Translate

Politika etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Politika etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Mayıs 2023 Perşembe

Karizmatik Liderlik ve Başkanlık Sistemleri

Siyaset Teorisi ve Felsefesinde Monokratik Yönetimler, Karizmatik Liderlik ve Başkanlık Sistemleri

Başkanlık sistemini, tüm tür ve türevleriyle, birçok bakımdan makbul (demokratik) bir yönetim biçimi saymayanlardanım. Tek-tük istisnası olduğu zorlanılarak savlanılabilecek sanılsa da, bunun kuralı bozmayacağını, başkanlık sistemlerinin ait ya da akraba oldukları daha geniş kategoriler nedeniyle, demokrasiden sapma oluşturduğunu düşünenlerdenim. Türkiye özelinde ise, çeşitli tarihsel ve kültürel nedenlerden dolayı “açık ve yakın tehlike” yarattığını 1980’lerden beri yazanlardanım. Son 200-250 yılın ürünü olan ve son 80-100 yılda da hızlanarak üremeye devam eden bu türün ve terimin ardında çok ağır bir tarihsel sicilin ve kavramsal yükün bulunduğuna işaret etmeye çalışacağım.

Başkanlık sistemlerinin, çağdaş temsili demokrasilerin normu olan parlamenter sistemden değişen derecelerde sapmalar oluşturduğunu, özellikle yoz/yozlaşmış örneklerinin otokratik / monokratik, hatta monarşik yönelimlere/eğilimlere (daha doğrusu regresyonlara) en ziyade gebe yönetim biçim(ler)i olduğunu savlayacağım.

Liberal kapitalist devletin tipik temsili demokrasi organizasyonu olan parlamenter sistemden aşırı / uç sapma faşizmler ise, ara sapmanın da, Walter Bagehot’un vaftiz babası olduğu prototip ABD başkanlık sistemi olduğunu söyleyeceğim.

Soğuk savaşla birlikte daha da yaygınlaşan ve çoğu Amerikan emperyalizminin bağlaşığı veya uydusu olan çeşitli başkanlıkçı rejimlerin aşağıda bir listesini vereceğim —Ortadoğu’da, Asya’da, Latin Amerika’da, giderek de Avrupa’da.

Türkiye’nin sicili

Otoriter, otokratik ve monokratik yönetim biçimleri itibarıyla şişkin bir sicile sahip olan Türkiye için ise ders kitaplarına örnek olay olarak girebilecek bir “açık ve yakın tehlike” mevcuttur: “Eski Türk”te, Selçuklu’da, Osmanlı’da, Cumhuriyet Türkiyesi’nde bu kategorinin çeşitli biçim ve dozları, alt-türleri vardır: kağanlık, hanlık, başbuğluk, sultanlık, padişahlık, cumhurbaşkanlığı resmiyeti ardında fiilen ebedi ve milli şeflikler (tek-parti ve tek-adam döneminin “reel” anayasası 1924 değil, parti tüzük ve programlarıdır), faşizan askeri diktatörlükler vs., vb., vd. Tabii, Weber deyişiyle patrimonyalizm, sultanizm, karizmatik liderlik, Marksist deyişle oryantal despotizm, bonapartizm, bizim deyişimizle solidarist ve faşist alt-türleriyle korporatist rejimler, hep ilgili, bitişik, akraba olgular ve kavramlardır. Bunların karşılıkları elbette Batı’nın tarihinde de vardır, ama parlamenter ve temsili demokrasi de birkaç yüzyıldır ciddi mesafeler almıştır. Doğu’ya pek uğramamasının nedenlerinden biri, çeşitli biçim ve dozlarıyla askeri müdahalelerdir.

Yazının tamamı için tıklayınız

8 Mayıs 2023 Pazartesi

Şartlanma

Şartlanma/Koşullanma durumu öğrenmelerden kaynaklanır. Bu da psikolojideki Davranışçı ekolün en önemli prensiplerinden biridir. Koşullanan şey ödül veya cezayla pekişmişse farklı durumlar yaratır. Örneğin ödül, davranışın pekişmesinde son derece önemli bir faktör ve öğrenmeyi kuvvetlendiren bir uyarıcıyken cezalar ise davranışın seyrelmesine sebep olur ancak öğrenme "o davranışın yapılmaması" kapsamında kuvvetlenir.

Elif Arslan
Psikoloji Öğrencisi

29 Nisan 2023 Cumartesi

Seçimden Bir Gün Sonra

Mahfi Eğilmez

Seçim bittiğinde kim kazanmış olursa olsun karşımızda şöyle bir manzara bulacağız:

Hukukun üstünlüğünü ve adalet kavramını neredeyse tümüyle yitirmiş durumdayız. Eğitim sistemimiz sürekli geriye gidiyor. Avrupa Birliği’ne girme hedefinden uzaklaşmış bir konumdayız. Göçmenlerle ilgili pek çok sorunumuz var. Liyakat gözetilmeksizin yapılmış atamalarla doldurulmuş devlet kadroları hizmet veremez durumda. Giderek bozulan bir gelir dağılımı dolayısıyla orta sınıfın yok olmuş. 100 – 120 milyar dolarlık bir deprem ve afet faturasıyla karşı karşıyayız. 6,5 milyon konutu kentsel dönüşüme sokmak zorundayız. Yılın ilk yarısından ötesini çıkaramayacak, GSYH’nin yüzde 5’ini aşması beklenen bir açığa ulaşması beklenen bir bütçeye sürekli yeni yükler bindiriyoruz. Merkez Bankası’nın swaplar hariç net rezerv eksi 40 – 45 milyar dolar dolayında bulunuyor. Dış borç stokumuz 450 milyar dolar dolayına ulaşmış. Yükümlülükleri bilinmeyen Varlık Fonu’nun nasıl tasfiye edilebileceği başlı başına bir sorun oluşturuyor. Değer kaybeden paradan sürekli kaçtığı ve eline geçen parayı harcadığı için enflasyona olumsuz katkı yapan bir tüketici topluluğuyla birlikte yüzde 50 dolayında (muhtemelen gerçekte iki katı) bir enflasyon karşımızda dağ gibi duruyor. Tasfiyesi gereken büyük bir Kur Korumalı Mevduat yükü mevcut. Yüzde 22 dolayında bir geniş (gerçek diye okuyun) işsizlik oranına sahibiz. GSYH’nin yüzde 5,5 – 6’sı dolayında bir cari açık var ve bu cari açığın yarısını nereden geldiği bilinmeyen paralarla (net hata ve noksan kaleminin önemli bir kısmı) finanse etmeye çabalıyoruz. Ülkenin risk primi (CDS primi) 500 baz puanın üzerine çıkmış (300 baz puanın üzeri aşırı riskli kabul ediliyor.) Dış borçlanmada yüzde 10’lara gelip dayanmış bir dolar faizi maliyetine katlanmak zorundayız. İnanılmayacak derecede şişmiş konut satış fiyatları ve kiralar söz konusu. Bankacılık kesimi, her gün çıkan yeni düzenlemelerden ve sözlü talimatlardan ne yapacağını bilemez durumda bulunuyor. Konut alımı veya portföy yatırımı dışında ülkeye yabancı sermaye gelmiyor. Pek çok sorunun kaynağı olan düşük Merkez Bankası politika faizi, enflasyonun çok altında belirlendiği için hızla düzeltilmesi mümkün görünmüyor. Tutulması imkânsız görünen harcama vaatleri verilmiş bulunuyor ve bu vaatler devam ediyor (son olarak bedava doğalgaz verilmesi sözü de verildi.)

Eklenecek pek çok sorun var, ama bu kadarı bile seçimden sonra ülkeyi nasıl bir çıkmazın beklediğini göstermeye yeterli sanırım.

Bu ülkede 1980’den başlayarak üç büyük kriz yaşadık: 1980 döviz krizi, 1994 faizi enflasyonun altına düşürme inadı krizi, 2001 bankacılık krizi. Bunlara ek olarak 2008 küresel krizi, 2019 pandemi krizi gibi dışarısı kaynaklı krizlerin de etkilerini gördük. Bugün içinde bulunduğumuz kriz, bu yaşadıklarımızın hiçbirine benzemiyor. Bu, yaşanan bütün krizlerin bir ortalaması gibi duruyor. Her şeyden önce insanlar bir kriz yaşandığının farkında değil. Kriz var deseniz, AVM’lerdeki alış verişe, yollardaki trafiğe, restoran ve kafelerin doluluğuna, tatile gidenlerin yoğunluğuna değinerek ‘ne krizi’ diye soruyorlar. Aynı durum krizin tam ortasındaki Arjantin’de görülüyor. Sürekli ve hızlı değer kaybeden ulusal paradan kaçış eylemiyle tüketimin zirveye çıkması, bir çeşit refah göstergesi olarak algılanıyor. Hastalığın farkında olmamak işin en tehlikeli yanıdır. Önceki krizlerde hastalığın farkındaydık, IMF programlarının da desteğiyle önlem alarak kısa sürede hastalığı tedavi etmeyi başardık. Bu kez hastalığın farkında olmadığımız için işimiz çok daha zor. Ayrıca önceki krizlere ek olarak bu kez ekonomi dışı alanlarda da kriz var. İşin daha da kötüsü kimse gerçekleri dinlemek istemiyor ve hep bir mucizenin ortaya çıkıp sistemi kurtarmasını bekliyor: Petrol bulunacak, doğal gaz rezervi keşfedilecek, körfez ülkeleri bize para verecek. Lozan Antlaşması’nın süresinin bitmesiyle birlikte artık madenlerimizi çıkarıp zengin olacağımız hayalinin son kullanma tarihi bu yıl dolduğu için o beklenti kayboldu. Şimdilerde yenileri piyasaya sürülüyor. Mucize bekleyen bir toplumda bunların alıcısı bitmiyor.

‘Ne krizi’ diye soranların seçimden sonra ortaya çıkacak manzara karşısında, taşları altına dönüştüren büyücülerin masallarda olduğunu anlayacaklarını sanıyorum. Ama yine de bu konuda iddiaya girmem çünkü toplumun önemli bir bölümü fanatiklik denilen çok ciddi bir hastalığın pençesinde bulunuyor.

"Kendime Yazılar- Mahfi Eğilmez

25 Ocak 2023 Çarşamba

Sağlıklı beyinler çok dillilik ile mümkün

Alzaymır, demans olduğumuzda insanlığımızdan geriye ne kalıyor? Nefes almak mı? Yoksa hatırlayamadıklarımız mı? Dil mi kalıyor geriye yoksa kifayetsiz kelimeler mi?
Her bir dil yeni bir bahçe insan ruhunda. Her bir konuşulan ikinci, üçüncü dil beynin sigortası. Yapılan bilimsel araştırmalar gündelik hayatında iç içe iki ayrı dil kullananların, ileri yaşlarda demans yani unutkanlığa karşı çok direngen olduğunu gösteriyor. Bizim gibi yaşlı nüfusu giderek artacak ülkelerde çok dilli yaşam alzaymır ve demans için adeta sağlık aşısı.

Türk’ün Kürt komşusuyla yüz kelime ile bile olsa Kürtçe konuşması, Kürt’ün Arap komşusu ile Arapça selamlaşması salt barışık olmayı, barışı değil, aynı zamanda sağlıklı beyinler vadediyor.

Kağıt toplayıcısı yoksul bir Suriyeliye kem gözle bakmak, nefret geliştirmek kişisel olarak bize stres hormonlarının artışı ile geri döner. Stres ise hipertansiyon, kalp hastalığı, diyabet vb. metabolik hastalıklar demektir. Oysa ona kendi dilinde ‘merhaba’ demek bize de mutluluk verir ki nice hastalıktan koruyucudur.

Cumhuriyetin 100. yılında heybede ne var? Misal devletin heybesinde yıl başına bir Kürtçe kelime var mı yok mu? Bedensel, ruhsal, sosyal ve doğal olarak siyasal olarak da ‘iyi’ yani ‘sağlıklı’ olan dil barışı yasak kılındı kamusal alanda bir asırdır. Bırakalım ana dilinde konuşma yasağını, bir Türk’ün Kürtçe, Arapça, Lazca yüz kelime de olsa öğrenmesi, konuşması kriminalize edildi.
Adaletin bin çeşidi var: Has olanı onarıcı adalet. Yasaklı dilin kimi zaman sokakta ölümle sınandığı bu coğrafyada ‘onarıcı adaleti’ kim sağlayacak? Yasalar mı, yoksa gündelik hayat mı?

“Yaşın kadar konuş” denir kırılma anlarında. Bırakalım tamamını, her birimiz yaşımız kadar Kürtçe kelime bilmeye, konuşmaya hazır mıyız? Yılda bir kelime eder! Biz konuşmaya başlarsak siyasi partiler, devlet de konuşmaya başlar.
Seçim sathında milletvekili aday adaylarının yaşları kadar Kürtçe, Lazca vb. dilleri bilmesini şart koşamayan herhangi bir siyasi parti bu ülkeye barış, onarıcı adalet vadedebilir mi?
Bunca yıl yaşımız kadar kelime ile diğer yaşayan Anadolu dillerini öğrenemediysek, o dilleri konuşan milyonlarla ortak yaşam alanları üretememişiz demektir. Birbirimize yılda bir kelimelik hatırımız yok ise geleceği birlikte tahayyül edebilir miyiz?
TBMM’de halihazırdaki milletvekilleri ve çalışanların yüzde kaçı Kürt, Ermeni, Süryani, Arap, Laz, Roman çalışma arkadaşına kendi dilinde ‘merhaba, nasılsın’ demeyi biliyor ya da diyor?

Cumhuriyet 100 yaşında. Sahi, ‘devlet dilinde’ Kürtçe kaç kelime?
Hasılı, sağlıklı beyinler gündelik hayatta çok dillilik ile mümkün.

Evrensel.net - Zeki Gül

gemäß: "Küçük paşalar" teneffüste Türkçe konuşmasın!

7 Aralık 2022 Çarşamba

Tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması

Türkiye Cumhuriyeti Devleti kuruluş süreci içinde gerçekleştirilen ve “Türk İnkılabı” olarak adlandırılan büyük değişim ve dönüşüm hareketinin ana amacı, devlet yaşamında olduğu kadar sosyal yaşamda da, toplum yaşamında da “çağdaşlaşma” idi. 1924 yılı 3 Martında başlayan ve devletin laikleştirilmesi amacına yönelik çabalar, özellikle 1925 ve 1926 yıllarında toplumsal alanda gerçekleştirilen ve yine aynı amaca yönelen bir dizi köklü değişim çabaları ile devam etti.
1925 yılında çıkartılan “Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Kapatılmasına ve Türbedarlıklarla Birtakım Unvanların Yasaklanmasına ve Kaldırılmasına İlişkin Yasa” da toplumsal alanda yapılan en önemli düzenlemelerden biri idi.

İslam dünyasında dinin ibadetlere ilişkin kurallarının farklı biçimlerde yorumlanması “tarikat” adı verilen yapıları doğurmuştu.
Tarikat üyelerinin toplanacakları, birlikte ibadet edecekleri özel, kapalı yerlere ise “tekke” adı verilmişti. Tekkelerin küçükleri de “zaviye” (hücre, küçük oda) olarak isimlendirilmişti.
Başlangıçta, değişiklikten yana olmayan, dinî kurallara sıkıca bağlı bulunan medreseliler karşısında tekkeler ve zaviyeler; gelişmeden yana, açık düşüncenin belirdiği yerler sayılmıştı. Buralarda bir tür “hizmet içi eğitim” yapılıyor, resim, müzik, şiir gibi sanatlarla da uğraşılıyordu. Hatta bu özelliklerinden dolayı bu kurumlar etrafında oluşan edebiyat dalına da “Tekke Edebiyatı” denilmişti. Bütün bu toplumsal işlevleri dikkate alındığında devletin merkezi otoritesini güçlü olduğu dönemlerde tekke ve zaviyeler bir tür sivil toplum yapıları olarak adeta yaygın eğitim kurumları rolünü üstlenmişlerdi.

Selçuklu ve Osmanlı Devletleri döneminde hem Anadolu hem de Rumeli’nin Türkleşmesi ve İslamlaşması yolunda çok büyük hizmetleri bulunan tarikatlar, daha sonraki yüzyıllarda asıl işlevlerini kaybetmişlerdi.
Osmanlı Devleti’nin duraklama devrinden itibaren tarikatlar Müslüman halkı parçalamaya, müritleri vasıtasıyla iktidar sahipleri üzerinde baskı yapmaya, dini statikleştirmeye, insanları miskinleştirmeye başlamışlardı. Tekke ve zaviyelerin bir kısmı, kendilerine tanınan ayrıcalıkları kötüye kullanan, bağlı oldukları şeyhin arzusuna, eğilimlerine göre hizmeti görev sayan, devlete vergi vermeyenlerin, askerlik yapmak istemeyenlerin toplandıkları, barındıkları yerler durumuna gelmişlerdi.
Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde bu kurumları düzenlemek amacıyla 1918’de yeni bir tüzük hazırlanarak yürürlüğe konuldu ise de bunun yeterli olamadığı anlaşıldı.

Kurtuluş Savaşı döneminde ılımlı tarikatlara ait tekke ve zaviyelerin bir kısmı (mesela İstanbul Üsküdar’daki Özbekler Tekkesi gibi) Millî Mücadele’ye önemli katkılarda bulunurken; bazı tarikat üyelerinin saltanat ve halifelik yanlısı davrandıkları görülmüştü.
Cumhuriyetin ilanı ve halifeliğin kaldırılması sırasında yaşanan tartışmalarda da “Din elden gidiyor”, propagandasıyla büyük değişime karşı çıkmışlardı.
3 Mart 1924’te Şeriye ve Evkaf Bakanlığı kaldırılırken tekkeler ve zaviyeler yeni kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlandı. Fakat, Şeyh Sait İsyanı ile ilgili yargılamalar sırasında, isyan bölgesindeki Şeyh Şemsettin ve Hanili Şeyh Adem’in tekkeleri gibi bazı tekkelerin ayaklanma hazırlıkları için birer merkez olarak kullanıldığı anlaşılınca İstiklal Mahkemesi ayaklanma bölgesindeki tekke ve zaviyelerin kapatılmasına karar verdi. 28 Haziran 1925’te alınan karar, tekke ve zaviyelerin asıl amaçlarından saparak birer siyasi dernek gibi çalıştıkları için Dernekler Yasası’nın izinsiz açılan kuruluşlara ilişkin hükmüne dayandırılmıştır.
Bu kararın gerekçesi sonraki süreç açısından da önem taşıdığı için buraya aynen alıyoruz:
Bir yönüyle İslam’ın anlaşılması ve yaşanması, bir diğer yönüyle de “ayrılıkçı ve bölücü” bazı isyanların kaynağı hâline gelmiş olmak bakımından tekke ve zaviyeler sorunu kesin bir çözüme kavuşturulmalıydı.
Üniter / Ulus devlet ve Laik Demokratik Cumhuriyetin kurumsallaşması ve halka mal olabilmesi için feodal düzenin simgeleri hâline gelen tekke ve zaviyeler ile bunların etrafında oluşan “şeyh, seyit, baba, çelebi” gibi unvanlar taşıyan insanların halk üzerindeki otoritelerinin kırılması da önem taşıyordu. Bu nedenle Şeyh Sait Ayaklanması ile ilgili davalar sona erdikten ve şapka giyilmesi gibi giyim kuşamda devrim sayılan bir atılımdan sonra tekke ve zaviyeler sorunu ele alındı.
Hükümet, sosyal hayatı düzenleyen bu adımların toplumda kabul görmesi ve korunması için, yalnız tekke ve zaviyelerin değil, ölüden yardım bekleme yerlerine dönüşmüş olan “türbelerin” de kapatılmasını zorunlu görüyordu.

Cumhurbaşkanı Atatürk, şapkayı tanıtmak amacıyla 1925 yılı Ağustos ayı sonunda çıktığı yurt gezisinde Kastamonu’da konuşurken; tarikatlar, tekkeler, zaviyeler ve türbeler konusuna da değinmiş ve bunların kapatılmaları gerektiğini belirtmiştir. Ölüleri yardıma çağırmanın uygar bir toplum için yüz karası olduğunu, bilimin, teknolojinin uygarlık ışıkları günümüzde parlarken, şu ya da bu şeyhin yol göstermesiyle mutluluk aramanın ilkellik sayılması gerektiğini vurguladıktan sonra şunları söylemiştir: “Ey Millet! İyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler, meczublar memleketi olamaz. En doğru, en gerçek tarikat, uygarlık tarikatıdır… Tarikatların başları bu dediğim gerçeği bütün açıklığı ile anlayacak ve kendiliklerinden tekkelerini kapatacaklardır.”
Yine Atatürk Çankırı’da da aynı minval üzere konuşmuş ve tarikat üyelerinin Diyanet İşleri Başkanlığı görevlileri gibi giyinmelerinin de yersiz ve haksız olduğunu vurgulamıştır.
Fakat tekkelerin kendiliğinden kapanmalarının söz konusu olmayacağı, olsa bile uzun zaman alacağı belliydi. Bu nedenle önce Bakanlar Kurulu bir kararname yayınladı (2 Eylül 1925). Bu kararnameye yer yer tepkiler gelince Refik Koraltan ve arkadaşlarının hazırladığı bir yasa teklifi TBMM’nin 30 Kasım 1925 günkü oturumunda çok kısa süren bir görüşmeden sonra olduğu gibi kabul edildi.
“Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Kapatılmasına ve Türbedarlıklarla Birtakım Unvanların Yasaklanmasına ve Kaldırılmasına İlişkin Yasa” başlığı taşıyan 667 sayılı yasa 3 madde olarak düzenlenmişti. Bu yasa ile Türkiye Cumhuriyeti içinde vakıf ya da başka bir yolla kurulan veya mülk olarak bir şeyhin kullanımında olan tekke ve zaviyelerden, cami ve mescit olarak kullanılanlar dışında kalanlar kapatılıyordu.
Ayrıca bütün tarikatlarla, “şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, naiplik, halifelik, büyücülük, üfürükçülük, falcılık ve gaibten haber vermek ve murada kavuşturmak amacıyla muskacılık” gibi unvan ve sıfatların kullanılması, bu unvan ve sıfatlara ait hizmetlerin görülmesi ve elbise giyilmesi yasaklanıyordu.
Yine aynı yasa ile Türkiye Cumhuriyeti içinde Osmanlı sultanlarına ya da tarikatlara ait kazanç elde etmeye dayanan bütün türbeler kapatılıyor, türbedarlıklar kaldırılıyordu. Aynı yasa ile söz konusu yasaklara uymayanlara 3 aydan az olmamak koşuluyla hapis ve 50 liradan az olmayacak şekilde para cezası verilecekti.

Çağdaşlaşmayı hedefleyen devletin laikleşmesi, İslam’ın Kuran ve Hadis gibi temel kaynaklarına göre öğrenilip yaşanması ve ülke içinde millî birlik ve bütünlüğün sağlanması gibi çok temel gerekçelerle yapılan bu yasal düzenleme uzun yıllar titizlikle uygulanmış; yasanın türbelere ilişkin hükmünde çok partili hayata geçildikten sonra 1 Mart 1950 gün ve 5566 sayılı yasa ile bir değişiklik yapılmıştır. Buna göre Türk büyüklerine ait olan ya da büyük sanat değeri bulunan türbelerin Millî Eğitim Bakanlığının önerisi üzerine Bakanlar Kurulu kararıyla açılabileceği kararlaştırılmıştır.
Böylece Osmanlı padişahlarının türbeleri ile Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektaş, Barbaros, Mimar Sinan vs. gibi Türk büyüklerinin türbeleri ziyarete açılmıştır. “Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Kapatılmasına ve Türbedarlıklarla Birtakım Unvanların Yasaklanmasına ve Kaldırılmasına İlişkin Yasa” 1961 ve 1982 Anayasalarında korunması gereken “devrim yasaları” arasına alınmıştır.

NOT: Turgut Özal(9 Kasım 1989 - 17 Nisan 1993)döneminde 1990’da çıkan yasa ise türbelerin açılması için Bakanlar Kurulu onayının alınması şartını ortadan kaldırdı; Kültür Bakanlığı’nın onayı yeterli görüldü.
Siyasilerin tarikat mensupları ile ilişki kurması sonucu tarikatların itibar kazanması ile yasa uygulanmaz duruma geldi. Tarikatlar, yasaklı olmalarına rağmen etkinliklerini sürdürebilmektedirler! (Vikipedi)

5 Ağustos 2022 Cuma

Kaplanın Sırtında

Bir Utangaç Batıcı olarak Abdülhamid
Zülfü Livaneli’nin son romanı Kaplanın Sırtında-İstibdat ve Hürriyet, Sultan Abdülhamid’in h’al edildikten sonra Selanik’te geçen sürgün yıllarını (1909-1912) konu ediyor. Livaneli, kitapta, büyük ölçüde, Selanik sürgünü boyunca Abdülhamid ve ailesine bakan askerî hekim Atıf Hüseyin Bey’in anılarından yararlanmış. Atıf Bey’in kendisi de roman kahramanlarından biri. “Öldükten sonra sünnet edilen Ermeniler” gibi bahisler ise Zaptiye Nazırı Hüseyin Paşa’nın hatıratından alınmış. Romanın sonunda döneme ilişkin tarih çalışmalarından oluşan bir kaynakça da var. Kaplanın Sırtında öncelikle bir tarihî roman olmakla birlikte günümüz popüler kültüründeki Abdülhamid uyarlamalarına yapılmış yeni bir katkı aynı zamanda.

“Kaplanın Sırtında”, tahmin edilebileceği üzere, bir iktidardan düşüş metaforu. Osmanlı’yı 33 yıl “kaplan sırtında” yöneten Abdülhamid tahttan indirildikten sonra aynı kaplan tarafından parçalanma tehdidiyle karşılaşınca o meşhur vesveseleri, öldürülme korkuları iyice depreşiyor. Üç yıl boyunca Alatini Köşkü’ne hapsolup hiç dışarı çıkamadığı Selanik’te ruhsal ve fiziksel sıkıntıları artmış, yapayalnız bir “aile babası” olarak görüyoruz onu. “Vehm-i Hümayun”un ne menem bir şey olduğu kâh Doktor Atıf’ın, kâh Osmanlı’ya günbegün sinen yıkım havasıyla bir korku şehrine dönüşen Selanik’teki subayların gözünden anlatılıyor.

Kaplanın Sırtında epey çalışılmış bir anlatı ve “çok çalışma”nın, çok okumanın tarihî romanlarda yol açabildiği temel sakıncalardan olan malumatfuruşluğa yer yer yakalandığı söylenebilir. Örneğin, Sultan Hamid’in sağ omzunun altında şiddetlice kaşınan, kızarık bir şişlik ortaya çıktığında aklına hemen yüzlerce yıl önce şirpençeden hayatını kaybeden “atası” Yavuz Selim’in gelmesi ve bununla ilgili bir açıklama yapılması gibi anektodlar Abdülhamid devrine odaklanan anlatıya bir zenginlik katmıyor; aksine, ayrıntıya boğulan okur sadece Livaneli’nin Osmanlı tarihinden haberdar olduğunu, birtakım kitaplar okumuş olduğunu anlıyor. Bir süzgü yapılmadığı gibi öğrenilen her şeyi okura aktarmaya dönük bir acelecilik de seziliyor. Malumatfuruşluk Doktor Atıf’la Sultan Hamid arasında geçen bazı diyaloglarda bir inandırıcılık sorunuyla birleşiyor. Livaneli insani tarafları öne çıkmış bir Sultan Hamid portresi çizmek isterken, Abdülhamid’i neredeyse namazında niyazında bir emekli paşaya dönüştürüyor. Oysa Abdülhamid Selanik günlerinde sabık bir sultan olsa da, kendi doktoruyla “dışarıdan bakınca ülkeyi yönetmek kolay görünüyor, değil mi?” gibi senli benli konuşmuş olması ya da “benim amcamın omuzlarına oturdular ve bileklerini kestiler” gibi laflar etmesi pek “olası” değildir.

***

Roman tekniği bakımından aksayan bu tür taraflarına rağmen Kaplanın Sırtında “kendini okutan” anlatılardan biri. Bu da sanırım Livaneli’nin Abdülhamid yorumundan kaynaklanıyor. Livaneli şimdiye dek pek rastlanmadık bir “utangaç Batıcı” Abdülhamid portresi sunuyor. Bu, ne AKP devrinde üretilmek istenen Batı karşıtı (İngiliz elçisi tokatlayan, ajanları kendi elleriyle tespit edip sarayından kovalayan) Abdülhamid imajına tam olarak uyuyor ne de muhaliflerine “kan kusturan”, basını ve düşünce hayatını sansür eden, maslahatçı ve pan-İslâmcı Kızıl Sultan imajıyla örtüşüyor.

Livaneli, Abdülhamid’in Fransızcayı (kardeşi Murad kadar olmasa da) iyi bildiğini, kanyak ve rom içtiğini, -Arthur Conan Doyle’a Mecidiye nişanı hediye edecek kadar- sıkı bir polisiye okuru olduğunu, sarayında opera ve tiyatro gösterimleri için hususi aktör ve aktrisler bulundurduğunu, Çırağan Sarayı’nın duvarlarına Rembrandt ve Ayvazovski tabloları astırdığını, doğa bilimlerine (bakteriyoloji vb.) saygı duyduğunu onun Batıcılığının kanıtları olarak uzun uzun anlatıyor. Amcası Abdülaziz’in davetiyle çıktığı Avrupa seyahati, Osmanlı heyetinin Fransa’da alay-ı valayla karşılanması, Londra, Paris ve Toulon şehirlerinin pırıltısı sultanı çok genç yaşta Batı hayranlığına itiyor. Ancak Abdülhamid’i utangaç ve “gizli” bir Batıcı olmaya götüren koşullar da vurgulanıyor. Hem Osmanlı’yı parçalamak isteyen düvel-i muazzamaya karşı bir cephe oluşturabilmek hem de içerideki “şeyhülislamlar, müderrisler, tarikatlar, şeyhler”in tepkisini çekmemek için görünüşte İslâmcılığı benimseyen, ama öte yandan Batı tarzı reformlar yapıp okulları modernleştiren, kız mektepleri açan, Avrupa saatini uygulamaya çalışan, ülkeyi demiryollarıyla bağlayan, kısacası III. Selim’le başlayan Batılılaşma hamlesini sürdüren bir sultan olarak sunuluyor Abdülhamid.

Romanda İttihatçı rolündeki Doktor Atıf’ın Meclis-i Mebusan’ı süresiz olarak tatil ettiği, Mithat Paşa’yı boğdurduğu, Namık Kemal gibi aydınları küstürüp basını ve düşünce hayatını sansür ettiği için Abdülhamid’e yönelttiği eleştiriler ise hem cılız kalıyor hem de “reel-politika”nın gerekleri yüzünden makul karşılanabilecek ufak tefek arazlar olarak görünüyor. 1908’den sonraki başarısız idareler ve peş peşe alınan savaş yenilgileri Abdülhamid’i toy ve işbilmez İttihatçılar karşısında normalde olduğundan daha becerikli, güngörmüş bir “bilge kral” kılığına sokuyor.

Bu Abdülhamid portresinin gerçeğe ne kadar uygun olduğunu tarihçiler kuşkusuz daha doğru değerlendirecektir ancak romanda Abdülhamid’in idare tarzının Türkiye modernleşmesini sekteye uğratan belli başlı yönlerinin göz ardı edildiği ya da fazla önemsenmediği kanısındayım.

Abdülhamid elbette, Livaneli'nin sıklıkla hatırlattığı üzere, Osmanlı’nın en Batılı ailesinde yetişmişti; alışkanlıkları, dinlediği müzikler, okuduğu kitaplar Batılı hayat tarzına uygundu. Ancak Batı düşüncesine derin bir bağlılığı yoktu. Parlamento fikrinden hoşlanmıyor, tebaasını tek başına yönetmek istiyordu. Abdülmecid ve Abdülaziz dönemlerinde iyiden iyiye ağırlığı hissedilen “Bab-ı Ali”nin, giderek özerkleşen devlet bürokrasisinin siyasetteki etkinliği onun döneminde ortadan kaybolmuştu. Romanda Abdülhamid’in gözünden olumlu biçimde tasvir edilen Ali ve Fuat Paşa gibi devlet adamlarının idaredeki etkisi sona ermiş; Meclis-i Mebusan askıya alınıp Mithat Paşa gibi bürokratlar bertaraf edildikten sonra Yıldız’da Abdülhamid’e biat etmiş silik sadrazamlar ve mabeyncilerden oluşan bir saray idaresi kurulmuştu. AKP devrinin popüler propaganda dizisinde köpürtülen “elçi tokatlayan külhanbeyi Abdülhamid” imgesi abartılı olsa da onun gazabından korktukları için çareyi İngiliz elçiliğine sığınmakta bulan sadrazamları (Said Paşa gibi) olmuştu.

Kısacası, Abdülhamid’in Batılılaşma anlayışı geç Osmanlı zihniyet dünyasını genel olarak belirleyen biçimsel ve seçmeci modernlik algısının bir tekrarı olduğu gibi Osmanlı tarihinde ilk defa “hürriyet,” “millet” gibi kavramlarla parlamentarizmi savunmaya çalışan Namık Kemal gibi aydınların modernlik algısından da gerideydi. Bu bakımdan Livaneli’nin romanında sunulan “Batıcı” Abdülhamid portresi Necip Fazıl’ın “Ulu Hakan Abdülhamid Han” miti kadar sorunlu ve tartışmalı görünüyor.

Günümüz popüler kültüründe sayısı gittikçe artan Abdülhamid uyarlamaları güncel politik içerimleriyle birlikte düşünüldüğünde, Abdülhamid’in 93 Harbi’ni bahane ederek Meclis-i Mebusan’ı süresiz olarak kapatması bugünkü durumla düşündürücü bir benzerliktir. Son zamanlarda muhalefeti “1908’den” bir adım öteye geçememekle eleştiren Erdoğan'ın Abdülhamid devrine duyduğu özlem eleştirel düşünce ve muhalefetin tümüyle ortadan kaybolduğu bir tek-adam rejimini daimîleştirme isteğinin dışavurumudur. Gerçek-tarihsel Abdülhamid devriyle günümüzün Abdülhamid mitini ortaklaştıran zemin de budur.

Kaplanın Sırtında’nın bugün inşa edilmekte olan Abdülhamid mitini ya da Abdülhamid devrinin baskıcı zihniyetini sahiplendiğini veya yeniden ürettiğini iddia ediyor değilim. Livaneli, Abdülhamid’i kendi döneminin şartları içine yerleştirip, abartılı yergi ve övgülerden sakınarak anlatmaya çalışmış. Ne var ki sonuçta Abdülhamid’e kendisinde olmayan bazı özellikleri atfederek onda hiçbir zaman köklü bir zihniyet ya da düşünce tarzı haline gelmemiş olan Batılı hayat tarzını kendi başına bir politik erdem olarak sunmuş.

Barış Özkul / Birikim


18 Mayıs 2022 Çarşamba

Enver ile Talat nasıl kaçtı?

1918'in Kasım 2/3 gecesi İttihat ve Terakki diktatörlüğünün ileri gelenleri eski sadrazam Talat Paşa, eski harbiye nazırı Enver Paşa, Cemal Paşa, eski valilerden Bahattin Şakir ve Doktor Nazım Beyler, polis müdürleri Bedri ve Azmi Beyler bir gemi ile Odessa'ya kaçtılar.

Savaşın kaybedildiğinin kesinleşmesi üzerine Talat Paşa hükümeti 8 Ekimde istifa etmiş, yerine 'partilerüstü' İzzet Paşa hükümeti getirilmişti. 30 Ekim'de Osmanlı devletinin teslimi anlamına gelen Mondros ateşkesi imzalandı. Liderlerin kaçışı ülkede büyük tepki doğurduğu için İzzet Paşa hükümeti beş gün sonra istifa etmek zorunda kaldı.

Kaçakların 2 Kasım günü Boğaziçi'nde Sait Halim Paşa'nın Yeniköy'deki (sonradan kumarhane olan) yalısında bir araya geldikleri, yalının bacasından bütün bir gün ve gece boyunca yakılan evrakların dumanının çıktığı anlatılır.

Dönemin en parlak genç yazarlarından Refik Halit Karay'ın Efendiler Nereye başlıklı yazısı 5 Kasım'da Zaman gazetesinde yayınlandı. Türkçe polemik sanatının başyapıtlarındandır:

*

“Ziyafet bitti, fakat ağzınızı silmeden, elinizi yıkamadan, bir de acı kahvemizi içmeden efendiler nereye?

Yaz başlangıcında sırtı karnına yapışmış, sarı, sıska, cansız birtakım tahta kuruları çıkar, iğne gibi vücudumuza batarlar, derimizi haşlarlar, kanımızı emerler, sonra sabaha karşı etli, canlı, iri yarı şuraya buraya kaçarlar… Galiba şafak attı, güneş doğuyor; tahta kuruları nereye?

Ücra dağ başlarında gözleri ateşli, dişleri keskin, tüyleri dimdik aç kurtlar vardır. Köpeksiz sürülere dalarlar, koyunları kaparlar, etrafa kan, kemik saçıp mideleri dolu inlerine kaçarlar. Galiba çoban göründü, köpekler hırlıyor; tok kurtlar nereye?

Kedisiz evlerde fareler vardır; kilerlere girerler, dolapları delerler, şunu, bunu kemirip, sağa sola koşuşup baş köşede gezerler, bir pıtırtı olunca deliklere girerler… Galiba koku aldınız, kedi geliyor; koca fareler nereye?

Dul annelerin haylaz çocukları vardır; sandıkları kırarlar, paraları çalarlar, bohçaları aşırıp Yahudi’ye satarlar ve sonra korkup sokak sokak kaçarlar… Galiba foyanız meydana çıktı, yakanız ele geçecek, ziyankâr evlatlar nereye?

Vurdular, kırdılar; yaktılar, yıktılar; astılar, kestiler; kastılar, kavurdular; nihayet leşimizi meydanlara sererek yılan gibi kaçtılar; memlekete düşmanları sokarak üstümüzden aştılar…

Eli sopalı, beli palalı, gözü kanlı paşalar damdan dama nereye?

O zamanlar kalemler kırık, gözler yumuk, boyunlar eğili, ağızlar kilitliydi. “Gel!” diyordunuz, halk karnını yerde sürüyerek ezile-büzüle koşuyor, ayaklarınızın altına sokulup tir tir titriyordu. “Git!” diyordunuz, kapıya kendini zor atıyor, merdivenleri dörder dörder atlayarak canını güç kurtarıyordu. Siz nazır değildiniz, derebeyliği yaptınız… Siz amir olmadınız, sergerdelik ettiniz… Siz valilik yapmadınız, asesbaşılık ettiniz… Efelere taş çıkardınız; zorbalara parmak ısırttınız; Çakıcı’ya rahmet okuttunuz. Kabakçı’yı gölgede bıraktınız… Biraz daha geçseydi evliya diye Patrona'lara türbe kurup başlarında kandil yakacaktık; “Muslî”leri [?] kahraman bilip namlarına heykel dikecektik, “Sakallı”lara can verip mevkilere geçirecektik.

“As!” deyince sıra sıra darağaçları kurulur, “Yak!” deyince alev alev meşaleler tutuşur, “Bas!” deyince tabur tabur jandarmalar üşüşürdü… Elinizde zindan anahtarları, belinizde idam ipleri, sırtınızda darağaçları vilâyet vilâyet dolaştınız; Ali’ye çattınız, Veli’ye bastınız, Ahmed’i kastınız, Mehmed’i kavurdunuz; beş senedir her tarafta kargalara insan leşinden öbek öbek ziyafetler çektiniz; akbabaları çocuk ölüsü ile besleyip kartalları artık adam etinden tiksindirdiniz…

Muhalif mi? Al aşağı… Muharrir mi? Vur başına… Türk mü? Sür ölüme… Rum mu? İste parasını… Ermeni mi? Kes kafasını… Arap mı? Çek ipe… Kadın mı? Gönder eve… Haydut mu? Buyurun köşeye… Külhanbeyi mi? Gelsin yanıma… Yahudi mi? Sor fikrini… Kalan kimseye at sopayı… Paraları koy cebine, işte sizin programınız bu!

Hani Karagöz’de “Kanlı Nigâr” oyunu vardır, “Urun kızlar kol demirini!” derler de kapılar kapanır, avane üşüşüp anadan doğma soyarak misafiri çırılçıplak dışarıya fırlatır… İşte siz böyle yaptınız, boğazları kapatıp içeride keyfinize gideni işlediniz, kimimizi soydunuz, kimimizi vurdunuz.

“Açılır besmeleyle her sabah dükkanımız/ Celladbaşı Kara Ali pîrimiz üstadımız” levhasını başınızın ucuna asıp palalarla sopalarla işe giriştiniz; sürülerle insanları dağ başlarına götürüp satırlardan geçirdiniz, babaları, evlâtları yoktan yere harcayarak Anadolu içerisinde dul kadından, yoksul yetimden başkasını bırakmadınız. Ne oluyordunuz? Bu kanlı işgüzarlıklar, bu canavar akını, bu fitne ve fesat siyaseti ne fayda verecekti? Ne kazanacaktık? Dünyayı mı alacak, Mısır’a sultan mı olacak, Hind’e şah mı gidecektik?

Sizin sadrazamlıkla, seraskerlikle, nazırlıkla gözleriniz doymamıştı, a padişah heveslileri… Şam’da, Halep’te az daha namınıza hutbe okutup, isminize sikke kestirecektiniz… Yiğitlik sizde, kahramanlık sizde, avurt zavurt sizde, caka tavır, hepsi sizdeydi… Şimdi böyle sinsi sansar gibi tavandan tavana nereye?

Evet, nereye gidiyorlar? Mahalle kahvesinden bir adımda sadarete, meyhane peykesinden bir basışta nezarete, tulumbacı koğuşundan bir hamlede vilâyete eren bu türediler nereye gidiyorlar? Kendileri kürklere büründüler, milletin derisini soydular. Kasalarına altın doldurdular, bizim cebimize kâğıt tıktılar; halk seril-sefil cami avlularında yatarken çiftlikler aldılar, kâşaneler yaptırdılar. Açlıktan ölenlerin lokmasını ağzından çalarak haspalara ziyafet çektiler; susuzluktan bunalanların destisini aşırıp havuzlarını doldurdular, içinde kayık yüzdürdüler… Han, hamam yıktılar, darağaçları kurdular; hanümanlar söndürüp memleketler yaktılar; yağ aldılar, bal sattılar, yün çaldılar, pamuk attılar… Ne çocuk dediler ne ihtiyar; ne padişah tanıdılar ne nizam; ne merhamet bildiler ne insaf… Halk açlıktan sokaklarda pösteki kemirirken onlar konaklarında bülbül beyni yediler, kuş sütü içtiler… Anamıza sövdüler, babamızı dövdüler, tırnaklarımızı söktüler, hülâsa bacağından yakalayıp bu devleti yerden yere vurdular, paçavraya çevirdiler.

İşte milleti büsbütün öldürdüklerinden emin olsunlar; zira damarlarımızda bir damla kan, kollarımızda bir zerre kuvvet kalmış olsaydı yakalarından yapışır öcümüzü alırdık… Halbuki kollarını sallaya sallaya, yüzümüze tüküre tüküre gittiler…

Aşkolsun! At da size yaraşır, meydan da… Bizde bu ölü kan, sizde o yaman surat olduktan sonra bir gün olur yine gelirsiniz. Eteklerinizi öptürüp ciğerlerimizi söndürürsünüz. Biz size: “Kırk katır mı, kırk satır mı?” diye soramadık; yarın sizin bize:

– “Ölümlerden ölüm beğen!” demek artık hakkınızdır. Layıkımız olan paşalar! Topumuzun kafasını bir kılıçta çıkarmadan nereye?

Sevan Nişanyan'ın blogundan alınmıştır

12 Mayıs 2022 Perşembe

Bir Doğu-Batı Çatışması mı?

Ömer Laçiner

Rusya’nın mevcut devletlerarası hukukun temel ilkesini açıkça çiğneyerek Ukrayna’ya savaş açması, her şeyden önce beş kurucu üyesinden biri olduğu Birleşmiş Milletler Örgütü’nün kuralları dâhilinde 1945’ten beri işleyegelmiş “dünya düzeni”ni artık geçerli saymadığını ilan etmek anlamına geliyor. Üstelik sadece bu saldırısı ile değil, meşru göstermek için öne sürdüğü gerekçeler ile de bu dünya düzeninin üzerine kurulduğu ulus-devletlerin hemen tümünün varlığını tartışmalı, gereksiz saydırabilecek yaklaşımlara ardına kadar kapı açıyor. Örneğin Ukraynalıların Büyük Rus milletinin bir parçası olarak sadece diğer küçük parça Belaruslular gibi “büyük ağabey”e itaatkâr bir ulus-devlet olabileceğini iddia etmesi, Ukrayna topraklarının tarihsel Rus coğrafyasına ait olduğunun vurgulanması haklı, meşru sayıldığında, benzer gerekçelerle bütün ulus-devletlerin saldırıya uğramasına hatta yok edilmesine izin veriliyor demektir. Bu durumda her üyenin varlığını ve toprak bütünlüğünü diğer ulus-devletlerin de taahhüt etmesi ilkesi üzerine kurulu BM örgütünün varlık nedeni ortadan kalkmış olacak; 1945 öncesine benzer bir dünyaya adım atmış olacağız.

Rusya, onun “yeni Çarı” Putin henüz bu adımı attığını da söylemiyor ama karşısında derhal teşekkül eden “Batı Bloku”, Rusya’yı ve ona karşı hemen yürürlüğe koyduğu ağır yaptırımlara uymayan ulus-devletleri dışında tutacak bir “düzenleme”ye koyuldu bile. Rusya’nın ve “Batı”nın yaptırımlarına katılmayacaklarını hemen ilan etmiş ülkelerin böyle bir düzenlemeyi hesaba katmadıkları, “şaşırdıkları” söylenemez. Aksine bekledikleri ve hazırlıklı olduklarını varsaymak çok daha gerçekçidir. Çünkü dikkate alınmalıdır ki Batı’nın yaptırımlarına katılmayacaklarını derhal açıklayan devletlerin hepsi de (Çin, Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, İran, Pakistan, Hindistan) Rusya’yla birlikte oluşturdukları, geçen yıllarda Rusya’nın batısında ortak askeri tatbikat yapacak ölçüde ilişkilerini sıkılaştırdıkları Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) üyesidirler. Dolayısıyla Rusya’nın BM üyesi bir ülkeye savaş açmak gibi gayet kritik önemde bir kararı ŞİÖ üyelerine danışmadan, onların öneri ve kaygılarını kaale almadan alması ve uygulaması düşünülemez. Ve ayrıca özellikle bilinmelidir ki 1990’ların ortasında ŞİÖ’nün kuruluş gerekçesinin ilk maddesi ABD’nin (dolayısıyla “Batı”nın) hegemonyası demek olan halihazırdaki “tek kutuplu dünya” düzeninden duyulan ciddi rahatsızlıktı. Yani ŞİÖ, “ikinci kutup”u oluşturmanın, birinciyi “gerektiği kadar” geriletme niyetinin ilk adımı sayılabilir. “Batı”nın kendine ait saydığı Ukrayna’ya yapılan açık saldırı onun hegemonyasına karşı “(biz) kabul etmiyoruz” demek ise; Rusya ve ŞİÖ üyeleri “biz” derken sadece kendilerini değil çok daha geniş bir potansiyeli ifade eden “Doğu, Doğululuk” konumunu, kavramını kastediyorlar elbette.

Burada, bundan böyle teşekkül etmiş sayacağımız ikinci kutbun varlığında işleyecek bir dünya düzeni sözkonusu değil şimdilik. 1945’ten 1990’a kadar sürmüş ABD liderliğindeki “Batı Bloku” ile SSCB (Rusya) güdümündeki Doğu Bloku arasındaki güç dengesine –bu “denge”nin gerisinde duran Yalta ve Potsdam antlaşmalarıyla belirlenmiş “nüfuz alanları” paylaşımına– dayalı dünya düzeninin yeni bir “sürümü” de denilemez. Çünkü her ne kadar önceki dünya düzeni birbirine zıt/düşman addedilen iki toplum düzeninin (kapitalist-“sosyalist”) birbirleriyle mücadele/rekabet koşul ve kurallarını belirliyor idiyse de; şimdiki “Doğu” blokunun iddiası, o koşul ve kuralların “Batı’nın (kapitalizmin) üstün/belirleyici olduğu önkabulüne dayalı olduğu, hatta daha da ileri gidilirse “Batılı zihniyetin, bakış açısı ve değerlerin mutlak doğruluğu” inancından türeme oldukları ve bu nedenlerle de artık kabul edilemez sayıldıkları yönündedir. Dolayısıyla iddialarının mantıki sonucu şuraya varmaktadır: Eğer şu anda fiilen var kabul etmediğimiz dünya düzeninin yerine bir yenisi geçsin isteniyor ise; bunun temel kural, değer ve kurumları –modern çağlar boyunca– hor görülen “Doğulu” zihniyetin eşit katılımı ile oluşturulmalıdır.

Bu itiraz ve iddiaya şu veya bu ölçüde katılanlar ŞİÖ üyesi devletlerden ibaret değil. Çin’in bir ekonomik-teknolojik ve askeri güç olarak yükselişine, Putin otokratizminin etkinliğine hayranlık duyan birçok hükümetin yanısıra “Batı dünyası”nda son yıllarda güçlenen popülist hareketlerin hemen tümü için de geçerli bu hayranlık. “İslâm dünyası”nın mevcut BM’de yeterli ağırlıkta temsil edilmediğini ileri süren, bu dünyanın liderliği hayali kuran ülke ve siyasal hareketler de bu listeye eklenmelidir. Fakat listenin kimleri ve neleri kapsayabileceğini söyleyebilmek için her şeyden önce şu sözü/iması edilen “Doğulu”lukla ve hele “Doğulu zihniyet”le neyin, nelerin kastedildiğinin belli olması, bunların iç tutarlılığı, mantığı olan kavramlar, tanımlar haline getirilmesi şarttır.

Ancak sorun şu ki; ne Doğululuk bayrağını sallamaya kararlı ŞİÖ’nün önde gelen üyelerinde, ne de Batılı zihniyetle oldum olası takıntılı İslâm dünyasında böyle bir niyet ve ön hazırlık var denilemez. Örneğin, daha 1990’larda bugünkü konumuna gelebileceği tahmin edilen, “dünya liderliği” için ABD ile rekabet edeceğine kaçınılmaz diye bakılan Çin, diğer alanlarda umulanın da ötesinde bir performans sergilediği halde; rekabetin ideolojik “silah”ı olarak düşünebileceği bu Doğululuk ve Doğulu zihniyet/insan ve toplum kavrayışı geliştirebilmek için herhangi bir dikkate değer girişimde bulunmadı. Gerçi Rusya da dahil bütün bu ülkelerde-toplumlarda Batı’ya öykünme, “Batılılaşma”, başından beri en hafifinden özenti diye damgalanmasına ve daima güçlü şüpheler içeren bir tutum olarak görülmesine rağmen onun evrensellik iddiasına etkili bir karşı cevap girişiminde bile bulunulamayacağı adeta zımnen kabullenilmiş gibi kendi kültür ve zihniyetlerine parantezler açmakla yetinilmiş; dolayısıyla “Doğululuk” sadece o parantezlerin etiketi olarak bir anlam ve işlevle sınırlı olabilmiştir. O nedenle şimdi Çin-Rusya ekseninde teşekkül etmekte olan kutbun “Doğulu” zihniyet adına söyleyebildiğinin hemen tamamını, Batı emperyalizminin yaptığı kötülüklerin sayıp dökülmesi oluşturuyor.

Geçerken belirtelim ki; bu acizliğin ana –hatta başkası gerekmez– nedeni, Batılı denen ama aslında herkes için mümkün olduğundan ötürü “modern” denilmesi gereken zihniyetin evrensellik iddiasıyla denk/yarışabilir bir başka zihniyet tarzının zaten mümkün olmayışıdır. Çünkü modern zihniyet dediğimiz şey, insanüstü/ötesi referanslara yaslanmayarak, herkesin edinimine, deneyim ve sorgulamasına –elbette ortak mantık ve muhakeme ilkeleri dâhilinde– açık, dolayısıyla tek bir kalıba dökülemeyeceği gibi köklü değişimlerin de pekâlâ mümkün olduğu bir düşünüş ufkudur. Bu ufkun silinmez bir Batı’ya aitlik boyutu taşıdığı söylenemez ama insanlığın düşünce dünyasına egemen oluşunun günümüze kadar süren döneminde “Batılı” toplumların başat rol oynadığı tartışılamaz bile. Ancak bu durumun değişmez olduğunu, başat rolün başkalarınca üstlenilemeyeceğini iddia etmek de eşit derecede saçmadır. Öte yandan Batı’nın modern zihniyetin başat aktörü olduğu dönemde birtakım Batılılar tarafından öne sürülen zamanında ve halen de o toplumlarda hayli geniş bir onay bulabilmiş, ırkçılık, militarizm, faşizm gibi akımlar üzerinden bir “Batılı zihniyet” tanımına gidilmesi, o akımların yaygınlık derecesi ölçüsünde anlaşılabilir. Ama günümüz bağlamında, ŞİÖ ve mücavir alanının “Batı karşıtlığı” üzerinden konuşuyor isek; bu karşıtlığın o akımların yükselişi ile değil, Batılılar tarafından kendilerine yöneltilen demokrasi kısıtlılığı ve otoritarizm eleştirileri ile çok daha yakın ilişkili olduğunu görmek zor değildir.

Fakat şu da açıktır ki; Batı’nın –özellikle de ABD’nin– Rusya’nın Ukrayna’ya saldırmasına gerekçe olan girişimlerinin saiki, Rusya ve başlıca müttefiklerinin demokrasi açıkları, otoritarist yapı ve yönelimleri değildir. Asıl neden ve saik, Rusya –ve özellikle de– Çin ikilisinin sadece ekonomik büyüklük ve askeri kapasite bakımından değil, finanstan bilim ve teknolojik ilerlemeye kadar hemen her alanda, 19. yüzyıldan beri süren Batı egemenliğini sona erdirecek bir yükseliş trendine girmiş olmalarıdır. Bu trende set çekilemediği takdirde, Batı’nın daha şimdiden kaybetmiş olduğu Uzak ve Güney Asya’daki nüfuz alanlarına, devasa doğal kaynaklarıyla Afrika’nın, hatta Orta ve Güney Amerika’nın eklenmesi hiç de uzak ihtimal olmayacaktır. Ayrıca Batı’nın emperyal mirasının başlıca taşıyıcısı olmuş ulus-devletlerin ve hatta halklarının ağır gadrine, aşağılamalarına ve insafsız sömürülerine maruz kalmak gibi ortak bir geçmişi paylaşan bu ülke, ulus-devlet ve halkların Batı’yı bu ortak geçmişleriyle özdeşleştirdikleri ölçüde kendilerini “Doğulu” kimliğine daha yakın sayacaklarını da eklemek gerekir buna.

“Batı”nın Asya ve Pasifik’te başlıca müttefiki sayılan –Japonya ve Güney Kore dahil–ülkelerin, Hindistan gibi Çin ile ciddi bir tarihsel rekabet geçmişi olan alt-kıta çapında bir ülkenin, Batı’nın, özellikle ABD’nin tehditlerle de takviye edilmiş Rusya’ya karşı yaptırım “emir”lerine uyma isteksizliklerinin, dahası katılmama ilanlarının da ana nedeni budur.

Dolayısıyla “Batı”nın Rusya’ya ve onun üzerinden Çin’e karşı başlattığı hamle bir geriletme, inisiyatifi yeniden ele geçirme stratejisine dayanıyor da denilemez. Bir karşı saldırı havası estirmekle birlikte, içeriği itibariyle bir aktif savunma harekâtı olarak nitelendirilebilir. Bu, Batı’nın o şaşaalı dönemlerinde sahip olduğu ekonomik, askeri, bilimsel gücün çok daha fazlasına sahip olmakla birlikte o dönemlerinin asıl karakterize edici özelliği olan “dinamizm”ini büyük ölçüde yitirdiğinin de işaretidir. O şaşaalı döneminde sadece maddi kazanca, sömürüye odaklanmış işadamlarında değil, bilim adamlarından kaşiflerine, sanatçılarından ideologlarına, idealist düşünür ve eylem adamlarına kadar Batılılığın –aslında modernliğin– taşıyıcısı, temsilcisi sayılanlarda ilk göze çarpan ve Batı’nın alametifarikası addedilen bu özellik –dinamizm– epeydir yerini konformizme bırakmış görünüyor. Bu olgunun Batılı düşünüşte modernliğin evrensellikle ilgili tezlerinden uzaklaşma trendiyle birlikte, hatta iç içe tezahür edişini de bilhassa belirtmek gerekir. Bu bakımdan tam da “Batı”nın o zamanki “Doğu” (“sosyalist” blok) karşısında “kesin zafer”ini ilan edişinin hemen ertesinde, şimdi içine girilen yeni dönemin evrensel geçerlilik tezlerinin bırakılıp, başlıca kültür dünyalarının kalıcılığına, bunlar arasındaki hegemonya savaşlarına odaklanılmasını öneren yaklaşımların (örneğin Huntington’un 1990’larda Batı’da ve tüm dünyada büyük yankılar uyandıran tezlerinin) ön plana çıkması anlamlı, açıklayıcı bir kanıt olarak değerlendirilmelidir.

Bütün farklı inanç ve kültür dünyaları içinde şu veya bu biçim ya da derecelerde yaşanan temel insani sorunlara herkes için geçerli –bu bağlamda evrensel– yaklaşım ve çözüm perspektifi arayışı insanın en ayırt edici niteliğinin, yani sadece kendi türüne ait olanlarla değil, –mantıki uzanımının en uç noktasında– “canlı”olan her varlıkla yakınlık (ünsiyet) kurabilme yetisinin bir gereğidir. Modern zihniyet şimdiye kadar geliştirebildiği düzey ve derinlik ile bu yetinin “ideal” gerçekleşme uğrağına ulaşamamış ve bunun umut kırıklığı ile örtülmüş olabilir. Ama bu, onun açtığı yol ve ufkun bir yana bırakılmasının gerekçesi olamayacağı gibi; her kültür ve inanç dünyasının kendi dogmaları ve sınırları dâhilinde mümkün “çözüm”lerle yetinme mecburiyetini de meşrulaştıramaz. Evrensellik iddiasını belli bir inanç-kültür dünyasının dogmalarını diğerlerininkiler üzerinde hegemonik konuma yükseltmeyle –örneğin İslâm’ın dünyaya egemen oluşuna vb. ile– eşitlemek ise iddianın esasını yok eden bir indirgeme olmaktan ileri gidemez.

Bu noktayı bilhassa belirtmemizin nedeni, en başta da geçerken işaret ettiğimiz gibi Çin ve Rusya’nın başını çektiği “Doğu”lu kutbun çağın evrensel ölçekte geçerli temel insani sorunları ve hele bunların içinde yaşadığımız postmodern-endüstriyel “aşama”nın bilhassa keskinleştirdiği yönleri hakkında tam bir suskunluk, dahası aldırışsızlık sergileyerek, tamamen devletlerarası güç/nüfuz mücadeleleri alanına yoğunlaşmış bir dille yetinebilmiş olmasıdır. Bunu Batılı kutbun içtenlikten uzaklığı sırıtan bir demokrasi, temel insani haklar güzellemeleri ile bezeli aynı güç savaşları mantığından beslenen diliyle birlikte ele aldığımızda çıkaracağımız sonuç sadece şu olabilir: Rusya-Ukrayna savaşıyla artık açıkça, adı konularak başlatılmış olan bir hegemonik güç olma mücadelesinde, tarafların karşılıklı iddiaları/tezleri ile oluşacak ve haliyle devletlerarası mantık ve dille sınırlanmış olarak şekillenecek kendi özgül sorunsalı içinde çağımızın son derece kritik hale gelmiş temel insani sorun ve endişelerinin neredeyse izi bile olmadığı için “taraf olma” diye bir yükümlülüğümüz de sözkonusu değildir, olmamalıdır.

Ama öte yandan aynı insani sorunlar karşısında taraf olmayı yükümlülüğün ötesinde hayati bir insani ihtiyaç olarak önümüze koyan ve haliyle evrensel açılımı olan çağdaş bir sorunsalın o “tepemizde”ki devletlerarası dalaşma ve çatışmalardan olabildiğince uzakta ve bağımsız olarak kurulmasını dilemek ve bu yöndeki çabalara destek/katkı sunmak da bir insanlık borcu olarak önümüzdedir.

Birikim

1 Nisan 2022 Cuma

Muhalefet İttifaklarının Başarı Formülleri: Malezya Örneği

Seda Demiralp

 2023 seçimlerinin Türkiye’de bir iktidar değişimiyle sonuçlanıp sonuçlanmayacağı ve bir demokratikleşme ve kalkınma hamlesine aracı olup olamayacağı bugün Türkiye siyasetini takip eden herkesçe merak ediliyor. Ekonomik krizin iktidar oylarına etkisi, muhalefet ittifak stratejisi, yeni seçim yasasının oluşturabileceği rekabet koşulları gibi pek çok konu üzerinden, 2023 seçimlerinin sonucu tahmin edilmeye çalışılıyor. Seçimli otoriter rejimlerin ne vakit ve nasıl değişebildiğiyle ilgili siyaset literatüründe oldukça zengin bir birikim mevcut. Bu çalışmalarda üç görüş öne çıkıyor.

Seçimli otoriter rejimler nasıl değişir?

Birinci görüşe göre, değişim, otoriter rejimin zayıflamasıyla gerçekleşir. Bu zayıflama bazen fikirsel veya kişisel çatışmalar sonucu iktidarda oluşan çatlaklarla, bazen de çözülemeyen ekonomik sıkıntılarla gerçekleşir. Zayıflayan iktidar kendi sonunu getirir.

İkinci görüşe göre ise değişim muhalefetin başarısıyla gelir. İttifak stratejileri, doğru kampanya taktikleri, doğru mesajın doğru üslupla iletilmesi, en kısıtlı siyaset alanını dahi muhalefet lehine kullanma ve seçmeni mobilize etme imkanı tanıyabilir. Neticede, otoriter liderlerin bile seçmen desteği olmadan iktidarda kalması zor olduğundan, seçmen desteğini kazanan muhalefet ya iktidarı ele geçirir, ya da iktidarı açılıma zorlar.

Üçüncü bir görüş ise bu tür değişimlerde şahsiyetlerin önemine dikkat çeker. “Hangi iktidar?” ya da “hangi muhalefet?” soruları kadar “hangi lider?” sorusu da mühimdir. Bu soru siyasi açıdan gelişmiş toplumlarda çok da önemli olmayabilir. Nitekim, Weber’in modernleşme teorisine göre toplumlar geliştikçe siyasette şahsiyetlerin öneminin azalması, onların yerini kurumların alması beklenir. Fakat kurumların zayıf olduğu otokratik toplumlarda bu kurumlara yön verecek liderler mühimdir. Bu yüzden değişimler de, kabiliyetlerine ve görüşlerine güven duyulan, karizmatik liderler ile gerçekleşecektir.

Başarılı değişim öykülerine baktığımızda aslında bu üç faktörün neredeyse tümünün bir araya geldiğini görüyoruz. Benim son zamanlarda ilgi çekici bulduğum değişim öykülerinden biri Malezya 2018 seçimleri. 60 yıllık Barizan Nasyonal (BN) iktidarına karşı zafer kazanan ve BN’den kopma eski bir siyasetçi olan Mahathir Muhammed liderliğinde bir araya gelen muhalefet ittikafının (Pakatan Harapan) seçim stratejileri, içinde pek çok ders barındırıyor. Gelin bu örneği kısaca inceleyelim.

Malezya 2018 seçimlerinde muhalefet

2018 seçimleri öncesi, Malezya’da ekonomik koşullar hiç de iyi değildi ve bu seçmende artan bir hoşnutsuzluk yaratmaktaydı. Özellike 2015’te uygulamaya konan yüzde 6’lık satış vergisi (Goods and Services Tax) seçmenden çok olumsuz tepki almıştı. Buna ilaveten petrolün sübvanse edilmemeye başlanması da hoşnutsuzluğu artırmıştı. BN lideri Necip Rezak’ın yolsuzluk skandalları bu hoşnutsuzluğu besliyor, aslında senelerdir yolsuzluğu kanıksamış görünen seçmen, bu kez ekonomik sıkıntılarla birleşince yolsuzluğu da daha farklı bir ışık altında görmeye başlıyordu. Yani ekonomik anlamda değişimin gerekli koşulları mevcuttu fakat bunlar yeterli değildi. Hatırlamak gerekir ki 97-98 krizinde iktidarda olan Mahathir, ağır ekonomik zorluklara rağmen iktidarını koruyabilmişti ve ekonomik krizlerin tek başına iktidarlara seçim kaybettirmeye yetmediğini ispatlamıştı.1

60 yıl iktidarda kalmış ve bu süre içinde oyun kurallarını kendi lehine şekillendirmiş, medyayı kontrolü altına almış bir iktidara karşı zafer kazanmak için ekonomik şartlar yeterli değildi. Zayıflatılmış, siyaset alanı daraltılmış muhalefetin mutlaka güç birliğine gitmesi, ittifak kurması gerekiyordu. Ne var ki bu da tek başına yeterli değildi. Nitekim önceki seçimlerde de, örneğin 2013’te, muhalefet seçime yine ittifakla girmiş, fakat girişimleri yüzeysel kalmış, seçmene birlik duygusu yeterince aktarılamamıştı. İttifak içi zıt görüşlü partilerin -özellikle İslami muhafazakar PAS ve sosyalist DAP arasındaki- uzlaşmazlıkların ittifaka güç kaybettirmesi, beğenilsin beğenilmesin neticede 60 yıldır bilinen iktidar karşısında muhalefetin net bir alternatif ortaya koyamaması ve elbette türlü seçim oyunları ile iktidardaki BN seçimi yine kıl payı kazanmıştı.

Muhalefet, ortak liste, ortak kampanya

2018 seçimi öncesi muhalefet partileri yeniden ittifak planları yaparken bu kez daha üstün bir performans sergilemek konusunda kararlıydılar. Bunlardan en önemlisi seçim haritası üzerinde son derece titiz ve sistematik veriye dayalı bir çalışma yapmak suretiyle hangi seçim bölgesinde hangi ittifak partisi adayının veya adaylarının oy alma şansı yüksekse o isimlerin ortak listeden aday gösterilmesi ve ortak bir seçim kampanyasıyla desteklenmesiydi.2

100 günde 10 hedef

2013 seçimlerinden farklı olarak bu defa muhalefet kampanyasının içeriğinin de çok net olmasına özen gösterilmişti. Bu çerçevede 150 sayfalık detaylı bir program oluşturuldu ve “100 günde 10 hedef” olarak özetlenerek kampanya materyaline dönüştürüldü. Muhalefet ittifakı, iktidara geldikten sonraki ilk 100 gün içinde gerçekleştireceği bu 10 hedefi tek sayfada sıralamış, T-shirtlere bastırıp seçmene dağıtmış, billboardlara astırmış, akla gelecek her yöntemle bu 10 hedef seçmene duyurulmuştu.3 Bu hedeflerin başında da seçmenin son derece şikayetçi olduğu yüzde 6’lık satış vergisinin kaldırılması, petrolün yeniden subvanse edilmesi, bekar veya boşanmış kadınların maddi olarak desteklenmesi, asgari ücretin artırılması gibi ekonomik ortak paydayı öne çıkaran maddeler geliyordu. Bu kampanyaya ilgi çok büyük oldu.

Rakip ittifaktan oy alabilecek aday

Ve gelelim belki de en önemli olan sonuncu hamleye. Muhalefet ittifakına en büyük katkıyı Mahathir’in başbakan adaylığının açıklanması yaptı. Muhalefet ittifakı birbirine zıt partileri bir çatı altında barındırıyordu ve pek çok seçim bölgesinde seçmenin “çapraz oy” kullanması isteniyordu. Yani pek çok bölgede seçmenden kendine uzak bulduğu bir adaya/partiye, muhalefet ittifakına seçim kazandırabilmek için gönülsüzce de olsa oy vermesi bekleniyordu. Oysa, özellikle kırsal-muhafazakar Malay seçmen, geçmişte kendilerine bazı kazanımlar sağlamış olan iktidar yerine muhalefet ittifakına oy vermekte tereddütlüydü. Muhalefet ittifakı seçim kazanırsa ittifaktaki sosyalist (DAP gibi) bileşenlerin etkisiyle bu kazanımların ellerinden alınabileceğinden çekiniyorlardı. Bu yüzden Malay cephesinden de oy alabilecek Mahathir gibi bir adayın başbakan adayı olması oyunu ciddi biçimde muhalefet lehine çevirdi. Mahathir güven uyandırıyordu. Seçmenin gözünde, 92 yaşındaki Mahathir’in bu yarışa girmekten kazanacağı pek bir şey yoktu, fakat kaybedeceği çok şey vardı. Öyleyse seçime girme motivasyonu kişisel çıkarlar değil, toplumun faydasıydı. Zaten liderlik de risk alana, varını yoğunu ortaya koyana yakışırdı. Bu algı seçmende saygı uyandırdı. İlginçtir, ittifaktaki diğer üç partinin lideri de geçmişte Mahathir’in başbakanlığında hapse atılmış kimselerdi ve onlar bile Mahathir’in adaylığını desteklediler.4 Seçimi kazanacak isim Mahathir’di çünkü.

Malezya örneğinden Türkiye için çıkarılacak önemli sonuçlar var. Özeti şu olabilir. Otoriter iktidarların seçimle değişmesi için çoğunlukla birden çok koşulun aynı anda gerçekleşmesi gerekir. İktidarın ekonomik başarısızlıklar veya iç çatışmalarla zayıflaması yetmez. Muhalefet partilerinin gerçek bir birlik içinde, net bir alternatif sunarak ve kaybedecek çok şeyi olan bir başkan adayla mücadele vermeleri gerekir. Hayatta her zaman değil elbette ama bazen, özellikle de otoriter iktidarlara karşı varlık mücadelesi verirken, “neredeyse kazanmak,” kaybetmektir.

yetkinreport.com/2022/03/31 / Seda Demiralp

21 Şubat 2022 Pazartesi

Otoriter/Demokratik Siyaset Tartışmalarının Arka Planı

Nuray Mert - Türkiye’de 2000’li yıllardan itibaren demokratikleşme umulurken sürecin yeni bir otoriter rejimle sonuçlanması şikâyetle geçiştirilecek bir konu değil. Mevcut rejimin otoriter olduğu konusunda anlaşanlar ve bu durumu değiştirmeyi talep edenlerin, sürekli otoriter rejim emarelerini vurgulamak ve şikâyetçilikte ittifak etmek ötesinde bir siyaset üretmeleri gerekiyor. Halihazırda gündemde olan, Türk Tipi Başkanlık sistemi yerine parlamenter rejime geri dönmek çabası bir adım, ancak kaybedilen eşeği bulmanın ötesinde, Türkiye’nin demokratikleşmesi ve hatta mevcut otoriter rejimden kurtulması için çok şey vaat etmiyor. 90’lı yıllarda demokratikleşme düşünce ve taleplerini gündeme getiren iki önemli konu Kürt meselesi ve laiklik idi. Cumhuriyet’in kurucu ideolojisi olan ulus-devletin tekçi anlayışı, Kürt modernleşmesini dikkate almak bir yana, Kürtlerin varlığını toptan inkâr noktasına gelmişti. Katı bir laiklik tanımı ise, modernleşme, orta sınıflaşma olgularını ve bu çerçevede özgürlük taleplerini göz ardı eden baskıcı bir siyaset biçimine dönüşmüştü. Demokratikleşme bu zeminden hareket etmeliydi, nitekim liberal ve demokrat yaklaşımların kalkış noktası bu zemin oldu. Demokratikleşme yerine otoriterleşme ile karşılaşmak, pek çokları açısından eskiyi geri getirmeyi idealleştirmiş görünüyor.

90’lı yıllarda demokratikleşme taleplerine kuşku ile bakanlar ise zamanında ileri sürdükleri itirazlarında haklı olduklarını iddia ediyor. Zamanında Kürt hak ve özgürlük taleplerinin bölücülükten başka bir şey olmadığını ileri sürenler, mevcut iktidarın (rejimin) milliyetçi savrulması ve Kürtler ile arasının açılması sonucu şimdilerde Kürtlere daha sıcak bakıyorlar, ancak halen iktidarın belirlediği “milli”lik tanımının dışına çıkmamaya özen gösteriyorlar. Hak ve özgürlükleri baskılayan bir laiklik anlayışını sorgulamayı “dincilik”, “şeriatçılık ve gericiliğe ödün verme” olarak görenler ise, demokratikleşme diye çıkılan yolun İslâmcı bir otoriter rejimle bitmesinin, uyarılarının görmezden gelinmesinin sonucu olduğuna inanıyorlar. Kimse kızmasın ama yeni bir otoriter rejimin varlığı bile geçmişin demokratikleşme taleplerinin ve ihtiyacının önemini gölgelememeli. Ancak bu gerçek, 90’lı yılların “demokratikleşme” tanımının ve 2000’li yıllarda demokratikleşme için çıkılan yolun sorgulanma dışı bırakılmasının mazereti de olmamalı.

Kısaca ve tersinden, yani 2000’li AK Partili yıllardan başlayalım. “Eski Türkiye” veya “statüko”ya itirazı olan AK Partisi’nin “demokratikleşme dinamiği” olarak algılanması anlaşılır bir tavırdı. Bu anlayış, toplumsal desteği arkasına alan bir siyasi aktörün demokratikleşme için alan açacağı düşüncesine dayanıyordu. Ancak AK Partisi ve içinden çıktığı İslâmcı siyaset ve dönüştüğünü iddia ettiği “muhafazakâr demokrat” siyasetin “statüko”ya itirazının merkezinde siyasal yapının laiklik vurgusu olduğu dikkate alınmadı. Burada söz konusu olanın, yukarıda sözünü ettiğimiz hak ve özgürlükleri baskı aracına dönüşmüş laiklik değil, demokrasinin vazgeçilmez unsuru olarak tanımlanmış bir laiklik anlayışı olduğunu belirtmem gerekiyor. İslâmcı siyaset bir yana, Türkiye’de merkez sağ/muhafazakâr siyaset anlayışı laikliği ülkenin İslâmi kimliğinin inkârı olarak tanımlar, tam da bu nedenle 1950’lerden itibaren seküler ulusal kimliğin ve ulusçuluğun yerini dinî milliyetçi kimlik ve sağ milliyetçilik almıştır. Sağ, muhafazakâr, milliyetçi, İslâmcı siyasal anlayışlar çerçevesinde devlet ve asker karşıtı söylemler, otoriter devlet ve militarist anlayışa itirazdan ziyade, bu kurumların laiklik vurgulu yapısını sorun etmiştir.

1950’li yıllarda iktidar olan anlayış, “demokrasi”yi kültürel bir karşı çıkışın ifadesi ve çoğunlukçuluk çerçevesinde tanımlıyordu. En iyi ifadesini “yeter, söz milletin” sloganında bulan bu anlayışa göre, demokrasinin anlamı yabancılaşmış bir bürokratik zümrenin iktidarının yerini “milletin gerçek temsilcileri”nin alması idi. Benim “otantik temsil” dediğim bu temsiliyet iddiası, sağ otoriter siyaset geleneğinin kurucu fikridir. Bu anlayış ekonomik liberalizm ve dinî milliyetçilik bileşkesi olarak merkez sağ siyasetlerin zeminini oluşturdu. 12 Eylül darbesinin ardından merkez sağı temsil eden ANAP da benzer şekilde neoliberal ekonomik model ile dinî muhafazakârlığı buluşturuyordu. Bu açıdan, İslâmcılık gömleğini çıkararak merkez sağın temsiline soyunan AK Partisi kendisini halen Menderes ve Özal’ın mirasçısı olarak tarif ediyor. Çıkarıldığı iddia edilen gömlek, yani İslâmcılık, din ve vicdan özgürlüğü taleplerinin temsilcisi olarak toplumsal bir tepkinin ifadesi olmak dışında, tanımı icabı zaten otoriter bir siyaset anlayışıdır.

2000’li yıllarda AK Partisi’nin iktidar olması, bu partinin temsil ettiği toplumsal tepki ve talepleri yok sayan ve bu partiyi siyaset alanının dışına itmek için gösterilen direncin, seçim başarısı ile kırılması açısından demokratik bir zaferdi. Ancak bu süreçte demokratikleşme için bu partiye verilen destek, öncelikle sağ/muhafazakâr/İslâmcı siyasetlerin otoriter siyaset anlayışını göz ardı edecek yönde ilerledi. Diğer taraftan, sistem dışına itilmeye çalışılan bir partinin iktidar olmasıyla açılan görece özgürlük ortamını demokratikleşme mücadelesi alanına çevirmek yerine, AK Partisi’ne demokratikleşme için “genel vekalet” verme tavrı oldu. Diğer taraftan, AK Partisi’ne muhalefetin, baskıcı bir laiklik anlayışı ile tanımlanması ve 2008’deki parti kapatma davası gibi eski statükonun baskı araçları üzerinden devam etmesinin de AK Partisi’ni otoriter yönde savrulmaya iten etkenlerden biri olduğunu teslim etmek gerekir.

Demokrat ve liberal çevrelerin AK Partisi’ne verdiği destek, aslında 90’lı yıllarda öne çıkan demokratikleşme söylemi çerçevesinde anlaşılabilir. Bu dönemde ulusçuluk ve laiklik adına otoriter siyaset savunusu karşısında gelişen demokratikleşme savunusu, sivil toplumculuk, insan hakları ve AB süreci ekseninde şekillendi. Bu süreçte, kendini sol siyaset çerçevesinde tanımlayanların bile “demokratikleşme için iç dinamiklerin yetersiz olmasından dolayı dış dinamiklere (AB) ihtiyaç duyulduğu” kanaatini beslediği, tepeden inmeci modernleşmeyi eleştirenlerin tepeden demokratikleşmeyi savunduğu bir ülkede, demokratikleşme savunusunun mahiyetini ve zafiyetini iyice sorgulamak gerekiyor. Bu sorgulamayı ihmal edersek, demokratikleşme amacıyla çıkılan yolun sarpa sarmasını hakkıyla kavrayamayız.

“Demokratikleşme” Söylemi

Türkiye’de 90’lı yıllarda öne çıkan demokratikleşme söylemi, bir grup entelektüel tarafından dillendiriliyordu. Bazılarının kısa süren Yeniden Demokrasi Hareketi (YDH) çevresinde buluştuğu bir grubun yanı sıra sol demokrat ve sol liberal diye tanımlanabilecek farklı isimler, Türkiye’de “otoriter siyaset” ve statüko tartışmasına katkı sundular. Bu tartışmaların çıkış noktası, otoriter siyasi geleneğin kökenlerini sorgulamak zemininden hareket ediyordu ve demokratikleşmenin ipuçlarının bu zeminde kurgulanabileceğini düşünüyordu. Bu çevre içinde değerlendirilebilecek sol siyaset kökenli bazıları, artık kendini “liberal” olarak tanımlamaya başlamıştı ve ANAP ve Turgut Özal şahsında Türkiye’nin liberalleşme ve demokratikleşme sürecine girdiğine inanıyordu. 12 Eylül sonrası, kısa bir askerî yönetim sonrası parlamenter sisteme geçişin ardından Özal’ın sivil siyaseti güçlendirdiği fikri, Özal’ın Kürt meselesine farklı yaklaşımını demokratikleşme işareti olarak görüyordu. Kendini sol siyaset çerçevesinde tanımlayan diğer bazıları ise Özal dönemini ve siyasetlerini sol hassasiyetler çerçevesinde eleştirmekte, ancak sivilleşme ve Kürt meselesi vurgulu demokratikleşmenin önemini vurgulamaktaydı. Bu çerçevede, Kemalizm’in sorgulanmasının önemli olduğu düşünülüyordu. Bu düşüncenin temel varsayımı, Türkiye’de otoriter siyaset geleneğinin temelinde Kemalist resmî ideolojinin olmasıydı. Bu bakış açısına göre, otoriter siyaset geleneği Kemalizm’in devletçi, ulusçu, tekçi özelliklerinin sonucuydu, dahası siyaset Kemalizm’in koruyuculuğu misyonu adına sivil siyasete müdahale eden “askerî/bürokratik vesayet” altındaydı. Bu anlayış, bu dönemde tüm dünyada popülerleşen, ulus-devlet ve modernizmin sorgulandığı entelektüel atmosfer ile de örtüşüyordu. Cumhuriyet’in inşasının otoriter bir modernleşme projesi olarak yaşanmış olması Türkiye’de bu sorgulamaları pekiştiren bir unsurdu. Daha sonra post-Kemalizm/post-Kemalistler olarak tartışma konusu edilen “paradigma” bu çerçevede oluştu.[1]

Sol siyaset çevrelerinde, 12 Eylül darbesinin “Atatürkçülük” adına meşrulaştırılmasının, sol ve Kemalizm ilişkisini sorgulamayı tetiklemesi anlaşılır bir şeydi. Dahası, darbe sonrası solun demokrasi konusundaki tereddütlü tavrı ile hesaplaşması da önemli bir etken olarak görülebilir. Son olarak Sovyetler Birliği’nin çözülüş süreci, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de sol siyasetin yeniden tanımlanması yönünde bir hareketlilik oluşturmuştu. Bu süreçte, sol kökenli bazı aydınlar sol siyasal söylemlerin topyekûn iflas ettiğini iddia ederek kendilerini liberal-demokrat olarak tanımlamaya başladılar. Diğer bazıları ise sol siyaseti demokrasi merkezli biçimde yeniden tanımlamak gerektiğini düşünüyorlardı. İlk bakışta anlaşılır ve hatta isabetli görünen bu bakış açılarının bence en önemli sorunu, neoliberalizmin yükselişte olduğu bir dönemde neoliberalizm sorgulamasını ihmal etmek bir yana, demokrasi ve demokratikleşmeyi neoliberalizm çerçevesinde tanımlamasıydı. Kendini artık liberal olarak tanımlayanlar bu konuda çok da tutarsız sayılamazdı. Ancak sol siyaseti yeniden tanımlama iddiasında olanların neoliberalizm ile buluşma noktaları üzerinde durmak gerekir.

Bence en önemli buluşma noktası, demokrasinin öncelikle devlet-toplum ve asker-sivil karşıtlıkları çerçevesinde tanımlanması idi. 2000’li yıllarda, “askerî vesayet”in sona ermesinin doğal olarak demokratikleşme ile sonuçlanacağını bekleme zaafının arka planında 90’lı yıllarda hakim olan bu anlayış vardı. Diğer taraftan, otoriter siyaset geleneğini, Kemalizm ve Cumhuriyet’in tek parti dönemi siyasetlerine bağlamak, sağ siyasetler çerçevesinde gelişen bir diğer otoriter siyaset geleneğini (veya sürecini) sorgulama dışı bırakmaktaydı. Dahası, sağ siyasi söylem ve pratiklerinin üzerinde geliştiği Türkiye’nin kapitalistleşme sürecinin ürettiği toplumsal dinamikler ve Soğuk Savaş döneminin Türkiye’de siyasete yansıma biçimlerini göz ardı ediyordu. İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan iki kutuplu dünyada ABD/Batı ittifakı içinde yer alan ve NATO üyesi olan Türkiye’de ordunun siyasi önemi, Cumhuriyet’in kurucu ekibinin askerî kökenli olması ve askerî bürokrasinin kurucu ideolojinin bekçiliğini üstlenmesinin ötesinde artmıştı. 1950’li yıllarda ABD/Batı dünyasında müttefik sayılan “az gelişmiş ülkeler”de askerî bürokrasi modernleşmeci bir güç olarak alkışlanmakla kalmayıp destekleniyordu. NATO üyesi olması, özellikle ABD açısından, Türkiye’de ordunun fazladan önem kazanması demekti.

Devletçiliğe gelince, ekonomi alanında devletçilik siyaseti çoktan terk edilmişti. Ancak mevcut devlet yapısı “komünizmle mücadele” çerçevesinde tahkim ediliyordu. Dahası, bu dönemde, pek çok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de aşırı sağ, milliyetçi paramiliter güçler “komünizmle mücadele” adına desteklenmiş, devletle ilişkileri (kontrgerilla) bu çerçevede tanımlanmıştı. 12 Eylül darbesi, öncelikle yükselen sol ve emek siyasetlerinin baskılanmasını hedefliyordu ve ardından gelen dönemde eski paramiliter milliyetçi grupların ve şahısların devrede olduğu asker/sivil bürokrasi ve mafya ilişkileri yeni bir çerçeve kazanmıştı. 90’lı yıllarda Susurluk kazası ile ortaya dökülen bu tablo, “derin devlet” şablonu etrafında değerlendirilirken “derin devlet” büyük ölçüde ideolojik çerçevede tanımlandı ve ekonomipolitiği ve tarihsel serüveni büyük ölçüde sorgulama dışında kaldı. Demokratikleşme söyleminin neoliberal bakışla buluşma noktalarından söz ederken tam da bu yaklaşım biçimini kastediyorum, yani sorunun iyi, adil işlemeyen bir devlet yapısı olduğu kanaatinin altını çizmek istiyorum. Kuşkusuz bu yaklaşımın karşısına, devleti -demokratik veya değil- sonuçta kapitalist altyapının meşrulaştırıcısı bir üst yapı kurumu olarak tanımlayan kaba Marksist analizleri koymayı amaçlamıyorum. Ancak Türkiye’de (veya başka bir kapitalist ülkede) otoriter siyaset sorgulamasını “askerî vesayet” ve rutin dışında oluşmuş karanlık bağlar etrafında “derin devlet” ile sınırlamanın yanıltıcılığına işaret etmek istiyorum. Bu karanlık bağlar, Türkiye’de de İtalya ve diğer pek çok ülkede de Soğuk Savaş sürecinin komünizmle mücadele konsepti çerçevesinde kurulmuştu

Türkiye’de askerî vesayetin ve “derin devlet” yapısının özellikle Kürt meselesi çerçevesinde meşruiyet kazanarak güçlenmiş olduğu bir gerçek. Ancak bu yapı, Cumhuriyet’in otoriter inşa sürecinden ziyade İkinci Dünya Savaşı sonrası küresel siyasetlerinin kalıntısı idi ve ancak bu çerçevede hakkıyla sorgulanabilirdi. Neoliberal demokrasi söylemlerinin bu yapılara karşıtlık çerçevesinde şekillenmesinin gerisinde, Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile bu yapıların büyük ölçüde işlevlerini kaybetmeleri vardı. Tam da bu nedenle, İtalya’da “derin devlet”e karşı “temiz eller” operasyonundan, sonuçta Berlusconi iktidarları çıktı. Toplumsal dinamikler ve Soğuk Savaş sonrası koşulların, Türkiye’de de devletin/statükonun yapısının dönüşmesini zorladığı bir gerçekti. Ancak bu kavşakta, yadırgatıcı olan sol siyaset söylemlerinin “demokratikleşme”/”demokrasi”yi giderek daha fazla liberal/neoliberal çerçevede tanımlamaya başlaması oldu. Türkiye’deki demokratikleşmenin önündeki engeller olarak askerî vesayetin, otoriter siyaset geleneğinin kökeninin Kemalizm ve Cumhuriyet’in ilk döneminde aranması, kapitalist ekonomipolitiğin, Soğuk Savaş sürecinin ve neoliberal yükselişin sorgulanmasını göz ardı etme işlevi gördü.

Bu noktayı biraz daha açalım; liberal/neoliberal bakış açısı demokrasiyi liberal piyasa ekonomisinin doğal sonucu olarak tanımlar. Bu çerçevede, faşizm/totalitaryanizm ve otoriter siyasetler “olağandışı” bir durum olarak değerlendirilir. Nazizm ve Stalinizm gibi örnekler, bu bakış açısını pekiştirecek şekilde, yani ırkçılık, militarizm ve şiddet siyasetlerini kapitalist ekonomik sistemden bağımsız biçimde tanımlar. Oysa, tüm otoriter tarihî tecrübeler kapitalist ekonomik sistem ve sistem denemelerinin veya krizlerinin içinden çıkmıştır. Kuşkusuz bu krizlerin öznel koşullarını sorgulamak gerekir, ancak aradaki bağı tümüyle yok saymak, otoriter siyasetlerin mahiyetini kavramamızı engeller. Batı Avrupa’da Nazizm (Almanya), Faşizm (İtalya) ve otoriter sistemler (İspanya, Portekiz), kapitalist sistemin sol ve emek hareketlerinin tehdidi karşısında güçlenmişti. Komünist ütopyanın bürokratik örgütlenmesi olan Stalinizm ise kapitalizme alternatif arayışının savrulduğu ve bu çerçevede sorgulanması gereken bir tarihî tecrübe idi. Nazizm ve Stalinizm’i aynı çerçevede sorgulamak otoriter siyaset deneyimlerini liberal ekonomik sistemin karşıtı olarak veya liberal ekonomik sistemi otoriter siyasetlerin alternatifi olarak tanımlar.

1980’li yıllarda, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’da yaşanan değişim sosyalist otoriter düzenlerden, “sivil toplum”un başarısı ve demokrasiye geçiş olarak selamlandı. Oysa, dönüşüm sadece piyasa ekonomisine geçişle sınırlı idi, Rusya dahil olarak tüm bu alanda “sivil toplum”un büyük ölçüde devletin inhisarında olan ekonomik varlıkların, eski parti bürokrasisinin talanına girişmiş şahıslar ve mafyatik bağlantıları olduğu, demokratikleşmenin ise devletçi yapıdan “crony kapitalizm” denilen ahbap çavuş kapitalizmine geçiş olduğu ortaya çıktı. Ukrayna ve Gürcistan’ın Batı nüfuz alanına geçiş çabaları Turuncu Devrim ve Gül Devrimi gibi adlar altında selamlandı, 90’larda Yugoslavya’nın çözülüş süreci “insani müdahalecilik” olarak askerî müdahaleleri meşrulaştırdı. 90’lardan bugüne kadar bu coğrafyada yaşanalar halen büyük ölçüde sorgulama dışında kaldı. Dahası, bu ihmal demokratikleşme ve demokrasi kavramlarının yıpranmasına ve demokrasiye kuşku ile bakan siyasi söylemleri gerekçelendirme işlevi gördü.

Ortadoğu ülkelerinin veya Müslüman nüfuslu coğrafyanın “demokratikleşme” ihtiyacı ve talepleri de hızla bu çerçeveye yerleştirildi. 90’lı yıllardan itibaren bu coğrafyadaki otoriter siyaset geleneğinin kökeni, Batı merkezci/seküler modernleşme sürecinin öne çıkardığı, toplumlarına “yabancılaşmış” askerî-sivil bürokratik devlet/siyaset yapısı idi. Bu çerçeveden hareketle, Batı dünyasında Ortadoğu ülkeleri üzerine yapılan analizler, bu ülkelerdeki otoriter devlet yapılarını bağımsızlıkçı-milliyetçi kadroların kurduğu bürokratik devletin siyasal mirası olarak değerlendiriyordu. Türkiye üzerine yapılan pek çok analiz, ülkedeki demokratikleşmenin önündeki engelin kökeninde otoriter/seküler modernleşme süreci olan “Kemalizm”in olduğuna işaret ediyordu. Oysa, 90’lı ve 2000’li yıllar söz konusu ülkelerde (Mısır, Tunus, Cezayir, hatta Libya) neoliberal ekonomik modelin güçlendiği yıllardı. Mevcut siyasi yapıların, neoliberal ekonominin öne çıkmasının yarattığı yoksulluk ve eşitsizlik temelinde oluşan toplumsal tepkileri baskılamak üzere giderek daha fazla otoriterleşmesi söz konusuydu. Türkiye örneğinde, 12 Eylül darbesinin neoliberal sürecin önünü açma işlevi gördüğünü biliyoruz, askerî yönetimin ekonomi müşaviri olan Turgut Özal’ın Türkiye’de sivilleşme ve demokratikleşmenin öncüsü olarak görülmesi bu çerçevede daha iyi değerlendirilebilir. Ortadoğu dahil, Batı dışı pek çok ülkede neoliberal ekonomik modelin hayata geçmesinin otoriter siyasetlerin himayesinde gerçekleştiği bir gerçekti. Mısır’da Mübarek rejiminin Nasır döneminin otoriter devlet yapısı üzerinden yükselmiş olması bir yana, bu rejimi ayakta tutan, bir yandan Batı müttefiki olarak desteklenmiş olması, diğer yandan Sedat döneminde başlayan liberal ekonomiye (infitah/açılma) geçişin yarattığı tepkileri baskılama işlevi görmesiydi. Mısır’da orduyu en güçlü kurum haline getiren en önemli etkenlerden biri, ABD müttefiki olarak askerî-mali yardıma boğulmuş olmasıydı. Türkiye’de 90’lı yıllara gelindiğinde devletin Kemalist kabuğunun içi ellili yıllardan itibaren yaşanan sürecin dinamikleri ile belirlenmişti.

Kemalizm eleştirisinden neo-Oryantalizm’e

Hal böyle iken 90’lı yılların demokratikleşme söylemlerinin merkezine, otoriter siyaset geleneğinin tükendiği Kemalizm’i yerleştirmek olsa olsa liberal/neoliberal demokrasi tanımının içinden konuşmak anlamına geliyordu. Mustafa Kemal’in bir otokrat olduğu, “tek parti” döneminin -adı üzerinde- otoriter bir siyaset süreci olduğu keşfedilecek bir sır değildi. Saltanatın ilgası sürecinde mesele zaten emrivaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir, bu behemehal olacaktır. Burada içtima edenler meclis ve herkes meseleyi tabi görürse, fikrimce muafık olur. Aksi takdirde, yine hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktır, fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir” diyen bir siyasi liderden söz ediyoruz. Cumhuriyet’in kuruluşunun “devrim” olarak tanımlanıp tanımlanamayacağı tartışma konusudur, ancak demokratik bir süreç olamayacağı ve olmadığı açıktır. Kemalizm’i demokrasiye bükme çabalarını yadırgamak tabidir, ancak 90’lı yıllarda, demokratikleşmenin önündeki engelin kökeninde bu tarihsel olgunun yattığını iddia etmek, yukarıda da işaret etmeye çalıştığım gibi, bence siyasi bir şaşılıktı. Bu siyasi şaşılığın altını çizmemizin nedeni, Kemalizm’i otoriterlik ithamlardan azade kılmak değil, kalkış noktası bu zeminden hareket eden demokratikleşme iddialarının ve çabalarının yel değirmenleri ile savaşmaya benzemesidir. Demokratikleşme söyleminin, “eski moda solculuk” ve sınıf indirgemeci sığ sol analizlerden uzaklaşmak için küresel çapta neoliberal demokrasi söylemleri ile buluşulmuş olmasıdır.

Batı dünyasında da öne çıkan bu bakış açısına dayalı otoriter/bürokratik devlet eleştirileri, Habermas’ın işaret ettiği gibi, devletin sosyal yükümlülüklerinden uzaklaşması fikrinin meşrulaştırılması ve neoliberalizmin neo-muhafazakÂrlıkla buluşması işlevi görüyordu.[2] Bizim gibi otoriter modernleşme süreçlerinin yaşandığı Batı dışı toplumlar açısından da söz konusu olan, mevcut siyasi yapıların sorunlarını, ekonomik modeli tartışma dışına çıkaracak şekilde uzak bir dönemin mirasına yormaktı.

Bu tür tarihsel okuma biçimi, İslâmcı söylemlerin modernleşmenin seküler özelliklerine itirazlarla kolaylıkla örtüştü. Dahası, muhafazakâr/İslâmcı söylemlerin ekonomik liberalizmi, politik liberalizm (özgürlükler ve çoğulculuk) ile ayrı tutan tavrı ile uyuşuyordu. Gerçi demokratikleşme söylemine sahip çıkanlar içinde kendini sol olarak tanımlayanlar, İslâmcılık konusunda eleştirel tavır takındılar. Ancak bu çevrelerde de İslâmcılık, siyasal bir ideoloji olmaktan ziyade bir din konusu olarak tartışılıyordu. Tam da bu nedenle neoliberalizmle uyumlu İslâmcılığın siyasi olarak sorgulanmasından ziyade, başörtüsü, mescit, muhafazakâr yaşam tarzı bir kıstas olarak görüldü. Bu nedenle, demokrasi söylemi içinde kendini liberal/demokrat olarak tanımlayanlar ile hâlâ solcu olarak tanımlayanlar arasında ciddi bir tartışma yaşanmadı. Zaten başlangıçta, bu çevreler açısından en önemlisi AB sürecine verilen destekti. Daha sonraki süreçte, AK Partisi içinde veya çeperinde siyaset yapan veya entelektüel destek veren liberaller, sol liberal/demokratlar için (özellikle de seküler hayat tarzına sahip oldukları sürece) AK Partisi’nin demokratikleşme iddiasının güvencesi sayıldı. Bu şartlar altında, tıpkı liberal ekonomi modelinin yolunun illa demokrasiden geçmek zorunda olmadığı gibi neoliberal ekonomi modelinin yolunun da illa demokratikleşmeden geçmeyebileceği akıllara gelmedi. Tam tersine, AK Partisi iktidarının (ve muhafazakârların, İslâmcıların öteden beri) orduyla ile sorunlarının nedeni anti-militarist olmaları değil, ordunun laikliğin bekçiliğine soyunmuş olmasıydı. Oysa bahsedilen kesimler bunu gözden kaçırıp AK Partisi ile ordu arasındaki mücadeleyi “askerî vesayet” ile mücadele olarak tanımladılar. 2010 Yargı Reformu ve Referandumu aynı çerçevede desteklendi. Kısacası, aslında 90’lı yıllarda yanlış iliklenen düğmenin devamı gelmiş oldu. Askerî/sivil bürokrasi ve yargının Kemalist kabuğunun soyulduktan sonra, yeni kurgulanan iktidar/rejim yapısı içinde otoriter siyaset işlevini kolaylıkla sürdürebileceği hesaba katılmadı. Tam da bu nedenle demokratikleşme söylemlerinin Kemalizm sorgulanması ve devlet/toplum, asker-sivil karşıtlığı çerçevesinde kurgulanmış olmasının demokratikleşmenin anahtarı olmadığı acı bir ders ile öğrenilmiş oldu.

90’lı yılların demokratikleşme söyleminin bir diğer sorunu, Kemalizm’i sorgulamak için, bir İngiliz tabiriyle, “yıkandığı suyu dökerken bebeği de atmak” (throw the baby out with the bathwater) oldu. Kemalizm’i tartışırken modernleşme ve Cumhuriyet’in kazanımlarını hiçe saymak demokratikleşme taleplerinin mecrasını büyük ölçüde etkiledi. Modernleşme, Aydınlanma merkezcilik ve ulus-devletin otoriter özelliklerini sorgulayan ve 80’li yıllarda popülerleşen post-modernist eleştiriler, bu çerçeveler içinde baskılanan özgürlüklerin vurgulanması ve bu yönde direniş alanlarına işaret etmesi açısından önemliydi. Ancak Aydınlanma, modernlik, ulus-devlet eleştirilerinin siyasal izdüşümü, büyük ölçüde bunları aşan özgürlük siyasetlerine dönüşmedi ve çoğunlukla neoliberalizm ile örtüştü. Çok kültürlülük ve kültürel rölativizm neo-Oryantalizm’e[3] dönüştü. Modernizm ve ulus-devlet eleştirileri, devletin sınıfsal tahakküm yapısını göz ardı eden ve tam da bu noktada neoliberal devletçilik/bürokratik yapı eleştirileri ile buluştu. Yukarıda da Habermas’a gönderme yaparak işaret ettiğim gibi, kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi yoluyla devletin bu alandan çekilmesi ve sosyoekonomik taleplerin muhatabı olması sorumluluğundan sıyrılmasını meşrulaştırma işlevi gördü. Dahası, neoliberal demokrasi tanımı ile örtüşen otoriter ulus-devlet eleştirileri, Soğuk Savaş siyasetlerini ve kapitalist ekonomik modeli tartışma dışına çıkaran anakronizm ile büyük ölçüde örtüştü. Sosyoekonomik taleplerin demokrasi tartışmasının dışına itilmesi ve sosyoekonomik hakların yerini “insan hakları” söyleminin alması, küresel çapta bu yönde değişen demokrasi söylemlerini yansıtıyordu.

Kuşkusuz 1950’li yılların “modernleşme teorilerine” dönelim veya her şey eskisi gibi kalsaydı, demiyorum, tam tersine demokrasi tartışmalarının modernleşme ve ulus-devlet paradigmasının baskıladığı özgürlük alanlarının açılabilmesi için bu paradigmanın gerisine düşülmemesi gerektiğinin altını çizmeye çalışıyorum. Nitekim, Aydınlanma ve modernizm eleştirileri merkezli demokrasi ve özgürlükler söyleminin vardığı noktada, “cemaatçilik” ve kültürel rölativizm fikirleri çerçevesinde burjuva devrimlerinin tarihe tanıttığı bireysel özgürlükler kavramının gölgelendiğini biliyoruz. Modern Batı kapitalizminin sınırları çerçevesinde tanımlanan “evrensel değerler” iddiasının sorgulanması önemliydi, ancak bu kalkış noktasından hareketle varılan “Batı dışı modernlikler”, “liberal olmayan demokrasiler” gibi kavramsallaştırmaların Batı dışı ülkelerde demokrasi kavramını piyasa ekonomisinin varlığı ile sınırlandırması çokça tartışıldı. Laiklik ilkesinin özgürlükleri baskılayan tanımı sorgulanmaya muhtaçtı, ancak toptan bir baskı aracı olarak kavranması özgürleştirici olmaktan ziyade din ve mezhep iddialı yeni baskılama kurgularına açıktı.

Modernleşmenin düşünsel sınırlarının ve siyasal açılımlarının darboğazlarını görmezden gelen otoriter modernizm ve ulusalcılık savunularının demokrasi ufku açısından ne bizde ne de dünya ölçeğinde karşılığının olduğunu düşünenlerden biriyim. Diğer taraftan, demokrasi ufkunun modernleşme, laiklik, cumhuriyet ve hatta ulus-devlet paradigmasının kazanımlarını görmezden gelen sorgulamalarının, bu kazanımların gerisine düşme riski taşıdığına sadece Türkiye’de değil, dünya çapında tanıklık ediyoruz. Her şeyi yeniden düşünmek ve sorgulamak gerekiyor. Daha gerisine gitmek de mümkün, ancak özellikle 90’lı yılların tartışmalarını hatırlatmak ihtiyacı duymamın nedeni, vardığımız noktada otoriter bir rejimin yerleşmesinin ötesinde, siyasal muhalefet alanında yeni bir demokrasi ve özgürlükler ufkunun olmadığına ilişkin kanaatimdir. Kemalizm’in ideolojik gücü halen devam ettiği için demokrasi ve özgürlükler yönündeki siyasetlerin önünün kapandığını iddia edenlerin aksine, dar bir çevre dışında Kemalizm’in/ulusçuluğun yeniden itibar görmesinin nedeninin 90’lı yıllardan bu yana demokrasi söylemlerinin zaafları olduğunu düşünüyorum.


[1] İlker Aytürk’ün Birikim’de başlattığı bu tartışmayı derginin 391. sayısında değerlendirdim.

[2] Jurgen Habermas, The New Conservatism, Polity Press, 1989.

[3] Ian Almond, The New Orientalists, Tauris, 2007.


Nuray Mert - birikimdergisi.com