Translate

Küçük Burjuva Ideolojisinin Eleştirisi (2)

Maksim Gorki 1930


./. önceki SAYFA

""Başardığımız İşler adlı gereksiz bir dergi çıkarmağa kalkışmışsınız. Bu dergide başardığınız hangi işleri anlatacaksınız?""

Sonra da haykırıyor:

""Ziraat traktörleri, memleketi elektriğe kavuşturma diyorsunuz, ama mujiklerin ayaklarında çarık yok... Toprak sahibi köylülerin devri çoktan geçti!""

Bu ateşli sözlerde katıksız küçük burjuvanın siyasi programını gayet doğru ve gayet sadık bir şekilde ifade edilmiş buluyoruz. ""Mujiğin ayağına çarık giydirmek"" için, ""toprak sahibi köylüye yardım etmek"" özgürlüğü tanınmasını ister. Sovyet iktidarı ziraat traktörler ile, memleketi elektriğe kavuşturma ile, geniş devrimci eğitim çalışması ile onun bunu yapmasına engel olmaktadır.
Mektup gönderen okuyucu ""eski aydınlar Devrimden uzak duruyorlar"" diyor.
Bunların hepsi yalan.
Bu okuyucu bilir ki, ""eski aydınlar, Devrimden ""uzak durmamışlar"", aksine, memleketin eski efendilerini, işçilerin ve köylülerin düşmanlarını hem maddi, hem manevi bakımdan desteklemek suretiyle, Devrim aleyhine yürümüşler, yapılan her iyi işi baltalayan insanlar olarak da, bugün Sovyet iktidarına düşman olanlar yararına çalışmaktadırlar.
Aydınların en iyileri, en cerbezelileri ve en beceriklileri, memlekette fedakarca çalışmaktadırlar.
Aydınlar, bilimin ve tekniğin emekçileri olarak, o saçma ve kara cahil kişilerin egemenliği devrinde elli yılda başarılamayacak işleri on iki yılda başarmışlardır.
Bilimin ve tekniğin Sovyet Rusya'da elde ettiği başarılarla memleketimiz burjuvazi dünyası karşısında övünebilir. Burjuvazi bu başarılardan ürkmeğe başladı. Çünkü, bu başarılar memleketimizi zenginleştirmekte ve sanayimizi geliştirmektedir. Bunlar ancak yeni rejim zamanında, bilimin ve tekniğin oynadıkları rolü iyice anlayıp, araştırmalara ve tecrübelere, bilim enstitülerine ve bilimsel araştırma heyetlerine mali yardımda bulunan bugünkü rejim zamanında mümkün olabilirdi.
Gayet iyi bilirim ki, bizim iyi küçük burjuvacığın dişi ağrıdı mı, dişini çektirmeyi göze alamazsa, bütün dünya gözüne cehennem gibi görünür, bu zavallı masumun acısını dindirecek hiçbir şey bulunmaz olur.
Hiç bir işe yaramadığından ötürü kendisine kötü muamele edilen küçük burjuvayı avutmaya hiç de niyetimiz yok elbette.
Ekim 1917 Devriminden önce, vahşi ve verimsiz Dağıstan'da 90 okul bulunduğu dağlı kabilelerin bu okullar vasıtasıyla Ruslaştırılmağa çalışıldığı, bu okulların 1918'de bu kabileler tarafından bu yüzden yıkıldığı, bugün bu memlekette 483 okul bulunduğu, daha da yenilerinin yapılmasına devam edildiği bu küçük burjuvaya söylense, bu olaylar bu ""bir tek, eşsiz"" insanın diş ağrısını dindirir mi acaba?
Romanoflar zamanındaki kişi saltanatının kilise ile suç ortaklığı ederek köylülerin bilincinin gelişmesini suni bir şekilde durdurduğunu bu küçük burjuva çoktan unutmuştur. Köylü gençler için modern okullar açıldığını, yüzbinlerce köylünün ortaokullarda, sanat okullarında, ziraat okullarında, yüksek öğretim kurumlarında öğrenim gördüklerini, ""evde üniversite"" çalışmaları olduğunu, bütün bunların sözü edildiğini işitmek bile istemez.
Oysa, ""aşçı kadın"" çocuklarının okula alınmadıkları günler, kişi egemenliğinin ideologu ve bu egemenliğe ilham veren, okuyup yazma bilmeyi köstekleyecek papaz, köy ve mahalle okullarını örgütleyen Pobyedonotsef'in hayasızca ""cahil bir halkı idare etmek kolaydır"" dediği günler daha unutulmadı.
Devrimci buluşlarla uğraşan binlerce işçi doğurdu; bu kahramanlar memleketi durmadan zenginleştirmeğe devam etmektedir.
Ettiği kârlarla ceplerini doldurmağa, bunu görmeğe alışmış olan insan bütün bu olayların değerini anlayıp hiç sevinebilir mi?
Küçük burjuva, ""bir tek"" ve ""eşsiz"" insan olarak, özel mülkiyetin taptığı put olan köylünün zihniyetini gayet iyi bilir; umduğu şey, hep köylü kitlesinin yüzyıllardan beridir demir attığı yerden bir adım öteye götürmenin mümkün olmayacağıdır, bunun başarılamayacağıdır.
Herkes bilir ki, ""eşsiz""lerin yüzyıllardır süren açgözlülüğü, toprak gasp etmeleri ve zenginlikleri emeği kitlelerin, en çok köylülerin etine kazılmıştır. Köylüler köleliklerinin ve kültürsüzlüklerinin özel mülkiyetten ileri geldiğini, verim kabiliyetini kaybetmiş bir toprağı işleyerek kürek mahkumu sefil yaşayışlarını devam ettirmek için kendilerini boşu boşuna öldürdüklerini anlamakta hâlâ. güçlük çekmektedirler.
Bununla beraber, köylü yavaş yavaş başını topraktan kaldırmaktadır. İki milyon tirajı olan Köylü Gazetesi'ni her gün muntazam bir şekilde okuduğu gibi, daha bir çok gazetenin, sayısız bir çok kitap ve broşürün de okuyucusudur köylülerimiz. Bu kitaplardan eski geleneklere göre değil, daha modem, daha insanca yaşamasını öğrenmektedir. Köylü için yayınlanan kitap sayısı muhakkak ki 100 milyona yaklaşmıştır.
Daha şimdiden söylenebilir ki, Sovyetler Birliği köylüsü kadar gazete okuyan hiç bir memleket gösterilemez.
Köylüye bu kadar çok yayın yetiştirmekten elde edilen sonuçlar nelerdir? Köylüler daha okumuş, daha bilgili insanlar haline gelmektedirler. Bu göze batan olaya, ancak batmış bir insanın gözü kör umutsuzluğu itiraz edebilir.
Köylüler binlerce toprak teknisyeni, ziraat mühendisleri, uzmanlar, öğretmenler, edebiyatçılar, yeni bir ""toprak tuzu"" yetiştirmektedirler. Bunlar, küçük burjuvanın yararına olan şeyler değil, aksine onu mahvedecek şeylerdir.
Büyük Kuzey deniz yolunun, Turksib'in, memleketi elektriğe kavuşturmanın, sanayileştirmenin, geniş gübre yatakları keşfetmenin, Urallar'da ve Kuzey mıntıkasında petrol bulmanın, Türkistan'ı sulamanın, pamuk ekilen alanları genişletmenin, yeni dokuma bitkileri yetiştirmenin, Astuakan mıntıkasında pirinç yetiştirilen alanlarda yapılan değerli şeylerin, sözün kısası Sovyet iktidarı tarafından girişilen adeta efsanevi çaptaki bu faaliyetlerin asalağa ne gibi bir menfaati olabilir?
Köylü ile işçi milyarlarca rublelik üretim yapmaktadırlar, ama bu paralar ""efendiler""in kasalarına girmeyecek, emekçilerin ceplerine girecek ve memleketi makinalarla donatmakta, fabrikalar kurmakta, karayolları ve demiryolları yapmakta, ulaştırma araçlarını çoğaltmakta, milyonlarca işçi ve köylü çocuğunu eğitmekte kullanılacaktır.
*

Tek başına yaşayan insanın sözünü edince, ""bir tek"" ile başı dönen, serseme çevrilen gençleri düşünüyorum.

Küçük burjuvaların birer asalak olarak devletimizin organlarında neler yaptıklarını anlamak için, doktor olmaya hiç gerek yok. Bunların çalışmalarına elverişli olan bir takım koşullar var.
Küçük burjuvalar tarafından kuşatılan işçi ve köylü kitlesi içinde, sahiden bereketli, organca düşmanı olduğu küçük burjuva ile hiç bir kimyasal yakınlığı ve bağı bulunmayan yeni ""bir toprak tuzu"" hızla gelişmek ve şekillenmekle beraber, bu tuz çok çetin maddi koşullar içinde, devamlı bir çalışma, dayanılmaz bir mücadele pahasına gelişmektedir.
Bu yeni gücün bir kısmı iç savaşın kanı ve ateşi ile bilenmiştir. Sosyalist toplumu kurmak gibi güç ve büyük bir işe girişmiş, sinirleri yorgun düşmüştü. Dinlenmeğe olan ihtiyacına hiç bir suretle itiraz edilemez.
Sonra, 1920'de, on-onbeş yaşında olan çocuklar gelir. Bunlar, geçmişi, ancak kitaplardan öğrendikleri için, bu geçmişe büyük nefret beslemezler. Küçük burjuvacıkları hor görmezler. Bunlar da güç koşullar içinde yaşıyorlar ama, içinde yaşadıkları bu koşullar babalarının evvelce yaşadıkları koşullardan iyidir. Bu çocukların istedikleri ve aradıkları şeyler çok daha fazla ve çok daha yüksektir. Memleketin iktisadi gelişmesi büyük bir hızla devam etmekle beraber, yine de memleket bu gençlerin arzu ettikleri şeylerin hepsini karşılayamaz. Biz bir ""yapı yeri üstünde"" yaşıyoruz. Küçük burjuvacıklar ""iyi bir yaşama"" son derece susamış, yorgunluktan bitkin insanlar üstünde ifsat edici, ahlak bozucu bir etki yapıyorlar.
Onun içindir ki, kartal yavrularının, yumurtadan yeni çıkmış civcivler gibi, sık sık cıvıldaştıkları ve aslan yavrularının domuz yavruları gibi davrandıkları görülüyor.
17 yaşındaki bir Bay bakın ne şairane şeyler yazıyor:

""Büyük ve güzel bir yaşama susamışım. Oysa, yaşadığım yaşam öyle cılız, öyle ilgi çekici olmaktan uzak ki. Kasvetli günleri tespih çeker gibi bir bir çekiyorum. Hangi maksatla, nereye gitmek için?""

19 yaşındaki bir Bayın da derdi büsbütün başka:
""Yaşam benim için yaratılmış, ben yaşam için yaratılmamışım. Dedem ile babam memlekete verecekleri haracı vermişler. Öğrenimimi rahat rahat yapmak, bana toplumsal çalışma yüklenmemesini istemek hakkımdır.""

""Bir tek"" adam bu sızlanmaların hepsini duyar, civcivlerle birlikte yarım sesle cıvıldaşıp, kendi içinden ""güçlerimiz gittikçe artıyor"" diye sevinir.
Sızlanan dertli gençlere evvelce verdiğim cevaplarda şikayetlerini bana göndermekle ve benden yardım beklemekle yanıldıklarını söyledim. Asalak adayların iniltileri ve hıçkırıkları hiç umurumda değil. Bunların cıvıldaşmalarına acımaktan çekinmeyeceğim. Ben ancak cıvıldaşmalar arasında cahillerin samimi hayretleri sezilen ve iyi sindirilmemiş bilgilerin sırıttığı görülen mektuplara cevap veririm.
Gençler, gerçekten ""büyük ve güzel bir yaşam"" yaşamak istiyorsanız, yeryüzünün zenginleşmesi, insanların peşin hükümlerin, araştırmaksızın edinilmiş bilgilerin ve batıl inançların yüz kızartıcı esirliğinden kurtulmaları için, yaşamsal pratik değeri olan pek çok çalışma yapmış, bunları biriktirmiştir. Geçmişte insanlık için yaratılan faydalı şeylerin hepsi, işçilerimizin, köylülerimizin, aydınlarımızın kurmağa başladıkları dünyanın sadece ilk temel taşlarından ibarettir.
Bana boş olan kafaları ""bir tek""in egemenliği altında dönüp duran delikanlıların anlamak ve kavramak zorunda oldukları şey işte budur.
Bana mektup gönderen gençler dar kafalılığın ağır havası içinde gelişmektedirler. İnsanlığın yaşamını, bütün evrende belki de istisna teşkil eden bir olguyu, cahillikten gelen bir cesaretle, ""tespih gibi çekilen kasvetli günler"" olarak değerlendiriyorlar. İnsan, ilk önce bu sözlere gülüyor. Eski dünyanın yıkılışı ortasında, eşitlerin devletinin kuruluş yıllarında; çok coşkun bir hava içinde, tarih tarafından ölüme mahkum edilen insanın bütün yeni olaylara inatla ve vahşice gösterdiği bir direnç içinde, dünya Devriminin ilk günlerini yaşadıkları halde, bütün bunların karşısında kör ve sağır gibi duran gençler için bu görüşün ne kadar kötü ve zararlı olduğunu sonra sonra anlıyor.
Sevgili gençler!
Sizin iyiliğiniz için yürekten dilerim ki, yaşam size iyi bir ders versin; yaşamın sert ve ağır elini, biz insanların aklımızla ve irademizle işba haline getirdiğimiz o büyük ve amansız eğiticinin, yaşamın elini derinizin üstünde hissedesiniz. Yine yürekten dilerim ki, şikayetlerinizin boş ve faydasız olduğunu anlayasınız ve şikayet etmenin yüz kızartıcı -bu yüz kızartıcı sözü üstünde ısrar ediyorum- bir şey olduğu üstünde ve bu şikayetlerin mektuplarınızda bana sözünü ettiğiniz ""gururlu iç bağımsızlık"" ile bağdaşmadığı üstünde ciddi olarak ve uzun uzun düşünesiniz.
Bu ""bağımsızlık"" dediğiniz şey de ne demek? ""Bağımsız olmak izlenimleri""ni vücuda getirmek de, frenlemek de beceriksizlikten başka bir şey değil ki. Kısacası, boş bir şey.
""Kişinin en yüce hakkı""nı aramak, birey için gerekli olan özgürlüğü aramak, yeryüzünde insanlık var olalı beri havaları titreterek bu hakkı aramak; insanların içinde yaşadıkları ve boğuldukları vahşi ve evrensel düşmanlık havasını bir türlü temizleyememiş. aksine, insanı hayvani bencillik, kendini beğenme, hırs dedikleri pisliklerin kokularıyla iyice zehirlenmekten başka bir şeye yaramamıştır.
Kişi durmadan çığlığı basmaktadır. Çünkü kendisinde bir ikilik bulunduğunun farkındadır. Bu çığlıklarla bu ikiliği, kendindeki bu kötü tarafı, hem kendi gözünden, hem de başkalarının gözünden saklamağa çalışmaktadır. Kapitalist devletteki sınıf yapısının kendisine aşıladığı çok peşin hükümler tarafından vücuda getirilmiş zararlı şeylerin kökünü kazımadıkça, bu ikilikten kendisini kurtaramaz.
Evet, kişi bu hastalıklardan kurtulmadıkça, kıskançlık, hırs ve tamah, hasis ihtiraslar ve her türlü pislikler tarafından kemirilecek, çürütülecek, mahvedilecektir. İdeal küçük güzel yüzü, platonik bir şekilde güzel düşüncelere doğru dönecek; ama, gerçek ve iğrenç ağzı ise, önce, sözle ve hareketle hem kendini, hem başkalarını aldatmaktan ibaret alan yaşamın pratik şeylerine doğru dönmüş olacaktır.
Özgürlüğe ve iç ahenge giden yolun ya açıkça ya da gizlice inandığı şeylerin hepsini yıkmaktan geçtiğini anlamadıkça kişi ""yüzyıllarca"" işte hep böyle iki yüzlü bir Fanus olarak kalacaktır. İğrenç gerçek karşısında iki kişilikli, köle ve kendine uşakça hayran kalmasının sebebi budur; güçlerinin ve kabiliyetlerinin gelişmesini engelleyen şey budur.
Tarih, ırk, milliyet, sınıf peşin hükümlerinden kurtulmuş yeni bir insanın ortaya çıkmasını istiyor.
Bu insanın ortaya çıkması mümkün mü?
Zaman bu insanı vücuda getirmek yolundadır. Bütün çabalarımızı, bütün ömrünüzü, hayal edilen bu insanın yaratılmasında harcayıp kullanınız, böyle bir insan olursunuz.

1930


AŞK, ÖLÜM...

Bana mektup gönderen bazı okuyucular aşk ve ölüm teması üstünde felsefe yapıyorlar. Bunları en çok şaşırtan şey ""her canlı varlığın yolu üstünde karşılaştığı"" ölümdür.
Aklı başında yirmiye yakın insan tamdım ki, ölüm üstüne derin düşüncelere dalmanın kendilerini daha da zeki hale getirdiği düşüncesindeydiler. Bu insanlar bende de türlü türlü düşünceler uyandırdılar; ama, açıkça söyleyeyim ki, bu filozofların koyu karanlıkları mum ışığı ile aydınlatmağa çalışmak için boşu boşuna harcadıkları zamana pek acıdım.
Bana. öyle geliyor ki, bu yöndeki ""kuramsal düşüncelere girişmek ihtirası"", ""tanıma, öğrenme melekesi""ni körleştirir, bizim ""kuramsal düşünen"" adamımızı bir çıkmaza sürükler; genç filozof da kendince hiç beklenmedik şu sonuca varır: ""Yazımı bitirdim; bana öyle geliyor ki, bu komünist gençlik örgütün üyesi, marksist olan benim tarafımdan değil, bilmem hangi şeytan tarafından yazılmıştır.""
Ben şu düşüncedeyim: insan ""soyut bir şekilde"" felsefe yapmamalı, etrafına bakarak, etrafındakileri gözleyerek bunu yapmalı; kitaplara bakarak değil, doğrudan doğruya tecrübeden doğmuş olaylara bakarak yapmalı, bunun için gerçek tarafından sunulan bol malzemeleri kullanmalı. Bundan başka, şunu bilmeli ve hatırlamalı ki, bu gerçek, tarihin kendisi için tespit ve tayin ettiği aşamaları bitirmiş ve ""yüzyılımızın büyük eseri""nin gelişmesini çok daha güçlendirmek için ""felsefe"" alanında çok şey biriktirilmiştir.
Bu gençler topraktan doğdukları için, elli yılda yine toprak haline geleceklerini mektuplarında yazdıkları gibi, ""karanlıklar içine ve evrenin soğuk derinliklerine"" gömüleceklerini ya da ""herhangi bir yere"" yollanacaklarını düşünmeğe kalkarlarsa, bu insanlar, daha şimdiden yaşamdan uzaklaşmışlardır, anlamına gelir bu. Yaşam kıskanç olduğundan, aylaklara hiç yüz vermediğinden, bu gençleri metafiziğin karanlık dehlizlerine şiddetle iterse, bunlar yaşama kızmasınlar. İnsanoğlunun kötülüklerinin eseri alan dış görünüşündeki çirkinliklerine rağmen, yaşam biyoloji bakımından sıhhatlidir, nabzı iyi atan, güçlü, cesur, kendisini bereketli kılacak insanlar ister, beri yandan da mastürbatörleri ve müraileri amansızca siler süpürür.
Bana öyle geliyor ki, ""insan ile evren arasındaki ilişkileri değerlendiren bütün felsefe sistemleri""nin en iyisi ve en doğrusu henüz var olmayan ama, kurulmak üzere olandır. Kurulmakta olan bu sistemin ne olacağını bilmiyorum. Zaten, bunu bulmak da benim işim değildir. ""Aşk""ın sözünü etmeğe kalkışacak değilim. Bununla beraber şunu söyleyeyim ki, bana kalırsa cinsi münasebetler alanında gençler, işi basitleştirmeğe kalkışmışlardır ama, işi basitleştirenler ileride bunu çok pahalı ödeyeceklerdir. Bu kaba ve yüz kızartıcı basitleştirmeyi cezalandırma zamanının mümkün olduğu kadar çabuk gelmesini yürekten dilerim.
Burada köpeklerin şöyle bir sözünü edip geçeyim. Köpeklerin insana karşı besledikleri dostluk duygularını benimsemek çok faydalıdır, ama, insanlar, geri kalan şeylerde, dört ayaklı dostlarını taklit etmemelidirler.
*

Dünyadaki bütün olgular gibi, ölüm de bir inceleme konusudur. Bilim, ölümü gün geçtikçe daha dikkatli ve daha yorulmak bilmez bir şekilde incelemektedir. İncelemek, egemen hale gelmek demektir.
Ölüm, yaşama büyük iyilikler yapar. Yıpranmış olan, zamanını doldurmuş olan, yeryüzünde boşu boşuna kalabalık eden her şeyi mahveder, yok eder. Buna itiraz edilecek. Denecek ki, ölümün gücü ölüm henüz gelişmemiş olan çocukları esirgemez. Ölüm çoğu zaman bütün enerjilerini harcamamış, kullanmamış delikanlıları öldürür. Çok kabiliyetli, toplumsal bakımdan değerli bir çok kimseler genç yaşta öldükleri halde, bir takım kaba kimseler, budalalar uzun bir ömür sürmektedirler. Papağanlar yüz yıldan fazla yaşarlar, bunlar sık sık görülen şeylerdir. Buların hepsi doğru. Ama, bu üzücü olay hiç bir zaman ""ölümün kör, ilkel, yenilmez gücü"" ile izah edilemez, olsa olsa kötü ve yüz kızartıcı bir takım toplumsal ve iktisadi koşullarla açıklanabilir. Toplumsal bakımdan değerli insanların vakitsiz ölmeleri, başka bir patron tarafından kullanılmasından korkup, daha çabuk ""faydalanılacak"" bir emek gücü ile bakılan insana karşı aç gözlü ""patron""un takındığı tavırdan doğmuş vücutça fazla çalışmadan ileri gelmektedir. Biliyoruz ki, yüzbinlerce işçi ve emekçi, emek güçlerinin son derece insafsızca sömürülmeleri yüzünden yıpranıyor ve vakitsiz ölüyorlar.
İnsanlar koleradan, tifüsten, sıtmadan, veremden, vebadan vb. ölüyorlar. Oysa, ""uygar devletler"" de bu, hastalıkları doğuran mikropların bulunması hiç de zorunlu değildir. Son derece güzel şehirlerin etrafında çamur ve pislik içinde yüzen dış mahallelerin bulunması, insanların buralardaki evlere pislik çukuruna tıkılır gibi tıkılmaları hiç de zorunlu değildir. Lüks oteller, toplumsal bakımdan iyi ve bakımlı hastaneler kadar gerekli değildir. Bu basit gerçekleri durmadan tekrarlamak çok sıkıcı bir şey, ama, fazla bilgisi olmayan kimselerin çıkarını göz önünde tutarak, bu basit gerçekleri tekrarlamak şart.
Kapitalistlerin ""uygar"" iktidarına taraftar olanlar ve bu iktidarı savunanlar şu kanıdadırlar: Kıçlarını bit ısırmışsa, bundan ne bit, ne de kıç sorumludur, biricik sorumlu ""doğa kanunu""dur. Hayır, bundan sorumlu olan, kalın kafalının rahat oturmağa alışmış olan kıçıdır.
Oysa, Sovyetler Birliğinde çocuk eğitiminin ve analığı korumanın toplumsal koşulları iyiye doğru götürülmeğe başlanmış ve çocuklarda ölüm oranı derhal azalmıştır ve gittikçe daha da azalmaktadır. İşçilerin sağlığı ise, izin sistemi, ""dinlenme evleri"" vb. sayesinde güçlenmektedir.
Biliyoruz ki, tüfek, top, tank, uçak, patlayıcı maddeler, boğucu gazlar ve insanları kitle halinde öldürmekte kullanılacak türlü şeyler üretmek için ""uygar devletler"" bol bol hesapsız para harcarlar. İnsan öldürme gittikçe daha pahalıya oturmakta, ya işçiler tarafından çıkarılan, ya da insanlardan vergi olarak alınan binlerce ton altını yutmakta ve bu insanlar, verdikleri bu paraların karşılığı olarak, kurşuna dizilmekte, patlayıcı maddelerle parçalanmakta, zehirli gazlarla boğulmakta, denizlerin dibini boylamaktadırlar.
Top, mitralyöz, dinamit, boğucu iperit gazı ve insanları kitle halinde öldürecek daha başka şeyler yapan silah fabrikatörleri yarının ulusların boğazlaşmasına büyük bir hararetle, ama, söylemeğe gerek yok, vaktiyle Doğunun zenginliklerini yağma etmek düşüncesiyle, Kudüs'ü zaptetmeğe, ""İsa'nın mezarını kurtarmağa"" hazırlanan orta çağ Avrupa'sı baronlarından çok daha düşüne düşüne ve daha metotlu bir şekilde hazırlanmaktadırlar. Arada şu fark var: ""Korkusuz ve kusursuz modern şövalyelerimiz""in gözünde Kudüs, şehirlerde bankaların toplandığı caddeler, ""İsa'nın mezarı"" ise, para kasalarıdır...
Ölümün kötü oluşu, yaşamda bir eser yaratmak için bütün güçlerini henüz tam olarak kullanamamış olan kimseleri öldürmesinden gelmez. İnsanlar birbirlerine karşı daha saygılı ve dikkatli davranırlarsa, ellerindeki imkanları sağlığın korunmasında, vücut bakımında doktor, ilgisinde, hastalıkların sebeplerini incelemekte daha cömertçe kullanmağa başlarlarsa, ölümün bu alandaki gücünü ve etkisini sınırlayabilirler. Bilim, çiçek hastalığını, kolerayı, kuşpalazını, vebayı, salgın hastalıkları, yüzbinlerce insanı vakitsiz öldüren bütün bu hastalıkları yenmiştir. Doktorlar gittikçe daha tecrübeli olarak ölüme karşı başarı ile mücadele etmektedirler.
Ölümün kötü oluşu, insanların yüreğine saldığı korkunun etkisi ile bazı kimselerin en değerli güçlerini ""ölümün sırrını"" bulacağız diye, ""soyut"" felsefi araştırmalarla boşu boşuna harcamalarından gelir. Ama, felsefe lapayı bile bulmamış oysa, ölüme karşı girişilen mücadelede lapa ile kene otu yağı Schopenhauer'in ya da E. Hartmann'ın felsefesinden daha faydalı olmuştur.
Ölümün kötü oluşu, insanların yüreğine saldığı korkunun hafızalarda bir takım tanrılar, bir ""ahiret"" yaratmağa, cennet ve cehennem gibi uydurmalara sürüklenmesinden gelir. Bizim gibi maden mühendisi, madenci, demirci ""ölümlüler"" öteden beri yeraltı tanrısı Vulcanus'tan daha hünerliyizdir. Elektrik teknisyenlerimiz de yaşam için, şimşek ve gök gürültüsünün eski hükümdarı Jupiter'den daha faydalı ve daha güçlüdürler.
""Ahiret"", ilkel insanın heyecanlarından farklı olmayan heyecanlarımızın karanlık alanında bulunur. Çünkü ölüm korkusu hem bu heyecanlar, hem de ""nevin muhafazası içgüdüsü"" gizli eylemi üstünde hüküm sürer. Zaten, bu içgüdünün düşünülmeden olan eylemini de ölüm korkusu doğurur. Şu halde, ""ahiret"" gerçekten var olsaydı, önce sistemimizdeki gezegenler arası ilişkileri kurduktan sonra, sonra da dünyalar arasında ilişki kurduktan sonra, bu ""ahiret"" denilen şeyi evrenin herhangi bir yerinde keşfedecektir. Ama, bu, acele olan bir şey değildir. Biz, her şeyden önce, yeryüzündeki yaşamımızı iyice düzene sokmağa bakalım.
İnsanların yeryüzünde çektikleri cehennem azaplarını başka bir yerde rahat etmek boş hülyasıyla telafi etmek için rahiplerin ve ""Kilise babalan""nın cenneti budalaca uydurduklarını tekrar tekrar söylemeğe gerek var mı? Bundan başka, böylelikle, göklerdeki bir cennet mutluluğu düşü, zenginlerin yeryüzünde sürdükleri yaşamın çekici ve göz alıcı parlaklığını yoksulların gözünde biraz karartacak, hatta söndürecektir.
Ölümün yüreklere saldığı korku, dinlerin yaratılmasına sebep olduğundan dolayı kötüdür, zararlıdır. İlkel insanların bilinçli yaşamının başlangıcında, bir din yaratmak, doğa olgularını bir düzene sokmak denemesi olduğu için, bu olguları insana benzeyen tanrılar şeklinde canlandırdığı için, aslında, korkutucu hiç bir şeyi kapsamayan bu halk yaratmasının belli bir toplumsal faydası da vardı. Düşüncenin, fantazinin, gelişmesine yardım ediyordu ve ""sanat"" yaratması olarak bugüne kadar hâlâ değerini kaybetmedi.
Rahipler ve kilise adamları, sanat olarak, din yaratmasına son verdiler, halkın dini görüşlerinden anlamsız ve korkutucu bir takım ahlak sistemleri çıkardılar. Bu suretle, düşüncenin, dünyayı tanımanın ve öğrenmenin, fantezinin, düşüncenin gelişmesini uzun zaman sekteye uğrattılar.
Dünyayı şeytanlarla dolduran hıristiyanlığın-ki insan tarafından yaratılan insana benzer tanrıları şeytan kılığında gösterdi- uygarlığın ilerlemesi üstünde çok kötü etkisi oldu. Şeytanların gücünden korkup, insanlara dünyadan yüz döndürmeyi vaaz eden, insanlara en koyu batıl inançları aşılayan on binlerce cahil keşişi, papazı doğuran hıristiyanlıktır. Kilisenin tutucu sofuluğuna ve korkunç zulmüne düşüncelerine isyan edenler ise, bu keşişler tarafından şeytan çarpanı, dinden ve doğru yoldan sapanı sihirbaz, büyücü bir takım insanlar sayıldı, meydanlarda diri diri yakıldı. ""Kutsal Engisizyonu"" bulan sadece hıristiyanlıktı. Bu zulüm ve işkence kurumunun eşine hiçbir dinde raslanmaz. Engizisyon yedi yüz yıl içinde yüzbinlerce insanı ""dinden ve doğru yoldan sapmış"" ve ""sihirbaz"" diye ateşte yakmış, yüzbinlerce insanı da buna yakın cezalara çarptırılmıştır. Hıristiyanlığın bunca övülen ""insanlığına"" rağmen, Engizisyon, ancak Napoleon Bonaparte tarafından l800'de İtalya'da, l808'de İspanya'da kaldırıldı, sonradan tekrar getirilmeğe çalışıldı. Hristiyan kilisesinin bilime karşı giriştiği tutucu ve amansız mücadele Avrupa tarihinin en utanç verici olayıdır. Ama bu olay bugüne kadar ciddi bir şekilde incelenip aydınlatılmamıştır. Kilisenin kültürlü insanları manevi ve ahlaki bakımdan serseme çevirmesini şu olay gayet güzel anlatır: Birinci Paylaşım Savaşındaki emperyalist insan kıyımı sırasında Alman hıristiyanlar: ""Tanrım, İngiltere'yi cezalandırın!"" diye dua etmişler, İngilizler, Fransızlar, Ruslar insan öldürmek suçunu işlemekte kendilerine yardım etmesi için Sevgi tanrılarına, aynı duada bulunmuşlardı.

Bana mektup gönderen okuyucularımın dinin ""zorunluğu"", ""değeri"" hakkındaki, bugünkü ahlakın temeli olan din hakkındaki, en son ""avunma kaynağı olan din"" hakkındaki sorularına yeteri kadar aydın bir şekilde karşılık verdiğimi sanıyorum. ""Avunma""ya gelince, fikrimce, insanı en iyi avutan şey, makul çalışmasıdır.
Demek oluyor ki, genellikle, dünyamızda her şey gayet basittir. Bütün meseleler ve sırlar insanın iradesiyle ve aklının gücüyle, yine insanın çalışmasında ve yaratıcı eserinde hal şeklini bulmaktadır.
Utanç verici gerçeği haklı göstermek ve insanları bu gerçekle bağdaştırmak isteyerek, herşeyi arap saçına döndüren ve karartan, kendini zeki bilenlerin ""hilekar felsefesi""dir.
Dünyada insan aklı dışında hiç bir makul güç bulunmadığını, yeryüzünün ve evren hakkındaki bütün görüşümüzün ancak aklımızda bir düzene konulduğunu, bugün de konulmakta olduğunu artık anlamamızın zamanı gelmiştir. Aklın eylemi dışında, buzulların hareketi, fırtınalar, depremler, kuraklık, aşılmaz bataklıklar, balta girmemiş sık ormanlar, hiç bir şey vermeyen çöller, vahşi hayvanlar, yılanlar, parazitler vardır. İnsanın dışında, yalnız karmaşıklık ve yıldızlar karmaşasının doldurduğu uçsuz bucaksız uzay vardır, insan bu karmaşıklığı, düşüncesiyle her şeyi bilmek ve öğrenmek içgüdüsü ile sağlam bir düzen getirmiştir ve getirmektedir: Tıpkı, bataklıkları kurutarak, çölleri sulayarak, dağlar arasından yollar açarak, vahşi hayvanların ve parazitlerin kökünü kurutarak ve iyi bir mülk sahibi olarak dünyaya bir ""çeki düzen vererek"" yeryüzünü bir düzene soktuğu gibi.
İnsanoğlunun zulmeden, zülüm gören ya da arabuluculuk eden gibi üç tutumunu tayin eden toplumsal koşulların ortadan kaldırılması gereklidir.
Doğanın ve devletin sınıf yapısının şu ya da bu şekilde çıkardığı maddi engeller, ya da, örneğin kilise gibi ideolojik baskıların şu ya da bu şekilde çıkardığı engeller ortadan kaldırılmalıdır. İnsandaki güçlerin, kabiliyetlerin özgür gelişmesini, kültürün gelişmesini engelleyen her şey kaldırılmalıdır.
Kişisel faaliyetin bilimin, tekniğin ve sanatın türlü alanlarında parlak sonuçlar verdiği, hâlâ da vermekte olduğu, bu faaliyet egemen sınıfın ""gelenekleri"" ile, zevkleri ile menfaatleri ile tamamiyle bağdaşınca parlak sonuçlar verdiği, hâlâ da vermekte olduğu inkar edilemez.
Ama, bir kimse düşünceye, ""geleneğe"", evrensel bayağılığa, menfaatlere, alışkanlıklara aykırı hareket ettiği takdirde, bu menfaatler, bu alışkanlıklar, vb. arasında yeri olamaz. Bu insan ya zindana atılır, ya da diri diri ateşte yakılır. Sokrat ile Galile'nin başına gelenler, yaşayışın ve düşüncenin sağlam temellerini sarsmağa çalışan onbinlerce, yüzbinlerce insanın da başına gelmiştir. Uşaklık etmeyen, bundan ötürü de istenmeyen insanlara böyle işkence etmekle, evrensel bayağılık, kendini savunmak ve yeryüzündeki egemenliğini güçlendirmek için kendisine mutlaka gerek olan o ikiyüzlülüğün ne kadar derin olduğunu bütün çıplaklığı ile göstermiştir.
Biliyoruz ki, küçük burjuva bütün düşünceleri ve bütün duyguları ile tamamiyle bireycidir. Küçük burjuvanın başka türlü olmak elinden gelmez. Çünkü, küçük burjuvanın bireyciliği burjuva toplumunun asıl temelini oluşturan ""kutsal özel mülkiyet kurumu""na dayanır. Her küçük burjuva felsefesinin hedefi, insanları, ""özgürlük, eşitlik ve kardeşlik"" yoluna, ""sınıflar arasındaki asude işbirliği"" yoluna götürebilecek biricik temel olarak bu ""kutsal özel mülkiyet kurumu""nu güçlendirmek ve haklı göstermektir.
Karl Marx'ın öğretisi bu felsefenin yalancı niteliğini gösterdiği gibi, 1914-1918 Birinci Paylaşım Savaşı, küçük burjuva etkileri ile güçle zehirlenmiş olan Avrupa işçi sınıfının örgütündeki yetersizlik yüzünden kurulmasına sebep olduğu faşizm gibi olaylar da bunun böyle olduğunu göstermiştir.
Küçük-burjuva bireyciliğinin kişilik karşısındaki tutumu, bu bireyciliğin ikiyüzlülüğünü ve sahtekarlığını tamamiyle ortaya koymuştur. Küçük-burjuva düşüncesi, genellikle, kişisel güçlerin ve yeteneklerin normal gelişmesini köstekler ve bozar. Burjuva devletinde, kişiliğin gelişmesi karmaşık bir ulusal çıkarlar ve sınıf çıkarları baskı sistemi ile, bir dini, felsefi, hukuki düşünceler sistemi ile sınırlanmıştır. Bu sistemin hedefi, insandaki ""toplumsal hayvan""a has özellikleri geliştirmektir. Ama vardığı sonuç tersinedir. Gerçekte insanların çoğu bir azınlığa boyun eğen kuzu gibi hayvanlar haline gelir ve bu azınlığın çoğunluğu ezmesini kolaylaştırır.
Güçlerin faaliyeti, en başta açgözlü bir sermaye birikiminde, yani resmi bir yağmada, sonra topluma karşı işlenmiş ve yasalar tarafından kovuşturulan suçlarda, yani küçük çaplı hırsızlıkta, haydutlukta, katillikte, en son cinsel taşkınlıklarda kendini gösterir. Enerji başka uygulama alanı bulamazsa, başka bir faaliyet alanı tarafından kullanılmazsa, enerjiye geniş bir uygulama alanı sağlar.
Karmaşık bir sınıf baskısı sisteminin az bir zorlaması, insanların duyguları, ""bilinçaltı""ları üstündeki etkisi bunlarda anlayışsızlık ve yaşam karşısında korku doğurur, bunları bütün tanrıları ve dinleri yaratan ilkel atamız gibi düşünmeğe zorlar. İnsan dışında ve insana düşman ""objektif güç"" bulunduğunu ve bu güçleri yenemeyeceğini düşünmeye zorlar. Olaylar karşısında boyun eğmek insanı pasif hale getirir.
Yaşamın çelişkilerine sinirlenen, öfkelenen kimselerdeki heyecanlar ise, bilincin gelişmesini durdurur, karartır. Ama bu kimsenin ""bilincin varlığı çoktan geçtiğini"" düşünmelerine engel olmaz. Böyle bir ruh hali insan ile gerçek arasındaki ayrılığı daha da derinleştirir, insanı anarşist haline getirir, ona şu anlamsız kötü şeyleri söyletir:

""Onbeş yıldan beri yaşam benimle kedi fare ile oynar gibi oynuyor. Şimdi bütün öğretim yapanlardan nefret ediyorum. Ben onlardan daha zekiyim. Kendimi hiç düşünmeden, bunları cephede elde silah savunduğuma acıyorum.""

""Kendisi uğrunda"" giriştiği kısır mücadelede daha şimdiden vahşi hale gelmiş bir insanın çığlığı bu.
Kapitalist rejim, insanları, zulmedenler-zulüm görenler, uzlaştırılması mümkün olmayanı uzlaştıranlar diye bölümlere ayırır. Kaldı ki, ispat edilen bu itiraz edilmez şeyi anımsatmaya bile gerek yok. Yine de, anımsatmak ister. Çünkü, yaşamda çabucak rahat bir mevki sahibi olmak isteyen bir çok genç bu acelenin kendilerini geçmişe doğru sürüklediğini belki de anlamıyorlar. Yine anlamıyorlar ki, sürüklendikleri geçmiş kanlı bir cambazhane sahnesidir, kapitalist gerçek bu kanlı meydanda bütün revasızlığı ile gemi iyice azıya almıştır, hümanistler ve arabulucular, uzlaştırıcılar bu kanlı meydanda insanın içini titreten birer soytarı rolü oynarlar.

Maksim Gorki


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder