileri olarak tarif etmek, onu, bir eylemle diğer bir eylem arasındaki ilişki olarak tahayyül etmek anlamına gelir. Bir güç edimine cevaben bir başka edim. Güç, edilgin bir nesneye değil, her zaman eylemeye ve öngörülemez bir tepki vermeye muktedir bir başka özneye uygulanır.
Foucault, 1977 tarihli bir söyleşide her tür direnişi “plebler” olarak adlandırır. Plebler, somut, lokal ve yerleşik iktidar işlemlerine karşı bir o kadar somut, lokal ve yerleşik bir tepkidir. Gücünü tam da buradan alır: İktidara, tam da uygulandığı noktada tepki verir; bir başka yerde değil.
İkincisi, plebler sosyolojik bir gerçeklik değildir (bu tabir, ortak bir çıkara sahip olanlara ya da aynı sosyal koşulları paylaşanlara atıfta bulunmaz); tam tersine verili kimliklerin çökmesidir plebler. Pleblerden anlaşılması gereken, halk, fakirler ya da dışlanmışlar değildir: “bedenlerde, ruhlarda, bireylerde, proletaryada, ama aynı zamanda burjuvazide çeşitli formlarda, enerjilerde ve tekilliklerde dışarıya doğru genişleyen plebyen bir yan vardır”. İktidar bloğuyla direniş bloğu arasında ikili bir karşıtlık söz konusu değildir: İktidar da direniş de, her şeyin ve herkesin içinden geçer; hepsine nüfuz eder.
Son olarak, plebler bir töz* değil, eylemdir. “Plebler mevcut değildir, ama plebler vardır.” Dostluk mevcut değildir, ama dostluğun varlığını gösteren emareler vardır, demek gibi bir şeydir bu. Vuku bulduğu an dışında var olmayan bir şeydir plebler. Bir olgu, bir tezahür, bir olaydır.
Plebler gibi devingen, heterojen ve karmaşık bir gerçeklik örgütlenebilir mi? Tabii ki. Nasıl ki iktidar, birbirinden farklı somut ve münferit kuvvet ilişkilerini birbirine bağlayarak kapsamlı stratejiler üreten bir zincir meydana getirebiliyorsa, farklı direnişler de genel bir etki üretmek maksadıyla ‘stratejik bir şekilde düzenlenebilirler’. Bu genel etkiye devrim diyoruz.
Peki, nasıl? Öncelikle, örgütlenme hakkında düşünürken düşülmemesi gereken en az iki hata var: 1) Basitleştirme (yalnızca özdeş olanlar örgütlenebilir) ve 2) ayrılık (örgütlenebilmek için insanın, direnişlerin gerçekleştiği somut mekânlardan ‘dışarı çıkması’ gerekir). 20. yüzyıldan bildiğimiz ‘politik özneler’ (politik partiler ve silahlı gruplar) bu modeli takip eder: Kendilerini direnişlerin beyni ve eklemlenmesi olarak düşünür; gerçekte homojen, kapalı ve direnişlerin yaşandığı dünyalardan yalıtılmış mekânlar olarak kurarlar.
Dolayısıyla, plebleri stratejik olarak bir sisteme bağlayabilmek için, örgütlenmeyi, farklı direniş noktaları arasındaki ‘dolaşım’ üzerinden yeniden tahayyül etmek gerekiyor. Direnişlerin dağınık ve yerel karakterlerini üstesinden gelinecek bir engel olarak değil, potansiyel bir güç olarak düşünmek gerekiyor. Direnişleri, kendi dünyalarıyla hiçbir organik bağı olmayan merkezî formlar altında biraraya toplamaya çalışmaktansa, “bilgiden bilgiye, siyasallaşmanın belirli bir noktasından ötekine, kesişme ve mübadele noktaları şeklini alan yatay-geçişli bağları” nasıl kurabileceğimiz üzerine düşünmeliyiz.
Plebler birbirleriyle iletişim kurarak ve direniş pratiklerini genişleterek örgütlenirler. Foucault’nun 1978’de gerçekleşen atölye çalışmalarından bu kadar keyif almasının sebebi hiç kuşkusuz bu atölyelerin, direnişlerin farklılıklarını ve kendilerine has dünyalarını terk etmeden biraraya gelip paylaşımda bulunabilecekleri bir alan açmış olmasıydı.

Üç: Bilgi Meselesi
Şöyle diyor Foucault: “Ne zaman teorik bir çalışma yürütmeye kalksam, kendi üzerimde serimlenmesine tanık olduğum süreçlere ilişkin olarak yaşadığım deneyimlerin unsurlarından yola çıkarım”. Foucault, yaşanan deneyime ışık tutabilmek için zamanda ve uzamda çok uzun yolculukları (geçmiş asırlara, gizemli şahıslara, kayıp metinlere yapılan yolculuklar) göze alabiliyordu. Fakat, tüm bu titiz çalışma şimdiki zamanın “sorunları, ıstırabı, yaraları ve dertleri” hakkında düşünebilmek için yapılıyordu.
Burada mevzubahis olan şey, gerçek hayat deneyimine dayalı düşünme ile kitabi düşünme arasındaki fark. Kitabi düşündüğünüzde, kitaplar sizi başka kitaplara yönlendirir. Gerçek hayat deneyimine dayalı düşündüğünüz zamansa, kitaplar kişisel ve kolektif meselelerle yankılanır.
İnsan Foucault okuduğunda kendini daha bir güçlenmiş, akıllanmış, neşelenmiş hisseder – gelin görün ki onun yaptığı aslında işleri daha da karmaşıklaştırmaktır. Peki, bu nasıl mümkün olabiliyor? Sezgilerim bana şöyle diyor: Düşünmekten gelen neşenin, vardığınız sonuçların rahatlatıcı olmasıyla bir alakası yok; bu neşe daha ziyade belirli bir noktaya kendi başımıza erişebileceğimizi keşfetmekle alakalı. İnsanda kalıcı bir tesir bırakan bir deneyim bu: Kendimiz adına (ne olursa olsun) düşünmeye muktedir olduğumuzu bir kez ispat ettiysek eğer, demek ki bunu tekrar yapabiliriz.

“Öyle hakikat etkileri yaratmak istiyorum ki, henüz icat edilmemiş biçimlerde, tarif edilmemiş örgütlerde, kim dilerse onun tarafından yürütülebilecek bir savaş için kullanılabilsinler. Konuşmamın sonunda bu özgürlüğü, her kim onunla bir şey yapmak istiyorsa ona bırakıyorum.”

Teoriyi alet çantası olarak gören bir entelektüel (ki bu herhangi biri olabilir), bir guru, kâhin ya da rehber değildir; Foucault’nun “özgül entelektüel” olarak adlandırdığı kişidir. Özgül entelektüel, evrensel değerlerden ziyade somut durumların sözcülüğünü yapar. Takip edilmesi gereken çizgiler çizen kişi değil, ortaya serbestçe kullanılabilecek aletler koyan kişidir özgül entelektüel. Her şeyi bilen dış ses değil; bir mücadelenin gücünün sürdürülmesidir.

Çoğul Halde Düşünmek
1978’deki atölye çalışmalarında gerçekleşen tartışmalar “son derece politik” ti. Yine de Foucault “kültürel bir seferberlik”ten bahsetmeyi tercih etti. Neden? Bence, insanların görme ve düşünme biçimlerinde bir değişim gözlemlemişti. Kültürel ya da paradigmatik bir değişim. Peşinde olduğu “yeni politik hayal gücünün” belirli unsurlarına rastlamıştı.
Günümüzde Foucault’dan alabileceğimiz derslerden biri de şu: Küçükten büyüğe geçmekle ya da sokaklardan kurumlara (veya kurumlardan sokaklara) ‘sıçramakla’ politik düşünce olgunlaşmayacak; bunun için, kralın kellesini bir kalemde alarak, çoğul (halde) bir değişimi mümkün kılacak bir dil ve haritalar icat etmek gerekir.

Amador Fernández-Savater
Çeviri: Ayşe Boren, Elçin Gen
Kaynak: http://e-skop.com/skopbulten/foucaultdan-ders-cikarmak-yeni-bir-politik-hayal-gucu/2486

Editör’ün notu:
*Töz, değişen yüklemlere desteklik eden değişmez gerçeklik; kendi kendisiyle, kendi kendisinde var olan anlamındaki felsefi kavram. Öznede değil, kendinde var olan. Bağımsızca kendi içinde var olan.

2 Mayıs 2017 Salı

Dördüncü Kemalizm ve muhafazakârlık

Kemalizm tarihsel ilerici bir hamledir. Tarihin de doğru yanında yer aldı. Ama bu onun güncel ilerici politikalarla aşılmayacağı anlamına gelmez


Her 10 Kasım'da olduğu üzere, Kemalizm konusundaki tartışmaların devam etmesini doğal karşılamak gerekiyor. Çünkü, bugün Kemalizm belli kesimlerin sürekli olarak ona referans vermesine, kendilerini ve politik konumlarını onunla açıklamasına karşın tamamlanmış bir ideoloji değil. Bu yazıda Kemalizmin hem ne olduğunu kendime göre yanıtlamaya çalışacak hem de Kemalizmin bir ideoloji olarak içselleştirilmesinde, işlevselleştirilmesinde fakat daha önemlisi tanımlanmasında içine düşülen bir yanlışı tartışacağım. Özellikle, Kemalizmin üç büyük dönemeçten geçtiğini ve bugünkü anlamının ne olduğunu ele alacağım. Bugünkü Kemalizmin 1930'lardakine atıfta bulunan, ama özünde 1960'larda biçimlendirilmiş bir kurmaca olduğunu öne süreceğim.

-Üç Kemalizm
Kemalizm sanıldığının tersine 1930'larda ortaya çıkarılmış bir ideoloji değildir. Bunun iddialı bir yargı olduğunun bilincindeyim. Kemalizm 1930'larda kurucu siyasal örgütü olan CHP tarafından biçimsel olarak tanımlandı. Bugüne kadar devam eden altı ok kurgusu Kemalizmin sistemleştirilmesinin doruk noktasıdır. O arada valilerin partinin il başkanları (ve tersi) olacağının karara bağlanması, altı okun anayasaya içerilmesi devlet-parti-Kemalizm özdeşliğini tamamlayan adımlarıdır. Bu meyanda Kemalizmin 1930'larda dönemin siyasal konjonktürünün tesiri altında biçimlenmiş, bürokratik asker elitin 'koruması', dönem entelektüellerinin formasyonu içinde geliştirilmiş kesinlikle otoriter bir sistemik-devletçi ideoloji olduğunu belirtelim. Buna rağmen 1930'lardaki Kemalizm bugünkünden farklıydı. Bir sistemik kalıptı fakat ideolojik dokusu henüz oluşmamıştı.

1930'ların Kemalizmi öncelikle bir modernleştirici ideolojidir. 'Devlet nasıl kurtulur' sorusunu sormuş ve yanıtlamış bir neslin, onu devlet kurucu sistem olarak gördüğü ise bir vakıadır. Bu bakımdan devletin Kemalizme herhangi bir noktada dışsal olduğu veya en azından devlet-Kemalizm ilişkisinin nötr olduğunu düşünmek olanaksızdır. Tam tersine üç unsurun halkın, muhalefetin ve sivil alanın olmadığı bir önermedir. Buna mukabil konjonktüreldir. Bütün sistemleştirme çabasına karşın zaman içinde kendiliğinden çözülür. Özellikle 1938 sonrasında İsmet Paşanın attığı adımlar ve CHP tarafından alınan kararlar bu baptadır.

1930'lar sonrasındaki dönem aslında Kemalizmin ikinci dönemidir gerçekte ve onun birinci döneminin aşılmasına tekabül eder. Birinci dönem Kemalizmin epistemolojik/zihinsel, dolayısıyla da daha özgür ve gevşek dokunmuş, temel parametrelerle ilgilendiği dönemdi. Kemalizm tartışmalarında özellikle unutulan nokta budur. Çünkü bu tartışmalar, tarihin Kemalizmle birlikte başladığı, Kemalizmin bir kopuş mu süreklilik mi olduğunu irdelerken, ilk dönem Kemalizmini ve onun bu dönemdeki özelliklerini yok sayıyor. Oysa eğer 1920'lerde hatta erken 30'larda bir Kemalizm varsa (ilk dönem Kemalizmi kanımca budur) bu 19. yüzyıl Türk modernleşmesinin o dönemdeki nihai tarihsel kapasitesidir.
Söz konusu hamle materyalist düşüncenin ithal edilmesiyle başlar, Jön Türklerin benimsediği Comte'cu pozitivist ideolojinin aydın öncülüğü teziyle devam eder ve nihayet Abdullah Cevdet'in 'İçtihad'ında, Kılıçzade Hakkı'nın daha sonra 1930'larda Kemalistler tarafından hayatiyete kavuşturulacak reform önerisiyle sona erer. Kemalizm bu çizginin uzantısıdır. Dünyayı, dünyanın bilgisiyle açıklamak maksadıyla kendisini yönlendirdi ve düşüncesini uygulamaya koymak için dönemin dinsel otoriter bürokrasisini ortadan kaldırmayı şiar edindi. Bu yönüyle uzun ve tarihsel bir çizginin uzantısıdır ama ondan radikal bir kopuşa da denk gelir.

İkinci dönem Kemalizmin bu kapasitesini muhafaza eder fakat ona devlet öncelikli bir yeni misyon kazandırır. 1930'lardaki hamle bu amacı hedefler. Kemalizm kendisine bu noktada yenik düşer. Çünkü hem modernleşmenin iç paradokslarıyla amaç edindiği Kantçı anlamdaki özgür bireyi yaratma 'projesinden' uzaklaşır, hem de devlet öncelikli vurgu onu bürokratikleştirmeye ve bir retorik olmaya iter.

Üçüncü dönem tabii ki, ikinci döneme eklemlenir. Geniş ölçüde Doğan Avcıoğlu tarafından biçimlendirilen 1961 sonrası Kemalizm, bütünüyle ütopist, devrim adı altında biçimlenmiş, önce faşizan bir hamlenin, sonra eylemin/girişimin kristalizasyonudur.
Bu Kemalizm, ordu-bürokrasi-aydın ittifakının biçimlendireceği bir blokun, dönemin sol ideolojik modellerinden esinlenmesiyle oluştu. Kemalizmin antiemperyalist yanına vurgu yapar. Retrospektif bir okumayla Kemalizmin sol-pratik bir özünün olduğu iddiasından yola çıkar ve daha sonra, literatürde sol Kemalizm diye adlandırılacak modeli inşa etme çabasındadır. Fakat bu Kemalizmin soldan anladığı sadece devlet güdümlü, neredeyse Sovyetik bir modeldir. Bu model yakın döneme kadar Attila İlhan tarafından 'şiddetle' savunuldu. 1960'ların Ecevit'inden İlhan Selçuk'a kadar birçok kişiyi etkiledi.

Bugün Kemalist ideoloji denilen şey aslında budur. 1930'lardaki yapının daha fazla savunulacak yanı olmadığından 1960'ların 'kitle' vurgusunu taşıyan sol açılımın bugün de toparlayıcı olduğu varsayılıyor. Ama... Önce şunu belirtelim: Kemalizm artık, yukarıda belirttiğim modernleştirici özü ve epistemolojik öncülleriyle hatırlanmıyor. İkincisi, Kemalizmin yükseliş dönemleri daima ordunun toplumsal-siyasal etkinliğinin arttığı zamanlara denk gelir: 1960, 1980, vs. 1990'ların başından itibaren Türkiye derece derece artan bir dozda bir kez daha ordu etkinliğinin yoğunlaşmasına tanıklık etti. Sürecin doruk noktası 1999 yılındaki 28 Şubat hamlesidir. Belirttiğim süre içinde ve ondan sonra Kemalizmin devlet eksenli bir ideoloji olarak dozu artırıldı, etkinliği yoğunlaştırıldı. Bugün neredeyse daha önceki dönemlerin Kemalizmiyle mukayese edilemeyecek derecede monistik hale geldi. Artık bürokratikleştirilmiş bir Kemalizm söz konusudur. Bu Kemalizmin yapılanması devam ediyor. Genelkurmayın yakın sayılacak bir zaman önce Atatürkçü düşünme sistemi şeklinde özetlediği ve biçimlendirdiği bir model, bu gerçeği bütün çıplaklığıyla özetliyor. Burada bir iç krizden söz etmek gerekir.

Bugünkü 'yeni' Kemalizm, 1990'larda yaşanmaya başlayan devlet, laiklik ve kimlik krizlerine bir alternatif şeklinde hazırlandı. Çoğulcu ve çoklu (multiple ve plural) toplumsal taleplere karşı monist bir set oluşturma iddiasındadır. Bütün benzeri ideolojik hamlelerde olduğu ve Aziz el Azmeh'in bir total söylemin daha sonra gelişen olaylar etrafında nasıl yenilendiğini gösterdiği çalışmasında belirtilen metodolojiye paralel olarak, bu yeniden inşa denemesi Kemalizmin 'ihtiyaç duyulan her şeyi' kapsadığı iddiasından yola çıkıyor. Bugün Kemalizmin üniter ulus-devlet kurucu niteliği zımni olarak öne çıkarılıyor. Burada bir çelişki veya noksanlık varmış gibi algılanabilir. Çünkü, son zamanlarda Kemalizmin şiddetle vurgu yaptığı ve yükseltildiği çatışma odağı laikliktir. Oysa laiklik de bugün devlete yönelik bir tehdit olarak görülüyor, ilgili çevrelerde. Bu bakımdan laiklikle Kemalizmin devlet odaklı 'misyonu' örtüştürülüyor. Kendi başına ve denebilirse 'laik' bir laiklik yorumu değildir söz konusu olan.
Oysa sorun tam da bu noktada ortaya çıkıyor: Sistematik bir ideoloji sayamayacağımıza göre, onu farklı politik aksiyonların kendi çıkarları doğrultusunda biçimlendirilmiş bir 'ideolojimsi' (quasi ideology) olarak ele alabiliriz. Özellikle de şimdi geçerli olan dördüncü Kemalizm dalgasının öne sürdüğü iddiaların geçerli olduğunu saptayacak maddi koşullar artık yok. Kısacası, politik bir pratik olarak Kemalizm, iddiaların ötesinde, çok belirgin bir amaca dönüktür. Halbuki Kemalizm, her şeyin üstünde geçerliliği olan bir 'olgu' şeklinde sunuluyor ki, özünde yanlış olan budur.
Belki Kemalizmin akılcı-pozitivist yanına dönük bir geçerlilikten söz edilebilir. Fakat hem bugünkü siyasallaşmış halinde Kemalizmin böyle bir kaygısı yok, hem de iş o noktaya gelince bir 'modernleşme problemi' niteliği kazanır. Akılcı-pozitivist modernleşme, sayısız modernleşme yöntemlerinden birisidir. Olabilir ama o konuda da ortaya çıkmış farklı yöntemler Kemalizmi sıkıntıya sokuyor. Modernleşme bugün de önemli ve geçerli bir kavramdır ama ondan daha önemlisi nasıl olacağıdır, yani yöntemidir. Yukarıdan inme, aydın öncülüğünde ve siyasetin reddine dayalı bir yöntemle modernleşme artık tarih dışıdır.

-Sonuç
Sorun şurada galiba: Kemalizm "tarihsel ilerici" bir hamledir. Tarihin, bana kalırsa doğru yanında yer aldı. Ama bu onun "güncel ilerici" politikalarla aşılmayacağı anlamına gelmez. Bir ideolojiyi bütün zamanlar için ve her şeyin üstünde geçerli ve işlevsel saymak bu açıdan bakınca anlamsızdır. O zaman geriye, -şimdi çok iddia edilen bir kavramla söylemek gerekirse-, Kemalizmin özünü oluşturduğuna 'inanılan' akılcılık, bu ideolojinin ve onu yorumlayan yaklaşımların da 'sekülarizasyonunu' gerektiriyor. Yoksa ortaya zaman ve tarih dışı bir model kurmak çabası gelir ki, bu otoriterizmdir. Ondan daha önemlisi söz konusu 'ilerici' ideolojinin muhafazakârlaşmasıdır. Hele kendisine yöneltilen eleştirilere karşı tepki göstermek bu muhazfakârlaşmanın en belirleyici göstergesidir ki, "Mannheim'ın tarihsel ilerici ideolojilerin muhafazakârlaşması" hakkında söyledikleri tıpa tıp budur.

29.04.2007

HASAN BÜLENT KAHRAMAN (Radikal)

Hrant Dink'e açık mektup

20.01.2007

Sungur Savran

Ah Barik,

Sana bugüne kadar ne senin ana dilinde, ne kendiminkinde böyle hitap etmemiştim. Nasıl edeyim ki? Birbirimizi en fazla üç-dört kez görmüşüzdür. Öyle büyük bir yakınlığımız olmadı. Ama bugünlerde olan bitenlerden sonra, bizimkilerin dediği gibi artık “dünya ahret kardeşimsin”! Çünkü ırkçılık yeniden çıldırdı. Çünkü seni ve beni, sizi ve bizi bir kez daha karşı karşıya getirmeye çalışıyorlar. Öyleyse, onlara inat, ben de bundan sonra sana “ahbarik” diyeceğim!

Önce Sabiha Gökçen’le başladılar. İnsanın dehasının ürünlerinden biri olan uçağı bu topraklardan göklere yükselten bu ilk kadının Ermeni olması ihtimali onlara çılgına çevirdi. Yazan neden yazmıştır, neden birinci sayfadan vermiştir, bu bağlamda bütünüyle ikincil. Önemli olan tepkinin niteliği. Koskoca Genelkurmay bu konuda açıklama yapma ihtiyacını hissediyor. Türk Hava Kurumu adına yapılan açıklamada “bu sadece Gökçen’e değil, Atatürk’e de hakarettir” deniyor. Irkçılığın daha katıksızı görülmüş müdür? Gökçen’e Ermeni demek ona hakaret oluyor. Bu yetmiyor. Atatürk’ün manevi kızının Ermeni olması ona da hakaretmiş! Hrant, duygumu söyleyeyim. Atatürk’ün yaptıkları konusunda herkesin çok farklı fikirleri olabilir. Ama eğer bir kız çocuğunun Ermeni olduğunu bile bile onu manevi kızı olarak benimsedi ise, bu, 1915’in yaşandığı bu topraklar üzerinde bir cumhurbaşkanının yapabileceği en onurlu şeylerden biridir. Elbette 1915’in utancını ortadan kaldırmaz. Ama hiç olmazsa onun da, Birinci Dünya Savaşı sırasında ve ertesinde sayısız Türk ailesinin yaptığı gibi, bu toprakları bin yıldır paylaştığımız Ermeni halkına karşı yapılan Osmanlı devlet zulmünden kendini politik bakımdan olmasa da insani bakımdan ayırarak hiç olmazsa şefkat duyabildiğinin bir işaretidir. Belki ruhunun derinliklerinde bir yerinde, kendinden öncekilerin yaptıklarından onun da utanç duyduğunu gösterir.

Şahsen ben, Sabiha Gökçen Ermeni ise bunun ortaya çıkmasından gurur duyarım. Ermenilerin bu toprakların kültürüne kattıkları her şeyin ortaya çıkmasından duyacağım gibi.

Irkçılar şimdi de seninle devam ediyorlar. Faşistler, yazdığın sekiz yazılık bir dizinin bir tanesinden bir cümleyi yazının içinden cımbızla çekiyorlar ve seni Türk düşmanı ilân ediyorlar. Sen Ermenilerin bir bölümünü bugüne kadar sürdürdükleri politik yaklaşımdan vazgeçmeye, Türklerle dostluğa çağırırken, onlar senin Türk düşmanı olduğunu ileri sürüyorlar! Sonra da seni alenen tehdit etmeye cüret ediyorlar. Senin “hedefleri olduğunu” ilân ediyorlar. Savcılar bu açıklamayı şiddete teşvik suçu saymayacaklarsa hangisini sayacaklar? Onları bilmem, ama senin kılına dokunulursa, Türkiye’nin demokratları, sosyalistleri ve enternasyonalistleri bunu bütün Türkiye Ermenilerine yapılmış bir saldırı sayacak ve bu işin peşini bırakmayacaklardır.

Seni geç tanıdım Hrant ve çok az tanıdım. Ama sen benim için sadece Hrant değilsin ki! Sen benim Jirayr amcamsın. Bana, ağabeyim Can ile birlikte daha kısa pantolonlu iki çocukken müziği sevdiren, nükteleriyle yaşama sevinci veren, zarafeti öğreten adamsın. Eliz teyzemsin, on-on beş yıl boyunca annemle hayatının her sırrını paylaşan, bizim başımızı okşayan. Lise çağımda her şeyi konuştuğum, birlikte nice sevinçler yaşadığım, birçok sıkıntımı paylaştığım Levon’sun. Pangaltı’daki kışlık, Kınalıada’daki yazlık evinde beni sofrasına oturtur ve geceleri ağırlarken sanki üçüncü çocuğu imişim gibi davranan Takvor amcamsın, maalesef adını hatırlayamadığım karısısın. Daha sonra, aynı işyerini paylaşmaktan hayatımda en büyük zevki duyduğum insan olan, beni Samatya’daki evinde Ermeni mutfağının en güzel mezeleriyle ağırlayan, çevresindeki herkese “ne güzel, yaşıyorum” dedirtecek kadar hayat dolu kızkardeşim, “kuyriğim” Araksi’sin, onun kocası Vartan’sın, oğlu Sevan’sın. Adını saymakla bitiremeyeceğim nice sevgili öğrencimsin.

Sen benim için onlarsın, çünkü sezgilerine ve yargılarına çok güvendiğim bir insan senin nasıl insan bir insan olduğunu anlattı bana. Ama asıl, Agos’u, belki de tarihe Ermenilerle Türklerin kardeşleşmesinde en önemli rolü oynamış yayın olarak geçecek olan Agos’u yıllardır bunca güçlüğe rağmen çıkarmakta en büyük çabayı gösterenlerden olduğun için onlarsın.

Sana dokunulursa, benim canım acır.

Bu toprakların, Hrant, esas kültürü o ırkçılık değil. Bu toprakların, sevgili kardeşim, ah bariğim, esas kültürü senin ve benim kardeşliğimiz. Bir gün onları politik olarak yenilgiye uğratacağız. Bu kâbus bitecek ve Ermeniler, Türkler, Rumlar ve Kürtler hepimiz kucaklaşacağız. O günü yakınlaştırabilirsek ne mutlu sana, ne mutlu bana! Ne mutlu ben enternasyonalistim diyene!