Translate

Sosyalizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sosyalizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Aralık 2021 Perşembe

‘Siyah kuğular’ zamanı

Rejimin geldiği noktada karşımızda Kriz (Kaos), Panik ve Hezeyan var. Öyleyse, “zamanların hem en kötüsüdür hem de en iyisi” ...

“Kriz”, bir organizmanın yaşamındaki birleştirici ve çözücü eğilimlerin arasındaki diyalektiğin getirdiği “yaşamla ölüm arasında bir karar anını”, “Kaos” da bu karar anı içinde, düzenin hızla kaybolmaya, sürecin hızla anlaşılamaz olmaya başladığı durumu betimler. “Panik”, korkuya ve bu durumun içinden çıkma telaşına, “hezeyan” da bu telaşın dilde kendini açığa vuran hallerine ilişkindir. Kriz (kaos), panik ve hezeyan birleştiğinde denge “ölümden” yana döner. Organizmanın telaşı, içinde bulunduğu toplumsal eko sistemi yakıp yıkarak gidişi hızlandırır. “Zamanların en kötüsü” işte bununla ilgilidir. “En iyisi” ise yeni bir düzen yaratma olasılıklarıyla…

Kriz derinleşiyor
Yıl başlarken “istikrarsızlıkların istikrarı bozuldu” diyerek, rejimin, birleştirici ve çözücü eğilimlerin diyalektiğini artık kontrol edemediğine, diğer bir deyişle bir krizin içine girmeye başladığına işaret ediyordum. Kriz derinleşmeye devam etti, kaosa dönüşmeye başladı.

Örneğin, ABD Doları’nın, geçen yılın aralık ayında 7+ YTL düzeyinde olan fiyatı bugün 14+ YTL düzeyinde dolaşıyor. Karşımızda yüzde 98+ gibi bir devalüasyon var. Üretimi, tüketimi, ithalatı (ve ihracatı) döviz girişine bağlı bir ekonomide, bu görülmemiş, adeta müstehcen düzeyde devalüasyon boyunca, halkın yaşam düzeyine ne olduğunu örneklemeye bile gerek yok. Sokaklardaki “geçinemiyoruz”, “barınamıyoruz” çığlıklarına, işçi sınıfının hak arama çabalarındaki yoğunlaşmaya, “Liderin” kendi kentinde bile üreticinin “kuyunun dibindeyiz” türünden yakınmalarına, muhalefetin Mersin mitinginin resimlerine bakmak yeter de artar bile.

Diğer taraftan, bu müstehcen devalüasyonun gıda ürünleri, akaryakıt, gübre, ilaç fiyatlarına henüz tümüyle yansımadığı da bir gerçek. Kış aylarında Omicron varyantı üzerinden Covid-19 salgını hızlanırken konutları ısıtma, hane halkını besleme maliyetleri (hatta temel malları ve ilaçları edinme sıkıntısı-potansiyel kıtlık riski) artacaktır.

Ve kaosa dönüşüyor
Rejim, krize karşı önlem üretemediği gibi, uyguladığı politikalarla “kaos” eğilimlerini daha da derinleştiriyor. Bu yüzden, uluslararası mali piyasalarda egemen hava, özellikle, uluslararası mali sermayenin devlerinden UBS, Türkiye üzerine rapor yayımlamayacağını açıkladıktan sonra, ancak “Doktor ne yerse yesin, diyor” deyimiyle tanımlanabilir bir noktaya geldi. Derecelendirme şirketlerinin raporları, negatif eğilimleri ve “çöp” alanına doğru bir gidişi sergiliyor.

Rejim, yüzde 100’e yakın devalüasyona neden olan faiz politikasını uygulamaya devam ederken “Biz ne yaptığımızı biliyoruz… Bekleyin görün” diyor ama bu iddiasına karşılık, ortaya dini ayetlere yapılan göndermelerden başka bir dayanak koyamıyor. “Olmayan dolarlarını satarak” (Reuters), adeta kendi kuyruğunu yiyerek yaşamaya çalışıyor.

Bu sırada kamuoyu yoklamaları, rejimin yalnızca güven kaybetmeye devam ettiğini değil, en temel kurumsal desteğine (tarikatlara) karşı halkın öfkesinin hızla yükselmekte olduğunu, bu kurumları onaylayanların oranının AKP seçmeni içinde bile yüzde 7 dolayına çöktüğünü, halkın siyasal İslamın “gerçeğini” artık kavradığını gösteriyor.

Bu ortamda rejime bakınca karşımıza, “barınamıyoruz” diyen öğrencileri, sokakta YouTuber gençleri tutuklamaya, yeniden OHAL’e uzanan bir panik ve “Ne zaman içeride büyük fırtınalar koparılıyorsa bilin ki dışarıda bir oyun tezgâhlanıyor”. “Erdoğan’ı devirin, iktidarı bize verin, o haritayı uygulayın” diyorlar… “Dedeağaç’tan ABD askerleri… sınırı geçecek. Türkiye’ye girecek” gibi hezeyanlar çıkıyor. Ekonominin kaderi bir şahsın iki dudağının arasındayken “serbest piyasaya” sadakat ilan eden, sonra büyük sermayenin temsilcilerini toplayıp “yüzer milyon dolar öksürün çorba” içelim gibisinden bir çağrı yaptığı aktarılan, “siyasal İslam az daha devleti ele geçiriyordu” gibi açıklamalarda bulunan komik tipler de “şahsımı” temsilen ortalıkta dolaşmaya başladı. Sanırım, “Siyah kuğular” zamanına girdik.

Kaynak:Ergin Yıldızoğlu (Cumhuriyet)

18 Kasım 2021 Perşembe

Biz Kadınlar Kirpiğimiz Yere Düşmesin diye...


Emel Uzun

“senlik@org” var bir de benim çok severek takip ettiğim. Herkes istediği anısını nasıl isterse öyle yazıyor veya seslendiriyor ya da nasıl dilerse. Ayrı ayrı hikayeler birlikte büyük bir hikâye yazıyoruz hissi uyandırıyor.  Anı yazma atölyeleri yapıyorlar. Kadınlarla bir araya gelip kendi anılarını anlatmalarının yollarını bulmaya çalışıyorlar ve belli ki çok eğleniyorlar.

bizimhikayemiz.org’dan takip edebileceğimiz bir “kadın hikayeleri arşivi oluşuyor. Kadınların hikayelerini topladıkları bir sözlü tarih araştırması yürütüyorlar. Her sınıftan, her yaştan, her coğrafyadan kadının hayat hikayesini dinlemek de mümkün, okumak da[1].

***

Kadınların hayat hikayelerini bilmek neden önemli peki? Ayizi Yayınları’nın “Kadınlar Hayatlar” dizisinin sunumunda kadınların başka kadınların hayatlarını okuyarak yalnız olmadıklarını fark eder ve bu hayatlardan ilham alırlar deniyordu. “Yalnız olmadığını fark etmek, kadının gelişmesi ve güçlenmesinin en önemli bileşeni” çünkü.

Benim için ise her zaman bir kadın olarak kendini kurmanın ve farklı kadınlık hallerini bilme merakı dolayısıyla hep önemli oldu. Başka bir kadının sıradan bir hayat yaşamamayı nasıl başardığını öğrenmek, nerede çuvalladığını da görmek mesela epey ilham verici. Bulaşıcı bir güç ve enerji yayıyormuş gibi.

Hayal kurmayı mümkün kılar örneğin güzel bir kadın hayatı dinlemek. Tarihin bir yerinde bir kadın bir şeyi yaşamış ve anlatmışsa, dinleyen de okuyan da artık o hikâyede mümkün olmuş her şeyin kendi hikayesi içinde mümkün olabileceğini öğrenmiş olur. Sevdiğimiz hikayeleri öyle çok anlatma ihtiyacı duyarız ki, bizi biz yapan şeylerin önemli bir parçasına dönüşür anlattıkça.

***

Televizyon dizilerinde de bir kadın hikayesi anlatma trendi var öyle değil mi? Çukur da bittiğine göre... Olur tabii her sezon birkaç kadın hikayesi ama bu yılın trendi güçlü kadın hikayesi anlatmak galiba. Öldürülmüş, tecavüze uğramış, aşağılanmış, aldatılmış, hakları gasp edilmiş kadınların haklarını savunan güçlü kadın avukatların hikayeleri[2]. Adalete kavuşabilmek için mücadele edenlerin başrolde olduğu diziler çekiliyor yani. Daha da önemlisi, bu diziler tutuyor.

Zannederim, bu sezon çıkan dizilerden en çok “Yargı” konuşuluyor. Hikâye bir kadın cinayetiyle açılıyor. Üniversite öğrencisi bir genç kadının cesedi bir valizin içinde çöp koyteynerine atılmış bir şekilde bulunuyor. Biz elbette ki biliyoruz ki bu bir hikâye değil. Bir adı var; Münevver Karabulut. Dizideki kurbanın ise İnci Erguvan. Bu ülkede kadınların her gün maruz kaldığı gibi katillerinin bulunmaları ve cezalandırılmaları süreci uzayan, esneyen ve cezasızlıkla sonuçlanan bir şey izleyeceğiz gibi düşündürüyor ilk başta. Ama öyle olmuyor. “Yerli dizinin yersiz uzunluğu” ve bir türlü bir yere bağlanmayan hikâye örgüsü baki, ancak adaletle münasebette çok hızlı ve olumlu sonuçlar alınıyor. Gerçek hayatta olmayan şey, dizide oluveriyor. Katilin bulunması, tutuklanması artık dağları aşmış adalet talebini biraz da olsa evcilleştiriyor sanki.

Daha üst sınıf bir evrenin hikayesi olarak “Yalancı” var bir de.  Çok saygın, başarılı, “pür beyaz” bir cerrahın sıradan bir date akşamının sonunda kendisine tecavüz ettiğini kanıtlamaya çalışan edebiyat öğretmeni Deniz’in hikayesi. Deniz, kafası biraz karışık da olsa kendisine tecavüz edildiğinden emin. Dul bir kadın olması, halihazırda adamla rızasıyla görüşmüş olması, evine davet etmesi, içki içmesi ve geçmişinde psikolojik sorunlar yaşamış olması onu bu davadaki zayıf taraf yapıyor elbette. Her ne kadar üst sınıf da olsa toplumdaki diğer kadınlarla hemen hemen aynı sebeplerden dolayı suçlanıyor. Ancak davasının peşini, tüm engellere rağmen, tek başına da kalsa bırakmayacağını da gösteriyor.

***

Kadınların her gün yok edildiği bu ülkede her akşam televizyonda hak arayan bir güçlü kadınlar hikayeleri izliyoruz yani.  İronik değil mi?  

Tam bu dizilerden birini izlerken, sosyal medyaya Çilem’in cezasının Yargıtay tarafından onaylandığı haberi düştü. Yıllarca şiddet gördüğü kocasını, kendisini fuhuşa zorladığı için, canını kurtarmak için öldürmüştü Çilem. Elbette bu hikâye böyle bitmeyecektir. Erkek adalete karşı verilen bu kolektif mücadele bir mutlu sonu hak eder.  Çünkü Çilem de dedi ya; “Biz kadınlar, ‘Kirpiğimiz yere düşmesin’ diye omuz omuza mücadeleye devam edeceğiz” …


[1] Sıradan olmayan hayatları dinlemeyi en çok sevdiğim yer ise Nacide Berber’in NTV Radyo’da yaptığı kadınlar dizisi. İz Bırakan KadınlarYol Açan Kadınlar ve Girişimci Kadınlar.

[2] “Yargı” ve “Evlilik Hakkında Her Şey”i kastediyorum.

 

17 Ekim 2021 Pazar

Yetmez ama evet tartışmaları: Kimler neler söyledi?


Fransa’da düzenlenen bir panelde, konuyla ilgisiz bir biçimde sorulan "2010 yılında Anayasa referandumunda 'Yetmez ama evet!' dediniz, pişman mısınız?" sorusu önemli bir tartışma başlattı.

Panelin katılımcıları tam olarak böyle demedikleri halde, amerikanınsesi.com sitesi tarafından “Türk Aydınlardan ‘Yetmez ama Evet’ Özeleştirisi” manşeti ile verilen haber, kısa zamanda yetmez ama evet diyenlere linç kampanyasına dönüştü.

Linç etmeye çalışanlar o kadar düzeysiz ve kendini kaptırmış haldelerdi ki her türlü saçma iddia gerçekmiş gibi ortaya atıldı. Panelde konuşanların yeni dönemde rol çalmaya çalıştıkları söylendi. 2010’da yetmez ama evet diyenlerin politik konularda ağzını açmasının yasaklanmasını talep edenler oldu.

2010 Anayasa referandumu ile ilgili çeşitli dönemlerde çeşitli linç kampanyaları ulusalcı sol kesimler tarafından gerçekleştiriliyor. Ancak bu defa iş zıvanadan çıktı. Saçmalamanın dozu artınca, o dönem yetmez ama evet diyen çeşitli aydın, politikacı ve akademisyenler konu hakkındaki görüşlerini yazılı olarak kamuoyuna açıkladılar. Yetmez ama evet düşmanlarının aslında ne yapmaya çalıştıklarını ortaya koydular.

Bu yazılardan derlenen alıntılar şöyle:

Baskın Oran (Agos): YAE (yetmez ama evet) diye 10 küsur yıldır 24 saat sayıklayan ulusalcıların bütün derdi, örtmek. Ulusalcı CHP’nin yapıverdiklerini örtmek. Abdullah Gül’ü 2007’de cumhurbaşkanı seçtirmemek için 367 rezaleti dediğimiz ucubeyi yaratan sivri zekâlılığı örtmek.

YAE diye sayıklayanların 2010 referandumu maddelerinden  hiç haberleri yok, çünkü karşı çıkmaktan okumaya vakit bulamamışlar. Oysa memurlara toplu sözleşme hakkı orada verildi. Ombudsmanlık getirildi. Sivillerin askerî mahkemede yargılanabilmelerine son verildi. Nisap 2/3’e yükseltilerek siyasi parti kapatmak çok zorlaştırıldı (ki, şimdi bundan HDP yararlanacak). AYM’ye bugün tek can simidimiz olan bireysel başvuru hakkı getirildi (ki, şimdi bu Barış Akademisyenleri’nin tek umudu). HSYK’nin meslekten çıkarma cezalarına karşı yargı yolu açıldı. En önemlisi, yargı reformu getirildi. 

Deniz Güngören (Marksist.org): Sosyalistler referandumlarla dünyanın değiştirilebileceğini düşündükleri için değil, demokratikleşmenin ve dolayısıyla işçi sınıfının önünü açacak talepler etrafında geniş kitleleri mobilize etme fırsatı olarak gördükleri için böyle süreçlere müdahil olurlar. Reformlar bir bir geri sarılmaya başladığında da “o günden bunları görmek lazımdı” diye düşünmezler, sistemin sınırlarını ve ikiyüzlülüğünü teşhir ederler.  Ve sosyalistler “ne istiyoruz, nasıl alırız?” diye sorarlar, “bunu yaparsak birilerinin maşası olur muyuz?” diye değil.

Ufuk Uras: Orhan Pamuk'un bir toplantıda ‘Yetmez ama Evet’ üstüne gelen bir soruya yanıt vermeye tenezzül bile etmemesi çok doğru bir yaklaşım. Aradan 11 yıl geçmiş ve ‘Evren anayasası değişmezse Erdoğan'la daha iyi mücadele edilir’ gibi bir deli saçması yaklaşım için ne denilebilir ki.

Zehra Çiğdem Özcan (Birikim): Doğru tavrı gösterdiğini düşünen ve sözünün arkasında olan “yetmez ama evetçi”lerin siyaseten ne düşündükleri ya da durumu nasıl algıladıkları önemsenmeksizin, yaptıklarının yanlış olduğuna kanaat getirmemekle suçlanmalarının ve bunun da kibirden kaynaklı olduğunun iddia edilmesi en büyük kibirdir. “Yetmez ama evet”çilerin sessiz kalmalarının, polemiğe girmekten kaçınmalarının nedeni, haksız olduklarını bilmeleri değil, dertlerini açıklamak konusunda duydukları umutsuzluk olabilir. Yaptığının arkasında duran insanları sessizlikten faydalanarak özür dilemeye zorlamak, “sükut ikrardan gelir” türünden vecizelere sığınarak, siyasi güçsüzlüğü onlar üzerinden güce dönüştürmeye çalışmak kesinlikle kabul edilemez. Buna izin verildiği noktada ortaya çıkacak şey, “daha iyi bir dünya” değil, olsa olsa zorbalık olur.

Sezai Temelli: Anayasa referandumunda ‘evet’ oyu kullandım, pişman değilim. 2010 koşullarında vesayete karşı verilmiş, 12 Eylül ve darbecilerin yargılanması gibi çok önemli değişiklikler var orada. Bu, Türkiye’deki askeri vesayete karşı aslında önemli bir hamlenin adresi. Ama bu referandum, AKP’nin işine de yaramıştır. AKP’nin işine yaramasını engelleyebilirdik.

Selami Gürel (Marmara Yerel): 2010 Anayasa referandumunda sosyalistler, devrimci demokratlar “bu anayasa değişikliği önemli, ama Kürtlerin kimlik sorununu karşılamaktan uzak. Kürt coğrafyasında boykot, diğer bölgelerde -önerilen değişimin yetersiz olması nedeniyle- yetmez ama evet demeliyiz” tutumunu takındı. Ben bu tutumu sonuna kadar doğru bulanlardan biriyim. Benim gibi düşünenlerin –küçük bir azınlık dışında- sosyal şovenizme, ulusalcılığa, Kürt Düşmanlığına kaymadığını gözlemliyorum. Bu insanların büyük bir çoğunluğu, barışın, Kürt halkının eşit haklarının yanında durmaya devam ediyor.

Şenol Karakaş (Marksist.org): Yetmez ama evet’ten sonra neler olmuştu hatırlarsak: 24 Nisan Ermeni Soykırımı anmaları gerçekleştirilmeye başlandı. Kürt halkının özgürlüğü için mücadele yeni bir evreye sıçradı, Çözüm Süreci başladı. 1 Mayıs’ta Taksim Meydanı yeniden kazanıldı. Eylem alanları genişledi. Irkçılığa karşı dev bir dalga yükselmeye başladı. Bir aşaması dev LGBTİ+ yürüyüşlerine, bir başka yönü İstanbul Sözleşmesi’ne, öte yandan HDP’nin 2015 Haziran’ında aldığı muazzam oylara kadar ulaşan farklı bir dinamik ortaya çıktı. 

Alper Görmüş (Serbestiyet): Dünün “kahrolsun YAE’ciler”inin bugün belki bir-iki istisna dışında muhalefet blokunu desteklediğini biliyoruz. Ana omurgasını, hiç de hoş çağrışımlar uyandırmayan iki gelenekten gelen iki partinin oluşturacağı bir koalisyonu desteklemek de bir YAE değil mi? DEVA’yı, Gelecek Partisi’ni saflara kabul etmek YAE değil mi? Fakat YAE demeden siyaset yapılamayacağını içine sindiremeden YAE’cilik yapılınca iş ister istemez oportünizm kılığına bürünür.  YAE’cilik yaparlar ama bunu asla telaffuz etmezler.

Abdullah Naci: Türkiye'ye bugünkü koşulları hazırlayanlar, yetmez ama evetçiler değil, ikna odaları kurup başörtülü öğrenci avına çıkan akademisyenler, askerin sözcülüğüne soyunan gazeteciler ve siyasetçilerdir. Orhan Pamuk kafası değil, Mine Kırıkkanat zihniyetidir. Kimse kendini kandırmasın.

Yıldıray Oğur (Karar): Yetmez Ama Evet tartışması artık geçmiş hakkında değil, gelecek hakkında bir tartışma. Bu turnusola bakarak ortak bir gelecek kurup kuramayacağımız, birbirimize güvenip, bir kere daha “Yetmez Ama Evet” deyip diyemeyeceğimiz ortaya çıkacak. Çünkü birbirine güvenip, zaman zaman demokrasi için uzlaşarak, risk alıp “Yetmez Ama Evet” diyemeyen toplumlar bir otoriterlikten diğerine geçip durur.

Marksist.org

18 Eylül 2021 Cumartesi

‘En az’ ile ‘en çok’un ötesinde


Siyasal ve toplumsal mücadelelerde başrol üstlenen güçler yürüyüşlerinin belli bir aşamasında kaçınılmazca bir yol seçimi sorunuyla karşı karşıya kalırlar. Tutmaları mümkün birçok yol ve doğrultu vardır ama daha önce hiç o yollardan geçmemişler, varacaklarını düşündükleri yeri de hiç deneyimlememişlerdir. Böyle bir anda geleceği ancak akılla görebilirler. Öyle akılcı kararlar vermeleri gerekir ki, seçilen yol boyunca hem öncüyü takip eden büyük kitlenin moralini, mücadele azmini, zafere inancını ayakta tutabilsinler; hem mücadele alanına en büyük güçle ve en elverişli konumda girebilsinler; hem de karşıt ve rakiplerinin yürüyüşlerini bozarken kendilerini karşı hamlelerden koruyabilsinler.

“Ortak duyu”, halka ve önderlere her zaman ve her şeyde olduğu gibi “en kolay yol”u empoze eder. Doğanın ve toplumun işleyişinden edinilen gündelik yaşam deneyimi milyonlara değişik kalıplar içinde hep bunu söyler. Onlar, “genel çekim yasası”nı hiç duymuş olmasalar da bilirler: “Su akar, yolunu bulur”, “Her çıkışın bir inişi vardır,” “Yükselen her şey düşer…” vb. “Enerjinin sakınımı” ilkesinin bu folklorik yorumu çok basit fiziksel görüngüleri ya da gündelik yaşamda basit insan davranışlarını açıklamakta işe yarar görünür.
Türkçe'de “en kolay yol” diye geldiğimiz bu buluşsallık, Batı dillerine “en az direnç yolu” [“the path of least resistance”] olarak yerleşmiş, fizikten siyasete kadar gücün konu edildiği pek çok durumda dile pelesenk olmuştur.

Ne var ki, olaylar ve süreçler karmaşıklaştıkça, güçler büyüyüp çeşitlendikçe fizikçiler ya da siyasal önderlerin “en kolay yol”dan ya da “en az direnç yolu”ndan bir hakikate varamadıkları ortaya çıkar. Gündelik bilinç, elektrik akımının ya da sınıf mücadelesinin neden “en kolay yol”dan değil de “daha zor” görünen ama tarihsel ya da maddi gerçeklikte mümkün “biricik yol”dan ilerlediğini açıklayamaz olur. 20. yüzyıl başlarında siyasal sınıf mücadelesinin başlıca sorunsallarından biri olan kendiliğindenlik ile bilinç arasındaki ikilik de “en kolay yol” bağlamında bir tartışmanın konusu olmuştu. Sınıf mücadelesinin “en kolay yol”unun kendiliğindenliğe iltica etmekten geçtiğini savunan “işçici” ve “halkçı”lara devrimci sosyalistler şöyle yanıt vermişlerdi: “Bu, ezilenlerin] bilinçsizliğine boyun eğmektir.” Ezilenlere bilinç taşımak, onların öncü kesimlerini aydınlatmak, “aydın”ın bilgisini temellük etmelerine yardımcı olmak yerine, kitlelerin kendiliğinden ekonomik mücadelelerine müracaatla “en kısa yol”u tutanlar, “ortak duyu” gereğince doğru yolda yürüdüklerine kendilerini de inandırmış olabilirler.

Ancak, bu “yol”dan ileriye gidildiği genellikle pek vaki olmaz. Kitleler, “Komünizme karşıdırlar,” kitlelerin “Batıl itikatları vardır,” kitleler “Devletin yenilmezliğine inanır...” Egemen bilinç biçimlerinin kucağında yoğrulan bu kitleselliğin bütün emekçi aksanına karşın egemen sınıfın ideolojik dilini yeniden üretmeksizin edemeyeceğine dair devrimci teorinin 19. yüzyılda ulaştığı çıkarsama 20. yüzyıl devrimlerince yeniden ve yeniden doğrulandı: “Egemen bilinç her zaman egemen sınıfın bilincidir.”
Kendiliğindenliği yüceltenler esasen bir maddi hakikate dayanmıyor sayılmazlar. Kitleler, sömürüye, baskıya, şiddete, haksızlığa elbette kendiliğinden tepki gösterirler. Ancak, bir toplumsal ve politik dönüşüm programına bağlanmış olmayan kendiliğindenliğe tapınarak onu saçmalığa indirgemek de kurtuluş mücadelesi saflarında tepki doğurur. “Bilinç” kutbunda toplananların bir bölümü -bu bilincin bulanıklığı nispetinde- kurtuluşun böylesine sıradanlaştırılmasına ve gündelik bilinçle ikamesine “iradeci” ve “öznelci” bir tepkiyle karşılık vermeksizin edemez. Bu eğilim de uluslararası literatürde -Türkçeye “en çokçu” diye çevirebileceğimiz “maksimalizm” terimiyle anılıyor. Her iki eğilimin de kurtuluş mücadelelerinin henüz doğrultu kazanamadığı ya da nispî duraksama gösterdikleri, büyük baskılar altında tutuldukları, bilinçli kadrolarının kıyıma uğratıldıkları dönemlerde uç verdiğine ve hareketin politik bilinç ve örgütlenme açısından nispeten geri kesimlerinin zihniyetini yansıttığına işaret eden Antonio Gramsci “maksimalizm”i “Marx’ın öğretisinin kaderci ve mekanik bir yorumu” olarak nitelemişti. Gramsci, partisindeki “maksimalist”lerin “oportünist” olmaktan çok “uzlaşmaz” olduklarını kaydetmekle birlikte, onları günbegün taktik mücadelelerle uğraşmaktansa, kollarını kavuşturup nesnel koşulların eninde sonunda kitleleri devrime sürüklemesini beklemeyi siyaset saymakla suçluyordu.

Türkiye’nin demokratik muhalefet güçleri faşizmin kurumsallaşmasını durdurma mücadelesinde gelinen yeni evrede sonuç alıcı yeni bir yol tutmak üzere büyük maddi ve manevi çaba gösteriyor. Bunun için elde hazır bir reçete olmayabilir, ancak, 20. yüzyıl devrimlerinin uluslararası deneyimi, özgürlük mücadelesinin hangi yolları tutmaması gerektiğine ilişkin güçlü bir kılavuzluk sunuyor. Bu deneyime dayanarak matematiksel bir kesinlikle söyleyebiliriz ki, Kürtlerin özgürlük mücadelesinin Türkiye’nin toplumsal ve demokratik muhalefet güçleriyle tarihsel ittifakının ifadesi olan “üçüncü yol”, asla iki “çıkmaz yol”un -“en azcılık” ile “en çokçuluk”un- ortasından değil, ötesinden geçecektir.
Gramsci, 1925’te İtalya’da faşist partinin iktidar yürüyüşüne karşı mücadelenin gereklerini değerlendirirken şuna işaret etmişti: “[Halklarımızın düşmanları] güçlüdür, ellerinde pek çok araç ve ihtiyat kuvvet vardır [...] Onları yenmek için [...] onların cephesindeki her bir çatlaktan yararlanmamız, ne kadar kararsız, ne kadar sallantılı ve ne kadar geçici de olsalar mümkün her müttefiki değerlendirmemiz gerekir [...] Tüm devrim öncesi dönem esasen [...] yeni müttefikler kazanmaya, karşıtımızın saldırısını ve savunma yapılarını dağıtmaya ve ihtiyatlarını tüketmeye yönelik bir taktik etkinlik dönemidir [...]”
Demokratik özgürlük güçlerinin tarihsel ittifakı, faşizmin iktidarını kurumsallaştırma hamlesiyle hesaplaşmanın yeni evresine özgü taktiğini şekillendirmeye zihnini “en azcılık”tan da “en çokçuluk”tan da özgürleştirerek başlamalıdır.

Ertuğrul Kürkçü Yeni Yaşam, 16 Eylül 2021

4 Temmuz 2021 Pazar

Cleonice Tomassetti

"Beni döverek bedenimi aşağılamak istiyorsanız, bunu yapmanız gereksiz; o zaten yok edilecek. Ama ruhumu öldürmek istiyorsan, seninki boş bir iş; beni asla evcilleştirmeyeceksiniz"

“On iki Alman sıraya girdi, diz çökerek silahlarını doğrulttular. Önce, ilk üçümüzü ayağa kaldırdılar. Aralarında Cleonice de vardı; birbirlerine sarılmışlardı. ‘Hadi’ dedi Cleonice, 'Bu beylere nasıl öleceğimizi gösterelim!’ Üçü de ‘Yaşasın İtalya!’ diye bağırdıktan sonra mermilerle savrulup yere düştüler. Sonra sıra diğer üçündeydi. Sonra, benim sıram geldi… Öldürülen yoldaşların kanlarına ve cesetlerine basmamak için dikkatle yürüdüm, öne çıktım. Rizzato'yu ve yanındaki 15 yaşındaki çocuğu kucakladım. En son namlulardan çıkan ateşi gördüğümü hatırlıyorum. Yere düşerken sol koluma iki, sağ kürek kemiğime bir mermi geldiğini hissettim. Şaşırdım sonra ama. Rizzato ve çocuk üzerime düşmüşlerdi, kan dereler halinde yüzümden akıyordu ama ölmemiştim! O an denemeyi düşündüm, sağ kurtulabilirdim. Gözlerim ve ağzım açık hareketsiz kalarak ölü taklidi yapmaya karar verdim. Bu arada, silah sesleri ve ‘Yaşasın İtalya!’ çığlıkları devam ediyordu. Sonra, bitti. Sessizlik… En son biri geri dönüp, cesetlere de ateş etti. Sonra gittiler…”

Carlo Suzzi anlatıyor bunları… 20 Haziran 1944’te, Fodotoce'de Almanlar tarafından kurşuna dizilen 43 İtalyan partizandan sağ kalan tek kişi olan Suzzi, daha sonra, sürünerek ulaştığı bir evde tedavi edilmiş ve iyileştiğinde kendisine ‘43’ kod adı vererek yeniden partizan birliklerine katılmıştı.

Zor bir hayat
Fodotoce’deki katliam, İtalyan anti-faşist direnişinin en bilinen olaylarından biridir. Ama herhalde öykünün en trajik bölümü, Cleonice Tomassetti ve iki arkadaşıyla ilgilidir. Çünkü onlar, henüz partizan bile değillerdir.

Baştan başlayalım isterseniz. Cleonice’nin, genç bir kadının basit gibi görünen ama anlamlı yaşamından…

Zor bir çocukluktu onunkisi… 4 Kasım 1911’de, Petrella Salto'nun Capradosso mezrasında kalabalık ve yoksul bir köylü ailesinde dünyaya geldi Cleonice. Doğduğu yerin tarihi belki de onun kaderiydi. Köy, 1577-1599 yılları arasında, kendisine tecavüz eden babasını öldüren ve bu yüzden kafası kesilerek idam edilen Beatrice Cenci’nin hikâyesiyle bilinen bir yerdi ve Cleonice’nin yaşamı da adeta bir tekrar gibiydi. Önce ilkokula gitti, sonra evde ve tarlada çalışmaya başladı ama annesi öldükten sonra, yaşamı cehenneme dönecekti. On altı yaşında babası tarafından istismara uğradı. Hamile olduğunu anlayınca bölgeden kaçmak ve ablası ile Roma'ya sığınmak zorunda kaldı. Doğum erken oldu ve bebek sadece birkaç gün yaşadı. Daha sonra, kız kardeşi aracılığıyla tanıştığı zengin ailelerin yanında garsonluk ve hizmetçilik yaparak yaşamını sürdürmeye çalıştı. Ancak, olağanüstü güzelliği ve toplum tarafından ‘dul’ sayılması, başına belaydı. Hizmetçilik yaptığı evlerde de birçok kez taciz ve istismara uğradı.

Dağlara doğru
Bu durumdan bıkan Cleonice, sonunda 22 yaşında Milano'ya taşındı. Ne iş bulsa yapıyordu. Garsonluk, pazarlamacılık, terzilik… 1933'ün sonunda, kendisini bir rahiple aldatan eşinden ayrılan Mario Nobili ile tanıştı. Böylece bir anti-faşist olan Nobili’nin arkadaş çevresine de girmiş oldu. Pansiyon sahibi Melina Mistretta, kemancı Piero Paci ve terzi Eugenio Dalle Crode…

Sonuncu isim, onun kaderini de belirleyecekti. Mario Nobili’nin ölümünden sonra, 1944’te, Cleonice, onun küçük terzi dükkanında çalışmaya başlamıştı. Haziran 1944'te bir gün eski müşterilerinden birinin oğlu olan Sergio Ciribi, bir elbiseyi denemek için dükkana uğradı. Sergio, onlara şöyle dedi: “Bugün okuldan çağırdılar ama gitmiyorum. Partizanlara katılmak için dağlara çıkmaya karar verdim.” Daha cümlesini bitirmeden Cleonice, yanıt verdi: “O zaman ben de geliyorum!”

Sonuçta, üç genç, Sergio Ciribi, Giorgio Guerreschi ve Cleonice Tomassetti, Valdossola partizan birliğini arayıp bulmaya ve katılmaya karar verdiler. Milano'dan Fodotoce'ye yapılan geziyi bir piknik gibi göstermek için planlama yapıp yola çıkarken, oğlu Sergio’ya belli bir noktaya kadar eşlik etmek isteyen anne Edvige Ciribi ve 15 yaşındaki küçük oğlu da onlara katılıyor. Çılgınca bir plan aslında bu. Çünkü o günlerde Alman ordusunun partizanlara karşı büyük bir saldırı başlatmış olduğunu bilmemektedirler. Belli bir yere kadar trenle gidip sonra yaya olarak yola devam ederken Sergio'nun annesi oğlunu uğurlayıp geri dönüyor. Gece, soğuk ve fırtınadan korunmak için girdikleri terk edilmiş bir kulübede, Almanlar tarafından yakalanıyorlar. İlk andan işkence başlıyor. Üçü de aralarında anlaşıp, hayali hikâyeler uydurmak yerine gerçeği söylüyorlar. “Evet” diyorlar, “Partizanlara katılmak için yola çıktık ama onları bulamadık.”

Beni evcilleştiremezsiniz
İşkence sürüyor. Sahte kurşuna dizme gösterileri, ağaçlara asarak sopayla dövmeler, hepsi yapılıyor üçüne de. Bu arada, Cleonice, sorgu sırasında da tecavüze uğruyor. Sonunda, Cleonice ile Sergio, harekât sırasında sağ yakalanmış partizanların bulunduğu bir mahzene kapatılıyorlar. O cehennemden sağ kurtulan Doktor Emilio Liguori, daha sonra şöyle anlatıyor o mahzeni: “Birçok talihsizin mahzene girmesinden sonra gördüğüm manzara, şimdiye kadar tanık olduğum en acı verici sahnelerden biriydi. İşkenceciler sadist bir öfke kasırgasına kapılmış gibiydiler. Bu arada, partizanlar arasında orta boylu, kahverengi saçlı, yirmi beş yaşlarında bir kadın olduğunu fark ettim. Ona karşı işkencenin dozu çok daha yüksekti. Yine de o cesur kadın her darbeyi tek bir çığlık atmadan karşılıyor, dahası sakin ve dinginliğiyle diğer gençleri cesaretlendiriyordu. Öğleden sonra askerler ve araçlar geldi. Kadının yüzüne yeniden vurdular ve tükürdüler. Üzülmedi, gururla onlara baktı ve ‘Beni döverek bedenimi aşağılamak istiyorsanız, bunu yapmanız gereksiz; o zaten yok edilecek. Ama ruhumu öldürmek istiyorsan, seninki boş bir iş; beni asla evcilleştirmeyeceksiniz’ diye bağırdı.

42 erkek ve Cleonice Tomassetti'yi, köyden geçişlerinde, üzerinde "İtalya'yı kurtaranlar mı yoksa haydutlar mı?" yazan aşağılayıcı bir pankartı taşıyarak yürümeye zorlarlar.

Zarafetle gitmek
42 erkek ve bir kadın… Önce kamyonlara bindirilirler. Ama her köyden geçişlerinde, grubu üzerinde "İtalya'yı kurtaranlar mı yoksa haydutlar mı?" yazan aşağılayıcı bir pankartı taşıyarak yürümeye zorlarlar. Bu anın Naziler tarafından çekilen fotoğrafında, önde ortada duran kişi Cleonice’dir. Özenle ve zarafetle giyinmiş, hafif süveter, koyu etek, beyaz şapka, kucağına küçük bir çanta... Ama hiçbiri onun değil. Diğer kadın mahkûmlar, üzerindeki kanlı paçavraları alıp ona ölümü gururla karşılasın diye kendi elbiselerini vermişlerdir! Böylece Fodotoce yol ayrımındaki katliam yerine gelirler. Gerisini, Carlo Suzzi anlatıyor: "Yol boyunca herkesi cesaretlendiren oydu. Ve ilk o düştü.”

Bir şey daha söylüyor Suzzi ve çok önemli aslında: “Cleonice bir militan değildi, partizanlar arasında bir kocası da yoktu. Kurtuluş savaşında savaşacak zamanı bile yoktu onun. Ama kendi seçimini yapmıştı. Kendi başına! ‘Şehit’ kelimesini sevmiyorum ama İtalyan Direnişi'nin bir şehidi varsa, o da Cleonice Tomassetti'dir.”

Ve nihayet son bir not: Savaştan sonra, Petrella Salto Belediyesi, Cleonice için biyografik bilgi almak amacıyla babayla temas kurdu. Baba, onun hayatı üzerine hiçbir şey bilmediğini söyledi. Ama bu arada savaşta şehit düşenlerin yakınlarına verilen tazminatı da büyük bir arsızlıkla cebe indirmesini bildi!

Emina Değer-01 Tem 2021
Yeni Yaşam

6 Haziran 2021 Pazar

Paris Komünü’nün anlamı üzerine

Kristin Ross ile söyleşi:
18 Mart 1871’de, zanaatkârlar ve komünistler, emekçiler ve anarşistler Paris şehrinin yönetimini ele geçirdi ve Komün’ü kurdular. Bu radikal sosyalist öz yönetim deneyimi, Fransa’nın Üçüncü Cumhuriyeti’ni kuran gaddar bir katliamla ezilmeden önce 72 gün sürdü. Ancak sosyalistler, anarşistler ve Marksistler anlamını tartışmayı o zamandan beri sürdürüyorlar.

Kristin Ross, Ortak Lüks: Paris Komünü’nün Siyasi Muhayyilesi adlı muhteşem kitabında Komün’e ilişkin birikmiş polemikleri kolay anlaşılır bir biçimde ele alıyor. Kendisine göre bu polemikler anarşizme karşı Marksizm, köylülere karşı işçiler, Jakoben devrimci teröre karşı anarko-sendikalizm gibi suni kutuplaşmalar şeklinde kemikleşmiş vaziyette.

Ross, Soğuk Savaş’ın bittiği ve Fransız Cumhuriyetçiliğinin yorulduğu günümüzde, Komün’ü bu tür bir kemikleşmeden özgürleştirebileceğimizi ileri sürüyor. Bu tür bir kurtuluş, böylece, günümüz solunu eyleme geçme ve bugünün zorluklarını düşünme konusunda yeniden canlandırabilir. Hiçbir çalışma, Marx’ın Paris Komünü’nün en büyük başarısının “kendi işleyen varoluşu” olduğu iddiasını daha iyi belirtemez.

Bu kitap Paris Komünü’nü günümüz için yeniden sahneliyor. Komün neden günümüzün taleplerini düşünmek için bir kaynaktır?

“Ders” kelimesi yerine “kaynak” kelimesini seçtiğin için mutluyum. Çoğunlukla insanlar geçmişin bize dersler verdiği veya kaçınmamız gereken hataları öğrettiğinde ısrarcıdırlar. Komün’ü kuşatan literatür, yapılmış olanları sorgulamakla, gereksiz yere önerilerle ve hataları listeleme zevkiyle doludur: Şayet Komünarlar şunu ve bunu yapsalardı, bankadaki parayı alsalardı, Versay’a yürüselerdi, Versay ile barış yapsalardı, daha iyi örgütlenselerdi… O zaman belki başarılı olurlardı!

Bana göre, bu tür bir olay sonrası kuramsal üstünlük hem beyhude hem de son derece tarihdışıdır. Komünarların yaşadığı dünyada yaşamıyoruz. Bir kez durumun bu olduğunu gerçekten anladığımızda, onların yaşadığı dünyanın hangi açılardan bizim yaşadığımıza aslında ne kadar yakın, belki de ebeveynlerimizin dünyasından çok daha yakın, olduğunu görmek kolaylaşacaktır.

Günümüzde insanların, özellikle de gençlerin yaşama biçimlerinin ekonomik istikrarsızlığı, Komün’ü gerçekleştiren, çoğunluğu zamanını çalışarak değil de çalışacak bir iş arayarak geçiren 19. yüzyıl işçi ve zanaatkârlarının koşullarını andırıyor.

2011 sonrası, meydan işgallerini, mekânları ve alanları ele geçirmeyi, (İstanbul’dan Madrid’e, Montreal’den Oakland’a) şehirleri stratejik operasyonların sahnesine dönüştürmeyi temel alan siyasal bir stratejinin neredeyse her yerde geri gelişiyle birlikte, Paris Komünü yeniden aydınlandı veya görünür hale geldi, günümüzün şekillenişinde bir kez daha rol üstleniyor.

Komün’ün siyasal buluş biçimleri, bizim için derslerden ziyade kaynaklar veya Andrew Ross’un kitabımdan söz ederken söylediği gibi “kullanılabilir bir arşiv” haline yeni geldiler. Komün bir tarihin ve belki de bir geleceğin, bir taraftan kapitalist modernleşmenin, bir taraftan da faydacı devlet sosyalizminin rotasından farklı bir rol üstleniyor.

Bu, bugün pek çok insanın paylaştığını düşündüğüm bir tasarı ve Ortak tahayyül bu tasarının tam da merkezinde. Bu yüzden kitapta Komün’ü hem geride bıraktığımız, geçmişe ait olarak, hem de mevcut mücadelelerimizin ortasında olası gelecekler alanında bir çeşit açılım olarak düşünmeye çalıştım.

“Ortak Lüks” komünün sanatçılar şubesinin şiarıydı ve çalışmanızın da başlığını oluşturuyor. Bu ifadenin başlangıcı hakkında bize ne söyleyebilirsiniz?

“Evrensel cumhuriyet”ten farklı olarak “ortak lüks”, Komün’ün ses getiren bir sloganı değildi. İfadeyi, sanatçılar ve zanaatçılar kendilerini bir Federasyon olarak örgütlerken, Komün altında ürettikleri manifestonun son cümlesinde saklanmış bir şekilde buldum. Benim için Komün’ün kimi kilit buluş ve fikirlerini yansıtan bir tür prizma haline geldi.

İfadenin yazarı, dekoratif sanatçı Eugène Pottier, bugün bizim tarafımızdan, katliamların kanı kurumadan, Kanlı Haftanın sonunda bestelenen başka bir metnin, Enternasyonal’in yazarı olarak biliniyor. “Ortak lüks” ile kendisinin ve diğer sanatçıların tasavvur ettiği, “kamusal güzellik” programı gibi bir şeydi: köylerin ve kentlerin iyileştirilmesi, her kişinin hoşnutluk duyacağı bir ortamda yaşama ve çalışma hakkı.

Bu küçük, hatta “dekoratif” bir talep olarak görülebilir. Ancak aslında sadece sanatla ilişkimizin tamamen yeniden yapılandırılması değil, ayrıca emekle, toplumsal ilişkilerle, doğayla ve yaşanılan ortamla ilişkimizin de yeniden yapılandırılmasıydı. Komün’ün iki düsturunun tamamen harekete geçmesiydi: merkezsizleşme ve katılım. Bu, sanat ve güzelliğin kamusallaştığı, gündelik yaşamla tamamen bütünleştiği, özel salonlarda gizlenmediği veya yakışıksız ulusal anıtsallık şeklinde merkezileşmediği anlamına gelir.

Bir toplumun estetik kaynakları ve başarıları, Komünarların eylemle açıkça gösterdiği gibi, William Morris’in “Napolyoncu döşemeciliğin ana parçası” olarak adlandırdığı Vendôme Sütunu biçimini almayacaktı. Komünün ölümünden sonra, Reclus, Morris ve diğerlerinin çalışmalarında, bu sanat ve güzelliğin gündelik yaşamda gelişme talebinin nasıl da bugün “ekolojik” olarak adlandırabileceğimiz, örneğin Morris’in “eleştirel güzellik mefhumu”nda veya Kropotkin’in bölgesel öz yeterliliğin önemine ilişkin ısrarında izi sürülebilecek, bir fikirler kümesinin ana hatlarını içerdiğini gösteriyorum.

En spekülatif kavrayışlarında “ortak lüks”, toplumsal değerlerin ne olduğuna, neyin kıymetli olarak sayılacağına karar vermek için piyasa tarafından sağlanandan farklı bir ölçütler kümesine veya değerleme sistemine işaret eder. Doğa bir kaynaklar deposu olarak değil de kendi içinde bir amaç olarak kıymetlendirilir.

Kitabınız, Komün’ün yaşamını diğerleriyle birlikte Kropotkin’in ve İngiliz sosyalist William Morris’in çalışmalarına genişletiyor.

Flaubert’in Komün’ün “gotikliği” olarak adlandırdığıyla dehşete düşmüş bir şekilde büyülenmek oldukça kolay. Umarım ki bununla, sonundaki Kanlı Haftanın katıksız dehşetlerini ve binlerce kişinin katledilmesini kastediyordur. Hiçbir şekilde katliamın önemini azaltmıyorum. Dahası, devlet tarafından kendi sınıf düşmanlarını tek tek ve topluca kökünün kazınmasına yönelik olağanüstü çabayı Üçüncü Cumhuriyet’in kurucu edimi olarak görüyorum.

Ancak ben Komün’ün, hayatta kalan ve sürgün olan Komünarların, sözünü ettiğin destekçilerle buluşması ve birlikte çalışmasıyla, Kanlı Hafta bittikten sonra da genişlemeyi sürdüren Komünar düşüncesi şeklindeki sürdürülmesi olarak düşündüğüm şeyi belgelemekle daha çok ilgileniyordum. Bu dost gezginler için, Jacques Rancière’nin “duyulurun paylaşımı” olarak adlandırdığı şeyi Komün olayı derin bir şekilde değiştirmişti.

Komün’ün bir olay olarak şok dalgasının yanı sıra sağ kalanlarından çıkmış tartışmaların ve sosyalleşebilirliklerin, bu düşünürlerin yöntemini, ele aldıkları konuları, seçtikleri malzemeleri, kendileri için saptadıkları entelektüel ve siyasal manzarayı, yani kısaca izleklerini nasıl da değiştirdiğini anlatıyorum. Bu hemen ardından gelen artçı sarsıntılar, mücadelenin başka yollarla sürmesiydi. Olayın aşkınlığının bir parçasıydılar ve sokaklardaki başlangıç eylemleri olarak bir olayın mantığı açısından tamamıyla yaşamsaldılar.

Belki de en büyük değişim, Marx’ın Komün’den sonraki gidişatında tespit edilebilir. Hem kuramını güçlendirme hem de tam da kuram kavramından tümüyle bir kopuş olan paradoksal bir biçim alan bir değişim. Komün, kitlelerin tarihi biçimlendirmesinin yanında, bunu yaparken salt hakikati değil kuramın kendisini de yeniden biçimlendirmesini Marx için apaçık kıldı. Bu, aslında, Henri Lefebvre’nin “yaşananın ve tasarlananın diyalektiği” hakkında konuşurken kastettiğiydi.

Bir hareketin tasavvuru ve kuramı ancak hareketin kendisiyle birlikte ve hareketin kendisinden sonra serbest kalır. Eylemler düşleri yaratır, düşler eylemleri değil.

Peter Kropotkin, Élisée Reclus ve William Morris’in, ortaya çıkan pratiklerin radikal potansiyeliyle, kapitalizm öncesi ve kapitalist olmayan biçimlerle ilişkili “modası geçmiş enerjileri” bir araya getirmeye çok kafa yorduklarını öne sürüyorsunuz.

Salt Kropotkin, Reclus ve Morris değil, Marx da kapitalizm öncesi biçimlerle yaşam tarzlarının kendi zamanlarındaki “anakronistik” varoluşuna çok kafa yoruyordu.

Yüzyıllar boyunca var olan Rus tarımsal komünist biçimleri olan obshchina’nın[1] kaderi batılı sosyalistlerin ana odak noktasıydı. Komün sonrası biçim alan kuramsal zorluk, yeniden canlandırılan bir komün biçimi sorunu etrafında dönüyordu: Büyük bir Avrupa başkentinde gerçekleşen çarpıcı bir ayaklanmayı, kırsal kesimdeki daha eski komünist biçimlerin kalıcılığıyla birlikte nasıl düşünebiliriz?

Bu düşünürlerin hepsi “zamanın kıvrımları” olarak adlandırabileceğimiz, kapitalist modernliğin kusursuzluğunun, tıpkı bir yumurta gibi çatlıyor gözüktüğü uğraklara karşı oldukça dikkatliydi. Tarihçiler genel olarak anakronizmden mümkün olan en büyük hata olarak korkarlar. Morris’in zamanının İzlanda’sına ve onun orta çağ geçmişine ilgisini, kafası karışık bir nostalji olarak önemsememişlerdir. Morris aslında mükemmel bir algıyla, orta çağ İzlanda’sında gelişen örnekler gibi kapitalizm öncesi biçimleri ve yaşam tarzlarını hem gitmiş, geçmiş, tarihin bir parçası hem de olası bir geleceğin temsili olarak görebiliyordu.

Bana göre bu nostaljinin değil, derinlemesine bir tarihselleştirici düşünüş tarzının işaretiydi. Bu olmadan değişimin olabilirliğini düşünmemizin veya bugünü olumsal ve açık uçlu olarak yaşamamızın bir yolu yok.

Dipnot: [1] Obshchina: Başka anlamların yanında Rusça’da topluluk anlamına gelen kelime. 19. ve 20. yüzyılda bireysel çiftliklerin aksine ortak mülkiyete dayalı çiftliklerde kolektif bir şekilde tarım yapan köylü toplulukları (ç.n.).

Manu Goswami

[Jacobinmag’deki İngilizce orjinalinden Tahir Emre Kalaycı tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]

Sendika.Org

30 Mart 2021 Salı

Sen Mahir’in arkadaşısın

Onu ilk kez Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun (FKF) Dev-Genç’e dönüştüğü Kurultay’da görmüştüm 1969’da. Adını biliyordum daha önceden Aydınlık’ta yazdığı yazılarından: Mahir Çayan!.. Ama tanımıyordum.
O günlerde, Türkiye sosyalist hareketi açık politika alanına çıktığı 1960 başlarından bu yana en çalkantılı döneminden geçiyordu. Türkiye işçi Partisi’nde (TİP) “parlamenter yol”, “parlamento-dışı yol” tartışması keskinleşmiş, Türkiye’de bir sosyalist devrimin imkanlarına ilişkin öngörüler çatışmaya başlamıştı. Türkiye İşçi Partisi (TİP) yönetimi Milli Demokratik Devrimci “eski tüfekler”i “ihtilalci” oldukları gerekçesiyle partiden ihraç ediyordu.
Sovyetler Birliği’nin Çekoslovakya’yı işgali dolayısıyla uluslararası sosyalist harekette Çin ve Sovyet Komünist partileri arasındaki karşıtlık, Türkiye sosyalizmine daha da keskinleşerek yansımıştı. Küba’nın sunduğu sosyalist model ve Fidel Castro’nun her iki “büyük sosyalist ülke”ye boyun eğmeyen eleştirel tavrı tartışmaya yeni bir kutup daha ekliyordu. 1967’de Bolivya’da başlattığı gerilla mücadelesi ölümüyle sonuçlanmış olsa da Che Guevara’nın, “…iki, üç… daha fazla Vietnamlar yaratalım” çağrısı ahlaki çekiciliğinden hiçbir şey kaybetmiş değildi. Ho Şi Minh önderliğinde Vietnam’ın kurtuluş mücadelesi güç kazanıyor, ABD işgalini püskürtüyordu. 1967 yenilgisinin ardından, Filistin Kurtuluş Hareketi bir kez daha dirilmiş ve İsrail işgalcilerine meydan okuyan “fedailik” yeni ve tanıdık bir ”model” olarak zihinleri, çelmiş, Türkiye sınırları içinde de görülmeye. başlamıştı. Avrupa, ABD, Meksika ve Latin Amerika’daki öğrenci hareketinin özgürleştirici idealleri, üniversiteye ve sisteme yönelik sert eleştirileri yüz binlerce genç insanı üç kıtada harekete geçirmeyi sürdürüyordu… Türkiye’de faşist hareket “karşı ayaklanma” hazırlığı çerçevesinde muhalefete karşı iktidarın gözetiminde açıktan örgütleniyor, sosyalistler faili meçhul cinayetlerin kurbanı olmaya başlıyordu…
Bu büyük çalkantı içinde, o FKF Kurultayı, benim gibi, sosyalist harekete 1968 öğrenci boykotları içinde katılmış olanlar için, herkes için olduğundan çok önemliydi. Bizler, TİP ve FKF’deki gerilim ve karşıtlıklar içinden geçerek gelmemiştik. Sosyalist hareketin hizip mücadelesi geleneği içinde yetişmiş değildik. Siyasal söylemlere, hizip aidiyetlerine değil, öğrenci hareketinin gidişi içinde takınılan tavırlara, büyük meselelerde alınan tutumlara bakarak yol almıştık o güne kadar. Ama seziyorduk ki, bir dönüm anına geliniyordu. Büyük sorularımız vardı ve büyük cevaplar bekliyorduk…
Kurultay bütün bu soruların aydınlatılacağı, çözüme kavuşturulacağı bir yol haritasının önümüze serileceği bir büyük forum olacaktı. Hayatlarımızdaki olası önemini kestiremezdik belki ama fikirlerimizin oluşması, tavırlarımızın şekillenmesi açısından bir dönüm noktası olacaktı. Öyle umuyorduk. Heyhat, kurultay büyük bir hayal kırıklığıydı bizler için. Ta ki, söz sırası Mahir Çayan’a gelinceye kadar… O ana kadar, kürsüye çıkan herkes göğsünü yumruklamış, avaz avaz “Aren-Boran oportünizmi”ni lanetlemiş, “öteki”lerin ne kadar “hain” ve “oportünist” olduğunu kanıtlamak için bin dereden su getirmiş ama kafalarımızı kurcalayan bin bir sorudan hiçbirine anlamlı, doyurucu bir yanıt vermemişti… O kurultaydan aklımda bir tek Mahir Çayan’ın konuşması kalmıştı: Bir muhakemeye dayanan, verili durumla Marksist teorik ilkeler arasında bir ilinti arayan, bütün koşulları ve durumları bir devrimin olabilirliği açısından yorumlayan; geleceğe ilişkin bir öngörüde bulunmamıza olanak veren, karşıtlarının neden karşıtı olduğunu anlanmamızı ve kendisine hak vermemizi sağlayan tek sunuştu..
Bizi çeken yalnızca konuşmanın içeriği değil, konuşanın kendisiydi de: Kendinden önceki kaba sabalıkları unutturan düzgün ve akıcı Türkçesiyle, belagatiyle; iki saat boyunca hiç kimseyi, karşıtlarını bile -sinirlendirse de-bıktırmayan etraflı anlatımıyla; tribünlerden atılan laflara, zekice alaylarla cevap verişiyle; gereğinde “efelenişi” gereğinde ders verircesine konusunu sergileyişiyle ve elbette edasıyla, duruşuyla, sözlerini tamamlayan anlamlı yüz ifadesiyle… Konuşması bittiğinde, o ana kadar ruhen koptuğumuz Kurultaya geri dönmüştük. Mahir Çayan gençlik hareketine kendisinden çalınan devrimci aklı ve Marksizmi, sosyalist hareket içindeki mücadeleye kalite ve seviyeyi iade etmişti bir kez daha…
Onun müdahalesi olmasa da o kurultayda MDD’ciler, Aren-Borancıları “tasfiye” edeceklerdi belki ama Türkiye sosyalist hareketinde devrimci bir damar, devrimci gençlik hareketinde de sosyalist bir damar o dönemde uç vermiş olmayacaktı. O güne kadar Marx’ı okuyup dünyayı anlamaya çalışmıştım. O kurultaydaysa dün-yayı değiştirmek için takip etmeye karar verdiğim Türkiyeli bir Marksistle tanıştım. O, 24 yaşındaydı ben de 21…
*. *. *
Mahir Çayan’la karşılaşıp tarafsız kalmış kimseyi bilmiyorum bugüne kadar… Sıradanlığa, düzen içi değerlere meydan okuyan tavrı onunla karşı karşıya gelenlerde ya ona karşı derin bir hayranlık ya da onu yok etmeye ant içecek kadar derin bir nefret doğurdu hep. Kızıldere’de onun yaşamını almaya gelenlerin bütün kuşatma boyunca nasıl herkesten önce onu yok etme tutkusuyla çırpındıklarına tanık oldum. Bu nefret, o öldürüldükten sonra bile haiâ dinmemiş olmalıydı ki, resmiyet dünyasındaki düşmanları henüz soğumamış bedeninin konulduğu tabutunu tekmelemekten kendilerini alamamışlardı… Kızıldere’den sonra kamu vicdanında oluşan sempati, geçmişten kalan tamamlanmamış hesaplaşmaların üzerini örttü, ama sol da, bu “aşk-nefret” geriliminden pek bağışık sayılmazdı doğrusu. Gene de geleneğe uyulduğu söylenebilir, ölenin ardından konuşulmadı pek…
*. *. *
12 Eylül gelip hapishanelerin de üzerine çöktüğünde Malatya “L Tipi” cezaevine nakledildik Niğde’den. Cezaevi idaresi “ıslahı gayri mümkün” olarak kategorize edilmiş olanlar için özel bir “karşılama töreni” hazırlamıştı. Kapı altından karga tulumba hamam götürülüp soyuluyor ve sopa yiye yiye hücrenize götürülüyordunuz. Sıra bana geldiğinde itilip kakıldımsa da fazlaca yaralanıp berelenmeden hücreme tıkıldım. “Azrailler”ime “neden” diye sorduğumda aldığım yanıt 1969’da dinlediğim uzun konuşmanın 15 yıl içinde Türkiye’nin her yerinden duyulmuş olduğunun, 1972’de feda edilen hayatın değerinin toplum vicdanında biline geldiğinin bir işaretiydi benim için: “Sen, Mahir’in, Deniz’in arkadaşısın!”
Kendime doğru arkadaşlar seçmiştim.
________________________________
Oral Çalışlar, Denizler İdama Giderken, Gendaş Yayınları, 2002, s. 36-40 içinde, Ertuğrul Kürkçü, “Tanıdığım Mahir Çayan”

28 Şubat 2021 Pazar

Yaşar Kemal

Yaşar Kemal, asıl adı Kemal Sadık Gökçeli. Van Gölü’ne yakın Ernis (bugün Ünseli) köyünden olan ailesinin Birinci Dünya Savaşı’ndaki Rus işgali yüzünden uzun bir göç süreci sonunda yerleştiği Osmaniye’nin Kadirli ilçesine bağlı Hemite köyünde 1926’da doğdu. Doğum yılı bazı biyografilerde 1923 olarak geçer.
Ortaokulu son sınıf öğrencisiyken terk ettikten sonra ırgat kâtipliği, ırgatbaşılık, öğretmen vekilliği, kütüphane memurluğu, traktör sürücülüğü, çeltik tarlalarında kontrolörlük yaptı.

1940’lı yılların başlarında Pertev Naili Boratav, Abidin Dino ve Arif Dino gibi sol eğilimli sanatçı ve yazarlarla ilişki kurdu; 17 yaşındayken siyasi nedenlerle ilk tutukluluk deneyimini yaşadı.
1943’te bir folklor derlemesi olan ilk kitabı Ağıtlar’ı yayımladı.
Askerliğini yaptıktan sonra 1946’da gittiği İstanbul’da Fransızlara ait Havagazı Şirketi’nde gaz kontrol memuru olarak çalıştı.
1948’de Kadirli’ye döndü, bir süre yine çeltik tarlalarında kontrolörlük, daha sonra arzuhalcilik yaptı.

1950’de Komünizm propagandası yaptığı iddiasıyla tutuklandı, Kozan cezaevinde yattı. 1951’de salıverildikten sonra İstanbul’a gitti, 1951-63 arasında Cumhuriyet gazetesinde Yaşar Kemal imzası ile fıkra ve röportaj yazarı olarak çalıştı. Bu arada 1952’de ilk öykü kitabı Sarı Sıcak’ı, 1955’te ise bugüne dek kırktan fazla dile çevrilen romanı İnce Memed’i yayımladı.

1962’de girdiği Türkiye İşçi Partisi’nde genel yönetim kurulu üyeliği, merkez yürütme kurulu üyeliği görevlerinde bulundu.
Yazıları ve siyasi etkinlikleri dolayısıyla birçok kez kovuşturmaya uğradı. 1967’de haftalık siyasi dergi Ant’ın kurucuları arasında yer aldı. 1973’te Türkiye Yazarlar Sendikası’nın kuruluşuna katıldı ve 1974-75 arasında ilk genel başkanlığını üstlendi. 1988’de kurulan PEN Yazarlar Derneği’nin de ilk başkanı oldu.
1995’te Der Spiegel’deki bir yazısı nedeniyle İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde yargılandı, aklandı. Aynı yıl bu kez Index on Censorhip’teki yazısı nedeniyle 1 yıl 8 ay hapis cezasına mahkûm edildiyse de cezası ertelendi.

Şaşırtıcı imgelemi, insan ruhunun derinliklerini kavrayışı, anlatımının şiirselliğiyle yalnızca Türk romanının değil dünya edebiyatının da önde gelen isimlerinden biri olan Yaşar Kemal’in yapıtları kırkı aşkın dile çevrilmiştir.

Yaşar Kemal, Türkiye’de aldığı çok sayıda ödülün yanı sıra yurtdışında aralarında Uluslararası Cino del Duca ödülü, Légion d’Honneur nişanı Commandeur payesi, Fransız Kültür Bakanlığı Commandeur des Arts et des Lettres nişanı, Premi Internacional Catalunya, Fransa Cumhuriyeti tarafından Légion d’Honneur Grand Officier rütbesi, Alman Kitapçılar Birliği Frankfurt Kitap Fuarı Barış Ödülü’nün de bulunduğu yirmiyi aşkın ödül, ikisi yurtdışında beşi Türkiye’de olmak üzere, yedi fahri doktorluk payesi aldı.

28 Şubat 2015 tarihinde vefat etti.

16 Ocak 2021 Cumartesi

Rosa’yı hatırlamak

 Rosa Luxemburg, 15 Ocak 1919’da Berlin’de   öldürüldü. Sosyalizme katkılarını hatırlamaya   devam edeceğiz... Sosyalizmin tarihinde Rosa   Luxemburg gibi keskin bir teorik zekâ ile   etkileyici söz söyleme sanatını bir araya getiren   bir politikacıyı bulmak zordur. Neredeyse her   gün yazdığı gazete makaleleri, parti ve sendika   toplantılarındaki konuşmaları, mektupları ve   teorik yazıları bunun göstergesi.

Luxemburg aynı zamanda önemli bir direniş sembolüdür. Sosyalist yazılarına hapishaneden devam etti ve daha sonra Nazizm’e katılan sağcı askerler tarafından acımasızca öldürülmeden önce, 1918-19’un devrimci altüst oluşuna kısa, fakat parlak bir şekilde müdahale etti. Bugün farklı nedenlerle anılmaktadır: devrimci ayaklanmaya verdiği destekten iddia edilegelen barışçılığına, bitkiler ve hayvanlara duyduğu sevgiye ve sıklıkla, özgürlüğün her zaman “farklı düşünenin özgürlüğü” olduğuna dair ısrarına kadar.

Bugünün kriz dünyasında, ana akım sosyal demokrasi yok oluyor ve aşırı sağ yükseliyorken, soldaki pek çok insanın böylesine tutkulu bir sosyalistin bizi politik yönelimsizliğimizden çekip çıkarması için vermeyeceği hiçbir şey yoktur. Ve hiç şüphesiz Rosa Luxemburg sosyalist teori ve pratiğin bir sembolü olmaya devam etmektedir.

Onu ölümünün yüzüncü yıldönümünde anarken, geçmişe aşırı sentimental bir bakış sıklıkla bizi geleceğimizi kavramaktan alıkoyar. Eğer insanlık yaklaşmakta olan ekolojik ve ekonomik krizlerden ve bunların sebebi olan kapitalist sistemin altında kalmadan çıkmak istiyorsa, geçmişi romantikleştirmeye daha az zaman harcamalı ve daha çok ondan ne öğrenebileceğimize odaklanmalıyız.

Zamanının ürünü

Luxemburg’u en iyi hayatı ve yaptığı işler anlatıyor: yazdı, okudu, çeşitli dilleri konuşuyordu, yirmi altı yaşında doktorasını tamamladı, bir dizi sosyalist yayın organı ve parti kurdu. Onun hayatı, ancak, Almanya’da yüzyılın sonundaki işçi hareketi ve Sosyal Demokrat Parti’nin (SPD) tepesinde olması bağlamında anlaşılabilir. Diğer önemli entelektüeller ve politikacılarla hararetli tartışmalara girişti; Clara Zetkin gibi kadınlar her zaman onun yakın müttefiki oldu.

Luxemburg, işçi sınıfının zaferinin ufukta olduğuna sıkı sıkıya inanan bir sosyalist kitle kültürü içinde yetişti. 1914’ten sonra, SPD -Alman kitleleriyle birlikte- kapitalizmi yıkma hedefini terk ederek 1. Dünya Savaşı’nda ana vatanın hizmetine koşmaya karar verdiğinde bile, Luxemburg demirden inancını korudu. Rusya’daki 1905 ve 1917 devrimleri Luxemburg için politik dönüşümün hala mümkün olduğunun “kanıtı”ydı.

Bu cinsten sarsılmaz devrimci inancı zamanımızda hayal etmek zor, özellikle her ocak ayında onun ölümünü yağmurlu ve ilham vermeyen gösterilerle andığımızı düşününce veya bugünün parti ve sendikalarını Luxemburg’un zamanındakilerle karşılaştırınca. Uzun süren bir refah devleti uzlaşması, onu takip eden (ve sosyal demokrat partiler tarafından getirilen) neoliberal deregülasyon, işçi sınıfını görünüşte kamusal söylemden silmiş gözüküyor. En geç 1989’dan beri, aklı başında hiç kimse, Luxemburg’un sosyalizmin zaferinin kaçınılmaz olduğuna dair güvenini gerçekten paylaşamaz.

Onun yerine, yeniden başlamak zorundayız ve yaşadığımız mahalleler ve işyerlerimizde köklenmiş (kapitalizme her dönemeçte meydan okumaya muktedir) kitlevi bir sosyalist hareketi yeniden hayal etmeliyiz. 1. Dünya Savaşı’ndan önceki Sosyal Demokrasi’yi taklit ederek bunu yapamayız. Ancak, Luxemburg bize, kendisinin ölümünden yüzyıl sonra bile, sosyalist yöntem hakkında birkaç şeyi kesinlikle öğretebilir.

Çelişkilerle düşünmek

Rosa Luxemburg’un Marksist teoriye eşsiz hakimiyetiyle yürüttüğü keskin analizi hem biricik hem de etkileyicidir. Ancak, onu ya da onun içinde yaşadığı zamanı kopya etme teşebbüsü sadece başarısızlıkla sonuçlanacağı için, modern sol bir şehide iyi manada söylenmiş övücü ağıtlarla kaybedilmiş bir geçmişin sessiz melankolisi arasında bir yerde salınıp duruyor. Bazen de (ne yazık ki), Rosa posterlerde veya omuz çantalarındaki ikon olarak kendini gösteriyor.

Bu bir talihsizlik, çünkü Luxemburg ilginç bir tarihten çok daha fazlasını sunabilir. Onun eserleri günümüz için en azından iki belirleyici içgörüyü açığa çıkarır. Birincisi, “günümüz kapitalist ekonomisinin acımasızlığı ve deliliği” olduğu gibi duruyor ve hem doğal kaynakların hem de insanın işgücünün altını, yani aynı ekonominin temellerini, oymaya devam ediyor.

Üretimi dönüştürme ihtiyacı hala duruyor, halledilmedi ve eli kulağındaki çevresel felaket yüzünden daha da kötüleşti. Ama, kapitalizm kapitalist olmayan mekânlara ve yaşam alanlarına doğru genişlerken kendi ömrünü de uzatıyor. Yani, illâ kendi kendine yok olmayacak. Aslında, emekçi halk, farklı ve daha iyi bir toplumu getirmek için siyasal müdahalede bulunmak zorunda.

Luxemburg’un gözünde bu politik müdahale eğitimi ve deneyimden öğrenmeyi gerektiriyordu. Her protesto, hatta başarısız olanlar bile, yeni ve daha başarılı hareketler yaratmaya yardımcı olabilir. SPD’nin parti okulu içindeki en popüler hocalarından biri olarak işte bu ruh haliyle görev yaptı, parti üyelerini gerçek dünyadaki gelişmeleri anlamaları için donatmak gerektiğinden emin olarak. Bu anlamda, onun gelecekteki sosyalistler için en önemli mirası formüller ve yasalar olarak yazılmış olan sosyalist teori ve politikanın ne olduğu değil, ama daha çok toplumu nasıl anlayacağımız ve nasıl dönüştüreceğimizdi.

Özellikle de kapitalist pazarların, ulus ötesi şirketlerin, bankaların ve onların krizleri insanlığı felaketin içine atıyorken, bu aktörlerin ve sistemlerin tam da nasıl işlediklerini anlamak siyasal strateji için elzemdir. Örneğin, Luxemburg militarizmle sömürgecilik arasındaki ilişkilere çok yakın bir dikkat gösterdi. Eğer bugün aramızda olsaydı, bize, Çin’in sanayi politikası üzerine istatistiklerinin hepsini incelememizi ve onları Alman ve Amerikan karşılıklarıyla kıyaslamamızı isterdi. Eğer Luxemburg’un istediği gibi olsaydı, her sosyalist, Batı’nın Suriye’den çekilmesiyle eş zamanlı olarak kendi sınırlarını mültecilere karşı kuvvetlendirmesi arasındaki ilişkiyi açıklayabilecekti.

Farklı hükümetleri “iyi’’ ya da “kötü” olarak gruplandırmak için kullanılan ama aslında bu rejimlerin nasıl işlediklerini anlamakta büyük ölçüde bir işe yaramayan, “Trumpizm” ya da “popülizm” gibi içi boş sloganları parçalarına ayırarak yırtıp atardı. “Post-politik çağ” retoriğine, ekonomik çıkarlar, üretici güçlerin gelişmesi, krizler ve kopuşların birbirleri arasındaki bağlantıları incelikle yeniden inşa ederek ve onlardan hangi hükümet biçimlerinin çıkacağını göstererek karşılık verirdi.

Ama, kendi örgütlerinin, işçi sınıfının partileri ve sendikalarının da keskin bir eleştirmeniydi. Onları, genellikle, zamanın zorluklarına ve politik depremlerine esnek olmayan ve bürokratik karşılıklar verdikleri için eleştirirdi. Bugün, Sol’un protestoya -nerede kaldı ki politik şiddete- uzaklığı çok daha derin. İlan ettiğimiz savaşların hemen hepsi doğası itibariyle savunmacı.

Rus Devrimi’nden sonra Kitle Grevi üzerine serin kanlı ama militan bir broşür yazan Luxemburg, farklı bir tarzda hareket etti. Rusya’daki olaylardan dersler çıkararak, bir grevi irade ile var etmenin ya da durdurmanın imkânsız olduğu sonucuna vardı. Bu konuda, kitle grevi hakkında onun sadece kullanılacak bir araç, bir teknik mesele olduğu anarşist anlayışından yana olan zamanın Almanya’sındaki tartışmanın iki tarafına da muhalefet etti. Kitle grevlerinin nesnel kaynaklarını keşfetmekle ve siyasal amaçları elde etmekte sundukları potansiyeli kullanmakla daha çok ilgiliydi.

Bugün onun içgörüsü hakkında düşünerek, Fransa’daki Sarı Yelekliler hareketiyle hemen ilişkilenebiliriz. Kasabalı alt orta sınıfların bu protestoları Fransız toplumunu sarstı. (Henüz) sendikalar ve diğer politik örgütler tarafından temsil edilmiyor olmaları sosyalist politikaya dair önemli sorular ortaya atıyor: bu örgütler bu protestoları nasıl destekleyebilirler ve onları uzak-erimli dönüşümler için nasıl kullanabilirler.

Bugünkü durumda, Luxemburg sosyal tavizlere, sendikaların “aman ürkütmeyelim” yaklaşımına muhalefet eder ve onlara işe koyulmaları çağrısında bulunurdu. Onun gözünde kitlelerin kendiliğindenliği her zaman çok önemli idiyse de işçilerin örgütlerinin daha önceki ve yıllar süren ve sonunda gücü elde edebilecekleri, “iğneyle kuyu kazma çalışması” ile yan yana gitmiyorsa hiçbir şey değildi. Biri olmadan diğerini elde edemezsin.

Devrimci reel-politik

Luxemburg’un devrimci politikasının Nasıl’ını, işte bu çelişkilerle düşünmek tanımlar. Liderlik ve kendiliğindenliğin birbirlerini dışlamaktan çok birbirlerinin koşulu olduğu onun düşüncesinin çekirdek unsurudur. Bir yandan eş zamanlı olarak uzun dönemli bir demokratik sosyalizm hedefine odaklanmışken, emekçi halkın yaşam koşullarında gerçek iyileşmelere yol açacak reformlara verdiği destek için de bu doğrudur; Rosa’nın “devrimci reel-politik” diye tarif ettiği bir dengeleme hareketi.

Marksist külliyatın pek çok unsuru gibi, bu formülasyon da sol politikanın boş bir ifadesine indirgendi ve bu nedenle de Luxemburg’un kendisinin çok daha canlı olan düşüncesinin tam karşıtı olarak durur. O, formülasyonun kendisinden çok bizzat pratiği ile ilgileniyordu; bilhassa da kapitalizmin kriz anlarını anlamaya ve kullanmaya yetkin olanların pratiği. Hükümette hizmet etmenin günlük işlerini yapmanın gerçek siyasal gücü elde etmek hedefini engelleyeceğinden korkuyordu. Sol, nihayetinde apolitik olan pratik gereklilik mantığına fazlasıyla bağımlı kaldı.

Ama şimdi bile, görünürde yenilmiş, post-politik çağımızda bile, ortalık karışmaya başladı: teknokratik yönetişim biçimleri kendi kendilerini tükettiler. Kahramanlık mitlerini politik alana otoriter güç biçiminde geri koyarak, politik sağ da bu tükenmeden yararlanıyor; çoğunlukla güçlü erkeklerin ellerinde. Bir zamanlar “tarihin sonu”nu ilan eden Francis Fukuyama bile sosyalizmin geri gelmesini istiyor.

Ve gerçekten de demokratik sosyalistler pek çok ülkede siyasal sahnede yerlerini alıyorlar. Yeni bir neslin, daha yaşlı ve daha önce marjinalleştirilmiş solcularla beraber sosyalizmi keşfediyor olması bir tesadüf ya da şans değil, yakın dönemdeki politik protesto dalgalarının bir sonucu. Ama, “iğneyle kuyu kazma işi” ve yeni sol kanat kahramanların eğitilmesi, büyük ölçüde, çocukluk aşamasındadır. Bize kuvvet verebilecek olan şey, Luxemburg’da olduğu gibi, kitlelerin her günkü bilincinin, üretmeye ve yaşamaya dair vizyoner yeni bir fikirle bağlantısını kuracak canlı ve dünyalı bir dildir.

Luxemburg’un analizi ve hümanist dokunaklılığı çığır açıcıdır, aynen politik eğitim ve örgütlenme anlayışı gibi. Çağımızın bir dahaki krizi için bir değil pek çok Rosa Luxemburg’lara (kadın ve erkek, genç ve yaşlı, siyah ve beyaz ve dünyanın her köşesinde) ihtiyacımız var. Onun kuşağının başlattığı ve sonuç olarak kaybettiği sosyalizm mücadelesi hala her zamanki kadar güncel. Eğer bizim kuşağımız bayrağı yerden kaldırmazsa, insanlığın bir daha şansı olmayabilir.


Ines Schwerdtner: Yazar, siyasal analist e podcast halbzehn.fm’in eş sunucusudur. Berlin’de yaşamaktadır.Almanca orijinalinden İngilizceye çeviren Loren BalhornJacobin’in katkıda bulunan editörlerindendir ve Bhaskar Sunkara ile birlikte, Jacobin: Die Anthologie’nin (Suhrkamp, 2018) eş editörüdür.



24 Aralık 2020 Perşembe

‘Şahsım’ emperyalizmi ve bazı gerçekler

Figen Yüksekdağ Son zamanlarda elde avuçta satacak bir şeyi kalmayan iktidar, “Türk tipi antiemperyalizm” satıyor. Bu da “Türk tipi başkanlık” gibi bir şey. Aslında benzemek şurda dursun, tahrip edip köküne kibrit suyu dökmeyi tarif ediyor. Hitler’in dünyada sosyalizmin prestijinin yükseldiği, halk ve emek hareketlerinin sermaye iktidarları karşısında büyük tehdit oluşturduğu bir dönemde, Nasyonal-sosyalist adını taşıyan partiyle sahneye çıkması en bilinen örneklerdendir. Ardından sadece sosyalizm değil, cüzi insan hak ve değerlerinin canına okumaya yeminli bir savaşa gömülmüştü dünya. Yani, egemenlerin büyük insanlık mücadelesinin ürettiği müspet kavram ve değerleri “işgal ederek” yürüttüğü siyaset, o kavramların en uç karşıtına denk düşüyor. Çünkü en kaba, ırkçı milliyetçilikle mühürlenmiş zihniyet ve pratikten başka bir şey çıkmaz. Olsa olsa böyle akla zarar “akıl oyunları” çıkar.

Şimdilerde Türkiye’de benzer oyunları sergileyen bir iktidar hüküm sürüyor. AKP’si, MHP’si, Susurluk-derin devlet çeteleri “milli çıkarlar” adı altında savaş ve şiddet politikalarını tırmandırırken, bunu büyük emperyalist devletlere karşı bağımsızlık ve diklenme gösterisine dönüştürüyor. İşin bir yanı gösteri, bir yanı gerçek. Kendini cihan fatihi sayma cakaları ne kadar gösteriyse, bu hayalle yatıp-kalkıp bulduğu her fırsatta oraya buraya yayılmacı tırnakları atma pratiği de o kadar gerçek. Ama eski emperyal Osmanlı ruhunu çağıran, ümmetin liderliği hayaliyle, büyük Turan düşlerini harmanlayan dönemin egemenleri, ne yaparsa yapsın ruh çağırmaktan öteye gidemiyor. En azından sözünü ettiğimiz eğilimlerce desteklenen ve şişirilen, Erdoğan’da simgeleşmiş bir “şahsım emperyalizmi” seviyesine gelebiliyorlar.

Bu tür emperyalizmin bazı özellikleri var. Güçlü olana diş geçiremeyip, kaos ve istikrarsızlık üreterek kendine alan açma, ulaşabildiği her yere savaş ihraç etme ve esas olarak büyük emperyalist devletlerle en üst düzeyde işbirliği… Bitti mi? Tabii ki hayır. Gücü sadece mazlum halklara yeter bu türün, Kuzey Suriye’de halkın ağır bedellere ve ölçüsüz zulme rağmen bir avuç statü kazanma ihtimali karşısında kaplan kesilenler, ABD’nin “kafası gidik” başkanının elinde yıllarca yedikleri tokat ve aşağılanmayı yutarlar. Kürtlere düşmanlığa hizmet eden bu çeşit uşaklığa gönüllü koşarlar. Bugün ABD’yle birlikte bölgede kapsamlı bir anti-Kürt operasyonunda ortaklaştıkları gibi.

“Van minüt”la başlayan tribünleri coşturup, bu arada cüzdanları yürütme taktiği hala en canlı yönetme tarzıdır. Milliyetçilik ile hipnotize edilen kitlelerle, “hem aklınızı hem nafakanızı alırım” gibisinden alay eden bir tarzdır bu. Ama alay edilerek yönetilme taktiğinden en ağır payını alan HDP ve sol partiler harici muhalefettir. “Türkiye’nin oradaki buradaki çıkarları” borusu çalınca hemen iktidarın ardında hizalanan, muhalefet ayarları bozulan bir siyasi zaafiyet hali var oldukça, bu iktidar da var olma gücü bulacaktır. Siyaseti “gösteri sanatlarıyla” algı hokkabazlığıyla harmanlayıp, kendilerine biricik bağımsızlıkçı ve antiemperyalist hikayesi yazanlar, muhalefetin boş bıraktığı alanda at koşturmayı, ayrıcalık haline getirecektir elbette. Muhalefeti 5. kol faaliyeti yürütmekle, düşman devletlerin ajanı olmakla karalayanlar, ABD’de lobilere yedirdikleri paranın, Avrupa kurumlarına verdikleri rüşvetin ve kapıların-kameraların ardında rica-minnet sergiledikleri kalitesizliğin hesabını vermedikleri için rahattırlar. Nasıl olsa kirli siyaset toprağında ürettikleri yalan mahsüllerinin hazır alıcısı vardır.

İktidarlara gelişlerini ve hala kalışlarını emperyalizme borçlu olanların, yalan ve manipülasyona da dayansa söylem üstünlüğü edinmesi, Türkiye siyasetinin arızalı tarafı. En son 2018 genel seçimlerini, başta Londra’daki faiz lobisi gelmek üzere uluslararası finans tekellerinin ve emperyalist devletlerinin “Henüz AKP ve Erdoğan ile işinin bitmemesi” nedeniyle şaibeli biçimde kazananlar, şimdi canhıraş halde kendilerine verilen ödevi yapıyorlar. Türkiye-Kürdistan coğrafyasının kaynak ve birikimi, tarihte görülmemiş düzeyde satışa getiriliyor. Önceden sadece Batı merkezli emperyalizme olan bağımlılık, şimdi Avrasyacı çizginin ağırlık kazanmasıyla, Doğu merkezli emperyalizme de bağımlılığa dönüştü. Çift dikiş, katmerli bağımlılık ve hizmet hali yani. Böyle olunca Amerika’yla Rusya, NATO’yla Avrasya arasında savrulup duran, büyük devletlerin birbirine karşı, oyun tahtasına dönen, kafası duman olmuş bir acayip “Güçlü Türkiye” manzarası çıkıyor ortaya.

Görünürde sergilenen bol hot-zotlu ve gerilimli ilişkinin aksine, hakim devletler zayıf halkayı yakalamış bırakmıyor. İktidar ömrünü uzatmak için her türlü pazarlığı yapacak, her çeşit “al gülüm-ver gülüm” ilişkisine girebilecek bir iktidardan daha zayıf halka olabilir mi, emperyalistler için? Haliyle AB’den ABD’sine, Rusya’sından Çin’ine, yıllardır idare ediyorlar bu iktidarı. Onlara rağmen değil, onların her türlü desteği, açık-gizli anlaşmalarıyla AKP-Saray-MHP rejimi kendini sürdürüyor.

Türkiye’deki rejimin, bilhassa da son 18 yılın emperyalizmle yapısal ilişki tarihinin ve güncel örneklerin, alternatif demokratik siyaset tarafından ele alınması, halkları aydınlatmanın, gerçeği ifşa etmenin başlıca gündemlerinden olması önemlidir. İktidarın yalandan yazdığı hikayenin kendisinin inanması, inanmayanı da sopa sallayarak kabule zorlaması karşısında demokratik muhalefet etkin bir söylem geliştirebilmeli.

Emperyalizme ilk günkü kadar bağlı, mazlum haklara ise acımasız ve emperyal iktidar siyasetine kim “milli çıkar” hamasetiyle doğrudan-dolaylı destek veriyorsa, tarihsel suçların ortağıdır; bunu da unutmamak gerekir. Küresel emperyalizme benzemeyen ama bölgesel-yerel anlamda en az onun kadar yıkıcı, sömürücü karakter taşıyan “Şahsım” emperyalizmi çizgisi etrafında kümelenenler, az-buçuk muhalefet pozisyonlarını da yitirirler. Zaten tam da bu nedenle iktidar karşısında gerçek bir başarı kazanamıyorlar; çünkü demokratik fark taşımıyorlar.

Açık ki, siyasi iktidar ve paydaşlarının sözünü ettiğimiz bu mutant emperyalizm, antifaşist halk hareketiyle aşılabilir. Bu bilinç ve hareket etrafında birleşen halklar, bölgesel ve küresel barış, kardeşlik, dayanışma eksenine dayanan alternatif bir düzeni var edebilir. Ortadoğu’nun bağrında yeşeren “Demokratik ulus” program ve deneyimi, bu hedefin uzak bir hayal olmadığını gösteriyor.
Figen Yüksekdağ'ın Özgür Politika'da yayınlanan yazısı