Hapishane insanı çok değiştiriyor. Tecrübeyle sabit. Hayatta yapacağınızı düşünmediğiniz bir sürü şeyi yapıyorsunuz. Yani herkeste öyle mi bilmiyorum tabii ama bende öyle. Buradaki arkadaşlarım, dünyanın dört bir yanından yazarlar, içlerinde mebzul miktarda hapse düşmüş olanları da var, yüzyılların ötesinden gelenler de, yanı başımdan da, Mısır’dan ya da Nazi Almanyası’ndan da, ya da tam buradan, Bakırköy Kadın Cezaevi’nden de.
Benim ve hapishanelerden yazan “arkadaşlarımın” deneyimi diyelim, tecrübesiyle sabit evet, hapishane insanı değiştiriyor. Misal ben, tutuklanmadan önce birkaç istisna hariç hiç ama hiç günlük ve mektuplaşma okumamıştım. Nedense, basılmış günlük ve mektuplaşmalar rızayla olsa bile, hep çok mahrem gelirdi, elim gitmezdi. Merakımı yenemediğimden Arendt-Heidegger mektuplaşmalarını okumuştum birkaç yaz önce, başka da hatırlamıyorum.
Sonra, tutuklandım. Gereksiz düzenli ve disiplinli bir insan olarak, kendime dev bir okuma listesi yaptım; cezaevi kütüphanesi, iki haftada bir kitap alabildiğimiz Halk Kütüphanesi, dışarıdan gelecek kitaplar… On yıl kalsam okuyacak kitap listem hazır (Tövbe deyin lütfen, merci). Her zamanki gibi, gereksiz meraklı bir insan olduğum için, birbiriyle alakasız, milyon konuda okuyorum, hani okuma listemi görseniz, “Bu ne ya?” demeniz çok olası ama olsun, ben mutluyum.
Sonra işte, vakit geçti de geçiyor, malûm, biz hâlâ burada, önce burayı merak ettim, hani bizzat Bakırköy’le ilgili ne yazılmış diye. Dört Duvar Kadına ne Yapar? çıktı önce karşıma, İpek Merçil ve Seçil Doğuç Ergin’in Bakırköy Kadın Cezaevi’ndeki adli tutuklu ve hükümlülerle yaptıkları bence altın değerindeki çalışma. Keşke herkes okusa! Sonra Deniz Seki’nin Bakırköy Cezaevi günlerini anlattığı Deniz Dibi. İlk okuduğum “günlük” buydu. İtiraf ve özür birlikte gelsin, burun kıvırdım, beğenmedim. Sonraları, adlarını anmayacağım öyle kötü “şeyler” okudum ki, Denizin Dibi, gerçekliğiyle, listede üst sıralarda.
Tabii ki epeyce zaman önce okumuştum ama canım Sevgi Soysal’ın Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’na geri döndüm, Yıldırım Bölge’yi dışarıda okumakla, içeride okumak valla ne yalan söyleyeyim çok farklı…
Ardından Neval El Seddavi’nin Sıfır Noktasında Kadın’ı geldi. Mısır’ın anlatılmaz kötülükteki hapishanesinden hepimize hayat dersi veren seks işçisi Firdevs’in hayatı, içerisi ve dışarısı. Bakırköy’de de ne çok Firdevs var, bir bilseniz, her gün hikayelerinden bir şeyler öğrendiğim…
Anı ve mektup okumama inadımın kırılması, kitap listeme bakılırsa, Abidin Dino ve Kemal Tahir sayesinde olmuş. Sıralamadan öyle anlıyorum. Dino, Nâzım Üstüne adlı bence çok şahane arkadaşlık kitabında şöyle diyor:
“Bugün artık Nâzım yok, Bursa Cezaevi yerli yerinde duruyor, onun öfkesine eş bir öfke taşıyan genç tutuklularla dolup taşıyor. Ne var ki her şey değişebilir ve değişecek. Türkiye’nin cezaevlerinde yatan siyasi tutuklular Nâzım’ın şu dizelerini ezbere bilir:
Ve son gülenleri güzel gülecek olan yirminci asır
(benim şafak çığlıklarıyla sabaha eren müthiş gecem)
senin gözlerin gibi, Hatçem,
güneşli olacaktır…”
Hem Nâzım Hikmet’in hem de Abidin Dino’nun yirminci asra dair yanılmış olduklarını (hatta 21. asra dair bile, sonuçta 2024’teyiz) bir kenara koyalım, bu satırları okuyunca Piraye’ye Mektuplar haliyle düştü aklıma. Birkaç zaman sonra da Esir Şehrin İnsanları’nda Kemal Tahir’in cümleleri: “Mahpusluğun anasını yemekle, uyumak ağlatır, burada yemekle ve de uyumakla geçecek vakitler.”
Sonunda, başladım Piraye’ye Mektuplar’a. 400 küsur sayfa, Sadece Nazım Hikmet’in yazdıkları. Kemal Tahir malûm, hapishane arkadaşı, arada en flörtöz, en tatlı, en şeker hâliyle, sızıyor mektuplara.
Nâzım Hikmet’in Piraye’ye Mektupları, hani muhtemelen bir Nâzım uzun şiiri beklediğimden, onca gündelik hayat, anlatılamaz ekonomik zorluklar, siyasi baskı ve hapishanenin (70 küsur yıl sonra da hiç farkı olmayan) saçmalıkları ve tuhaflıkları nedeniyle, resmen ciğerimi söktü. Hapishanede bir adam, Bursa’da, Çankırı’da, İstanbul’da bir kadın, para yok, ama gerçekten yok, hiç yok, Nâzım cezaevinde, çeşitli “şeyler” üretiyor, onları sattırıyor Piraye’ye, misal bir peynirciyle tanışıyor, ondan ucuza peynir alıyor, Piraye birazını kendine saklayıp, kalanını satsın diye. Hapiste olmayı geçtim, bir de hayatta kalmaya, aç kalmamaya çalışıyorlar.
İnsan hapse girince, bildiğinden başka herhangi bir ortamda olabileceği gibi, kendine derhal bir hayat inşa etmeye başlıyor ve bir rutin oluşturuyor. Eh, hâliyle insanım yani, bulduğum pratik çözümlerin ilk benim aklıma geldiğine, başıma gelenin tek benim başıma geldiğine falan eminim. Piraye’ye Mektuplar ile birlikte, günlük ve mektup kuralımı esnetince, hayat bana tabii ki bir kez daha gökkubbenin altında, söylenmemiş söz kalmadığını gösterdi. Anıları ve mektupları okumaya başlamamla, okuduğum romanlardaki hapishane hikayelerini farklı görmeye başlamam, aynı zamanlara denk geliyor sanki.
Nâzım Piraye’ye yazmış: “Ne tuhaf, karşı karşıya geldik mi; konuşacak bir yığın şey olduğu halde, birbirimizin yüzüne doya doya bakma endişesiyle olacak, ne kadar az konuşuyoruz. Sonra ayrılınca hiçbir şey konuşamamanın verdiği azabı duyuyoruz.”
Bu cümlelerle anlatılanlar, benim 26 küsur aydır, Bakırköy’de her görüşten sonraki hissim. Tuhaf ve saçma biliyorum ama görüşlerde susup, birbirimize baktığımız oluyor ve evet, aslında o dakikalar altın değerinde.
Hapishanede, günlük bir rutin oluşturacak kadar vakit geçirdikten sonra, yine sırf size olduğuna emin olduğunuz bir şey oluyor: Her şey, her gün, her an aynı. Sadece ve sadece okuduğunuz ve yazdığınız şeyler farklı. Kanıtlayamam ama, her gün aynı şeyleri aynı saatte aynı şekilde yaptığıma eminim. Hani olsun olsun on dakika oynuyordur. Valla Polyannacılık oynayasım tuttu, bu her şeyin hep ve aynı olmasının iyi bir yanını bulmaya gayret ettim ama yok, olmuyor. Her gün bir öncesi ve sonrasının aynısı ama bir yandan da (biliyorum çok tuhaf ve inanılmaz ama) zaman, hızlı geçiyor. Ben tabii, yine bir tek bana böyle sanıyorum. Ve tabii ki öyle değil. 1904, Eylül ayı, Zwickau Cezaevi, İmparator II. Wilhelm’e hakaret ettiği gerekçesiyle tutuklanan Rosa Luxemburg’a bağlanıyoruz.
“Sabah 6’da kalkıyorum, 7’de kahvemi içiyorum, 8’den 9’a dolaşıyorum, 12’de öğle yemeği, 3’te kahve, 6’da akşam yemeği, 7-9 arası lamba ışığına izin var, 9’da yatak. Berliner Tageblatt geliyor. Bol bol okuyup, bir o kadar da düşünüyorum.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder