Tanıl Bora
Üç yıl önce bugün, 10 Ekim 2015’te, Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu, Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu, Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği, Türk Tabipleri Birliği’nin çağrısıyla düzenlenen Emek, Demokrasi ve Barış Mitingine katılmak üzere Ankara Garı önünde biraraya gelen topluluğa düzenlenen bombalı saldırıda 109 insan öldü. Bu, Cumhuriyet Türkiyesi tarihinin can kaybı bakımından, en ağır üç “olay”ından biridir. Diğerleri, 120 insanın öldürüldüğü Kahramanmaraş katliamı (1978) ve 283 insanın hayatını kaybettiği 15 Temmuz darbe kalkışması (2016). Maraş, bir pogrom, bir kırımdı (öyle görmeyenler, “toplumsal çatışma” veya “mukatele” diye tasnif eder). 15 Temmuz, adı üstünde, darbe girişimiydi. 10 Ekim, soğuk haber diliyle, “Türkiye tarihinin en kanlı terör eylemi” olarak anılıyor. Arka planını, gerçekleşme koşul ve imkânlarını bir tarafa bırakalım;[1] bombalı intihar saldırısıdır, en soğuk, en ‘teknik’ tabiriyle “terör eylemi”dir. Derdi gücü “terörle mücadele” olan, her taşın altında “terör” cürümü bulan bir rejimin, bir idarenin, karşısında dehşete kapılacağı, kendi baş meselesinin en vahim tezahürünü göreceği, ‘sahici’ terör.
Üç yıldır, 10 Ekim’e, böyle bir anlam ve önemin verildiğini görebiliyor musunuz?
Aksine, layıkıyla anmanın yasaklarla önlendiği, matemin/yasın men edildiğini görüyoruz. Canı yananların ikinci kez “kurbanlaştırıldığı” bir men ediş (link). Zafer Yılmaz, dahasını, sosyal medyada katledilenleri zemmeden “nefret şovları”nı hatırlatarak, “ölülere karşı sergilenen bu tutumun, nefret gösterisi yapanların gözünde tam da biz geride kalanların yaşamının da bir sorun olduğunu gösterdiğini” yazmıştı. Necmi Erdoğan’dan naklederek yinelediği gibi, beraber yas tutamamak, toplum olamamanın göstergesidir.[2]
***
İhtiramla başını önüne eğemeyen… bir de yası men eden… bir de unutturuşu ayrıca zulme çeviren bu… “şey” hakkında daha fazla konuşmayacağım. Bu, hep karşımızda.
Türk milliyetçiliğinin, toplam unutturma politikası, cehdi ve şevki içinde, ‘lehdar’ olduğu travmaları işlemekten dahi feragat ettiğine başka bir yerde değinmiştim.[3]
***
Belki, elbette bizzat bu kıyıcı unutturma siyasetinin de âmillerinden olduğu, kendi unutuşumuz üzerine biraz daha fazla düşünmeli. Özellikle travmaların fazlalığının, hele son birkaç yıldaki sıklaşmalarının, bireysel ve kolektif belleği serseme çeviren etkisini… Belki, unutmama gayretimizin kendisi üzerine, anma/hatırlama biçimlerimiz üzerine de düşünmeli. Sadece Adı Bahtiyar’daki (şarkı Ahmet Kaya/söz Yusuf Hayaloğlu) “Birileri ona ‘ölmedin’ diyordu…” dizesi, çok şey söylüyor.
***
Philip Roth bir romanında “Bazı şeyleri sadece önemli olmadıkları için değil, aynı zamanda fazla önemli oldukları için unuttuğumuzdan…”[4] söz ediyordu.
Burhan Sönmez’in son romanı Labirent, geçirdiği bir kaza sonrasında hafızasını geri kazanmaya çalışan bir adamı anlatıyor. Kahramanımız, hafızasının izini sürerken, bir yandan da adeta hatırlamanın ‘imkânsızlığını’ fark ediyor, hatta ara ara, unutmanın bir ‘imkân’ hatta bir lütuf olabileceği sezgisine kayıyor… Hatırlayamamanın sızısıyla, hatırlamanın beyhudeliğinin sızısı, birbirine dolanıyor. Şöyle diyor, bir yerde: “İnsan hayatının aslında geçmişin anımsanmasına değil parça parça unutulmasına yaradığını anlıyorum.”[5]
Usta bir romancının, -adeta Nietzscheci- Deleuzcü bir meyille-, hatırlamanın belki-imkânsızlığı ve beyhudeliği meselesiyle boğuşması, ‘durumumuz’ hakkında çok şey söylüyor.
***
Evet, unutturma tazyiki altında, unutturmak isteyenin zulmü altında, ondan gayrı, hatırlamanın kendi ağır yükü altında, hatırlamak zordur. Sahiden, emek istiyor: hafıza emeği (link).
İşte, 10 Ekim Dayanışması, bu vasatta, olağanüstü bir sabırla, bunun için çalışıyor. Unutturmama borcunu, “dayanışmayla, birlikte iyileşme” çabasıyla birleştirmeyi istiyorlar. O korkunç gün hayatını kaybeden insanların, sadece sayılar olarak değil, hikâyeleriyle hatırlanmasını sağlamaya önem veriyorlar. İnternet sitelerinde (link) hayatını kaybedenlerin doğum günlerini de bulabilirsiniz. Aralarından 10 kişi, 1 Ocak doğumludur. 1 Ocak, bu memlekette genellikle doğum günü kutlaması tatmadan büyüyenlerin ihtiyarî doğum tarihidir.
10 Ekim Dayanışması geçtiğimiz hafta sonu, düzenlediği panelde şu soruları sordu: 10 Ekim’in ve diğer katliamların kamusal hafızasını canlı tutmaya yönelik “gayrıresmî” bellek çalışmaları neler olabilir ve nasıl hayata geçirilebilir? Bu çalışmaların kolektif iyileşme ile hakikat ve adalet talepleriyle bağlarını nasıl güçlü kılabiliriz?
Bu sorular etrafındaki arayışlarını, 10 Ekim Dayanışması’ndan Hatice Kapusuz’dan aktarayım:
Odağı sadece 10 Ekim'le kısıtlamamak istiyoruz. Zira 13 Mart Güvenpark’ta ölen Destina Peri Parlak’ın hayatı Suruç’ta ölenlerle kesişiyor. O gün ölen Ozancan Akkuş ve 10 Ekim’de hayatını kaybeden Ali Deniz Uzatmaz okul arkadaşı. Orası hepimizin otobüs durağı ve durak ertesi gün eski haline getiriliyor, kimse ölmemiş gibi. 17 Şubat Merasim Sokak, herkesin yolu. Bu yüzden ‘hafıza-yas’ ve nasıl başka yollar buluruz tartışmasında odağa Ankara’nın yaşadığı üç katliamı da içeren bir hat izlemeyi planlıyoruz.
Can değeri bilmeyi öğretme gayretidir, bu. Bir insaniyet örfü geliştirmektir.
[1] Bu yazıda o yanına hiç girmiyorum.
[2] Zafer Yılmaz: “Ankara katliamı, kötülüğün sıradanlığı ve yas siyaseti”, Yeni Türkiye’nin Ruhu içinde. İletişim Yayınları, İstanbul 2018, s. 214-5.
[3] “Geçmişle hesaplaşma: Müşküller ve yordamlar. ‘Söyledim ve vicdanımı kurtardım’dan ötesi?”, Birikim sayı 248, Aralık 2009, s. 7-17.
[4] Pastoral Amerika, çev. Orhan Yılmaz, YKY 2018, s. 60.
[5] Burhan Sönmez: Labirent. İletişim Yayınları, 2018, s. 99-100.
birikimdergisi.com