Translate

Siyaset Teorisi ve Felsefesinde Monokratik Yönetimler, Karizmatik Liderlik ve Başkanlık Sistemleri

1. Başkanlık Sistemi Arayışları 

Başkanlık sistemini, tüm tür ve türevleriyle, birçok bakımdan makbul (demokratik) bir yönetim biçimi saymayanlardanım. Tek-tük istisnası olduğu zorlanılarak savlanılabilecek sanılsa da, bunun kuralı bozmayacağını, başkanlık sistemlerinin ait ya da akraba oldukları daha geniş kategoriler nedeniyle, demokrasiden sapma oluşturduğunu düşünenlerdenim. Türkiye özelinde ise, çeşitli tarihsel ve kültürel nedenlerden dolayı “açık ve yakın tehlike” yarattığını 1980’lerden beri yazanlardanım. Son 200-250 yılın ürünü olan ve son 80-100 yılda da hızlanarak üremeye devam eden bu türün ve terimin ardında çok ağır bir tarihsel sicilin ve kavramsal yükün bulunduğuna işaret etmeye çalışacağım.

Başkanlık sistemlerinin, çağdaş temsili demokrasilerin normu olan parlamenter sistemden değişen derecelerde sapmalar oluşturduğunu, özellikle yoz/yozlaşmış örneklerinin otokratik / monokratik, hatta monarşik yönelimlere/eğilimlere (daha doğrusu regresyonlara) en ziyade gebe yönetim biçim(ler)i olduğunu savlayacağım.

Liberal kapitalist devletin tipik temsili demokrasi organizasyonu olan parlamenter sistemden aşırı / uç sapma faşizmler ise, ara sapmanın da, Walter Bagehot’un vaftiz babası olduğu prototip ABD başkanlık sistemi olduğunu söyleyeceğim.

Soğuk savaşla birlikte daha da yaygınlaşan ve çoğu Amerikan emperyalizminin bağlaşığı veya uydusu olan çeşitli başkanlıkçı rejimlerin aşağıda bir listesini vereceğim —Ortadoğu’da, Asya’da, Latin Amerika’da, giderek de Avrupa’da.

Türkiye’nin sicili
Otoriter, otokratik ve monokratik yönetim biçimleri itibarıyla şişkin bir sicile sahip olan Türkiye için ise ders kitaplarına örnek olay olarak girebilecek bir “açık ve yakın tehlike” mevcuttur: “Eski Türk”te, Selçuklu’da, Osmanlı’da, Cumhuriyet Türkiyesi’nde bu kategorinin çeşitli biçim ve dozları, alt-türleri vardır: kağanlık, hanlık, başbuğluk, sultanlık, padişahlık, cumhurbaşkanlığı resmiyeti ardında fiilen ebedi ve milli şeflikler (tek-parti ve tek-adam döneminin “reel” anayasası 1924 değil, parti tüzük ve programlarıdır), faşizan askerî diktatörlükler vs., vb., vd. Tabii, Weber deyişiyle patrimonyalizm, sultanizm, karizmatik liderlik, Marksist deyişle oryantal despotizm, bonapartizm, bizim deyişimizle solidarist ve faşist alt-türleriyle korporatist rejimler, hep ilgili, bitişik, akraba olgular ve kavramlardır. Bunların karşılıkları elbette Batı’nın tarihinde de vardır, ama parlamenter ve temsili demokrasi de birkaç yüzyıldır ciddi mesafeler almıştır. Doğu’ya pek uğramamasının nedenlerinden biri, çeşitli biçim ve dozlarıyla askerî müdahalelerdir.

Belki de tek istisna, ya da parantez, çeşitli veballerinin yanısıra iyi tarafları da olan 1961 Anayasası’nın öngördüğü, parlamenter sistemin temsili, sorumsuz, az yetkili Cumhurbaşkanlığı kurumudur —ki bu dahi askerî darbeciler ve militarist siviller tarafından suistimal edilmiştir. Türkiye’de otoriter ve otokratik alt-akıntılar hep varolagelmiştir. (1961’deki 1982’ye evrilen “yürütmenin üstünlüğü” sorununu, özellikle askerî vesayet ve müdahale biçim ve dozlarını çok yazmıştım, burada girmeyeceğim.)

Başkanlık sistemi eğilimleri ve yüzeye çıkma zorlamaları da yeni değildir, gökten zembille inmemiştir. Süleyman Demirel ve Turgut Özal da bunu yoklamıştı. Ne ki iç siyaset de, ABD’nin o günlerdeki tutumu da bu emellerin realize edilmesine elvermemişti. Ya da buna henüz lüzum görülmemişti. Şimdi ise bu “verimli toprak” bir kez daha sürülmek riskiyle karşı karşıya: Vaktiyle yerel orduyla işini görmüş olan ABD, bagajında bol da din olan sivil bir “plebisiter diktatörlük”ün başkanlık girişimine bu sefer hayırhah bakıyor gibidir. “Fiili”den “resmi”liğe geçişi zorlayan bir karizmatik liderlikle, gerilimli de olsa, belli bir işbirliği içindedir.

Büyük sınav ve temel soru
Dolayısıyla, bir yönetim biçimleri-rejim modelleri-anayasa tipleri fuarında mal seçen kaprisli, hoppa tüketiciler gibi x modeli, y modeli, z modeli elleyen siyasetçilerin ve aydınların yürüttüğü ehliyetsiz münazaralar yanlış tartışmalardır. Tabii her şey tartışılsın ama, sadece türevlerin yüzeysel kurcalanması şeklinde değil, bunların türevi oldukları türün ve prototipin teorideki ve pratikteki sorunları ile Türkiye için özellikle söz konusu olan risklerinin ayırdında olarak.

Mesele basit bir eşdeğerli seçenekler meselesi değil, toplum için yaşamsal uzantıları ve sonuçları olacak, şahısları da aşan bir büyük sınav meselesidir. Temel soru da, markalardan hangisini seçsek değil, hiçbirini seçmemek için hangi nedenlerin olduğudur. Asıl tartışılması gereken parlamenter sistemin, partiler demokrasisinin, “yasama üstünlüğü”nün, yargı bağımsızlığının, eğitimin, sağlığın vs. nasıl ıslah edileceği, müzminleşmekte ve vahimleşmekte olan “yürütmenin üstünlüğü”nün nasıl frenleneceği, iç ve dış savaş ve şiddet eğilimlerinin nasıl önleneceğidir.

Demokrasiden aşırı sapma ve ara sapma
“Yürütmenin üstünlüğü”, monarşik ve monokratik tarihte kökleri olan, ABD başkanlık sistemiyle sözde demokratik bir kisveye bürünen, iki dünya savaşı arasında (ve kısmen de sonrasında) faşizme evrilen, soğuk savaşla birlikte özellikle Amerikan uydu ve kuklalarında çeşitleri görülen başkanlık sistemlerine ve tek-adam diktatoryalarına yol veren bir genel kategoridir. Bunun içinde yer alan başkanlıkçı ve başkancı rejimler, kişisel diktatörlük ve despotluktan bir önceki istasyondur. Liberal parlamenter demokrasiden aşırı sapma faşizm ise, ara-sapma başkanlık sistemidir.

Hatta denebilir ki, cumhuriyete nispetle monarşi ne ise, parlamenter demokrasiye nispetle başkanlık sistemi odur. Bu karşıtlığın üstüne bir de alt-tür içi yozlaşmayı eklemek gerekir: Nasıl tiranlık monarşinin yoz/yozlaşmış biçimi ise, çeşitli çevre ülkelerinin başkanlık sistemleri, prototip ABD başkanlığının daha da yozlaşmış biçimleridir. Hepsinde kuralların ve normların yönetimi değil, kişilerin yönetimi, otokrat ve monokratların egemenliği hâkimdir. Halk egemenliği gitmiş, tek-adamın yığın güdümü gelmiştir. “Kuvvetler ayrılığı” mitinin mevcut olduğu yerlerde de bu çoğu zaman lafta ve rafta kalmıştır (aşağı bkz.).

2. Tarihte ve Teoride Monokratik Yönetimler
Siyaset teorisinin ve felsefesinin temel uğraşlarından biri, gücün / iktidarın dağılımını ya da merkezileşmesini incelemektir. Tarihi örnekler işin ampirik yanı ise, bunların analitik ve normatif değerlendirilmesi işin teorik ve felsefi yönüdür. Gücün kişilerde ve gruplarda (ve sınıflarda) yoğunlaşmasına tarihsel uygulamalarda kronik olarak rastlıyorsak da, bunun kaçınılmaz bir determinizm gereği olmadığını, pozitivizme düşmeyen bir ampirik realizmden çıkarak hümanist, demokratik ve eleştirel bir normatif teoriye varma çabasının da hep varolduğunu hatırlamak gerekir.

Burada tüketici değil, yalnızca örnekleyici bir tarihsel (ve normatif) güç dağılımı tasnifini / tipolojisini hatırlatmak istiyorum. Aristo’nun 150 antik anayasayı incelediği söylenir. Bu elbette bir karşılaştırmalı siyaset yöntemidir, ama daha önemli olan, ana-türlerin neler olduğunu saptamak ve büyük değişkenlik gösteren alt-türlerin ve alt-alt türlerin kurcalanmış, laçka edilmiş yozlaşmaları içinde kaybolmamaktır. (“Meksika modeli, Finlandiya modeli, xyz modelleri bize daha uygundur” gibi.) Bu bölümde başkanlık sisteminin ve bazı alt-türlerinin ana-kategoriler içinde nereye oturduğunu, özünde hangi kategorilerle akrabalık ve yakınlık bağları içinde olduğunu hatırlatacağım —gücün demokratik ve anti-demokratik dağılımı sorunsalından bakarak.

Yönetim biçimleri
Siyaset tarihinde ve teorisinde gücün dağılımının ve yönetim biçimlerinin incelenmesinde eski Yunan’dan başlayan şematik fakat kolaylık sağlayan bir çıkış noktası, bir derecelendirme vardır. Güce (ve özgürlüğe) sahip olanlar bir (despotizm), birkaç (oligarşi), çoğunluk (temsili demokrasi), herkes (radikal-katılımcı ve sosyalist demokrasi) diye sınıflandırılmıştır.

Eski Yunan’da temel yönetim biçimleri tasnifi şuydu:

Monarşi – Yoz biçimi: tiranlık

Aristokrasi – Yoz biçimi: oligarşi(ler)

Demokrasi – Yoz biçimi: mobokrasi / oklokrasi (yığının, “ayaktakımının” yönetimi)

Başta Eflatun ve Aristo olmak üzere eski Yunanlılar için bir uçta filozof-kralınki (“ideal”), öbür uçta halkın (makbul değil) yönetimi olmak üzere, bütün bu yönetim biçimlerinin bir “karma”sı en doğrusuydu, oligarşilere çok itirazları yoktu, demokrasi (halkın yönetimi) ise zaten makbul değildi. Oligarşinin, bir kısmı daha da yoz olmak üzere, alt-türleri şöyleydi: Timokrasi (askerlerin yönetimi), plütokrasi (paralıların yönetimi). Daha sonra literatürde bunlara kleptokrasi (hırsızların yönetimi), jüridokrasi (yargıçların yönetimi) vs. eklenecekti. “İlahi olan”ın yönetimi demek olan “teokrasi” ise, zaman geçtikçe pejoratif olarak kullanılmaya başlandı. Geniş tanımında temel meşruiyet normu din olan, dar tanımında devlet personelinin de din adamları olduğu teokrasinin geniş türünün örnekleri hâlâ bir hayli varsa da, sıkı-dar tanımına örnek olarak yalnızca Vatikan ve İran kalmıştır.

Şimdi “herkes – çoğunluk – birkaç – bir” sıralamasına tersten girersek, uygarlığımızda demokrasi hâlâ emekliyor: Sosyalist ve radikal demokrasiler bir gelecek projesi statüsünde olup, Rousseau ve Marx’ın projeleri bir özlem olarak duruyor. Temsili demokrasilerde ise sayısız kusurlar var: seçim kısıtlamaları ve barajları, yasamanın gerilemesi, seçmenlerin Reagan, Bush, Thatcher, Blair, Merkel, Sarkozy, Berlusconi gibi münasebetsiz kişileri iktidara getirmesi gibi.

Oligarşiye biraz önce değindik. Mosca, Pareto gibi elitler yönetimi teorisyenlerine göre liberal temsili demokrasiler aslında oligarşik dinamiklere çoktan teslim olmuştu. Oligarşinin “birkaç”ı ile “çoğunluk”un eliti birleşti ve temsili parlamenter demokrasi Locke’un orijinal oligarşik parlamenter niteliğine rücu etti bile denebilir, hatta geç kapitalizmde bu eğilimin arttığı da söylenebilir.

Demokrasinin karşı kutbu
Demokrasinin karşı kutbu olan bir’e gelelim. Eski Yunan’da bir’in iyisi monarşidir, yoz biçimi tiranlıktır. Despotluk, diktatorya, otokrasi, monokrasi, akraba durumlar ve kavramlardır. Tarihsel dönemlerde bunların özgül adları tanrı-kral, tanrının vekili/oğlu-kral, rahip-kral, filozof-kral, mutlakçı kral (iyisi! meşrutî kral), ilahi haklara sahip – egemen – kanun koyucu kral, çar, sultan, padişah, kağan / han, melik / emir vb. olmuştur. Kendi dönemlerinin meşruiyet ideolojileri ve mitleri ile sıkışınca da zorbalıkla yüceltilmiş olan bu formlar, yakın çağlarda ve modern siyaset teorisinde demokrasi karşıtı kategoriler olarak eleştirilir olmuştur. Övülecek erdemler olarak sayılan vasıflarında da genellikle meymenet yoktur: Kerim Sultan, aydın despot, hayırhah diktatör vs.

Daha yakın dönemlerde bir’de güç toplanmasının sosyal bilimsel analizini yapan müelliflerin kullandığı analitik kategoriler, kronolojik sırayla, Sezarizm (dini liderliği de şahsında bulunduruyorsa Sezaro-Papizm), Bonapartizm (daha çok Marksistlerin kullandığı) ve Karizmatik Liderlik (Max Weber’in geliştirdiği) olmuştur.

Bir’in, tek-adamın yönetimi olan monokrasinin çağdaş (!) biçimleri ortaya çıktı: Patrimonyal yöneticiler, sultanlar, oryantal despotlardan, Sezar’lar ve Bonaparte’lardan sonra, “modern” ve “seküler” dünyada karizmatik liderlik, yürütmenin üstünlüğü, yürütmenin başı (chief executive), güçlü devlet başkanı, toplumun şefleri ve rehberleri (führer, duçe, mürşit), diktatör (kişisel, plebisiter, askerî cunta, kolektif, anayasal! –“yetki kanunu”yla[1] üç erki kendinde toplayan Hitler), “prosedürel demokrasi”de seçildikten sonra diktatör olan devlet başkanı sahneye çıktı. Ve unutulmasın: Kurumsal ve morfolojik olarak kuvvetler ayrılığı getirilse de başkanlık sistemleri, işleyişte tek-adamı öne çıkarır ve bu sistem ”yürütmenin üstünlüğü” kategorisinin bir alt-türüdür. (Hele, “yürütmenin üstünlüğü”, “karizmatik lider” ve “büyük adam” meşruiyet mitleriyle besleniyorsa ve erkten ziyade kişi tarafından temsil ediliyorsa problem katmerlidir.)

Sınıflı ve hiyerarşik toplumların ana-akım yönetim kuram ve uygulamalarında Perikles’in demokratik pratiği değil Eflatun ve Aristo’nun demokrasi alerjisi, Rousseau- Kant (?)– Marx çizgisinin eşitlikçi demokratik eğilimleri değil Makyavel – Hobbes – Hegel – Nietzsche, hatta kısmen Weber çizgisinin eşitsizlikçi kişisel yönetim modelleri baskındır. Uygulamadaki birçok anti-demokratik modelin (yoz kabul edilse de, edilmese de) ardında bu geleneğin süreklilikleri ve tortuları vardır.

“Modern” formlar çok çeşitli “yürütmenin üstünlüğü”, “başkanlık sistemleri”, “karizmatik liderlik” ve türevleri olarak boy göstermektedirler. “Filozof kral”ın yerini “karizmatik lider”, “prens”in yerini “güçlü başkan”, “mutlak monark”ın yerini bir tür “meşruti kral” gibi “kuvvetler ayrılığı” ile sınırlanmış “güçlü başkan” vs. almıştır. Çoğu parlamenter temsili demokrasi kisvesi altında resmigeçit yapan sözde demokratik türevlerin karşısında katılımcı-radikal demokrasi ve sosyalist demokrasinin gerçek cumhuriyetçi ve eşitlikçi türleri hâlâ alternatif projelerdir. Yine de kurulu düzenlerin ve yandaşlarının savunduğu kişisel yönetimler hümanist, eşitlikçi, özgürlükçü düşünürler ve hareketler tarafından sorgulanmaya ve değiştirilmeye çalışılmaya devam edecektir.

3. Karizmatik Liderler ve Büyük Adamlar
Monokratik tek-adam yönetimlerini inceleyen temel analitik kategoriler Sezarizm ve Bonapartizm iken bunlara Max Weber’in en gelişkin formülasyonunu verdiği karizmatik liderlik kategorisi eklenmiştir. Weber’e göre üç otorite tipi vardır: (1) Geleneksel otorite (örf, adet, din vs.’ye dayanan), (2) yasal-rasyonel otorite (modern hukuk devletine doğru ve seküler rotada ilerleyen), (3) kişisel yönetim biçimlerinde görülen karizmatik otorite (Bonapartizm sosyal sınıflar temelinde incelenirken, karizmatik liderlik daha çok psikolojik ve üst-yapısal kurumlar çerçevesinde ele alınmıştır).

Karizma, etimolojik kökeni itibarıyla dinsel bir terim olup aşağı yukarı “Allah vergisi yetenek ve nitelikler” demektir. Karizmatik lider, kendinde olağanüstü yetenekler ve dolayısıyla haklar ve yetkiler vehmeden, üstelik takipçi kitlesi tarafından da bu niteliklere sahip olduğuna inanılan, kendinden başka hiçbir dışsal otoriteyi, hukuku ve denetimi tanımayan otoriter, daha doğrusu otokratik liderdir. “Yukarılardan gelen” bir misyon “çağrı”sına uyarak ona sadakat ve coşkuyla itaat eden kitleleri peşinden sürükler. Ancak, vaatlerini yerine getiremediği ya da bunların sahte vaatler olduğu görüldüğü zaman iktidarı zayıflamaya başlar.

Geleneksel otoriteden sonra gelip “rutin”leşerek yasal-rasyonel otoriteye de yol açabilir; verili yasal-rasyonel otorite düzeni bunalıma girdiği zaman bir kurtarıcı olarak da ortaya çıkabilir; yani döngüseldir, doğrusal bir tarihi belirlenim olmayabilir.

Bir tarih felsefesi olarak tarihi “büyük adam”ların yaptığına inananlar için makbul bir kişisel liderlik ve yönetim tipidir; tarihin yapısal faktörlerce belirlendiğini düşünenler için makbul bir biçim değildir. Weber’in kendisi bu konuda ikirciklidir, ”karizmatik lider”e yeterince eleştirel bakamaz. Tarihsel örnekler listesinde peygamberler, kahramanlar, fatih komutanlar, demagog siyasetçiler, otokratik yöneticiler ve kanun koyucular, sorumsuz fakat etkili maceraperestler —bunların hepsi vardır. Karizmatik lider, medyada ve hatta akademyada sanıldığı gibi erkekse yakışıklı, kadınsa alımlı-bakımlı, iki halde de sadece etkileyici kişi demek değildir; teknik ve sorunlu bir terimdir.

Patolojik dönemler ve sosyopat kişilikler
“İktidar” ve “güç” kavramlarını yüceltenler ve “büyük adam”cı kuramcılar için olduğunun tersine, dikkatli bakılırsa, yukarıda sayılan tiplerin çoğu, toplumların kuruluş, çalkantı, bunalım, patoloji dönemlerinde ortaya çıkan, patolojik sosyal kitle psikolojisinde yankı ve karşılık bulan, kendileri de genellikle patolojik (nörotik veya psikotik,) psikopat, hatta bazen sosyopat kişiler/kişiliklerdir. Esasında toplumun probleminin bir çözümü değil, parçasıdırlar, belirtisidirler. Megalomanyak, narsist, egoist/egolatrist, kaprisli, kibirli özellikler taşıyabilirler. Geniş bir tayfın içine yerleştirilebilirler: Bu tayf bir uçta Hitler’i, arada baba-oğul Bush’u ve Blair’i, öbür uçta daha az (!) problemli Kennedy ve Roosevelt gibi Amerikan Anayasası’nı “geniş yorumlayan” “üstün kişilikli güçlü başkanlar”ı içerebilir.

Gerçekten bazı kayda değer vasıflara da sahip olanları bulunduğu gibi, yalnızca ortama denk düşen vasıfsızları, hatta lumpenleri de görülmüştür. Bir bölümü kurnaz ve manipülatif, bazen bir miktar zeki, akıldan her zaman uzak olup, çoğu zaman başlıca vasıfları cahil ve kurtarıcı arayan kitleleri etkileyen hitabet ve retorik becerisine sahip demagogluk olmaktan ibarettir. Halkın değerine, onuruna, haklarına, özgürlüğüne saygı duymazlar, çünkü muhtemelen öz-saygıları da zayıftır. Özgüvenli görünmeleri ve kibirli olmalarının ardında muhtemelen çocukluk travmaları yatmaktadır. Mazlumiyet istismarının arka yüzü de büyüklük (grandeur) kompleksidir.

“Büyük” ve “karizmatik” adamların çoğu, ne yazık ki hayatta oldukları süre içinde olumsuz değerlerlendiril(e)mezler. (Yanlış değerlerden, korkudan, çıkar ortaklığından.) Oysa toplumları ileri değil, geri götürebilirler ve başını belaya sokabilirler. Ancak öldükten sonradır ki —o da hepsi değil—hastaydı, suçluydu, caniydi diye eleştirilirler. Kısacası tarihçiler, siyasi sınıflar, siyaset bilimciler, psikolog ve psikiyatristler işlerini vaktinde yapmazlar. (Yurttaşları ve kitleleri aynı derecede suçlayamayız.) Bazıları öldükten sonra bile, yine bazılarınca yüceltilmeye devam eder.

Kitlelerin “ego-ideal”i
Karizmatik lider yettiğince ikna ve kandırma yöntemini, yetmeyince zor ve şiddeti, yani önce ideolojiyi, sonra da baskıyı uygular. İlgili ve biraz farklı bir analiz Freud’unkidir. Otorite ve egemenlik ilişkisinin iki taraflı olduğunu, liderin kitlelerdeki “ego-ideal”i temsil ettiğini, kitlenin otoriteyle özdeşleştiğini, bu işin sadece zora dayanmadığını söyler. Tarihsel süreç analizi daha doğrusaldır: Geleneksel toplumlarda ego-ideal “şahıs”tır, modern toplumlarda “norm”dur. Buradan “kişilerin yönetimi” yerine “kuralların yönetimi”ne evrilinir. Freud’un bir de yanlış varsayımı vardır: Bazı insanlar yönetmeye layık, bazı insanlar ise itaat etmeye müstehaktır. Çok beğendiği Nietzsche’nin varsayımı gibi: Üstün insanlar yönetir ve yaratır; diğerleri yığındır.

En tehlikelisi “karizmatik” lider ve otoritenin gelip “geleneksel” toplum ve otorite üzerine oturmasıdır. Ortodoks ve köktenci din zemininin ciddiyetini ayrıca belirtmeye gerek yok. Mesele, o zaman, katmerli olur: Din meşruiyetli faşizan plebisiter diktatörlükler ile organize dinle ittifak ve işbirliği yapan ırsi monarşiler (Arap krallıkları ve sultanları, Kuran’a el basarak anayasaya yemin eden son Ürdün Kralı) teokrasiden beter olabilirler. (Ziya-ül Hak’ın şeriat anayasası, Franko’nun Katolik kilisesi ile ittifakı, Mussolini’nin Vatikan’la Lateran Antlaşması vb.)

Büyük adamlar ve karizmatik liderler kuramlarının din doktrinlerindeki Allah’ın “seçilmiş kul”ları, giderek en seçilmiş kulları temasıyla akrabalığı da uzak değildir. Nasıl Freud’a ve hayranı olduğu Nietzsche’ye göre insanın ve toplumun doğası gereği insanların bir kısmı yönetmeye, hâkim olmaya ve yaratmaya ehil, bir kısmı da yönetilmeye, inanmaya, itaat etmeye mecbur ise, dinlerin hiyerarşik yapısı da dikey insan ilişkilerini emreder (tanrı, peygamber, sahabe, havari, rabbi, rahip, ulema, mümin vs.). Otokratik ve monokratik doktrin ve düzenlerin çoğunun soykütüğünde, bu seçilmiş ve Allah’a (en) yakın kul miti vardır. Rahip-kral, kralların ilahi hakkı, karizmatik lider, yarı-tanrılaştırılmış şef vs. kuramlarının şeceresi budur. (Tabii laiklik ve sekülerlik geliştikçe bu meşruiyet mitinin hükmü görece azalır.)

Monokratik yönetim biçimlerinin doğal sonucu kölelik, kulluk, kapıkulluğu, gönüllü kulluk (veya gönülsüz), serflik, hakları verilmeyen gruplar, etkisiz yurttaşlar, ücret köleliği vs.’dir. Makyavel ve Montesquieu’den esinlenerek “Doğu’da bir kişi (despot), eski Yunan’da birkaç kişi (“yurttaşlar”), döneminin Prusya’sında herkes “özgürdür” diye zırvalayan Hegel’in son tahlilde vardığı noktanın Prusya kralını yüceltirken “sığındığı “grund norm”un “vahyedilmiş din” olması tesadüf değildir. Monark da, kilise de tanrının yeryüzünde “marş marş yürüyen, ilerleyen” elçileridir. Din prangasının ve “Allah’ın izniyle, devlet benim” diyen monarkların hükmünün kırılması, Aydınlanmayla, Rousseau ve Kant’ın yoklamalarıyla, Diderot ve Hume’un ateizmiyle mümkün olmaya başlamıştır. Bu düşünsel süreç Marx’ta en olgun dozuna ulaşmıştır. Tabii, bu düşünsel süreç ile yükselen devrim hareketlerini ve sınıf mücadelelerini birlikte düşünmek gerekir.

4. Monokrasinin Etik ve Psikolojik Sorunları
Öyle bir siyasal kültür düşünelim ki, monokratik egemen “devlet benim” desin ve aynı derecede vahim olmak üzere yönetilenler de inanarak “evet, devlet sensin” desin (gönüllü kulluk, ideolojik yanlış bilinç vb.) veya demek zorunda bırakılsın (baskı, korku vs.); öyle bir siyasal kültür düşünelim ki monokratik lider “söyleyin bakalım sıfır nedir” diye sorsun ve topluluktan “sizin yanınızda biz efendim” yanıtını alsın; serfler “ölü canlar” olarak toprakla beraber satılsın vs, vb, vd.

Monokratik yönetimin, demokrasiye göre gayrı ahlâki, vicdansız, onursuz, vakarsız, estetiksiz yanlarını unutmamak lâzım. Rousseau’ya göre eşitsizlik insan onuruna ve vakarına aykırıdır. Kant’a göre tek tek bütün insanlar kendi içlerinde bir amaçtırlar, araç değillerdir. Marx’a göre, insanın insana egemenliği gayrı ahlâkidir. (Marksizm aynı zamanda bir ahlâk teorisidir.)

Karizmatik/monokratik liderlerin yönetimlerinde tek şahıs her şeydir, toplumun diğer bireyleri değişen derecelerde değersiz sayılır. Şef ile kitle arasındaki ilişkinin sosyal ve bireysel psikolojik mekanizması şudur: “Bir hiçtiniz, sizi ben bu hale getirdim, onun için bana biat edeceksiniz. Bu haliniz çok güzel, siz yüce bir milletsiniz” (halkı pohpohlamak lâzım), “ama bana borçlusunuz, o halde beni seveceksiniz ve bana sorgusuz sualsiz itaat edeceksiniz”. Artık bireylerde öz-saygı kalmamıştır, birbirlerine de saygı duymazlar, kurallar yoktur, şefin direktifleri vardır. Saygın olan yalnızca şeftir ve sonra da gözdeleri, avanesi, alt-şefleri vs. gelir. Tabii, bu iki ucu olan bir psikolojik ilişki ve bağdır; zalimi yaratan mazlumdur —direnmediği takdirde. Müteselsil sorumluluk sırasıyla şefte, sonra yandaşlarında ve “havarileri”nde, en sonra da halktadır.

Velilere kim velâyet edecek, vasilere kim vesayet edecek?
Her halükârda, insanların ve toplumların yaşamını belirleyen kararlar ve yetkiler neden tek adamda (tam monokrasi) ya da dışarıya hesap vermeyen bir grup adamda (otokrasi) merkezileşsin? Kaldı ki tek-adam yükseltildikçe, diğer adamlar küçülür. Bir de şu ezeli soru vardır: Velilere kim velâyet edecek, vasilere kim vesayet edecek? Oysa bunlara lüzum yok, ikilemi halledecek olan demokrasidir.

Kralın karşılığı köledir, sultanın karşılığı kuldur, çarın karşılığı serftir, padişahın karşılığı kapıkuludur, karizmatik plebisiter diktatörün karşılığı güdülen halk yığınıdır. (Hele işin içinde din de varsa…) Direktifleri ferman, ukase, emirname, kanun hükmünde kararname, kanunname, ölüm listeleri, her konuda didaktik hitabet ve nutuk şeklini alabilir.

Otokrasi, otoriterlikten öte, hiçbir kitleye ya da kurula karşı sorumlu ve hesap verir olmayan yönetim biçimi demek ise, monokrasi böyle bir yönetimin tek adamın şahsında bulunması demektir. Son kertede tek yönetici tarafından temsil edilen mutlak otoriteryanizm anlamındadır. Yasal veya anayasal sınırlamaların yokluğunda egemenliğe ve devlet yetkilerine sahip olmayı içerir. Kanun yapar, istisna koyar, ölüm kalıma karar verir. Yönetim ve tasarruflar keyfidir veya dayatmacıdır. Despotizmin ve diktatörlüğün kibarcasıdır. Mutlak otoritarizm esas itibarıyla siyasi alana hâkimiyet demek iken, totalitarizm sosyal yaşamın tüm alanlarını düzenleme ve denetleme demektir.

Otokratik/monokratik yönetimler sık sık, uyruklarının bütün yaşamını kontrol eden total/totaliter bir yönetime dönüşme potansiyaline sahiptir. Tek kelimeyle demokrasinin tam tersidir. Dolayısıyla, tek-adam yönetimlerinin en yumuşağı bile, parlamenter sistemin eşdeğer bir alternatifi değil, onun antitezidir. Onun içindir ki Amerikan başkanlık sistemini model aldığını iddia eden bir sürü başkanlıkçı / başkancı sistem kolayca daha da yozlaşarak diktatoryal / monokratik şekiller alabilmiştir. ABD’deki “güçlü başkanların”, hele tek kutuplu dünyada, artan monokratik tasarruflarını ise “kuvvetler ayrılığı” klişesi / miti gözardı ettirmemelidir.

Demokrasiye en uzak yönetim biçimi: Monokrasi ve türleri
İnsanların hepsinin eşdeğerli olduğunu (en “seçilmiş” kula karşı) kabul eden felsefe ve ahlâk sistemlerinde ve siyaset felsefelerinde güç-iktidar ilişkileri olabildiğince yataydır. Katılım tamdır, güç paylaşımı esastır, eşitlik-özgürlük-kardeşlik temeldir. Demokrasiye en uzak yönetim biçimi monokrasi ve türleridir. Başkanlık sistemi ve başkancı sistemler, bu tayfta, demokrasiye değil, monokrasiye yakındır.

Ataları monarşiler-büyük adamlar-karizmatik liderler-monokrasiler olan başkanlık sistemini ve türevlerini iyi değerlendirmek lâzımdır. Çünkü gücün ve yetkilerin tek adamda toplandığı monokratik yönetimlerde otolimitasyon ve özdenetim olmadığı gibi, dışsal denetim de yoktur veya cılızdır. Kuvvetler ayrılığının fren ve dengeleriyle sınırlandığı iddia edilse de, aşağıda hatırlatacağımız noktalar itibarıyla, başkanlık sisteminin sık sık ve en azından örtük biçimde monokratik boyutlarda “yürütmenin üstünlüğü”ne dönüştüğü söylenebilir. İkinci sınıf taklitlerinde ise bu apaçıktır.

Yürütmenin üstünlüğünden tek-adamın/monokratın/yüksek yetkili başkanın yönetimine bir, bilemediniz iki durak kalmıştır. Başkanlık sistemleri faşizan rejimlere, kişisel diktatörlüklere, “hanedan cumhuriyetleri”ne en açık/gebe sistemdir. Elitist/karizmatik liderci iktidar anlayışıyla, eşitlikçi-demokratik, anti-iktidar ve anti-güç politikası ve siyaset anlayışı arasındaki fark, ölüm-kalım meselesidir. Monokrasilerde özdenetim de, dışsal denetim de yoktur; karizmatik liderlerde bu akıl ve vicdan yoktur. (Bütün tek-adam rejimleri faşizme varmayabilir ama, bütün faşizmlerde tek-adam vardır: Führer, duçe, şef vs.) İktidara tapınma bazı kültürlerde daha fazla olabilir, ama maalesef uygarlığımızın varabildiği noktada hâlâ yaygınlıkla süren daha genel bir insanlık zaafıdır. (Uygarlığımızın kolektif belleğinde ve söyleminde kalan özdeyiş “sen de mi Brütüs”tür, “sen de mi Sezar” değildir.)

5. Yarı-Başkanlıklar ve Yoz Başkanlık Sistemleri
Bilindiği üzere, liberal kapitalist devletin tipik ve görece demokratik formu ve siyasal temsil normu parlamentarizmdir. (Tekelci kapitalist devletin otoriter ve totaliter formu ve siyasal temsil ve karar alma organizasyonu —solidarist ve faşit alt-türleriyle— korporatizmdir). Parlamenter sistem “yasamanın üstünlüğü” ilkesine dayanır, Yargı bağımsızdır, Yürütme’nin iki başından cumhurbaşkanı temsili-sorumsuz-az yetkilidir; öbür başı, kabinesiyle birlikte kolektif sorumluluk taşıyan ve asıl yetkili olan ve yasamaca denetlenen başbakandır.

Özellikle I. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan “yürütmenin üstünlüğü” doktrinleri ve uygulamaları aşırı uçta faşist devlet başkanlarına (ki Hitler örneğinde bu uygulama, “yetki kanunu”yla yasama-yürütme-yargı erklerinin nihai yetkilerinin Führer’de toplanmasına kadar varmıştır) yol açmış; daha munis formlarında ise iş, kendini parlamentoya o kadar da denetletmeyen “kuvvetli icra” argümanları ve kurumsal düzenlemelerinde kalmıştır. Ancak, liberal demokrasiden bu tam anlamında ya da görece uzaklaşmanın arkasında daha eski bir yüklü tarihsel, ideolojik ve politik bagaj olduğunu hatırlamak gerekir —kurumsal yapı modelleri ve meşruiyet kaynakları ve gerekçeleri itibarıyla.

Liberal demokrasinin —oligarşik başlangıçları da olsa— parlamentarizminden ilk sapma, Amerika Birleşik Devletleri’nin başkanlık sistemidir. Kuvvetler ayrılığı doktrini ve düzenlemeleriyle sınırlandığı savı ve sanısıyla, bir ölçüde sınırlansa bile, asıl (görece) demokratik form ve normdan ciddi bir sapmadır ve kendinden sonra gelecek olan daha büyük sapmalara emsal ve prototip oluşturmuştur. Eski Yunan siyaset teorisinde nasıl monarşinin “yoz” formu tiranlık, aristokrasinin “yoz” formu oligarşi(ler), demokrasinin (ki kendisi de örneğin Eflatun ve Aristo’ya göre çok makbul değildi) “yoz” formu mobokrasi (yığın yönetimi) idiyse, bunlara nispetle parlamentarizmin “yoz” formu başkanlık sistemidir. (Kendisinden daha da “yoz” formları ise, bir aralar “başkancı” sistemler denilen, çevre ülkelerinin ABD’yi şu ya da bu derecede örnek alan türevleri, ama esasta yürütmenin üstünlüğünün başkanlık alt-türünü tekrarlayan alt-alt türleridir.)

Taçsız kral / tahtsız monark
Parlamenter sistemlerdeki iki-başlı yürütmeye karşılık başkanlık sistemlerinde tek-başlılık vardır. Devletin başı olan başkan aynı zamanda hükümetin de başıdır. Ve donatıldığı çeşitli yüksek yetkiler nedeniyle (aşağı bkz.), yasama ve yargı erkleri karşısında, bazı Amerikalı anayasa hukukçularının ve siyaset bilimcilerin “taçsız kral”/“tahtsız monark” diye nitelemesine yol açmış olan bir konuma sahiptir. (Maurice Duverger, Fransa’nın yarı-başkanlığını bile “Orleanist“ diye nitelendirmişti.) Kuvvetler ayrılığı, anayasal kurumların morfolojik düzenlenmeleriyle, yahut ayrı ayrı yapılandırılmış olmaları itibarıyla kısmen bir miktar gerçek olan, ama daha büyük ölçüde lafta/lafızda kalan bir frenler ve dengeler durumu yaratıyor denilebilirse de, son tahlilde bu bir yanılsama değilse bir abartıdır.

Nesepleri kendilerince gurur ve meşruiyet kaynağı olan, ama aslında eleştirel değerlendirmeyle düpedüz yoz türev sayılması gereken, I.Dünya Savaşı, II. Dünya Savaşı ve soğuk savaşlar sonrası ürünü sivil ve askerî diktatörlüklerin anayasaları ABD başkanlık sisteminden esinlenmiştir. Bunların nesebini farklı göstermeye çalışanlar, ABD’nin kendisi ve müttefikleri ve “sosyal bilimci” apolojistleridir.

Ilımlı sapma: Yarı-başkanlık
Bunlara karşılık “yarı-başkanlık” sistemi denilen ve prototipi 1958 De Gaulle Fransız anayasası olan ve Duverger’nin teşhis ve tasnifine göre “yarı-başkanlık” sistemi olan, II. Dünya Savaşı sonrası altı örneğe (Fransa, Avusturya, Finlandiya, İrlanda, İzlanda, Portekiz!) daha sonra Sri Lanka eklenmiştir. Duverger, daha erken bir örnek olarak 1919 Weimar Almanya’sını göstermektedir. Bunlar, parlamentarizmden ABD ve türevleri kadar keskin bir sapma veya ona tam bir reddiye değildirler. Çünkü yürütmenin iki başı da muhafaza edilmiş, devlet başkanlığı ile hükümet başkanlığı/başbakanlık aynı kişide toplanmamış, ancak Başbakan, parlamenter sistemdeki kabineli başbakandan daha zayıf (hatta Cumhurbaşkanı’nın “yaveri” gibi) kılınmış, Cumhurbaşkanı’na da yüksek yetkiler verilmiştir. Başka bir deyişle daha ılımlı bir sapmadır. Aşağıdaki yoz örneklerde görülen kötülükte liderler ve rejimler çıkarmamıştır. Korporatizmin faşizmine nispetle solidarizmi ne ise bu da ona benziyor. Tabii “yozlaşmama”garantisi taşımaz (bkz. Sarkozy, Hollande). Nasıl ki parlamenter sayılan bazı sistemler de fiiliyatta, resmileştirilmeye çalışılıyor, başkanlık hamleleriyle sarsılıyor ve her geçen gün biraz daha yozlaştırılıyorsa…

Türev başkanlıklar
ABD Başkanlığı’nı ve onun hakkında Türkiye’deki sağcıların, “liberaller”in ve bazı “solcular”ın yanılsamalarını ve teknik analizi sonraya bırakırsak, önce kolay lokma olan ve ince analizi pek de gerektirmeyen “ikincil” önemdeki başkanlık sistemlerine bir göz atalım. Tüketici değil örnekleyici biçimler olmak üzere ve bazı maddi hatalar varsa düzeltilmesi kaydıyla, bunların hiç değilse belli bir dönemde başkanlık rejimi olanlarının kötü şöhretli aile albümlerini hızla hatırlayıp geçelim. Hemen söyleyelim ki yarı-başkanlıklar henüz aynı derecede kötü rejimler ve liderler çıkarmadıkları halde şimdi sözünü edeceklerimizin sicili hiç parlak değildir. Çünkü bu türev başkanlıklar diktatoryal yozlaşmalara çok açık olmuşlardır. (Kukla olmaya da daha elverişlidirler. Çünkü ABD çoğu zaman tek-adam üzerinden çalışmayı tercih etmiştir.)

Bazı örnekler: Asya’da Filipinler (Marcos), Türkmenistan (Türkmenbaşı), Endonezya (Suharto); Afrika’da Kenya (Kenyatta), Kongo/Zaire (Mobutu), Sudan (Beşir); Latin Amerika’da Arjantin (Gen. Videla), Brezilya (Gen. Branko), Guatemala (Montt),[2] Nikaragua (Somoza), Panama (Noriega), Paraguay (Gen. Stoessner), Şili (Gen. Pinochet) vb. (Uganda [İdi Amin], Orta Afrika [Bokassa] gibilerini bu kümeden örnekler olarak saymamamızın nedeni, o sırada rejimlerinin sadece fiilen yozlaştırılmış “parlamenter cumhuriyetler” olmasıdır.)

En çok örnek Monroe Doktrini’ne göre ABD’nin arka avlusu olan Orta ve Güney Amerika’da. Ordu, kilise ve “sivilleşmemiş sivil” unsurları fazla. ABD’nin darbe teşviki ve himayesi yüksek. CIA ve büyük sermayenin katkıları fazla. Başkanlık yapan şahsiyetler III. ve IV. bölümlerde sözünü ettiğimiz psikolojik sorunlara değişen derecelerde sahipler —iktidar tutkusundan kitle katliamcılığına kadar.

Her diktatörlük ve monokrasi başkanlık değildir (ama bütün başkanlıklarda diktatoryal eğilimler içkindir); ABD’nin koruduğu ve kolladığı ve çıkarlarına artık hizmet etmediğine karar verdiği zaman çeşitli yöntemlerle tasfiye ettiği/ettirdiği rejimlerin de hepsi başkanlık değildir; bir kısmı monarşi (Şah İran’ı), bir kısmı sultanlık, bir kısmı apaçık diktatörlük veya örtük diktatörlüktür.

Tabii, monokratik yönetimler yoz başkanlık sistemlerinden ibaret değil. Anayasalarında iki başlı yürütmeler bulunan, resmen parlamenter sistem olan, ama fiiliyatta yine Cumhurbaşkanı’nın Başbakan’ı ezdiği birçok tek-adam yönetimi var. Bunların da bir listesini ve tipolojisini çıkarmak lazım. Çeşitli “hanedan cumhuriyetleri”ni ihmal etmeden. Haliyle Arap monarşilerini (Suudi Arabistan, Ürdün), Şah İran’ını, Asya’nın yozlaşmış sözde cumhuriyetlerini (Pakistan), Hindiçini monarşilerini (Tayland) vs, vb, vd.’nı da. Avrupa’da, özellikle Orta Avrupa’da da, diktatoryal eğilimler boy göstermeye başlıyor.

6. Parlamenter Sistem ve Amerikan Başkanlık Sistemi
Çevre ülkelerinin “yoz” başkanlık sistemlerini beğenmediklerini ifade eden, ABD’ye hayran çelebilerin bildikleri klişelerin dışında bilmedikleri bazı şeyler vardır. Sihirli bir kavram sayılan “kuvvetler ayrımı” çevre ülkelerinde pek yoktur, “en demokratik” ülke saydıkları ABD’de vardır; hem güçlü başkan vardır hem de gücü sınırlanmıştır, denir. Aslında tamamen de öyle değildir. Amerikan anayasa hukukçularının duayeni Edward Corwin’in klasik kitabına epigraf olarak aldığı, eski Dışişleri bakanlarından Seward’ın şu sözü şaka veya kaza değildir:

“Biz dört yıl için bir kral seçeriz ve ona belirli sınırlar içinde mutlak yetki veririz; o da son tahlilde bunları kendine göre yorumlar.”

“Mutlak” sözcüğü olmasaydı, adeta bir “meşruti monarşi” tanımıyla karşı karşıyayız, derdik. Oysa daha fazla bir şey kastediliyor. Amerikan anayasasının daha yapılışında söz konusu olan ve bir alt-akıntı olarak bugüne kadar gelen “monarşik nostaljiler”e dair birçok unsurdan yalnızca bir tanesini hatırlatmış olduk. İlk dönemleri oligarşik olan ve giderek daha fazla temsili demokrasiye evrilen parlamentarizmden farklı bir yaklaşımla karşı karşıyayız. Morfolojik kurumsal düzenlemelerin, “kuvvetler ayrılığı”nın, bir sihirli sözcük olarak dünyada dillerden düşürülmeyen ABD Başkanlık Sistemi en azından fiili işleyiş itibarıyla yürütmenin üstünlüğü kategorisine giren bir “şef” sistemidir (“chief executive”, ”the chief”, vs.). Kennedy’nin danışmanı olan ünlü tarihçi Arthur Schlesinger’in ABD başkanlık sistemine “emperyal başkanlık” (emperyalist demeye dili varmıyor) demesi de boşuna değildir. Monarşik tortuları ve monokratik eğilimleri ile II. Dünya Savaşı’ndan sonra daha da güçlenen başkanlık kurumu ve soğuk savaşın bitişinden sonra tek-kutuplu bir dünya sisteminin emperyal gücü olan ABD’nin anayasası, ABD’nin emperyalist konumuna ve emellerine gayet iyi hizmet etmektedir. ABD anayasası ve yasalarının bazıları iç siyasette de demokratik değildir. Örneğin “Yurtseverlik Kanunu” (Patriot Act) ve oğul Bush’ta fiili olup Obama döneminde yasası çıkarılan, içte ve dışta Başkan’a yargısız infaz (kill list) emri verme yetkisini tanıyan düzenleme en kötüsünden bir monokratik tasarruf değil de nedir?

ABD anayasası ve emperyal başkanlık
Kuvvetler ayrılığı kuramı Başkanlık – Kongre (Temsilciler Meclisi ve Senato) – Yargı (en tepede Yüksek Mahkeme olmak üzere) kurumlarının, yani yürütme-yasama-yargı erklerinin birbirinden özerk ve birbirlerini sınırlayan ve dengeleyen aktörler olmasını sağlar. Ama, seçilişi itibarıyla, savaş durumlarında, dış ilişkilerde, “geniş yorum” teorisine göre “güçlü kişilikli”[3] başkanlar döneminde, Yürütme’nin yetkileri çok artar, Başkan’ın denetlenmesi ve frenlenmesi çok zorlaşır. Çeşitli konularda Senato’nun ön-onayı veya sonradan onaylaması (“tavsiye ve rıza ile onay”) gerekir, ama başkanın atama yetkileri Yüce Mahkeme konusunda olduğu gibi burada da son tahlilde ağır basar.

“Ayrı ve bağımsız” Yargı erki —Yüksek Mahkeme esas itibarıyla da muhafazakâr, statükocu ve idare-i maslahatçı bir kurumdur— birçok nazik konuya ve yasama inisiyatifine “bu, siyasi bir meseledir” diyerek girmez. Dolayısıyla yüksek siyasi icraat yapan Yürütme üzerindeki denetimi, daha çok onu denetlememe sonucunu verir; ünlü “kazai yargı” daha rutin ve daha az önemli meselelere inhisar eder. Yine “ayrı ve bağımsız” Yasama erkinin de Yürütme üzerinde parlamenter sistemdeki kadar denetim gücü ve yetkisi yoktur. Atamalarda (tayin) Yasama’nın telkin, tavsiye, sonradan onay yetkileri, azletme konusunda daha da cılızdır. Belli bir yasama vetosu dışında esaslı bir karşı denge oluşturamaz. Başkan’ın da karşı veto yetkileri vardır. (Kişiye ve duruma göre değişen Kongre-Başkan ilişkileri ve çatışmaları hakkında etraflı bir inceleme için Louis Fisher’e bkz.)

Biraz aşağıdaki karşılıklı yetkiler envanterinde görüleceği üzere, ABD Başkanı’nın konumu kuvvetler ayırımına rağmen sık ve kolay Yürütme’nin üstünlüğüne dönüşebilir. Kısacası, morfolojik bir anayasal kuvvetler ayrılığı kuruluşu fonksiyonel olarak etkili bir frenler ve dengeler sistemi demek değildir. Hele dış ilişkilerde Başkan’ın elini tutmak çok zordur.

Yapıldığı dönemde federalizmin de kaçınılmaz gereği olarak takdim edilen ve zaman içinde Montesquieu’nun kuvvetler ayrılığının (aristokrasiyi kollamak için), Locke’un parlamentarizminin (oligarşik), Madison’un “hizipler” teoreminin bir amalgamı olarak klişeleştirilen ABD Anayasası, esin kaynakları, amaçları ve zaman içinde ihtiyaç ve işleyişten gelen çok daha karmaşık unsurların eseridir. “Kurucu babalar” arasında köleci ve plantasyon sahibi hâkim sınıflar üyeleri de vardı, Jefferson gibi görece cumhuriyetçiler de, Hamilton gibi muhafazakâr ve monarşik nostaljileri sürenler de. İngiliz monarşisine başkaldıran bir koloni olmasına karşın, denetimsiz monarktan ürktüğü kadar, fazla demokrasiden ve halktan da korkan bir yönetici sınıfın eseriydi. Avrupa monarşilerindeki devrimsel kıpırdanışların burada da olmasından çekiniyorlardı. Yürütme’nin gücünden ve üstünlüğünden hiçbir şekilde vazgeçmiyorlardı. Anayasa, hem ileriye hem geriye bakan bir belgeydi.

Monarşi: Bir metafor olmanın ötesi
Rowland Egger 1963 tarihli Amerika Birleşik Devletleri Başkanı adlı kitabında (s.4) şöyle yazıyor:

Eğer Başkan bir kral ise, hiç şüphe yok ki basit bir meşruti monark da değildir. Ayrıca, bütün dünyada birçok monarşinin ortadan kalktığı bir çağda Başkan’ın gücü muazzam artmıştır.

Egger’in söylediğini Schlesinger Emperyal Başkanlık kitabında tekrarlayacaktır. Emperyal (ve emperyalist) ABD’nin soğuk savaş sonrası tek-kutuplu dünyada “Pax Americana”nın ötesinde bir emperyalist güç olmasında yönetim biçiminin Başkanlık olmasının çok payı vardır. Başkan’ın savaş yetkileri ve yürütme inisiyatifleri Kongre’nin (Yasama’nın) en denetleyemediği yetkileri arasındadır. (Monarşi temaları salt bir metafordan ibaret olmadığı gibi, monokratik durum, özellikle dış ilişkilerde ve zaman zaman iç politikada da barizdir.)

Amerikan Başkanlığı’nın “entelektüel tarihini” (fikir kaynaklarını ve kuruluş eğilimlerini) inceleyen McDonald, bazı kongre üyelerinin 1780’de Washington’un “ABD’nin tek diktatörü” yapılması gerektiğini ve ”ABD’yi yok olmaktan tanrının inayetiyle kurtarabilecek tek yol”un bu olduğunu savunduklarını yazar (McDonald, 141). O yıllarda “monarşiye bir nostalji” olduğunu belirtir; monarşinin özgürlük ve mülkiyetin cumhuriyetçi kurumlardan daha güvenli bir muhafızı olduğunu düşünenlerin hiç de az olmadığını ekler (McDonald, 150-151).

Esin kaynağı: İngiliz monarşisi
Hamilton, Madison, Morris, hatta bir ara Washington’un bile “güçlü bir yöneticinin/yürütücünün ancak bir meşruti monarşide varolabileceğini” düşündüklerini kaydeder (McDonald, 153) Daha kitabın başında söyledikleri de ilginç ve önemlidir:

“Amerikan Başkanlığı’nın yaratıcılarının önündeki aşikâr model İngiliz kraliyeti idi. Amerika’nın kuruluşu sırasında İngilizler bir meşruti monarşi biçimi geliştirmişlerdi. Hamilton, yürütme erki konusunda ‘İngiliz modelinin tek iyi örnek olduğunu’ iddia edecek kadar ileri gitmişti.” (McDonald, 12)

Ama yine McDonald’ın belirttiği gibi “kurucu babalar”ın İngiliz monarşisinden doğrudan ve tümüyle etkilenmeyecek kadar farklı bir tarihleri vardı:

“Yine de, Amerikalılar İngiliz sistemini kopya edemediler ama, onun etkisinden tümüyle kaçınamadılar da.” (McDonald, 13)

McDonald’a göre İngiliz “kraliyet prerogatifleri”nden ABD için Yürütme’nin ve Başkan’ın prerogatiflerinin esinini aldılar; Makyavel’in Prens’ini bile salt bir yürütücü olarak gördüler ve onda bir monark hasleti bulmadılar (s.40). Locke’dan Yasama’ya karşı “Yürütme’nin prerogatifi”ni aldılar (McDonald, 51).

McDonald’a göre, kurucular Locke’un “en üstün güç” (supreme power) saydığı Yasama’ya karşı Yürütme’yi de zayıf bırakmak istemediler. Monarşiye “nostalji” duyuyorlardı, ama dengeli bir kuvvetler ayrılığında karar kıldılar: “Güçlü Yürütme”—“Akıllı Yasama”—“Bağımsız Yargı” (McDonald, 150). (Vigorous Executive, Wise Legislature, Independent Judicial.) Birçok Amerikalı, özellikle New England’lılar monarşiyi “özgürlük ve mülkiyet için cumhuriyetçi kurumlardan daha güvenli buluyordu (McDonald, 151).

Bazı üyeler, özellikle Dickinson, şöyle düşünüyordu: “Güçlü bir Yürütme (ve yürütmenin başı) ancak bir meşruti monarşide varolabilir.” Hamilton’a göre ise “meşruti monarşi en iyi yönetim biçimleri arasındadır”, eşit faydalar asla/henüz herhangi bir cumhuriyetçi formdan elde edilememiştir (McDonald, 152).

Hamilton İngiliz sistemine hayrandı ve “ondan daha azının ABD’ye yeteceğinden kuşkuluydu” (McDonald, 152). Ama monarşi de “pratik” değildi, çünkü birçok Amerikalı buna razı değildi. (Yine de bir delege, kurucu mecliste 20’den fazla monarşistin bulunduğunu iddia etmişti. Hamilton’un güçlü yürütme yandaşlığına karşın Jefferson bu kurumun “düşman”ıydı (McDonald, 97). (Tabii, Thomas Paine de.)

McDonald’dan bir ilginç tespit daha: Kurucular, her ne kadar bir yandan Montesquieu, Locke, Blackstone ve Coke’a, öbür yandan Makyavel ve Hobbes’a aşina idiyseler de, “(e)n çok sayıda Amerikalının aşina olduğu kaynak ve otorite İncil’di. İncil’den, diğer müelliflerden daha fazla alıntı yapıyorlardı” (McDonald, 68). (Zaten ilk dönemlerde, özellikle New England’da, Amerika’nın “Yeni İsrail” olarak nitelenmesi yaygındı. (Benzer görüşler için aşağıya bakınız ve bu anayasanın ana hükümlerinin esas itibarıyla bugüne kadar geldiğini hatırlayınız.)

Hızlı bir envanter
Başkan’ın güçlü yanları ile yüksek yetkilerini ve bunların karşısındaki, kuvvetler ayrımından gelen fren ve dengelerin şöyle bir hızlı envanterini yapabiliriz (eksikleri olabilir):

Görüldüğü gibi, mitleştirilen kuvvetler ayrılığı, morfolojik yapılandırmanın dışında, Yasama (ve Yargı) ile Yürütme arasında pek de karşı dengeler yaratamıyor; özellikle dış ilişkilerdeki Yürütme Üstünlüğü’nün zaman zaman iç siyasete de transfer olduğu biliniyor. (Bkz. Truman’ın demir-çelik endüstrisine el koyması —aşağıda Corwin…) Herhangi bir erkte güç ve yetki toplulaşmasını önlemeyi öngören kuvvetler ayrılığı zaman içinde ve işleyişte Yürütme’nin aşırı büyümesini pek de önleyememiştir.[4]

İki kutup arasında bir yol bulma çabası: ABD anayasası
Amerikan anayasa hukuku ve siyaset bilimindeki “dar yorum – geniş yorum”, “güçlü kişilik – ortalama kişilik”, “katı ve dışlayıcı kuvvetler ayrımı – esnek ve işbirliği öngören kuvvetler ayrımı” münazaralarına burada girmeyeceğiz. Şu kadarını söyleyelim ki Rousseau (yürütme, yasamanın kontrolünde bir “görev”dir, bağımsız erk ve yetki değildir; katılımcı ve radikal demokrasi de yasamanın üstünlüğüne dayanır) ile Hobbes (“dev”-devlet ve mutlakıyetçi monarşi suretindeki yürütme bir zorunluluktur) ve Locke (güçlü Yasama ile güçlü Yürütme/Meşruti Monarşi) arasındaki münazaralar Amerikan anayasası yapılırken tekrarlanmıştır. Bir yanda olumlanan kudretli, monokratik bir monarka yakın tek-şef taraftarları varken, bazıları en büyük tehlikeyi erklerin birleşmesinde, özellikle tek-adamda toplanmasında görmüşlerdir. Amerikan anayasası bu iki kutup arasında bir yol bulmaya çalışmıştır: Hem monokratik olmayan güçlü bir yürütme (yine tek-adamda) hem de diğer erkler tarafından denetlenen bir yürütme istenmiştir. Bu da bazen çelişkiye, bazen ikileme, ama her halükârda bir iç gerilime yol açmıştır. Çok yürütme ile yetersiz yürütme arasında gidilip gelinmiştir.

Sonuçta ortaya bir ölçüde şahsa göre değişen bir Yürütme çıkmıştır. Tasniflerden biri şöyledir (Koenig, 13):

Biz de üçüncü sütuna belki şunları ekleyebiliriz:

Wilson, Truman, Kennedy, Nixon, Clinton, Bush, Obama.

Kişilikler (bazen patolojik), krizler (siyasi ve ekonomik, hatta bazen bizzat başkan tarafından çıkartılan siyasi krizler), savaşlar (bazen bir başkanca körüklenen)[5] bu makamın genleşmesinde rol oynamıştır. C sütunundaki “ büyük başkanlar”da bile (belki daha çok) monokratik ve patolojik özellikler görülebilmiştir. Savaşkanlık, cinsel sapkınlık, alkoliklik, tape skandalları dahil olmak üzere. C sütunundakilerin kimisi efsane olmuş (patolojiyi dışlamaz), kimi azil talebiyle yüksek yargıya sevkedilmenin (Nixon, Clinton) eşiğinden dönmüştür. Kimine rahatça savaş suçlusu (bombacı Truman, Clinton, G.W. Bush, Obama) denebilecekken, kimine psikiyatrik teşhis konması gerekirken, kimi düpedüz emperyalist ve savaşkan politikalar güderken “büyük adam” mertebesine yükseltilmiş, aslında makbul olmayan ve sabıka sicilleri bulunan tiplerdir. Amerikan ve dünya kültüründen kaynaklanan anayasal rasyonalizasyonlardır. Yolsuz şahıslara yol veren bu makam, ilkesel ve yapısal olarak da tek-adam yönetimindeki Yürütme’nin Üstünlüğü soyundandır ve “kuvvetler ayrılığı” ile denetlenmeleri beklenmiştir. Tabii, bunların arkasında hangi sınıflar ve çıkarlar var sorusu da var. Dünya için de tehlikelidirler (savaş, işgal, katliam, darbe, suikast, infaz, işkence vb.).

Geleneğin gücü
Stannard’a göre, Amerika’nın tarihinde kolonistlerin beraberlerinde getirdikleri geleneklere göre hareket ettikleri sık sık görülür. O kadar ki Anavatan’da köhneleşen unsurlar bile burada yeni bir zindelik kazanır. Anti-monarşist unsurlara karşı, özellikle güneyde, monarşik eğilimler sürmüştür. İngiliz Kraliyeti’nden bağımsızlık alınmıştır ama, “bazı kontrolların devamı için de etkili bir Yürütme’de” ısrar edilmiştir. Soru, güçlü Yürütme’nin bir kişiden mi, birkaç kişiden mi oluşması gerektiği olmuştur (s.61).

Hamilton bir Başkan ve Konsey önermiştir —ki bunlar ömür boyu görev yapacaklardır.

Teoride monarşi ve cumhuriyet siyasi aşırı uçları temsil ederler. Pratikte Amerikan Başkanı ise bir Tudor monarkına çok yakındır; sadece belirli onsekizinci yüzyıl incelikleri vardır ve, Amerikan siyasal sistemindeki her şey gibi, bir zaman-sınırı altında çalışır. (s.62)

Yine Stannard’a göre, Jefferson zamanında siyasi düşünceye toplum sözleşmesi teorisi hâkimdir (s.65). Ne var ki Amerika’nın Temsilciler Meclisi, İngiltere’nin Avam Kamarası’nın yetkilerine benzer yetkilere sahip olamamıştır. İngiliz ve Amerikan anayasal pratikleri arasındaki farklardan en büyüğü, halkın temsilcilerinden oluşan Meclis’lerinin sahip olduğu otoritenin çok farklı derecede olmasında yatmaktadır (s.72). Başka bir deyişle, İngiliz meşruti monarşisinde temsili demokrasi Amerikan başkanlık sisteminden daha fazladır.

Corwin’e (McCloskey’de) göre, Başkan’ın, acil durumlarda, açıkça verilmiş yetkilerinin ötesinde zımnî ve koşullara göre genişleyebilen yetkileri vardır. Yüksek Mahkeme’nin buna karşı çıkacak hali yoktur. Başkan’ın lüzum gördüğü ve kendini haklı hissettiği durumlarda

“Başkanlık otokrasisi güç boşluğunu hemen doldurur. Doğa vakumdan nefret eder; acil durum da öyle” (s.274). Kongre’nin yapabileceği tek şey boşluğa meydan vermemeye çalışmaktır.

Corwin, kitabının kapak sayfasının karşısına Dışişleri bakanlarından Seward’ın sözlerini epigraf olarak almıştır. Tekrarlıyoruz:

“Dört yıl için bir kral seçeriz ve ona belirli sınırlar için mutlak güç veririz; o da bunları kendine göre yorumlar.”

Corwin, Başkanlık “diktatörlük için bir potansiyel matriks” midir diye sorar ve hatırlatır ki daha uygun bir sözcük “tahakküm”dür, ama çok yüksek yürütme üstünlüğü zaten bir diktatöre gerek bırakmaz (331). Amerikan başkanının gücü ve itibarı “halkın en değerli özvarlığıdır”, ama şahsileşmemesi ve kurumsallaşması gerekir (339-345).

Corwin’in alıntıladığı (s.22) 1840 tarihli bir eserde (Abel Upshur, Federal Hükümet) şöyle deniyordu:

“Kuşkusuz Anayasa’nın en kusurlu yanı Yürütme Erkine dair olan kısmıdır….” (22)… “Yasama’ya ilişkin hükümler olabildiğince net ve kesin olmasına karşın, Başkan’la ilgili olanlar o kadar genel ve gevşektir ki, o görevlerini ihmal de edebilir, yetkilerini de genişletebilir…” Neredeyse, “yasamaya da, yargıya da ait olmayan yetkiler elbette tümüyle yürütmeye aittir; yani bu Anayasa’ya göre Başkan’a aittir.” (22)

Bir çar ile bir kukla arasında: ABD başkanı
Corwin’e göre yakın zamanlara gelinmeden önce başkanlık teorisine en önemli katkı Lincoln’dan gelmişti. Lincoln Kongre’yi az çok zorunlu bir külfet (nuisance) ve Kabine’yi de genellikle gereksiz addediyordu. Başkomutanlık maddesinden hareketle “savaş yetkisi’nin kendisinde olduğu çıkarmasını yaptı ve ulusal acil durumlara da teşmil etti (24) ve (263-269). Tabii sonra başka başkanlar da, başta I. Dünya Savaşı (Wilson) ve II. Dünya Savaşı (Roosevelt) olmak üzere bu emsali tekrarladılar. (Artı: Kore ve Vietnam.) Schlesinger’in deyişiyle II. Dünya Savaşı (“Roosevelt’in ilan edilmemiş savaşı”) Başkanlığın “yeniden uyanışı”, Kore Savaşı “yükselişi”, Vietnam “azgınlaşması” olarak görülebilir. Biz bunlara Afganistan ve Irak işgallerini vb.’yi ekleyebiliriz.

Bunlar “başkanlık savaşları” ise, Japonya’ya Truman’ın attırdığı (bilerek, sivillerin çok olduğu iki yerleşim merkezine) atom bombası da herhalde “başkanlık bombardımanı” ve katliamı olarak anılmalı. “Emperyal başkanlık” aynı zamanda “emperyalist başkanlık”tır. Amerikan emperyalizminin gemi azıya alabilmesinde “başkanlık sistemi”nin elverişli bir yönetim ve “Yürütme” biçimi olduğu dikkatlerden kaçmamalıdır.

Yine de Schlesinger’e göre —usûlen de söylenmiş olsa— Amerikan demokrasisi başkanlığı savaşta ve barışta kontrol etmeyi öğrenmelidir (12). Bir de şu var, diyor Schlesinger: Bir “çar” ile bir “kukla” (herhalde büyük burjuvazinin) arasında bir şey olan ABD Başkanı’yla ilgili marifet, “Anayasa çerçevesinde güçlü bir başkanlık” sağlamak olmalıdır.

Tarihin en haşmetli yürütme makamı
İşte çevre ülkelerinin “yoz” başkanlık sistemlerine rol modeli ve esin kaynağı olan devlet/hükümet biçiminin önemli bir boyutu da budur. Bazı ülkelerde, “yoz” x, y, z, modelleri olmaz; en iyisi “dünyanın en demokratik ülkesi olan Amerika”nın (!) kuvvetler ayrılığının fren ve dengeleriyle denetlenen “medeni ve etkili” başkanlık sistemidir deniyor. Oysa Başkanlık sisteminin katıksız bir nimet olmadığı, birçok Amerikalı anayasa hukukçusunun ve siyaset bilimcisinin kendilerinin de boğuştuğu bir konu olmuştur.

Koenig’e göre (19) Jefferson 1787 Philadelphia Konvansiyonu’nu “bir yarı-tanrılar heyeti” diye nitelerken, Hamilton şöyle diyordu:

Monarşi ve Parlamento lazımdı, çünkü “iyi bir yürütme, asla ‘Cumhuriyetçi ilkeler’ üzerine kurulamaz” (20). Dolayısıyla tekil bir monark/yürütme ve soylulardan oluşan bir senato/parlamento gereklidir.

Yine Koenig’e göre Başkanlığın yapılışında iki temel yapısal kavram vardı: Kuvvetler ayrılığı ve frenler-dengeler. “Karşılıklı çelişkili bu kavramlardan biri bölünmeyi ve bağımsızlığı, öbürü işbirliğini ve bağımlılığı öngörüyordu” (26).

Egger ise yıllar sonra hâlâ “Başkan bir kral ise, aynı derecede aşikârdır ki basit bir meşruti monark değildir” (4) diyor. Aynı zamanda çelişki dolu bir ifadeyle “bu tarihte görülen en haşmetli demokratik yürütme makamı”nın tarihin derin bir paradoksu olduğunu, çünkü çok mütevazı bir anayasal otorite üzerine inşa edildiğini (2) yazıyor. (!)

Benzerlikle, Truman da “ABD Başkanlığı dünya tarihindeki en büyük ve en önemli makam olmuştur” diyerek bildiğimiz Amerikan kibiri ve “istisnacılığını” bu vesile ile dile getirmiştir. (7)

Başkanın hükümranlık yetkileri
Görüldüğü gibi monarşi salt bir “metafor” olarak kullanılmıyor. Kuruluşta düz anlamında kullanılıyor, ileride “bazı bakımlardan ve kısmen” diye yumuşatılıyor. 20. yüzyılda ve özellikle ikinci yarısından itibaren ve bugüne de gelecek şekilde içte monokratik konotasyonlarla, dışta emperyal nitelemelerle devam ediyor.

Corwin ve Koenig’le bağlayalım: “…‘presidential prerogative’ Başkan’ın her şeyden önce Anayasa’nın kendisine dayanarak iddia ettiği güç için kullanılan kestirme bir terimdir” (103). “Presidential prerogative” / Başkan’ın hükümranlık yetkileri, üç faktörün ürünüdür: Kişilik, kriz (Başkan’ca tanımlanan) ve elverişli anayasal doktrin. Son yarım yüzyılda başkanın rolü esaslı ölçüde artmıştır: Kuvvetli başkanlar, iki dünya savaşı, savaştan daha ciddi bir ekonomik kriz, bazı bakımlardan sıcak savaştan da problematik bir “soğuk savaş gibi” nedenlerle (104). Bütün bunlar “Başkanlık makamının genleşmesine yardım etmiştir”.

Corwin, kitabında Lincoln’a epey yer ayırıyor ve onu “bir diktatör olarak Başkan” nitelemesi çerçevesinde inceliyor (22-25, 262-269, 331 vd.), nasıl kendisinde “savaş yetkileri” topladığını anlatıyor. (Aynı şekilde, başka bir makalede, Truman’ın çelik endüstrisine devletçe el koyuşunu, Başkan’ın savaş yetkilerini vesile ederek iç siyasette de yetki genleşmesine katkıda bulunduğunu belirtiyor. (“Steel Industry” adlı makalesi McCloskey’de.)

Başka bir açıdan da Roosevelt’in hem II. Dünya Savaşı’na resmen girişinden 15 ay öncesinden hangi fiili adımları attığını, savaş sırasındaki Başkomutan sıfat ve yetkilerini iç siyasete de teşmil ederek kendine “yarı-yasama” yetkileri alışını inceliyor (103-107).

Corwin’in tüm bunları onayladığını söylemek istemiyorum. Tam tersine, Fisher’den —olumlayarak— şu görüşü alıntılıyor: (267):

Yürütme gücü, en temel ve esaslı vasıfları itibarıyla dahi, Yasama gücüne tâbidir.[6]

“ABD başkanlık sistemi burjuva kapitalist devletin bile makbul formlarından değildir”

ABD Başkanı’nın ikircikli özelliklerine nazire olarak, Amerikan anayasası hakkında iki farklı yorumla bitirelim. Norton’un kitabının önsözünü yazan S.B. Pettengill diyor ki:

“Kolektivist akımlarca tehdit edilen bizler, gücümüzün yeniden uyanışını cumhuriyetimizin kayası olan manevi temellerde aramalıyız. Demokrasi, günlük insan yaşamının kutsallığına olan dinsel inancın ürünüdür. Din cephesinde en yüksek tecellisi İncil’dir; siyaset cephesinde ise Anayasa’dır. Çok iyi ifade edilmiş olduğu üzere ‘Anayasa, Amerikalıların sivil İncil’idir. Anayasa hakkındaki en iyi kitap(lar) her evde, her okulda, kütüphanede ve mahalle kilisesinde İncil’in yanında durmalıdır.” (s.V)

Bu, Norton’un kitabının kapağının içindeki dinci-milliyetçi-militarist bildiri ABD Başkan’larından Hoover’ın ilk imzasını takiben seçkin birtakım erkeklerin yanısıra dört ABD Başkanı’nın eşlerinin de imzalarını taşıyor (Taft, Coolidge, T. Roosevelt, Cleveland).

Önsöz’de ise Amerikan anayasasının Kanada ve Meksika, Orta Amerika’nın beş ülkesi, Güney Amerika’nın dokuz ülkesi, Avustralya, Güney Afrika, hatta Fransa, Belçika, İsviçre için de örnek oluşturduğu söyleniyor: Bunlara I. Dünya Savaşı sonrası Almanya’sı da ekleniyor.

Yine S.B. Pettengill’e göre, anayasa silahlı kuvvetlerdeki subaylar için herkes için olduğundan daha da önemlidir, çünkü onu desteklemek ve her türlü iç ve dış düşmana karşı savunmak için yemin etmişlerdir (s.vii). Buna karşılık, Wilson’un gözdesi ama ilkeli ve kişilikli Corwin’in (anayasa ve özellikle başkanlık konusunda duayen ve tartışılmaz otorite) başka bir açıdan ve belli bir gerçekçilikle kullandığı nitelemeler şaka değildir:

. kral

. başkanlık otokrasisi

. diktatör (dominant lider)

Amerikan sisteminin iyi yanları da olduğunu düşünen eklektik[7] demokrasi teorisyeni ve dürüst liberal Robert Dahl (Norton’un ve Pettengill’in tersine) şu değerlendirmeleri yapıyor:

“Birçok Amerikalı anayasanın demokratik dünyanın geri kalanı için model olduğuna inanır. Oysa demokratik kurumların uzun zamandır yaşadığı ve çöküntüye uğramadığı ülkelerin bir tanesi bile Amerikan anayasa sistemini benimsememiştir… tek istisnası olmadan hepsi reddetmiştir.” (s.42)

Dahl’a göre temel demokratik siyasi kurumların görece uzun zaman için kesintisiz işlediği ülkelerin sayısı (ABD dahil) 22’dir. Bu sayı, Avrupalı veya İngilizce konuşulan ülkeleri, Kosta Rika’yı (tek Latin Amerika ülkesi), İsrail’i (!) (tek Ortadoğu ülkesi) ve Japonya’yı (tek Asya ülkesi) içerir (7/21’i federaldir.) (43).

Amerikan Başkanlığı 22 içinde tektir. Seçilmiş tek-adam yönetimine sahip tek ülkedir. Gerisi parlamenter sistemdir. Yürütmenin başı, esas itibarıyla, Yasama tarafından seçilen ve denetlenen bir Başbakan’dır (44-45).

Dahl’a göre, Fransa ve Finlandiya’nın karma sistemlerinde (yarı-başkanlık) asıl yetkiler Başbakan’dadır, ama Cumhurbaşkanı’nın da özellikle dış ilişkilerde yüksek yetkileri vardır (47). Peki ABD niye başkanlığı seçti ve gerisi niye parlamentarizmi seçti? (47) Kurucuların önünde cumhuriyetçi model yoktu, sadece kuvvetler ayrılığı doktrini vardı (65). Parlamenter modelleri de yoktu (!!!) (70-71) Oysa bir yandan cumhuriyet teorileri, öte yandan Locke’un (oligarşik) parlamentarizmi vardı. Bütün eleştirelliğine karşın Dahl burada fazla hayırhah davranıyor.

Bir iç-kritik olarak Amerikan sisteminin ve anayasasının anti-demokratik yanlarına dikkat çeken Dahl, Amerikan Anayasası Ne Kadar Demokratiktir? adlı kitabında altını çizerek şunu söylüyor: “İstikrarlı demokrasiler”[8] addedilen ülkeler arasında, anayasal sistemi ‘başkanlık’ olan tek örnek ABD’dir.” Yıllarca Amerikan Siyasi Bilimler Derneği’nin başkanlığını yapmış olan Dahl’ın bu tespiti önemli görünüyor. “Liberal demokratik” dünyanın kendi içinde dahi model sayılıp uyarlanmayan ABD başkanlık sistemi, burjuva kapitalist devletin bile makbul formlarından değildir. (Tabii, beterin beteri de var.)

7. Türkiye’deki Durum
2014’te, Türkiye’de cumhurbaşkanı bir oldu-bitti havası içinde ilk defa halka seçtirilirken siyasi sınıfça gösterilmiş olan gaflet geri dönülmez değildir. Gündemdeki zaten gerekli anayasa değişikliği meselesine ıslah edilmiş bir parlamenter sisteme dönüş vesilesi olarak da bakılabilir, bakılmalıdır. O “seçtirme” işi, yalnızca halkoyuyla gelen bir cumhurbaşkanı hamlesi değildi; ileride Yürütme’yi kişi olarak da Yasama’nın denetiminden çıkarmanın ön-adımı idi. Bu amacın, fiilen güdülen bir meclise nazaran anayasal bir formülle daha kolay sağlanacağı ve daha yüksek meşruiyet taşıyacağı düşünülüyordu.

Cumhurbaşkanı’nın bir kez halk tarafından seçilmiş olmasının zorunlu bağlayıcı bir hukuki sonuç doğurmadığı savunulabilir. Bir hatanın, ikiliği veya iç-tutarsızlığı gidermek için de başka bir hatayla tamamlanması diye bir mantık olamaz; ancak ve ancak düzeltilmesi gerekir, diye düşünülmelidir.

Yaşamsal bir rejim değişikliği konusunda ciddi bir süre ve süreç geçirme gerekliliğini yerine getirmeden birtakım karışık anayasal ve yasal manevralarla, Cumhurbaşkanı’nı (ileride “devlet başkanı”na dönüştürmek üzere) halka seçtirdikten sonra şimdi de onu yüksek yetkilerle donatmamız gerekir tutumu mantıklı değildir. Bu, kundaklama yapıp, yangını söndürmeliyiz diye etrafa dayatmak gibi olur. Sorumsuz ve sembolik bırakacaksan niye halka seçtiriyorsun, işi doğrudan parlamenter sistemin temsilciler meclisine bırakmıyorsun?

Muhayyilenin gücü
Şimdi ya parlamenter sistemin Meclis’çe seçilen temsili-sorumsuz cumhurbaşkanına dönülebilir ya da mevcut ikili ve iç-gerilimli durumun fiiliyattan resmiyete dönüştürülmesinin bir zorunluluk olmadığı kabulüyle, ters yönde hareket edilerek, Yürütme erkinin (ve bunun başının) daha iyi denetlenmesi için ek tedbirler alınabilir, anayasa değişiklikleri yapılabilir. Birçok konuda olduğu gibi siyasette de insan muhayyilesinin sınırları çok geniştir. Başkanlık sisteminin yoz formlarını kurcalamak için değil, daha demokratik mekanizmalar yaratmak için kullanılabilir, kullanılmalıdır. Asıl amaç Yürütme’yi denetim altına almak (ıslah edilmiş bir Yasama ile) ve “tek-adam”da yetki merkezileşmesine meydan vermemektir.

Başta da, yazı boyunca da söylediğim, yine dayatmayla gelen bir Yürütme’nin Üstünlüğü (ve tek-adam yürütmesinin üstünlüğü) hamlesinin halk için eşdeğerli seçeneklerden biri olmadığı, bir büyük sınav olduğu, ülkenin geleceğini (ve akıbetini) belirleyeceği, “yakın ve açık bir tehlike” arzettiği, ilave anti-demokratik yasalara ve uygulamalara zemin ve kılıf hazırlayacağıdır.

Sözde anayasal parlamenter sistemlerdeki cumhurbaşkanlarının bile anayasayı ihlal ve suistimal örnekleri varken ve fiili durumlar resmi düzenlemelere dönüştürülürken (veya dönüştürülmeden), “anayasal” başkanlık sistemlerinin haydi haydi monokratik diktatoryal yönetimlere yol açacağında kuşku yoktur. Buna vakitlice direnilmelidir.

Siyasi sınıfıyla, akademyasıyla, medyasıyla, sendikalarıyla, dernekleriyle, bir saf halinde, tarihe yanlış yön verilmesinin önlenmesi hayati bir meseledir. Bu kesimler aynı zamanda kendileri hakkında da tarihe olumsuz not düşülmesine izin vermemelidir. Ne yapılmalı? sorusunun yanıtını insan muhayyilesi ve iradesi bulmaya çalışacaktır. Biz neyin neden yapılmaması gerektiğine işaret etmeye çalıştık.

Gidilmek istenen yer
Gidilmek istenen yer çoktan belli olmuştur (bir kısmı da fiilen gerçekleştirilmiştir): Hâkim parti yoluyla güdümlü Yasama, Yürütme’nin kontrolunda ve atama ve telkin yollarıyla güdümlü Yargı, ve artık “anayasal” olarak düzenlenmiş tek-adamlık üstün Yürütme. Muhafazakâr Montesquieu’nun korktuğu olmak üzeredir: Yasama ve Yürütme erklerinin aynı kurulda, hele tek-şahısta toplanması özgürlükler için en büyük tehlikedir. “Kuvvetler ayrılığı” diye takdim edilen başkanlık sistemi, daha önce birçok başka yerde olduğu gibi burada da, aslında bir “kuvvetler birliği” projesidir.

Liberal Brandeis’ın korktuğu da olmak üzeredir: Kuvvetler arasında karşılıklı frenler ve dengeler olmazsa sistem “kanunların değil, kişilerin (kişinin) yönetimi” olur. Tasarlanan projede karşılıklı fren ve dengeler olmayacaktır; “ayrılmış” ve “tepeye konmuş”, “denetleyen ama denetlenemeyen” bir “Başkan” dayatılacaktır. Oysa kuvvetler ayrılığı, başına buyruk bir “Yürütme Şefi”nin ayrılığı ve bağımsızlığı demek değil, bunun içerdiği monokratik eğilimlerin de son kertede Yasama tarafından denetlenmesidir. Teorik ve felsefi norm budur.

Yasamanın üstünlüğü: Örgütlü, kolektif bir erk
Kaldı ki halkın seçmesi, Yürütme’nin Şef’inin daha iyi denetlenmesini sağlamaz; tam tersine, Yasama gibi örgütlü kolektif bir kurum onu daha iyi denetler. Öbür türlü, yetki genişletmek ve gaspetmek isteyen bir başkan, ben halk iradesinin temsilcisiyim veya milli iradenin “bulucusu”yum diyerek Yasama’ya (ve Yargı’ya) karşı zaptedilemez hale gelebilir. “Yetki kanunları”na bile sığınmadan. Her birey, özellikle de “güçlü” bir başkan özellikle denetlenmelidir. John Dalberg-Acton’ın dediği gibi güç yozlaştırır, mutlak güç mutlak biçimde yozlaştırır. Örgütlü bir erk olan Yasama’ya kıyasla halkın metafizikleştirilerek soyut biçimde idealize edilmesi ancak siyasi retorik konusu ve plebisiter diktatörlerin sık kullandığı bir manipülasyon tekniğidir. Yoksa, demokratik bilinci zedelenmiş bir halk, denetim bakımından, zaten kendi temsilcisi olan –olması gereken– Yasama’ya göre etkisi daha dolaylı olabilecek atomize bireylerin aritmetik yekunudur.

Başkanlık arayışlarının başlarından beri milli Türk modeli, “demokratik” Amerikan modeli, çevre ülkelerinin daha uygun, yoz türev modelleri, şimdi de –bir kurnaz ricat gibi görünen– yarı-başkanlık modeli lafları geçiyor. Yarı-başkanlık sisteminin henüz yoz modeller kadar kötü rejimler ve şahıslar çıkarmadığını –çekincelerle birlikte de olsa– söylemiştik. Yine de hatırlamakta fayda var: Fransa yarı-başkanlık sistemi, onu getiren De Gaulle’e (ve Fransız halkına) pek yâr olmamıştı: Milli kahramanın halkıyla arasını açmıştı.

Başbakan’ın aslında Cumhurbaşkanı’nın “yaveri” konumunda olduğu daha tipik yarı-başkanlık modelinde, ABD’deki gibi “güçlü kişilik – geniş yorum” olanağı da suistimal edildiğinde, Sarkozy ve Hollande (sözde “sosyalist”) gibi kişiler ortaya çıkabiliyor; Fransa iç siyasette baskı ve özgürlük kısıtlamalarına, dış siyasette saldırganlık ve egemen ülkeleri bombardımana veya işgale (Mali ve Suriye’yi hatırlayalım) yönelecek şekilde azgınlaşabiliyor. (Yasama’nın denetimi daha güçlü olsaydı, Hollande bu denli azamayabilirdi.) Bu bir merdivendir; çevre ülkelerinde daha da vahim olabilir: Resmen yarı-başkanlık diye başlar, resmen tam başkanlığa ve yoz başkanlığa da inebilir; fiiliyatla başlayıp yukarıdaki resmileştirmelere de yol verebilir.

Maksat demokrasi ise
Kimilerinin verdiği yarı-başkanlık örnekleri arasındaki Avusturya, İrlanda, İzlanda, yukarıda Duverger’nin listesinde de vardı. Cumhurbaşkanının yetkileri örneğin Fransa’ya göre daha da sembolik kalacaksa niye riske girmeli ve bunu ileride komplikasyonlara gebe olacak şekilde niye yarı da olsa başkanlık sistemi olarak koymalı da, doğrudan parlamenter sistem diye düzenlememeli? Başka bir deyişle, aslında “yetkileri sınırlı” bir “başkanlık” sistemi diye zorlamanın âlemi var mı? (Böyle bir ciddi model de yok.) Hele, amacın aslında bu olmadığı biliniyorsa. Kuzu gösterip kurt çıkarmak halka karşı en azından nezaketsizlik olmaz mı?

Son günlerde bir ikinci tema daha işlenmeye başlandı: Yürütme’de iki-başlılık kargaşa, hatta “kaos” nedenidir, onun için Yürütme’de tek-başlılığa gereksinim vardır. (Giderek diğer erkler de tek-adamın etki alanına girmek üzere.) Oysa, yürütülen propagandanın tersine, Yürütme’de tek-başlılık, yani cumhurbaşkanlığı ile hükümet başkanlığının devlet başkanı sıfatıyla tek kişide toplanması tehlikelidir; iki-başlılık, yani bu iki makamın ayrı olması daha güvenlidir. Erkler nasıl birbirlerini karşılıklı frenler-dengeler sistemi ile denetliyorlarsa, Yürütme’nin kendi içinde de iki baş bazı bakımlardan birbirlerini denetler durumdadır. Bu da parlamenter sistemin başkanlık sistemine bir başka üstünlüğüdür.

Yürütme erkinin üstünlüğü başlı başına bir sorundur; yürütmenin tek şefinin üstünlüğü katmerli sorundur. Kısacası, beterin beteridir. Parlamenter sistemin “yasamanın üstünlüğü” ilkesi, başkan/şef sistemlerinin “yürütmenin üstünlüğü” yaklaşımından üstündür. Siyaset ve hukuk felsefesinin normu budur. Maksat demokrasi ise. Meclis üyeleri kadar tüm yurttaşların da özsaygısı ve vakarı bunu gerektirmektedir. Güdümlü meclis ve güdümlü halk mı, onurlu ve saygın bir meclis ve halk mı?

Dipnotlar

[1] 1980 askerî faşist cunta da, bir kolektif diktatörlük olarak, Yasama ve Yürütme’yi bir süre kendinde toplamış, Yargı’yı da denetimi altına almıştı.

[2] Tıbben “zihinsel ehliyeti olmadığı”, “mentally unfit” olduğu söylenir. Yoksa diğerleri arasında da bolca hasta ve suçlu vardır —işkenceden soykırıma, suikast ve “kayıplar”dan kitle katliamına kadar. Keyfi ve zorba yönetim zaten işin asgarisidir.

[3] “Karizmatik lider” ve “büyük adamlar” kavramlarını hatırlayalım. Artı, monarşik tortuları…

[4] Fisher “zımnî / örtük” – “açık”, ”belirli” – “örnekleyici”, özellikle “dış ilişkilerde de delege edilmiş” yetkilerden söz etmektedir. Sheldon ise (s.63) kuvvetler ayrılığının katı-“dışlayıcı”ya karşılık esnek-“karma” biçimlerinden bahsetmektedir. Tüm bunlar “geniş yorum”a yol veren ve başkanın yetkilerinin genleşmesine elveren unsurlardır.

[5] Akla hemen Wilson’un I. Dünya Savaşı, Roosevelt’in II.Dünya Savaşı, Truman’ın ve çevresinin soğuk savaşı, yavru Bush ve avanesinin Afganistan ve Irak işgalleri geliyor.

[6] Normatif olarak “tâbi olmalıdır” demek istiyor diye okuyorum.

[7] Dahl anayasada “demokratik olmayan” dört temel özellik gördüğünü söyledikten sonra 1,2,4’te anlamlı/anlaşılır pek bir şey söyleyemiyor, yalnızca 3’te “popüler çoğunlukların tehlikesi”nin abartıldığını belirtiyor (s.39). s.77’de “elektoral kolej”i bir kusur sayıyor, s.144’te Senato’da “temsilin eşitsiz” olduğunu ifade ediyor.

[8] İç politikalarında, ABD’nin kendisi başta olmak üzere, çeşitli bakımlardan hiç de demokratik olmayan, dış politikalarında da emperyalist ve ABD güdümündeki savaş ve işgal koalisyonlarının ortağı olan İngiltere, Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda, İsrail gibi ülkeleri de içeren tam liste için bkz. Dahl, s.186.

Kaynakça
Belz, Herman, A Living Constitution or Fundamental Law?, Boston: Rowman and Littlefield, 1998.

The Constitution of the United States: Analysis and Interpretation, prep. Library of Congress. Washington: U.S. Government Printing Office, 1964.

Corwin, Edward S., The President: Office and Powers, 1787-1984, New York: University Press.

Corwin, Edward Samuel ve Jack Walter Peltason, Understanding the Constitution, New York: Holt, Rinehart and Winston, 1949.

Corwin, Edward S. ve Louis W. Koenig, “Of Presidential Prerogative”, McCloskey’de, ss.103-125.

Corwin, Edward S.,”The Steel Seizure Case: A Judicial Brick Without Straw,” McCloskey’de, ss.257-274.

Currie, David P., The Constitution of the United States, Chicago: University Press, 1988.

Dahl, Robert A., How Democratic is the American Constitution?, New Haven: Yale University Press, 2001.

Egger, Rowland, The President of the United States, New York: McGraw-Hill, 1963.

Fisher, Louis, Constitutional Conflicts between Congress and The President, New Jersey: Princeton University Press, 1985.

Fisher, Louis, Constitutional Conflicts between Congress and the President, New Jersey: Princeton University Press, 1985.

Koenig, Louis W., The Chief Executive, New York: Harcourt Brace and World, Inc., 1964.

Laski, Harold J., The American Presidency, New York: The Universal Library, 1940.

McDonald, Forrest, The American Presidency: An Intellectual History, Kansas University Press, 1994.

McCloskey, Robert G. (ed.) Essays in Constitutional Law, New York: Alfred A. Knopf, 1957.

McKay, Robert B. (ed.) An American Constitutional Law Reader, New York: Oceana Publishers, 1958.

Norton, Thomas James, The Constitution of the United States, New York: America’s Future, Inc., 1941.

Political Handbook of the World, ed. Thomas C. Muller et al. Washington: CQ Press, 2011.

Schlesinger, Arthur M., The Imperial Presidency, New York: Popular Library, 1973.

Sheldon, Charles H., Essentials of the American Constitution, Colorado: Westview Press, 2002.

Stannard, Harold, The Two Constitutions, New York: D. Van Nostrand Co. Inc., 1949.

24 Ara 2015

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder