Translate

Sosyoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sosyoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Eylül 2022 Cumartesi

Bu Muhteşem Su Kemerleri Bugün Hala Kullanımda

1.500 Yıl Önce Peru Çölü'nde Nazca Kültürü Tarafından İnşa Edilen Su Kemerleri...

Peru tarihinin Kolomb öncesi döneminde Nazca halkı tarafından inşa edilen Cantalloc Su Kemerleri orijinal amaçlarına hizmet etmeye devam ediyor ve yerel çiftçiler kurak bölgeye su getirmek için hala onlara güveniyor.

Yakın zamanda, Çevresel Analiz Metodolojileri Enstitüsü'nden Rosa Lasaponara liderliğindeki bir araştırma ekibi, 4 kilometre (2,5 mil) uzaklıkta bulunan bir dizi su kemeri olan "puquios"un varlığına yeni bir bakış açısı getirip getiremeyeceklerini öğrenmek için uydu görüntülerini inceledi. Peru, Nazca şehrinin batısında. Nazca kültürü tarafından inşa edilmiş, var olan yaklaşık 40 su kemeri var ve Nazca onları tüm yıl boyunca kullandı.

Peru'nun ovalarındaki bu yapılar, ünlü Nazca hatlarının sadece 2,5 mil (4 km) doğusunda inşa edilmiştir. Ve sadece coğrafi olarak yakın değiller, aynı zamanda hatların su arayışında sembolik bir rol oynadığına dair spekülasyonlar olduğu için yapılar ortak bir temayı paylaşabilir - Nazca su kemerlerinin kullanması amaçlanan kaynak. Nazca çizgileri gibi, bu kanalların da toprağı ekinler için daha elverişli hale getirme pratik kullanımlarının yanı sıra bir tür dini amaca hizmet ettiğine inanılıyor.

Su kemerlerinin keşfi, Nazca uygarlığının ne kadar gelişmiş olduğunu ortaya çıkardı. 'Puquios' adı verilen bu sarmal yapılar, suyu almak ve kanalize etmek için kullanılan bir hidrolik sistemin parçasıydı. Eşsiz şekilli delikler, rüzgarın bir dizi yeraltı kanalına esmesine izin vererek, suyu yeraltı akiferlerinden en çok ihtiyaç duyulan alanlara zorladı. Puquios o kadar büyük bir yapıydı ki, 30 tanesi bugüne kadar çiftçiler tarafından kullanılmaya devam ediyor.

Böylesine sofistike ve uzun ömürlü bir ağ, mimarlarının çevredeki bölgenin jeolojisini ve su temini açısından yıllık özelliklerini anladığının kanıtıdır.

* * *

Nazca kültürü 100 - MS 800 arasında gelişti. Rio Grande de Nazca drenajının nehir vadilerinde ve Peru'nun kurak, güney kıyısındaki Ica Vadisi'nde. Önceki Paracas kültüründen (son derece karmaşık tekstilleriyle bilinir) güçlü bir şekilde etkilenen Nazca, seramik, tekstil, jeoglifler ve tabii ki su kemerleri gibi bir dizi zanaat ve teknoloji üretti.

Bu şaşırtıcı su ağlarının yanı sıra, bir zamanlar Peru'nun Ica Bölgesi'nde yaşayan Nazca halkı, çoğunlukla, çölde amacı bilinmeyen muazzam tasarımlar olan Nazca Çizgileri ile tanınır. Kısa bir süre önce bu çizgilerden en eskisinin oldukça tombul bir kedi olduğu ortaya çıktı.

Yazının Orjinali

19 Temmuz 2022 Salı

Hubris sendromu ya da iyi bildiğimiz felaketler

Ayşe Çavdar
Tanganyika Gölü’nde yaşayan bir çiklit balığı ve bu balığın iki türlü erkeği varmış. Bu erkek türlerinden biri “T” biri “NT” diye kodlanmış. Alfa ve Beta gibi düşünün. Bu iki tip erkek çiklit arasında da tuhaf bir ilişki yaşanmaktaymış. Çekinik olan NT’ler, özel bir koşul gerçekleştiğinde T’ye dönüşebiliyormuş. Ian H. Robertson, “The Winner Effect: The neuropsychology of power” (Zafer Etkisi: Gücün nöropsikolojisi) başlıklı makalesine bu akıl çelen öyküyle başlıyor. Sonra kazanmanın ve güç kullanımının beynin kimyasını nasıl etkilediğini anlatıyor. Dopaminin bir tür antidepresan olduğunu, dozunda üretilmesi halinde insanı hayata bağlayıp makul ölçüde risk alarak kendini geliştirmesine yaradığını, fakat aşırı dopaminin kişinin kendinde süper haller vehmetmesine neden olabileceğini söylüyor. Çünkü bu güzelim hormonun fazlası insanda muhakeme ve duygu bozuklukları yaratabiliyor. Ayrıca Bertrand Russel’ın adını koyduğu “güç zehirlenmesi”nin nasıl örgütlendiğini de aktarıyor.
Anlattıklarından yola çıkarak, birini bir zorbaya dönüştürmenin en kestirme yolunun onu yetkin olmadığı bir işte terfi ettirmek olduğunu anlıyorum. Çünkü bu “talihli” kişi, yetersizlik duygusunu astlarına, hayatları ya da zamanları üzerinde şu ya da bu ölçüde söz sahibi olduğu insanlara türlü çeşit eziyet ederek telafi etmeye çalışacak. Şu halde “güç zehirlenmesi”nin yetersizlik duygusunun bir tezahürü olduğunu iddia edebiliriz.

Etsek ne olur ki? Geçebilir miyiz güç zehirlenmesinin önüne? Robertson’un anlattığı balık öyküsüne göre pek mümkün değil. Makalenin sonunda bağlıyor hikâyeyi.
Meğer T türü erkek çiklitler, sahip oldukları eril güç sayesinde kendilerine ait bir arazi de edinebiliyorlarmış. Tabii ki her güç beraberinde bir zaaf getirir. Aynı zamanda canlanan renkleriyle ışık da saçıyorlarmış etrafa. Dolayısıyla başka balıklar tarafından fark edilip ortadan kaldırılmaları da daha mümkün oluyormuş. Civardaki bir NT çiklit, dünya üzerinde arazi sahibi olmuş bir T çiklitin imha edildiğini görür görmez T’ye dönüşmeye başlıyormuş nagehan. Dönüşümü motive eden de canlı renkleri ve ışıltısı nedeniyle kolayca avlanan T’den arta kalan arazi oluyormuş.

Adına kibir dediğimiz büyük günahı anlatan onlarca mitolojik öykü var ve fakat hiçbirinin bu öyküdeki isabet derecesini yakaladığını sanmıyorum. Böyle bir öyküyü okuyunca merak sarıyor insanı. Bakındım ben de biraz, NT’den T’ye dönüşen erkek çiklit ışıltılı bir renge bürünürken sperm sayısı da artıyor, dolayısıyla türün devamına katkıda bulunma ihtimali yükseliyormuş. Dahası var, T’ye dönüşemeyen NT erkekler bir müddet sonra kendilerini imha ediyorlarmış. Dışlanıyorlarmış çünkü. Güçlü ve göz önünde olana, onun arazisine konmak için dönüşmek, o dönüşme ihtimali bulunmadığında da dışlanıp silinmeye mahkûm olmak. Trajik bir hikâye. Kimse insan-olmayanlara ait alemlerin hikâyeden yoksun olduğunu söylemesin gayrı. Bir de sıradan fanileri bu konuların üzerinden tekrar tekrar geçmek zorunda bırakanlar utansınlar kendilerinden bir zahmet.

Medyascope

6 Temmuz 2022 Çarşamba

Kronik Depresyon

Kronik Depresyon Ya Da Süregiden Depresyon Bozukluğu (Distimi) Nedir? Sürekli Mutsuz musunuz?
Yaşam içerisinde hepimizin mutsuz, endişeli ya da kızgın hissettiği dönemleri olabiliyor. İnsan yanımız da bunlardan oluşuyor zaten; mutluluk, heyecan ve huzur kadar, hissettiğimiz olumsuz duygular da insan tarafımızın ve yaşamımızın parçaları. Ancak bazen mutsuz tarafımız benliğimizi ele geçirir ve diğer duygulardan rol çalarak başrolü oynamak üzere sahneye fırlar; bir türlü de inmek bilmez.

Bu mutsuzluğumuzun bize özel türlü türlü sebepleri olabilir elbette; yakın ve sevilen birinin kaybı kadar yakın bir ilişkinin bitmesi, diğerleriyle yaşadığımız problemler, işyerinde yaşadığımız performans kaybı, akademik zorluklar, okul başarısının düşmesi, yaşamımızla ilgili majör kararlar (evlilik, iş değişikliği vb.) verme arifesinde yaşadığımız zorluklar ya da başka bir stres faktörü nedeniyle kendimizi alabildiğine mutsuz, kaygılı veya umutsuz hissedebiliriz. Zaten yapılan çalışmalar da, biyolojik yatkınlıklarımız ve mizaç faktörlerinin dışında, etkili olabilecek birçok stresli yaşam olayını depresyonun hazırlayıcısı ve tetikleyicisi olarak işaret ediyor.

Burada doğuştan getirdiğimiz mizaç özelliklerimizin dışında yaşam deneyimlerimizle şekillenen kişilik yapımızın da depresyon ya da diğer klinik rahatsızlıklara yatkınlığımızı belirleyebildiğini söylemekte fayda var. Peki nasıl? Burada şema terapi kuramının bazı kavramlarının yardımından mutluluk duyacağımı belirteyim. Bu kurama göre patolojik olan/olmayan, normal/anormal ayrımı yapılmadan evrensel olarak tüm insanlarda görülen 18 ayrı şema var. Bu şemalar, doğuştan getirdiğimiz mizaç özellikleri ve yaşam deneyimlerimizle, özellikle de erken dönem yaşantılarımızla şekilleniyor. Erken dönem yaşantılarımızda ebeveynlerimizle kurduğumuz ilişki biçimi, bu dönemde ihtiyaçlarımızın karşılanıp karşılanmamış oluşu ya da ihtiyaçlarımızın karşılanma şekli, şemalarımız üzerinde belirgin rol oynuyor.

Buna göre örneğin erken dönem yaşantılarında yeteri kadar sevgi, şefkat ya da sıcaklık almamış, duyguları dinlenip dikkate alınmamış kişiler, ileride de ihtiyaçları olan duygusal yakınlığın diğerleri tarafından yeteri kadar karşılanmayacağı beklentisiyle duygusal yoksunluk şemasına sahip olabilirler (J.E. Young ve ark.,2011). Bu şemaya sahip olan biri, şemayla başa çıkma biçimi olarak, duygusal ihtiyaçlarının hiçbir zaman karşılanmayacağı beklentisiyle yakın ilişkilerden sürekli olarak kaçınabilir (H.A.Karaosmanoğlu, 2017). Şemalar, genelde farkındalık alanımızın dışında bizi etkilemeye devam ettiğinden böyle bir şemayla kişi, sürekli kaçınan bir biçimde yakın ilişkilerden uzak veya yüzeysel yakın ilişkilerle yaşamını devam ettirme eğiliminde olur. Ancak altta yatan bir tatminsizlik ve yeteri kadar yakın olamama, sıcak ve doyurucu ilişkiler kuramama durumuyla karakterize, sürekli bir mutsuzluk, ruh halinin bütününe hâkim olabilir. İnsanın evrensel olarak diğerleriyle yakın bağlar kurma ihtiyacını göz önünde bulundurursak bu ihtiyacın karşılanamıyor oluşunun kişi açısından ne kadar hayati önemde olduğunu anlayabiliriz.

Ya da erken dönem yaşantılarında ailesinin aşırı beklentileriyle (‘’en çalışkan, en yetenekli, en güzel, en becerikli, en zengin sen olmalısın’’ gibi) büyümüş ve sürekli diğerleriyle kıyaslanmış ve olumlu davranışları yeteri kadar aynalanmamış olan çocukta başarısızlık, kusurluluk, yüksek standartlar (mükemmeliyetçilik) veya haklılık şemaları gelişebilir. Böyle büyüyen ve bu şemalardan kusurluluk şemasına sahip olan biri, bu şemayla başa çıkma biçimi olarak, diğerleri tarafından reddedileceği ve eleştirileceği beklentisiyle insanlarla ilişkilerinde gerçek duygu ve düşüncelerini ifade etmekten kaçınmayı da seçebilir yaşamında.

Örnekler üzerinden tanımlamaya çalıştığımız duygusal yoksunluk ve kusurluluk şemalarından sonra, bu geniş ve uçsuz bucaksız konuya bir ara vermek ve tekrar konumuz olan depresyona geri dönmek istiyorum.

Birinci örnekte davranış paterni, yakın ilişkilerinden kaçma, ikinci örnekte ise gerçek duygu ve düşüncelerini ifade etmekten kaçınmayı içeriyordu. Bunun yaşam boyu tekrar eden bir örüntü olduğunu düşünelim. Yaşamsal gereksinimlerimizi oluşturan, diğerleriyle yakın ilişkiler kurma, güvenli bağlanma, ait olma, onaylanma gibi diğer temel ihtiyaçlarımızı da göz önünde bulundurarak…

Ayrıca, depresyon tablolarında klinik olarak ön planda olan bulgulardan biri de sosyal içe çekilme olmakta. Sosyal içe çekilmenin neden mi sonuç mu olduğunu henüz bilmediğimizi varsayarak…

Yukarıdaki her iki örnek her durumda ve herkeste olmasa da bazen, kronik depresyon ya da Distimi diye tanımladığımız Süregiden Depresyon Bozukluğunun altta yatan dinamiklerini oluşturabilir. Süregiden Depresyon Bozukluğunun, ruhsal bozuklukların uluslararası tanı kriterlerini geliştiren DSM-5 (DSM-5, 2013)’e göre belirtileri şunlardır;

  • Kişide en az iki yıl süreyle, çoğu gün ve günün büyük bölümünde çökkün bir duygudurum vardır (ağlamaklı, üzüntülü, umutsuz ya da boşlukta hissetme gibi).
  • Kişi, enerjisi azalmış ya da bitkin hissediyor olabilir.
  • Benlik saygısı (kendine verdiği değer, özgüven hissi vb.) azalmış olabilir.
  • Bir şeye odaklanmakta veya karar vermekte güçlükler yaşayabilir.
  • Kişi umutsuzluk ve karamsarlık duygularına sahip olabilir. VYemek yeme isteği azalmış ya da artmış olabilir.
  • Uyku ihtiyacı artmış ya da azalmış olabilir.
  • Tüm bu belirtiler kişide belirgin bir sıkıntıya ya da toplumsal, mesleki vb. alanlarda işlevsellikte belirgin bir düşmeye neden olduğunda Distimi’nin varlığından söz etmek olası hale gelir.

    Zeynep Sağlam Balkan
    Uzm. Klinik Psikolog
    Kaynakça
    Amerikan Psikiyatri Birliği, Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal Elkitabı, Beşinci Baskı (DSM-5), Tanı Ölçütleri Başvuru Elkitabı’ndan, çev. Köroğlu E, Hekimler Yayın Birliği, Ankara, 2013.
    Karaosmanoğlu, H.A. (2017). Şema Terapi Uluslararası Sertifikasyon Eğitimleri Ders Notları
    Rafaeli, E.,Bernstei, D.P., Young, J.E.(2011), Şema Terapi Ayırıcı Özellikler, çev. Miray Şaşıoğlu(2017)

    13 Haziran 2022 Pazartesi

    ‘Sevgi iklimi’ değil profesyonellik

    Domenec Torrent, Galatasaray’da bir geleceği olmayacağının kesinleştiği Sivasspor yenilgisi sonrası, kulübün neden bu halde olduğunun ipucunu da verdi. Gerçi tercümanı her zaman olduğu gibi sözlerini yansıtma konusunda başarısızdı ama ne demek istediği anlaşılıyordu. Kulübe geldiklerinde kadro ve rakiplere dair tüm analiz paketlerinin Florya’yı terk eden teknik ekip tarafından götürüldüğünü, bilgisayar programlarını bile baştan satın almaları gerektiğini söylemişti. Avrupa’da Barcelona, Bayern Münih ve Manchester City’de çalışmış biri için akıl almaz seviyede amatör bir manzara olduğu kesin. Ancak medya ve taraftarlar bu tablonun kulüp için ne anlam ifade ettiği üzerine konuşmak yerine bunu “Çaycı Torrent’in İmparator’a saldırısı” olarak okudu. Torrent’in sözleri bazı açık gerçeklere işaret ediyordu: Burada kurumsal bir yapı yok. Burası bakkaldan hallice bir kulüp. Bu yüzden her yıl onlarca transfer yapılıyor, bu yüzden altyapıdan gelip geçen sayısız yetenek harcanıyor, gelişemiyor, as takımda fırsat bulamıyor, bu yüzden sorunları ancak “baba” mertebesindeki karizmatik figürün çözebileceği düşünülüyor.

    Torrent’in sözleri aslında Fatih Terim’i değil kulübü hedef alıyordu. Çünkü gerçek bir kulüpte bir teknik direktörün zaten bu seviyede bir hakimiyeti olamaz. Adı ister Pep Guardiola olsun ister Alex Ferguson. Onun görev alanı, sorumlulukları sınırlı ve katidir. Oysa Galatasaray, -en azından Avrupa’daki muadilleriyle kıyaslandığında- gerçek bir kulüp değil. Birilerinin çiftliği, birilerinin iktidar alanı, birilerinin oyun sahası, birilerinin lise derneği. Burada gerçek bir kurumsal yapının inşası bu “paydaş”ların kimileri için maddi kayıp, kimileri için statü yitimi, kimileri için boş zaman uğraşının çalınması demek.

    Hal böyleyken fırtınalı seçim süreci boyunca en az dinlediğimiz “proje”nin gerçek bir kurumsal yapıya dair olması sürpriz değil. Tabii bu anlamda atılmış en olumlu adımlara ev sahipliği yapan basketbol takımının sorumlusu Erden Timur’un dahi kamuoyuna başarının sırrını “sevgi iklimi”yle açıklaması geleceğe dair ümit beslemeyi zorlaştırıyor. Sevgiyi taraftar duyar, hisseder. Yönetici ise çok daha maddi ve sert bir dünyanın oyuncusudur, görevi kulübü bu dünyanın fırtınalı etkilerinden koruyacak yapıya büründürmektir. “Sevgi iklimi” denen şeyi yaratacak, daimi kılacak olan budur. Yanlış anlaşılmasın burada Timur’un kendisiyle değil kamuoyuna yansıttığı retorikle tartışıyorum. Çünkü projelerden anladığımız kadarıyla işin “maddi ve sert” yanının en çok farkında olan isim kendisi. Ki bu da bizi seçim sürecinin en ilginç safhasına taşıyor. Malum seçim son anda Fırat Develioğlu’nun zuhur etmesiyle ertelendi. Onun sayesinde Dursun Özbek’in başkanlığındaki ekip kuruldu, iddialı projeler açıklandı ve neticede Galatasaray’ın başkanı değişti. Galatasaraylılar Türkiye’de yaşıyor dolayısıyla şüphelenmekte haklılar bu yüzden projeler hayata geçirilirken mutlaka sürecin şeffaflığının bir numaralı denetleyici gücü olmalılar.

    Galatasaray, Torrent’in faş ettiği “çiftlik” yapısından kurtulmadıkça, Develioğlu’nu sahneye süren güç karanlıkta kaldıkça soru işaretleri havada uçuşmaya devam edecek. Bir yanda “sevgi iklimi”, bir yanda seçim sonuçlarının tasdiklediği diri muhalefet, bir yanda milyarlık projeler, bir yanda Dursun Özbek’in cüzdanı, bir yanda kurumsallaşma çabası, bir yanda müstakbel teknik direktörün üzerinde sallanacak İmparator’un kılıcı… Dursun Özbek ilk mesajında “Galatasaray’a barışı, sevgi iklimini getirmek istiyorum” dedi ama kavganın sert biçimde sürmesi muhtemel. Bu kavga kişilerden bağımsız, gerçek, profesyonel, kurumsal bir kulüp olana kadar sürer.

    Mithat Fabian Sözmen - Evrensel

    19 Nisan 2022 Salı

    Devletin Dahili Harbi

    Nevzat Onaran: (Marksizm 2022'de yaptığı sunum)

    Cumhuriyet demokrasiyle var olmadı; hep Türkçüydü, hep Sünni İslamcıydı. Modernite ve anti-emperyalizm söylemiyle halklara ne yaşatıldığı görmezden gelindi ve kurucu İttihatçı-Kemalist ideolojik-politik barikat aşılamadı. En temel insan hakkı can ve mal güvenliği hiç sağlanmadı. Milleten Türk ve dinen Sünni İslam olmayanın varlığı hedeflendi; çünkü “Türkiye Türklerindir!” 

    1910’larda zuhur eden bu ırkçı politikanın 2022’deki Türkçesi “yerli ve millî”dir. İcrasını demografik yapının 1915’teki ve 2022’deki fotoğrafına dikkatli bakmakla görebiliriz. Yüzde 20 Hıristiyan ve Musevi nüfus malıyla canıyla tasfiye edildi, imha ve asimilasyonla gayri Türk İslam milletlerin Kürtlerin, Arapların ve Türk-Kürt Alevi Kızılbaşların demografik toprak bütünlüğü parçalandı. 1915’ten 1940’a çeyrek asırda devletin dâhili harbiyle Anadolu halkları beş kez kırıldı; yüz binlerce insan öldürüldü ve toprağından kopartıldı ve can pazarında kalanlar da Sünni İslamlaştı/Türkleşti.

    Çalıştığım 1910-1940 dönemi, Türk devletinin temellendirildiği ve inşanın tamamlandığı kanlı yıllardır. Bu denli kapsamlı ve sürekli kılınan icraat hiç şüphesiz özünde ırkçı temizlik harekâtıydı. Harekâttı diyorum, çünkü devletin tüm şiddet aygıtı planlı olarak kullanıldı. Türk millî devleti rotası Balkan Harbiyle ilişkilendirilir. Zaman olarak iç içe geçmişlik vardır, ama İttihat ve Terakki aslında böylesi bir politik çizgiden uzaktı diyemeyiz. 

    İttihat ve Terakki’nin, Makedonya ve Ermeni meselesindeki tavrı aslında Türk millî devleti rotasını içeriyordu. Makedonya meselesi Balkan Harbiyle ve Osmanlı’nın yenilgisiyle çözümlenince Ocak 1913 darbesiyle iktidarın tek hâkimi olan İttihat ve Terakki, Türkçü kimliğini şiddetle görünür kıldı. Zaten birkaç yıldır Ermeni meselesi özelinde İttihat ve Terakki ile Ermeni Devrimci Federasyonu (Taşnaktsutyun) müzakeresinde hiçbir gelişme sağlanamamıştı. Hatta bu ikili görüşmede Ermenilerin 1870’lerden beri gündemde olan işgal edilmiş toprak sorunu dahi çözülememişti. Böylece 1908’de demokrasi için aralanan kapı 1913’te fiilen kapatıldı ve totaliter teşkilatlanmaya hız verildi. Yani devrim, Temmuz 1908-Ocak 1913 döneminde derinleşemedi boğuldu. 

    Muhalefetin susturulduğu koşullarda 15-18 Ekim 1913’te kongresini yapan İttihat ve Terakki’nin kabul edilen programının 1’inci maddesiyle, adem-i merkeziyet reddedildi. Oysa o günlerde adem-i merkeziyet, millî meselenin çözümü için öneriliyordu. İttihatçılar merkeziyetçiliği kabulle kalmadı programına “Türkçü ve devletçi” olduğunu da yazdı. Bu, İttihat ve Terakki’nin kuruluşundan beri bünyesindeki olanın beyanıydı, Türkçü-Sünni İslamcı programıyla icrasına devam etti. İttihatçıların ‘milli iktisat’ ve ‘Türkçülük’ adına yaptıklarının kalem kalem icra tarihi 1913 sonrasına aittir. Ve Cumhuriyet, 1878 darbesinin devamı 1913’ün politik/bürokratik kadro ve zihniyetinin zirvesidir. 

    İttihat ve Terakki’nin 1913 çizgisi, 1839’da Tanzimat’la başlayan Hıristiyanları Sünni İslam’la eşitleyecek yürüyüşün Abdülhamid’in 1878 darbesiyle Anayasa’yı, Mebusan’ı tasfiye eden ve 1890’ların ortasında Sünni Kürt aşiretlerden teşkilatlandırılan 65 Hamidiye Alayıyla Ermenileri kıran Sünni İslamcı politikasından mirastır. Bu ‘kanlı yıllarda’ Ermeniler can güvenliği kaygısıyla kitlesel olarak Sünni İslamlaştı yani “ya İslam ya ölüm” ikileminde köylü Ermenilerin ‘tercihi’ İslam’dı. 1878, Tanzimat’la milletlerin (dinen) eşitleneceği vaadinin meşruiyetinde “can ve mal güvenliği” talebi mücadelesinde ısrarlı Hıristiyan ve Musevi milletlerin yeni statüsüne de darbeydi. Çünkü Rumların 1862’de, Ermenilerin 1860 ve 1863’te, Yahudilerin 1865’te onaylanan ve iç idari yapılarını düzenleyen nizamnameleriyle kazanılan resmiyet askıya alınarak fiilen geçersiz kılındı. Aslında 1878 darbesi Tanzimat’tan ve 1913 darbesi de 1908’den kopuştu. Bu anlamda Cumhuriyet, Tanzimat’ın ve 1908’in değil, 1878 ve 1913 darbesinin devamıdır. Abdülhamid 1878’ün ve İttihatçılar 1913’ün diktatörüydü.

    1913, sadece 1908’den kopuşun değil, aynı zamanda harekât yılıdır. İttihat ve Terakki parti ve devlet olarak, yılsonunda Balkanlardan gelen muhacirleri Ege ve Marmara’da iskân etmek amacıyla Rumları Yunanistan’a kovalamayı planladı ve icra etti. Neler yaptığını Celâl Bayar da anılarında yazdı. Kovalamaya 1914’te de devam edildi. 1914 yazında toplanan Mebusan’da Aydın Mebusu Emmanuil Emmanuilidis, İslam muhacirlerin Üsküdar’dan Basra’ya kadar Osmanlı toprağına niye yerleştirilmediğini hatırlatmasına cevaben nazır Talât, “Bu muhacirleri, dedikleri gibi, oralara gönderip çöllere serpecek olsaydık oralarda cümlesi açlıktan öleceklerdi” dedi. Bir yıl sonra Talât’ın emriyle Ermeniler, Suriye çölüne sürüldü. Hıristiyan milletlerini hedefleyen şiddet politikasının geçmişi genelinde Osmanlı saray düzeninde özelinde Abdülhamid icrasında vardı. Tanzimat’la asırlardır Sünni İslam egemenliğinde saray rejiminin çürümüş sisteminde İslam ve Hıristiyan çelişkisini çözmeye yönelik adımlara 1878 darbesiyle “dur” dendi. Hatta ibadet özgürlüğü var denilen Osmanlı’da, Fatih’in 1453’te yasakladığı kiliselerde çan çalmak ancak dört asır sonra Tanzimat’la 1856’da serbest oldu. Abdülhamid’in 1878’den itibaren Hıristiyanların kazanımlarını tırpanlayan imzaladığı Ekim 1895 Islahât Projesini “yok sayan” ve 1895’lerdeki Ermeni kırımı politikasına, 1908’de “dur” denirse de İttihatçıların 1913’te Anadolu’nun Hıristiyan Rum milletini kovalamasıyla yeniden “Hıristiyan milletler hedeftir” politikasının icrasına başlandı. 1914’ün baharından itibaren hedefte Hıristiyan Ermeni milleti vardır. 

    İttihat ve Terakki ile Ermeni Devrimci Federasyonu müzakeresinde ilerleme sağlanamazsa da 1878’den itibaren uluslarararası boyut kazanan Ermeni meselesinde büyük devletlerin devreye girmesiyle 8 Şubat 1914’te Osmanlı Ermenistanı için çözüm paketi imzalandı. Bunu, İttihatçı liderlerden Halil Menteşe de yazdı, “Ermenistan ıslahat paketi”ydi. İttihatçı hükümet imzaladığı paketin gereğini yapmamak tavrındadır ve Ermeni mebusların girişimi de sonuçsuz kalır. İttihatçı hükümet, 1914 yazında Avusturya prensinin öldürülmesiyle savaş tamtamlarının çaldığı atmosferi fırsat görerek 2 Ağustos 1914’te Alman paktına katıldı ve dâhilde de Osmanlı Ermenistanı özelinde yoğunlaştı. 

    Almanya ile ittifak antlaşması imzasından üç gün sonra 5 Ağustos 1914’te seferberlik ilan edildi ve her Osmanlı gibi 45 yaşına kadar olan Hıristiyanlar dâhil tüm erkekler askere alındı. Bir ay sonrasında 6 Eylül’den itibaren Dahiliye Nazırlığı’nın emriyle Ermeni milletinden liderlik yeteneği olanlar izlenmeye başlandı. Bu, 1915’te olanları dikkate aldığımızda hazırlığın önemli kararıydı. Nitekim Ermeniler kitlesel sürülmezden evvel liderlik yeteneği olanlar 24 Nisan 1915’te tutuklandı. Ekim ayı sonunda Rus limanlarının vurulmasının ardından 11 Kasım 1914’te cihat fetvasıyla Osmanlı harbe girdi. Osmanlı koltuk değneği olduğu Hıristiyan Almanya ile Hıristiyan dünyasından İngiltere, Fransa ve Rusya’ya cihat ilan etti. Almanya’yla antlaşma gereği Kafkas cephesini açmakta pek heyecanlı Harbiye Nazırı Enver, 3. Ordu Komutanlığını üstlendi. Sarıkamış’ta iki haftalık muharebe sonunda 4 Ocak 1915’te Osmanlı Ordusu yenildi ve Rusya şarkta işgale başladı. Sarıkamış yenilgisi ardından peşi sıra kararlarla milleten Ermeniler hedefti.

    Fetvayla dış düşman belirlenmişti ama içeride şifrelerin dilinde düşman, Ermenilerdi. Şifrelerde Ermeniler, savaşta şunu-bunu yapacak yorumuyla düşmanlaştırıldı. Van özelinde düşmanlaştırma, valilik ve Ermeni ileri-gelenlerinin ilişkide olmasına ve görüşmesine rağmen baskındı. Şifrelerde kalmadı, 28 Şubat 1915’te nazır Talât, “Ermeniler, iç düşman” tanımlamasını resmileştirdi. “İç düşman” ilanından üç gün önce Osmanlı ordusu Ermeni askerler silahsızlandırıldı ve 12 Mart’ta da Ermeni polislerin tasfiyesi emri verildi.

    24 Nisan’da Ermenilerin liderlik yeteneği olanların tutuklanmasından beş gün önce Erzurum, Van ve Bitlis valilerin şifresinde ortak karar bildirildi: Ermeni meselesi halledilmelidir. 24 Nisan’da Hitler’in 1939’da Polonya’da yaptığı gibi, Ermenilerin liderlik yeteneği olanlar tutuklanıp ölüm yolculuğuna çıkarıldı ve Mayıs’ta 27 Mayıs 1915 tarihli Tehcir Kanunu’yla kitlesel sürgüne başlandı ve sürgün mıntıkası Suriye ve Deyr-i Zor çölleriydi. Sürgün insanların bir başka yere götürülüp iskân edilmesi olduğunu hatırlarsak, İttihatçı hükümetin Ermenilere yaptığı toprağından kopartıp atmaktır. Sürülenlerin direnecek hali yoktu; çünkü 45 yaşına kadar olan erkekler 5 Ağustos 1914’ten beri askerdeydi ve 6 Eylül 1914’ten beri izlenen liderlik yeteneği olanlar da 24 Nisan’dan itibaren tutuklandı. Böylesine politika bütünlüğü tesadüflerle açıklanamaz. 

    24 Nisan 1915 itibariyle Ermeni milletinin liderlik yeteneği olan Ermeniler tutuklanıp, sürüldü ve çoğu öldürüldü. 24 Nisan’da İstanbul’dan tutuklanıp Çankırı ve Ayaş’a sürülen 250 Ermeni’den 174’ü öldürüldü. Kapsam olarak Ermeni lider-aydın kırımı yani siyasikırım olarak başlayan imha, soykırıma dönüştü.

    1919-1920’ye geldiğimizde Anadolu Ermenilerden temizlenmişti. 

    Sıra Rumlardaydı: 1913-1914’te Yunanistan’a kovalandı ve savaşta Karadeniz’den içerilere sürüldü, kalanlar da 1920-1922’de Türk Kurtuluş Savaşı’nda tasfiye edildi.

    9 Eylül 1922’de İzmir işgalden kurtarıldıktan sonra 30 Ocak 1923’te imzalanan Yunanistan-Türkiye Mübadele Antlaşması gereği, Anadolu’dan 112 bin Rum gitti ve bunun 19.657’si Karadeniz’dendi. Detayına girmiyorum, oysa Rum mübadil toplamı 1,2 milyondur. Yani 1,2 milyon mübadil Rum’un 112 bini antlaşma gereği gitti. Peki 1,1 milyon Rum’a ne olmuştu?

    Genelkurmay’a göre Türk Kurtuluş Savaşı dönemindeki 24 ayaklanmadan ikisi Koçgiri ve Pontos’tadır. İcrası ve sonuçları itibariyle diğer 22’sinden çok farklı olan bu ikisi üzerinde duracağım. Dönemsel analizden çıkardığım sonuç şudur: Merkez Ordusu bizzat Koçgiri ve Pontos harekâtı için 1920 sonunda kuruldu ve görevini tamamladıktan sonra da varlığına son verildi. Dahiliye Vekili Ali Fethi’ye göre Merkez Ordusu’nun Koçgiri ve Karadeniz’de yaptığı temizlikti. Merkez Ordusu, 9 Aralık 1920’de 3. Kolordu lağvedilerek kuruldu ve karargâh merkezi Amasya olup, komutanlığına Tuğgeneral Nureddin atandı. Sakallı Nureddin olarak da bilinir. 1921 sonunda Koçgiri ve Pontos harekâtını tamamlayan Merkez Ordusu, 25 Şubat 1922’de lağvedildi. Karadeniz’den sonra garp cephesinde görevlendirilen Nureddin, Büyük Taarruz’da 1. Ordu Kumandanı’dır ve iki yıl sonra da Mustafa Kemal’e rağmen seçilen mebustur.

    Kumandan Nureddin ayağını Koçgiri’ye ve Pontos’a basmadan, Ankara’dan aldığı emirle ne yapacağını iki genelgeyle açıkladı. Gerekli güvence de verilmiş olmalı ki, Başkumandan Mustafa Kemal’in müdahalesiyle Nureddin’in yargılanmasıyla ilgili TBMM kararı, 16-17 Ocak 1922’de yeni kararla geçersiz kılınmıştır. Çünkü kumandan Nureddin, Meclis’in Koçgiri Tahkikat Heyeti Raporu’na göre Mustafa Kemal’in Meclis’te söylediği gibi verilen görevi yapmıştı.

    Merkez Ordusu Kumandanının 3 Ocak 1921 tarihli emri, Koçgiri’de nüfusun İslam ve Hıristiyan dağılımının belirlenmesiydi. Bununla kalınmamış evrak kenarına düşülen notta “Alevi Kürtlerin imhası” yazılmıştır. Tesadüf değil, çünkü Koçgirililer Kürt Alevi-Kızılbaş’tır. Emrin evrakı yok, TBMM komisyon raporunda aktarımı vardır. Koçgiri, beş yıl öncesinde de hedefti, Ermenilerden temizlenmişti. Tasfiyenin sonunda 1914’te [Koçgiri’de] yüzde 20’yi aşan Hıristiyan nüfusu payı, 1927’de [Zara’da] yüzde 1,8’di. Ermenilere ne yapıldığını bilen Koçgirililer, harekât öncesinde, “Ermeniler gibi kesecekler” tedirginliğindeydi. Sivas Valiliği heyetinin, Koçgiri ileri geleniyle Ümraniye’de [İmranlı] görüştüğü 11 Mart 1921’de TBMM Başkanlığına muhtariyet için başvurulduğu ve 12 ile 18 Mart tarihli taahhütname imzalandığı ve Merkez Ordusu Kumandanlığına gönderildiği halde, Ankara’nın emri harekâtın planlandığı gibi yapılmasıydı. Sıkıyönetim ilan eden hükümet, 13 Mart’ta Merkez Ordusu Kumandanı Nureddin’i asayişi sağlamak için fevkalade yetkilendirdi ve harekât Nisan ve Mayıs’ta yapıldı. Harekâtta Genelkurmay’ın milis gücü Topal Osman çetesi de görevlendirildi ve Koçgiri imha edildi. TBMM heyetinin raporuna göre, 1000 Kürt öldürüldü, 1703 hane yakıldı ve malı-mülkü gasp edildi. Topal Osman’ın Koçgiri’deki vurgunu 30 bin küçük ve büyük baş hayvandı. Sivas valisi Ebubekir Hazım Tepeyran’a göre 132 köy yakıldı-yıkıldı. Koçgiri’de Merkez Ordusu ve Topal Osman’ın neler yaptığı, Meclis’te ancak dört ay sonra Ekim ayı başında müzakere edilebildi.

    Koçgiri’de imhayı Dersim mebusu Hasan Hayri dâhil bilinen Kürt mebuslardan hiçbiri Meclis gündemine getirmedi. Erzurum Mebusu Hüseyin Avni 21 Haziran 1921 tarihli önergesiyle Koçgiri’de ne yapıldığı sordu. Dönemin Başbakanı Fevzi’nin [Çakmak] cevabı ancak 24 Kasım 1921’de görüşüldü. Başbakan Koçgiri köylerinin yakılıp-yıkıldığını, 2000 Koçgirilinin öldüğünü ve Koçgiri aşiretlerin muhtariyet talebinin de kendilerine ulaştığını açıkladı.

    Koçgiri’de ne bir ayaklanma teşkilatı ne de gerekli lojistik vardı. Hükümet, Merkez Ordusu’nu kurarken belirlediği planın gereğinin yapılmasını emretti. Valilik heyetiyle müzakere edilirken Koçgiri ileri gelenlerinin TBMM Başkanlığına muhtariyet başvurusu görmezden gelindi ve Koçgirililerin can ve mal güvenliği imha edildi. 21 Anayasası’nın muhtariyeti/federasyonu öngören hükmün (madde 11) gereği yapılsaydı kırım yaşanmazdı. Koçgiri’deki imha, 1920’lerde Kürt sorunu özelinde ciddi ilk kırılmaydı.

    Merkez Ordusu ve Topal Osman çetesinin Koçgiri’den sonraki hedefi Pontoslular yani Karadeniz Rumlarıydı. 

    1927’deki raporda, 1919 ve 1920’de Rum güçlerinin konumunun etkin olmadığı ve Karadeniz’e 3. ve 15. Kolorduyla egemen olunduğu yazıldı. 10 bin askeri, belli miktarda milis gücü olan Merkez Ordusu’na, 25 bin silahlı Rum’un nasıl yenildiği izah edilmeyen rapora göre, 11 bini aşkın Rum öldürüldü, ölen kadar Rum hükümete teslim oldu, yanan-yakılan Rum köylerinden bahsedilmedi ve 430 Türk-İslam hanesi yakıldı, 704 kişi ve 210 asker öldü. Anlaşılan o ki resmen sayısı ve konumu abartılan Rum güçleri imha edilmiş ve Rum milleti de binlerce yıllık yurdundan kopartılmıştır. Ölmeyen ve kovalanan dışında toprağında kalanlar da canını kurtarmak için Sünni İslamlaştı.

    Cumhuriyet, içeride ve dışarıda tapu meselesinin çözümü üzerine bina edildi. İzmir’in Yunan ordusu işgalinden kurtarıldığı 9 Eylül 1922, aynı zamanda 1914’te dillendirilen gâvurdan da temizlenmesinin tarihidir. Dört gün sonra çıkan yangın temizliğin harekâtıydı, öyle de oldu; can derdine düşen Rum ve Ermeni milletleri kaçtı. Mallar yağmalandı. Mecliste hayli tartışıldı. İzmir özelinde ne olduğunun anlaşılmasını mümkün kılacak bir teşkilat kuruldu: 

    İzmir sonrası Kasım başında Meclis’te, Ankara’nın konumunu belirleyecek iki karar kabul edildi. Bir (307 no’lu), Türkiye, Osmanlı’nın tek mirasçısıdır. İki (308 no’lu), saltanat ilga edildi. Resmen “Türkiye, Osmanlı’nın devamıdır” denildi. Kadro olarak da devamıydı. Türk Kurtuluş Savaşı’nı teşkilatlandıran ve Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran asker-sivil politik ve bürokratik kadronun İttihatçı olduğu konusunda fikri birlik vardır ve bunu Mustafa Kemal de ifade etmiştir.

    İzmir kurtarıldıktan sonra ve Cumhuriyet ilanı öncesinde iki temel adım atıldı. Birincisi, İttihatçıların 26 Eylül 1915 tarihli Tasfiye Kanunu’nu yeniden düzenleyen 15 Nisan 1923 tarihli ve 333 sayılı mülkiyetin Türkleştirilmesinin özel kanunuydu. İkincisi, Lozan Antlaşması ve bunun TBMM’de kabul edilmesiydi. Türk millî devleti için 333 sayılı kanun içeride ve Lozan dışarıda uluslararasında tapu meselesinin çözümüydü. Cumhuriyet, bu tapu üzerine bina edildi! Lozan, bir yönüyle de Anadolu’dan Hıristiyanların temizliğine atılan imzaydı. 8 Kasım 1933’e kadar yürürlükte kalan 333 sayılı 6’ncı maddesiyle, başında sahibi olmayan her mülke devlet adına el kondu. Bunların Hıristiyan mülkü olduğunu Maliye Vekili Hasan Fehmi 3 Nisan 1924’te itiraf etti. Maddeyle, 1930’lar öncesinde en büyük devletleştirme yapıldı; artık fabrikadan tarlaya, konuta vesaire yüzbinlerce mülk devletindi. Müsadere yani zorla alım olmadığı iddiası en büyük yalandır; kimse malını devlete satmadı, devlet el koydu! Çünkü, sürülen veya kovalanan kişilerin mülkünün ve alacağının tasfiyesiyle görevli 1915’te ve 1923’te kurulan Tasfiye Komisyonlarının evrakından tek sayfa belge ortaya konmuş değildir.

    Sasun’da 1890’lardan itibaren süren harekât 1930’larda tamamlandı, Ermeni Hıristiyan kimliği tasfiye edildi. İdari yapısındaki tüm değişikliğe rağmen Sasun’un, 1914-1927 döneminde Ermeni nüfusunun payı yüzde 46,6’dan yüzde 1,5’e gerilerken, İslâm nüfusunun payıysa yüzde 53,4’ten yüzde 98’e zıpladı. 1927’de Sasun nüfusunun anadile göre dağılımında 4557’si Kürt, 4215’i Arap, 238’i Türk ve 198’i Ermeni’ydi. Nüfusun demografik yapısındaki değişim, Türk millî devletin inşası sürecinde Ermeni milletine ne yapıldığının Sasun özelindeki icraatıydı. Hıristiyan nüfusun tasfiyesiyle İslâmlaşan Sasun’da yeni hedefse millettaş hale getirilmesiydi. 

    Dersim vilayeti TBMM 23 Nisan 1920’de açıldığında altı mebusuyla vardı, ama 1926 ilga edildi ve on yıl sonra Tunçeli vilayeti kuruldu. 1935’te Başvekil İsmet İnönü ile 1931’de Birinci Umumi Müfettiş İbrahim Tali’nin raporunda Dersim için kaleme alınan maddeler, yapılacak kanuni düzenlemenin temel materyaliydi. 

    Resmen Tunçeli vilayetinin teşkil edilmesi, silah toplanması, valinin muvazzaf kolordu kumandanı olması, 4. Umumi Müfettişin idamı infaz yetkisinin bulunması, seyid ile aşiret reislerinin sürülmesi, dağ başındaki köylerin yakılması, vergilerin toplanması, müfettişliğin esas idare şekli haline getirilmesi, askeri kuvvetlerin arttırılması gibi hususlar, Tunçeli Vilayeti İdaresi Kanunu maddeleri olarak kabul edildi ve uygulandı. Dersim’de taş taş üstünde bırakılmadı. 

    Dönemin bir diğer kanunu 2510 sayılı İskân Kanunu’nda ırkçılığın tüm unsurları vardı. Kanunda Türk ırkından olan-olmayan (madde 7, 12 ve 13), Türk kültürüne bağlı [Sünni-İslâm] olan-olmayan (madde 10, 11), anadili Türkçe olan-olmayan (madde 11) ve soyca Türk olan-olmayan (madde 12) gibi ırk, din ve anadil kriterine göre ırki ayrımcılık yapıldı. Demografik yapı buna göre analiz edildi ve belirlenen politikalar uygulandı. İlk icra sahası Trakya’da Yahudiler kovalandı, devamında devletin Sasun ile Dersim dâhili harbiyle on binlerce insan öldürüldü ve sürüldü.

    Eylül 1937’ye kadar Dersim’deki harekâtı değerlendiren İsmet İnönü, Başbakanlıktan alınmadan önce 14 Haziran ve 18 Eylül 1937’de TBMM’de yaptığı konuşmada, “Hükümet Tunçeli’de vaziyete tamamen hâkimdir” ve “Bütün engeller ortadan kaldırılmıştır” dedi. İnönü yerine Celâl Bayar Başbakan oldu. Hikâyesini Cüneyt Arcayürek yazdı: “Atatürk ve Mareşal Çakmak oturmuş, konuşmuşlar. Tunçeli’yi temizlemek lazım geldiğine inanmışlar. İnönü’nün temizlik yapmaya fazla istekli olmadığını bildiklerinden, Celâl Bayar’a sormuşlar ‘yapar mısın?’ diye. Celâl Bey, bize anlattıydı, ‘yaparım’ demiş, girişmişler.”

    1937 yılı sonunda devletin Dersim’e hâkim olmasına, Seyid Rıza’yla altı yoldaşının 14/15 Kasım gecesi idam edilmesine, aranan pek çok aşiret liderinin yakalanmasına ve öldürülmesine rağmen 1938 harekâtı hazırlığına başlandı. 

    17 Eylül 1937 itibariyle 265 Dersimli ve biri subay, 29 asker ve ’38’de ise 13 bin 160 Dersimliyle 122 askerle milis öldü. Bakanın açıklamasına göre öldürülen Dersimli toplamı 13 bin 806 TC vatandaşıdır. Bu yıllarda yaklaşık 20 bin Dersimli sürüldü ve aileler 4’er kişi olarak parçalandı. Irkçı planın icrasıyla on binlerce Dersimli öldürüldü ve sürüldü.

    Anadolu, Birinci Paylaşım Savaşı ve Türk Kurtuluş Savaşı’yla Hıristiyan Ermeni ve Rum milletlerinden temizlendi. Irki temizliğin sonucunda resmi verilere göre bugünkü TC sınırlarında 1914’te yüzde 20 olan Hıristiyan ve Musevi nüfus payı, 1927’de yüzde 2,8’e geriledi ve bugün de yüzde 1 bile değildir. Gayri Türk ve gayri Sünni İslam milletlerin tasfiyesinde program üç aşamalıydı. Anadolu’dan sonra Trakya, ikinci hedefti ve öncesinde Rum ve Ermeniler temizlendiği için kalan Yahudiler de 1934 yazındaki resmi ve yerel güçlerin saldırısıyla kovalandı ve amaca ulaşıldı. 1934 sonrasında Yahudiler, Varlık Vergisi’nde olduğu gibi Hıristiyanlarla birlikte hedeftir. Üçüncü hedef, Hıristiyanların ve Musevilerin son sığınağı İstanbul’du. 1955’te İstanbul’da Hıristiyan ve Musevi’nin toplam nüfusta yüzde 12 olan payı 2022’de belki de yüzde 0,5’tir. 1955’te İstanbul’da 1,5 milyonun 179 bini Ermeni, Rum ve Yahudi (37 bin) iken, bugün 16 milyonda üç milletin toplamı tahminen 100 bin bile değildir. Peki, Rumlara, Ermenilere ve Yahudilere ne oldu da yok oldular? 1915’ten 2022’ye sonuç olarak Anadolu, Trakya ve İstanbul Hıristiyan ve Musevilerden yani gayri İslam milletlerden temizlendi. 

    Temizlik sadece demografik yapıyla sınırlı kalmadı, 1920’lerde yürürlüğe konulan 16 kanunla Ermenilerin ve Rumların iktisadi varlığı 1920’lerde ve devamında Türk-İslam’a transfer edildi ve tapuya kayıt işlemi de yapıldı. 1930’lar sonrasında da Yahudiler mülkü de Türkleştirme kapsamındadır. 1934’te Trakya’da Yahudiler, kitlesel mülksüzleştirilen milletti.

    Cumhuriyet’in temellendirildiği ve inşasının tamamlandığı 1915-1940 döneminde 1915’te Ermenilere, 1921’de Koçgiri’de Alevi-Kızılbaş Kürtlere ve Pontos’ta Rumlara, 1937’de Sasun’da Ermenilerle Kürtlere ve 1938’de Dersim’de Kürt/Zaza Alevi-Kızılbaşlara yapılanlar tek cepheli, devletin dâhili harbiydi. Sonuç ortadadır, devlet karşısında Ermenilerin, Koçgirililerin, Pontosluların, Sasunluların ve Dersimlilerin varlık gösterecek ne merkezi teşkilatı ne de lojistiği vardı. Yüz binlerce insan öldürüldü ve toprağından kopartıldı ve can pazarında kalanlar da Sünni İslamlaştı/Türkleşti.

    Devletin Pontos veya Dersim dâhili harbinde, Türk Kurtuluş Savaşı’ndan daha fazla insan öldü. Resmî verilere göre Karadeniz’de 16 bin Rum’la 1641 Türk-İslam yani asker-milis ve ‘38 Dersim’de 13.160 Dersimliyle 122 asker-milis öldü. Türk Kurtuluş Savaşı’nda 1919-1922 yıllarındaysa askerle milis kaybı 662’si subay 9167’dir ve bunun 2542’si Büyük Taarruz’dadır (26 Ağustos-9 Eylül 1922). 

    6-7 Eylül yağmasının ve 1964 İstanbul Rumlarının kovalanmasının ardından devrimcilere karşı faşistlerin sokağa salınmasıyla 1970’lerde Türk devletinin risk analizinde sırada Türk-Kürt Alevi-Kızılbaşlar vardı: Malatya, Sivas, Maraş ve Çorum’daki saldırılarda devrimcilerle Türk-Kürt Alevi-Kızılbaşlar hedefti. 

    Türk millî devleti icraatının doğrudan sonucudur ki, Türk milliyetçiliğinin ekonomi politiği milleten Türk ve dinen Sünni İslam olmayanın demografik ve iktisadi yapıdan tasfiyesidir. 

    Sonuç olarak özellikle 1920-1923’te Türk Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet değerlendirmesinde anti-emperyalizm söylemi o kadar baskındı ki, Hıristiyan milletlerin Anadolu’dan temizlenmesi hiç dikkate alınmadı. Devamında da Cumhuriyet’in modernite icrasının, yaklaşık 3 milyon Hıristiyan’ın gasp edilen 100 binlerce mülkünün transferi ve tapulamasını sağlayacak 16 kanuni düzenlemenin yapıldığı, Kürtleri Türkleştirmenin programı Şark Islahat Planı’nın belirlendiği-uygulandığı ve Takrir-i Sükûn icra yıllarında yapıldığı da görülemedi. Bu, aslında Türk milliyetçisi olunduğunun malumudur. 

    Bütünlüklü bakmalıyız; 1915’lerden 1920’lere madalyonun bir yüzünde Türk Kurtuluş Savaşı, Türk millî devleti, Cumhuriyet ve modernite hareketleri, diğer yüzünde 3 milyon Hıristiyan’ın temizlenmesi ve mülkünün gaspı, Şark Islahat Planı ve icrasıyla Takrir-i Sükûn şiddeti, Ermeni, Koçgiri, Pontos, Sasun ve Dersim kırımları vardır.

    Sorum şudur: Madalyonun hangi yüzünden bakıyoruz ve 1915-1940 dönemine ne diyeceğiz? 


    marksist.org

    15 Nisan 2022 Cuma

    Ne kadar silah o kadar savaş!

    “Ukrayna'ya ne kadar çok silah pompalarsanız savaş o kadar uzayacak”
    İrlandalı Milletvekili Clare Daly, Avrupa Parlamentosu’nda yaptığı konuşmada Rusya-Ukrayna savaşında Rusya’ya yapılan yaptırımları eleştirdi. Daly, geçen hafta parlamentoda Nazi selamı veren Bulgar milletvekili Angel Dzhambazki’ye doğrudan hitap etti.
    Daly’nin yanında yine kendisi gibi NATO saldırganlığına karşı çıkan ve gazeteci Julian Assange için mücadele eden bir diğer İrlandalı vekil Mick Wallace da yer aldı.
    Daly konuşmasında, Ukrayna’ya verilen silahların yalnızca savaşı uzatacağını ve sivil ölümleri artıracağını belirtti.

    NATO herhangi bir yerde yapıcı bir rol oynadı mı?
    Avrupa Parlamentosu’nda konuşan Daly’nin, Rusya’ya yapılan yaptırım taleplerini ‘çığırtkanlık’ olarak nitelendirmesi parlamentoda Nazi selamı veren Bulgar milletvekili Angel Dzhambazki’yi çileden çıkardı. Daly’nin doğrudan hitap ettiği Dzhambazki’ye yönelik konuşması ise şu şekilde; “Meslektaşım Dzhambazki’nin NATO’nun herhangi bir yerde yapıcı bir rol oynadığı veya barışı sağladığı herhangi bir durumu bana anlatmasını çok isterim. Tarih bize yaptırımların askeri çatışmaları bitirmediğini, barış getirmediğini öğretti. Yaptırımlar insanlara acı çektiriyor, Rus toplumuna, Avrupa toplumuna; oligarklara değil.
    Ve yaptırımlar hayat kurtarmaya yardımcı olmayacak, çünkü Ukrayna’ya ne kadar çok silah pompalarsanız, savaş o kadar uzayacak ve daha çok Ukraynalı ölecek. Radikal gelebilir ama savaşa verilmesi gereken cevap daha fazla savaş değil, barıştır ve barış silah namlusu ile sağlanmaz. Barış diplomasi ve diyalog ile sağlanır.
    Kıtanızın tarihini yok sayabilirsiniz ama biz Rusya ile bir kıtayı paylaşıyoruz. Rusya ile oturacağız, müzakere edilmiş bir barış olacak ve bu örgüt bunu geciktirmek ve daha fazla Ukraynalı’nın ölmesini garantilemek yerine, bu barışın daha erken olmasına katkıda bulunmalı. O sahte acıma duygunuz bana inandırıcı gelmiyor ve dürüst olmak gerekirse, midemi bulandırıyor.”

    yenidunya.org

    1 Nisan 2022 Cuma

    Muhalefet İttifaklarının Başarı Formülleri: Malezya Örneği

    Seda Demiralp

     2023 seçimlerinin Türkiye’de bir iktidar değişimiyle sonuçlanıp sonuçlanmayacağı ve bir demokratikleşme ve kalkınma hamlesine aracı olup olamayacağı bugün Türkiye siyasetini takip eden herkesçe merak ediliyor. Ekonomik krizin iktidar oylarına etkisi, muhalefet ittifak stratejisi, yeni seçim yasasının oluşturabileceği rekabet koşulları gibi pek çok konu üzerinden, 2023 seçimlerinin sonucu tahmin edilmeye çalışılıyor. Seçimli otoriter rejimlerin ne vakit ve nasıl değişebildiğiyle ilgili siyaset literatüründe oldukça zengin bir birikim mevcut. Bu çalışmalarda üç görüş öne çıkıyor.

    Seçimli otoriter rejimler nasıl değişir?

    Birinci görüşe göre, değişim, otoriter rejimin zayıflamasıyla gerçekleşir. Bu zayıflama bazen fikirsel veya kişisel çatışmalar sonucu iktidarda oluşan çatlaklarla, bazen de çözülemeyen ekonomik sıkıntılarla gerçekleşir. Zayıflayan iktidar kendi sonunu getirir.

    İkinci görüşe göre ise değişim muhalefetin başarısıyla gelir. İttifak stratejileri, doğru kampanya taktikleri, doğru mesajın doğru üslupla iletilmesi, en kısıtlı siyaset alanını dahi muhalefet lehine kullanma ve seçmeni mobilize etme imkanı tanıyabilir. Neticede, otoriter liderlerin bile seçmen desteği olmadan iktidarda kalması zor olduğundan, seçmen desteğini kazanan muhalefet ya iktidarı ele geçirir, ya da iktidarı açılıma zorlar.

    Üçüncü bir görüş ise bu tür değişimlerde şahsiyetlerin önemine dikkat çeker. “Hangi iktidar?” ya da “hangi muhalefet?” soruları kadar “hangi lider?” sorusu da mühimdir. Bu soru siyasi açıdan gelişmiş toplumlarda çok da önemli olmayabilir. Nitekim, Weber’in modernleşme teorisine göre toplumlar geliştikçe siyasette şahsiyetlerin öneminin azalması, onların yerini kurumların alması beklenir. Fakat kurumların zayıf olduğu otokratik toplumlarda bu kurumlara yön verecek liderler mühimdir. Bu yüzden değişimler de, kabiliyetlerine ve görüşlerine güven duyulan, karizmatik liderler ile gerçekleşecektir.

    Başarılı değişim öykülerine baktığımızda aslında bu üç faktörün neredeyse tümünün bir araya geldiğini görüyoruz. Benim son zamanlarda ilgi çekici bulduğum değişim öykülerinden biri Malezya 2018 seçimleri. 60 yıllık Barizan Nasyonal (BN) iktidarına karşı zafer kazanan ve BN’den kopma eski bir siyasetçi olan Mahathir Muhammed liderliğinde bir araya gelen muhalefet ittikafının (Pakatan Harapan) seçim stratejileri, içinde pek çok ders barındırıyor. Gelin bu örneği kısaca inceleyelim.

    Malezya 2018 seçimlerinde muhalefet

    2018 seçimleri öncesi, Malezya’da ekonomik koşullar hiç de iyi değildi ve bu seçmende artan bir hoşnutsuzluk yaratmaktaydı. Özellike 2015’te uygulamaya konan yüzde 6’lık satış vergisi (Goods and Services Tax) seçmenden çok olumsuz tepki almıştı. Buna ilaveten petrolün sübvanse edilmemeye başlanması da hoşnutsuzluğu artırmıştı. BN lideri Necip Rezak’ın yolsuzluk skandalları bu hoşnutsuzluğu besliyor, aslında senelerdir yolsuzluğu kanıksamış görünen seçmen, bu kez ekonomik sıkıntılarla birleşince yolsuzluğu da daha farklı bir ışık altında görmeye başlıyordu. Yani ekonomik anlamda değişimin gerekli koşulları mevcuttu fakat bunlar yeterli değildi. Hatırlamak gerekir ki 97-98 krizinde iktidarda olan Mahathir, ağır ekonomik zorluklara rağmen iktidarını koruyabilmişti ve ekonomik krizlerin tek başına iktidarlara seçim kaybettirmeye yetmediğini ispatlamıştı.1

    60 yıl iktidarda kalmış ve bu süre içinde oyun kurallarını kendi lehine şekillendirmiş, medyayı kontrolü altına almış bir iktidara karşı zafer kazanmak için ekonomik şartlar yeterli değildi. Zayıflatılmış, siyaset alanı daraltılmış muhalefetin mutlaka güç birliğine gitmesi, ittifak kurması gerekiyordu. Ne var ki bu da tek başına yeterli değildi. Nitekim önceki seçimlerde de, örneğin 2013’te, muhalefet seçime yine ittifakla girmiş, fakat girişimleri yüzeysel kalmış, seçmene birlik duygusu yeterince aktarılamamıştı. İttifak içi zıt görüşlü partilerin -özellikle İslami muhafazakar PAS ve sosyalist DAP arasındaki- uzlaşmazlıkların ittifaka güç kaybettirmesi, beğenilsin beğenilmesin neticede 60 yıldır bilinen iktidar karşısında muhalefetin net bir alternatif ortaya koyamaması ve elbette türlü seçim oyunları ile iktidardaki BN seçimi yine kıl payı kazanmıştı.

    Muhalefet, ortak liste, ortak kampanya

    2018 seçimi öncesi muhalefet partileri yeniden ittifak planları yaparken bu kez daha üstün bir performans sergilemek konusunda kararlıydılar. Bunlardan en önemlisi seçim haritası üzerinde son derece titiz ve sistematik veriye dayalı bir çalışma yapmak suretiyle hangi seçim bölgesinde hangi ittifak partisi adayının veya adaylarının oy alma şansı yüksekse o isimlerin ortak listeden aday gösterilmesi ve ortak bir seçim kampanyasıyla desteklenmesiydi.2

    100 günde 10 hedef

    2013 seçimlerinden farklı olarak bu defa muhalefet kampanyasının içeriğinin de çok net olmasına özen gösterilmişti. Bu çerçevede 150 sayfalık detaylı bir program oluşturuldu ve “100 günde 10 hedef” olarak özetlenerek kampanya materyaline dönüştürüldü. Muhalefet ittifakı, iktidara geldikten sonraki ilk 100 gün içinde gerçekleştireceği bu 10 hedefi tek sayfada sıralamış, T-shirtlere bastırıp seçmene dağıtmış, billboardlara astırmış, akla gelecek her yöntemle bu 10 hedef seçmene duyurulmuştu.3 Bu hedeflerin başında da seçmenin son derece şikayetçi olduğu yüzde 6’lık satış vergisinin kaldırılması, petrolün yeniden subvanse edilmesi, bekar veya boşanmış kadınların maddi olarak desteklenmesi, asgari ücretin artırılması gibi ekonomik ortak paydayı öne çıkaran maddeler geliyordu. Bu kampanyaya ilgi çok büyük oldu.

    Rakip ittifaktan oy alabilecek aday

    Ve gelelim belki de en önemli olan sonuncu hamleye. Muhalefet ittifakına en büyük katkıyı Mahathir’in başbakan adaylığının açıklanması yaptı. Muhalefet ittifakı birbirine zıt partileri bir çatı altında barındırıyordu ve pek çok seçim bölgesinde seçmenin “çapraz oy” kullanması isteniyordu. Yani pek çok bölgede seçmenden kendine uzak bulduğu bir adaya/partiye, muhalefet ittifakına seçim kazandırabilmek için gönülsüzce de olsa oy vermesi bekleniyordu. Oysa, özellikle kırsal-muhafazakar Malay seçmen, geçmişte kendilerine bazı kazanımlar sağlamış olan iktidar yerine muhalefet ittifakına oy vermekte tereddütlüydü. Muhalefet ittifakı seçim kazanırsa ittifaktaki sosyalist (DAP gibi) bileşenlerin etkisiyle bu kazanımların ellerinden alınabileceğinden çekiniyorlardı. Bu yüzden Malay cephesinden de oy alabilecek Mahathir gibi bir adayın başbakan adayı olması oyunu ciddi biçimde muhalefet lehine çevirdi. Mahathir güven uyandırıyordu. Seçmenin gözünde, 92 yaşındaki Mahathir’in bu yarışa girmekten kazanacağı pek bir şey yoktu, fakat kaybedeceği çok şey vardı. Öyleyse seçime girme motivasyonu kişisel çıkarlar değil, toplumun faydasıydı. Zaten liderlik de risk alana, varını yoğunu ortaya koyana yakışırdı. Bu algı seçmende saygı uyandırdı. İlginçtir, ittifaktaki diğer üç partinin lideri de geçmişte Mahathir’in başbakanlığında hapse atılmış kimselerdi ve onlar bile Mahathir’in adaylığını desteklediler.4 Seçimi kazanacak isim Mahathir’di çünkü.

    Malezya örneğinden Türkiye için çıkarılacak önemli sonuçlar var. Özeti şu olabilir. Otoriter iktidarların seçimle değişmesi için çoğunlukla birden çok koşulun aynı anda gerçekleşmesi gerekir. İktidarın ekonomik başarısızlıklar veya iç çatışmalarla zayıflaması yetmez. Muhalefet partilerinin gerçek bir birlik içinde, net bir alternatif sunarak ve kaybedecek çok şeyi olan bir başkan adayla mücadele vermeleri gerekir. Hayatta her zaman değil elbette ama bazen, özellikle de otoriter iktidarlara karşı varlık mücadelesi verirken, “neredeyse kazanmak,” kaybetmektir.

    yetkinreport.com/2022/03/31 / Seda Demiralp

    12 Mart 2022 Cumartesi

    Öncesi ve sonrasıyla 12 Mart Muhtırası

    Ertuğrul Günay 

    Yarım yüzyıl önce, bugün, Türkiye Cumhuriyeti Genelkurmay Başkanı ile Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri komutanları, parlamentoya ve hükümete karşı ortak imzalı bir ‘muhtıra' yayınladı.

    Komutanlar, parlamento ve hükümetin tutumunun ülkeyi anarşi, kardeş kavgası ve ekonomik ve sosyal huzursuzluk içine soktuğunu ileri sürüyor ve buna bir önlem olarak ‘partilerüstü anlayış ve Atatürkçü görüşle, anayasanın öngördüğü reformları ele alacak yeni bir hükümetin’ kurulmasını istiyorlardı. 

    Üç maddelik kısa muhtıranın son maddesine göre, “bu husus tahakkuk ettirilmediği takdirde, Türk Silahlı Kuvvetleri idareyi doğrudan doğruya almaya kararlı” idi. 

    Muhtıra, öğle ajansında radyolardan okundu. (O zaman Türkiye’de televizyon henüz deneme yayınları yapıyordu). Akşam 17.30’da Başbakan Süleyman Demirel, muhtıranın anayasa ve hukuk devleti kurallarına aykırı olduğunu belirterek görevinden istifa etti. 

    Meclis’te sessizlikle karşılanan muhtıranın, parlamentoyu itham eden cümlelerine Başkan Tekin Arıburun Senato’yu açış konuşmasında karşı çıktı. Ancak muhalefetin çoğunluğu muhtırayı destekliyordu. Milli Birlik Grubundan(2) Mucip Ataklı, “Silahlı Kuvvetlerin devrimci isteklerini parlamentonun basiretle değerlendireceğini umduklarını” söyledi. Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS), Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı (TMGT), Türk Hukuk Kurumu, Devrimci Gençlik Federasyonu, Türk İş, Disk muhtırayı olumlu karşılayanlar arasındaydı.

    Yazının Tamamı

    27 Şubat 2022 Pazar

    Rusya’nın Ukrayna’ya ‘tecavüz’ü kaçınılmaz mıydı?

    Slavoj Zizek - Bu ayın başlarında düzenlediği bir basın toplantısında Vladimir Putin, Ukrayna hükümetinin Minsk anlaşmasından hoşnut olmadığını belirterek, “Beğen ya da beğenme, bu senin görevin güzelim” dedi.
    Bu sözlerin bazı tanıdık cinsel çağrışımları bulunuyor: Putin, Sovyet dönemi punk rock grubu Red Mold’un “Tabuttaki Uyuyan Güzel” şarkısından alıntı yapıyor: “Yanına süzüldüm ve sikiverdim tabutta uyuyan güzeli. İster beğen, ister beğenme, sen uyu güzelim.”

    Her ne kadar Kremlin basın temsilcisi, Putin’in eski bir folklorik anlatıya atıfta bulunduğunu iddia etse de Putin’in Ukrayna’ya nekrofili ve tecavüz atıflarında bulunduğu apaçıktır. 2002’de Putin, Batılı bir gazetecinin sorusuna şu yanıtı vermişti: “Eğer gerçek bir radikal İslamcı olmak istiyorsanız ve sünnet olmaya da hazırsanız, sizi Moskova’ya davet ediyorum. Biz çok mezhepli bir ülkeyiz. Bu alanda [sünnet] uzmanlarımız var. Öyle bir ameliyat edin ki, daha sonra orada başka hiçbir şey büyümesin diye tavsiyelerde bulunacağım”; bu son derece saldırgan bir hadım etme tehdididir.

    Putin ve Trump’ın edepsizlik konusunda kanka olmalarına şaşmamalı. Bu noktada en sık duyacağınız karşı argüman, Putin ve Trump gibi politikacıların en azından ne demek istediklerini açıkça söyledikleri ve ikiyüzlülükten kaçındıkları olur. Ancak burada tüm kalbimle ikiyüzlülüğün tarafındayım: bu biçim (ikiyüzlülük) asla sadece bir biçim değildir, içeriğin bir parçasıdır, öyle ki biçimi elden bıraktığımızda içeriğin kendisi vahşileşecektir.

    Putin’in müstehcen sözleri, basında “adil bir ülkeye tecavüz” tehdidi şeklinde lanse edilen Ukrayna krizinin arka planına karşı okunmalıdır. Günümüzün altüst olmuş dünyasında krizin ciddi olduğunu kanıtlarcasına; bu krizin karikatürize yönleri de yok değil. Sloven siyaset analisti Boris Čibej, 2022’nin başında Ukrayna çevresinde yaşanan gerilimlerin gülünç karakterine dikkat çekmişti: “Saldırıya geçmesi beklenenler / diğer bir deyişle Rusya / saldırmaya niyetleri olmadığını söylüyorlar, durumu sakinleştirmek ister gibi davrananlarsa savaşın kaçınılmaz olduğu konusunda ısrar ediyor.”

    Buradan devam edebiliriz: Geçtiğimiz haftalarda, Ukrayna’nın hamisi ABD, savaşın her an patlayabileceği konusunda uyarıda bulunurken, Rus saldırısının kurbanı olması beklenen Ukrayna cumhurbaşkanı, halkı savaş histerisine karşı uyarıp sükûnet çağrısında bulunuyordu.

    Bu durumu tecavüz vakasına çevirmek kolay. Ukrayna’ya tecavüz etmeye hazır olan Rusya, bunu yapmak istemediğini iddia ediyor; ama Ukrayna’dan seks için rıza alamayacak olursa tecavüz etmeye hazır olduğunu da ancak satır aralarında açıkça belli ediyor (Putin’in saldırgan sözlerini hatırlayın). Dahası, Rusya Ukrayna’yı tecavüze kışkırtmakla suçluyor.

    Ukrayna’yı tecavüzden korumak isteyen ABD, kendisini Sovyet-sonrası devletlerin koruyucusu olarak ileri sürebilmek için yaklaşan tecavüz tehdidi var diye alarm zillerini çalmaya başladı bile. Bu korumacılık bize, kendi nüfuz alanındaki mağaza ve restoranlara, kabul etmedikleri takdirde başlarına her türlü iş gelebileceğine dair örtük bir tehditle hırsızlığa karşı “koruma” sunan yerel bir mafyayı hatırlatıyor…

    Tecavüz tehdidinin hedefindeki Ukrayna, ortalığın tecavüz diye velveleye verilmesinin Rusya’yı gerçekten teşvik edebileceğinin farkında olarak, ABD’nin çaldığı alarm çanlarının endişesiyle sakin kalmaya çalışıyor.

    Peki, öngörülemeyen tehlikeleriyle bu çatışmanın ardında yatan nedir? Ya bu çatışma iki eski süper gücün artan gücünü yansıttığı için değil de tam tersine onların artık gerçek küresel güçler olmadıklarını kabul edemediklerini kanıtladığı için bu kadar tehlikeliyse?

    Soğuk Savaş’ın zirvesindeyken Mao Zedong, ABD’nin sahip olduğu onca silahla kendisini dev aynasında gördüğünü söylerken, böyle kâğıttan kaplanların kendine güvenen gerçek kaplanlardan daha tehlikeli olabileceğini eklemeyi unutmuştu.

    Afganistan’dan çekilme fiyaskosu, ABD egemenliğine yönelik bir dizi darbenin yalnızca sonuncusuydu; ve Rusya’nın Sovyet imparatorluğunu yeniden inşa etme çabası, Rusya’nın şu anda çürümekte olan zayıf bir devlet olduğu gerçeğini örtbas etmeye yönelik umutsuz bir girişimden başka bir şey değil. Tıpkı gerçek tecavüzcülerde olduğu gibi, tecavüzler de saldırganın acizliğine işaret eder.

    İlk olarak, şayet paralı askerleri Suriye iç savaşı, Kırım, Orta Afrika ve Bosna’daki Sırp Cumhuriyeti operasyonları da dahil olmak üzere çeşitli çatışmalarda yer alan bir Özel Askeri Şirket olan Wagner grubunun muzır rolünü göz ardı edecek olursak; tecavüz eyleminin Rus ordusunun Ukrayna’ya doğrudan girişiyle beraber artık, bu acizlik artık aşikâr durumdadır. Rusya Savunma Bakanlığı’nın Rus hükümetinin inkârını gerektiren çatışmalarda kullandığı silahlı bir birimi olan bu anonim paralı asker grubu, yıllarca Donbass’ta Ukrayna’ya karşı “kendiliğinden” direnişi örgütleyerek faaliyet gösterdi (tıpkı daha önce Kırım’da yaptıkları gibi).

    Ukrayna’nın maruz kaldığı tecavüze tanık olmak zorunda kalan ülkelerden bizler, tecavüzün kastrasyon yöntemiyle engellenebileceğini bilmeliyiz. Bu nedenle, uluslararası toplumun; onları mümkün olduğunca görmezden gelerek ve marjinalleştirerek, sonrasında küresel otoritelerinin artık hiçbir şeyi büyütemeyeceğinden emin olarak, Rusya’yı hadım edecek bir operasyon gerçekleştirmesini tavsiye etmeliyiz.

    24 Şubat 2022

    *Zizek, “kastrasyon”/“hadım” metaforunu Putin’in cinsiyetçi söylemine nazire yaparak kullanmaktadır; öte yandan tecavüzün yalnızca cinsel bir dürtünün açığa vurulmuş biçimi olmadığını ve kimyasal hadımın bir çözüm olarak savunulamayacağını bilen bizler, metaforun yersizliğine dair not düşme ihtiyacı duyuyoruz; -çevirenin notu.

    [spectatorworld.com’daki İngilizcesinden Sena Çenkoğlu tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]