1950’de kaleme aldığı Günümüz Marksizmi Üzerine On Tez (Ten Theses on Marxism Today)[1] adlı sarih ve tok çalışması, Korsch’un düşünüşünün temellerini gözler önüne serer. Burada yapılmaya çalışılacak olan şey, Korsch’un bu metindeki tezlerinin açılım ve açmazlarının izini sürmektir. Fakat bunun öncesinde Marksizm hakkında bazı tespitler yapmak gerekiyor.
Marksizm bir referans obsesyonunun nesnesidir. Onu aşma çabası bile onun dolayımından geçmek ister. Bu durum semavi dinlerin kurucu metinleri karşısındaki tavırları akla getirir. Örneğin İslâm ekseri olarak Eş’ari kelamının egemen olduğu bir görünürlüğe sahip olsa da, Mutezile gibi akılcı, Dehriyun gibi materyalist birçok farklı yoruma zemin sunmuştur. Bunların yanı sıra Ali Şeriati’nin[2] senkretik bir çılgınlık olarak karşımıza çıkan varoluşçu, feminist ve Marksist İslâm’ı, yorumun çoğul imkânlar barındırdığının bir diğer karşılığı olarak okunabilir. Aynı şey kuşkusuz ki Hıristiyanlık için de geçerli. Hıristiyan Ateizmi[3], Augustinus’un Mesiyanist Komünizmi, Chavez’in Hıristiyan Marksizmi[4] ve gibi birçok farklı yorumdan sözedilebilir.
Belli bir süre için düşüncenin sabit yönelim nesnesi olarak taşlaşan semavi anlatıların başına gelen şey Marksizmin de başına geldi. Bu noktada sorulması gereken soru, bazı düşüncelerin zaman içinde neden yorumun asli uğrağı haline geldiği sorusudur. Bu soru belki de politik psikolojinin cevap vermesi gereken bir soru. Zaman içinde serpilen, entelektüel hegemonyasını kuran ve iktidarlaşan düşünce sistemleriyle kurduğumuz ilişki birçok bilinçdışı dalgalanmanın etkisi altında olabilir. Aydın, iktidarlaşmış bir doktrin karşısında yer yer söylemin zoruna karşı kendini savunmak için egemen söylemi içeriden oymaya çalışır ya da bazen egemen olan söylemin heybeti karşısında teslim olur. Kuşkusuz ki bazı büyük anlatılara dair obsesif düşkünlük salt bir politik psikolojizmle ya da kolayıcılık pragmatizmiyle açıklanamaz. Ama bazı anlatıların neden kendi karşıtını bile kendisi aracılığıyla ürettiği sorusu, gerçekten kıymetli bir sorudur.
Marksizmin belli bir dönem için entelektüel habitusun aşılmaz ufku[5] olarak yankılandığı, enteresan bir şekilde her türden yaklaşımın Marksizmin dolayımından geçerek rüştünü ispat ettiği bir gerçek. Özellikle post-yapısalcılığın serpildiği 1960’lı yıllara kadar, durum buydu. Sonrasındaysa entelektüel hegemonya post-modernizme doğru kaydı ve neo-Nietzscheci veya Foucaultcu diyebileceğimiz bir fetişizmle karşı karşıya kaldık.
Marksizm entelektüel hegemonyasını, iktidarlaştığı yerlerde de muhalif bir hareketin teorik izleği olarak konumlandığı yerlerde de duyurur. Fakat yazının başında da belirtildiği gibi, Marksizmi rehber edinmiş politik hareketlerin zafer kazandığı yerlerde teori çölleşmiş, fakat Marksizmin muhalif olanın sözü olduğu yerlerde teori serpilip gelişmiştir. Doğalcı anarşizmin, iktidardan uzaklaştıkça iyileşen insan kavrayışını akla getiren bu durum gerçekten de ironik. Fakat tüm bu tartışmalar bir kenara, gerçekten de Marksizmin bir kanonu olup olmadığı ve Marksizmin Marksist eleştirilerinin[6] handikaplarının neler olduğu soruları, genelde tüm teorik girişim açısından, özeldeyse Korsch’un metnini irdeleme çabası açısından sorulması icap eden sorular.
Marksizmin kanonunu tespit etme girişimi bir dizi tehlike barındırır. En temel tehlike yorumun sınırıyla ilgili sorunun yaratabileceği tehlikedir. Fakat bunu burada tartışmak yersiz olur. Yine de yorum meselesiyle ilgili indirgemeci olmayan bir çizgiye yerleşmenin daha objektif olacağını belirtelim. Aydın Afacan’ın da sık sık vurguladığı gibi, indirgemecilikle suçlanan Marksizmin, indirgemeciliğe indirgenmesi de indirgemeci bir falsodur ne yazık ki.[7]Fakat Marksizmin tüm farklı yorum veçheleri içerisinde kendisini koruyan, amiyane tabirle tözsel nosyonları vardır ve bu bağlamda Marksizme dair göreli bir indirgeme mümkündür.
Marksizm, yığın hareketlerinin vasatı içerisinde yüzeysel bir alımlanmaya tabi tutulduğu için, Marksizmi anlama çabası Marksist çıkarsama silsilesinin başlangıç noktasından değil varış noktası olan komünist özgürleşme çağrısı üzerinden ele alınır genelde. Oysa Marksizm her şeyden önce bir tür felsefi tavırdır ve onun tözsel zemini diyalektik ve tarihsel materyalizmin metodolojisidir. Marx, “gökyüzünden yeryüzüne inmez, yeryüzünden gökyüzüne yükselir”. Onun temel felsefi güzergâhı Hegelci evrenin tepetaklak edilmesiyle yol alır. Althusser’in bir çeşit metafizik olarak konumlandırdığı ve dışarıda bırakmayı önerdiği Marksist materyalizm[8], maddenin bir substanz olarak kavrandığı bir doğa anlayışı olarak karşımıza çıkar. Marx’ın materyalizmi, kendisini doğal hareketin zıtlıklar üzerinden serpilip geliştiği ve ilişkiselliğin mutlaklaştırıldığı bir diyalektiğe empoze eder. Marx’ın her eserinde Althusser’in mahkûm ettiği türden bir materyalizmi görmesek de, Althusser’in de kabul ettiği gibi mümkün dünyaların tümünde maddenin diyalektik hareketinin bir doğa yasası olduğu tezi Marx’ın eserlerinde şüphe götürmez bir şekilde duyurur gibidir kendisini. Fakat Marksizmin açtığı felsefi çığır, onun bu doğa görüşü üzerinden değil, bu doğa görüşünü de içine alan tarihselciliği üzerinden gerçekleşir. Marx, Demokritos ve Epiküros üzerine yazdığı tezde bile, Epiküros’un clinamen, yani sapma temelli esnek ve olumsallığa açık diyalektiğini olumsuzlar ve Demokritos’un mutlak mekanizmle giydirilmiş atomculuğunu benimser.[9] Marx’ın doğa görüşünün tarihle ilgili meselelere sıçraması ve diyalektik materyalizmin bir tarihsel materyalizm olarak yankılanıp bu tarihselci metodun içeriklendirilmesi, Marx’ın bir felsefi devrim olarak anlam kazanmasına vesile olmuştur. Marx, kendi teorik başarısının ne diyalektiği keşfetmek, ne materyalizmi benimsemek ne de sosyalizmi savunmak olduğunu; esas başarısının bir fizikçiden ziyade bir biyoloğa benzer şekilde tarihsel hareketin yasalarını ve yönünü keşfetmek olduğunu söyler. Kapital’in Almanca ikinci baskısı için yazdığı önsözde Marx, St. Petersburg’da yayımlanan Vyestnik Yevropi adlı bir gazetenin 1872 tarihli sayısında kendisiyle ilgili çıkan bir yazıdan şu alıntıyı yapar ve kendisinin bu denli iyi kavranmış olmasından memnuniyet duyduğunu belirtir:
“Marx için önemli olan tek şey, incelediği olguların yasasını bulmaktır; bu olgular, belli bir tarihsel dönemde belirli bir biçim ve karşılıklı ilişkiler içersinde oldukları sürece, onun için önemli olan, yalnızca onlara egemen olan yasa değildir. Onun için daha da önemli olan, bunların değişmelerinin ve gelişmelerinin, yani bir biçimden başka bir biçime, bir ilişkiler düzeninden, farklı bir ilişkiler düzenine geçişlerinin yasasıdır. Bu yasa, bir kez bulunduktan sonra, bunun toplumsal yaşamda ortaya çıkan etkilerini ayrıntılarıyla inceler. Bunun sonucu olarak, Marx, ancak bir tek şeyi dert edinir: Katı bilimsel incelemelerle toplumsal koşulların birbirini izleyen sıralarının zorunluluğunu göstermek ve kendisine temel çıkış noktaları görevini yapacak gerçekleri elden geldiğince tarafsız saptamak. Bunun için, aynı zamanda, hem şeylerin bugünkü düzeninin zorunluluğunu ve hem de insanlar inansınlar ya da inanmasınlar, onun bilincinde olsunlar ya da olmasınlar, hepsi aynı şeydir, kaçınılmaz olarak içinden geçeceği bir başka düzenin zorunluluğunu tanıtlaması yeter. Marx, toplumsal hareketi, yalnızca insan iradesinden, bilincinden ve düşüncesinden bağımsız olmakla kalmayan, tersine, onların iradesini, bilincini ve düşüncesini belirleyen yasaların yönettiği bir doğal tarihsel süreç olarak ele alır…”[10]
Tarihsel hareketin de tıpkı doğadaki hareket gibi doğal maddenin boyutlanmış bir formu olarak diyalektik bir çerçeveye sahip olduğu görüşü, Marksizmden beslenen hiçbir yorumun dışarıda bırakamayacağı bir teorik tözdür. Marx’ın oylumu geniş külliyatının hiçbir satırında, tarihselciliğin dışarıda bırakıldığı bir iddiayla karşılaşmayız. Toplumsal hareketin, maddi üretim ilişkilerinin belirleyici etkisi altında toplumsal sınıflar arasındaki ilişki dolayımıyla belirlendiği ilkesi Marx’ın teorik çabasından sökülemez. Bu bağlamda tarihin yönü, proleteryanın ontolojik statüsü, belirlenimin mahiyeti gibi tarihselci metodun içeriklendirdiği meseleler hakkında tarihselciliği dışarıda bırakmayan her türden yorum Marksizme değgindir. Neo-Marksizm olarak adlandırılagelen bir dizi yaklaşım, ortodoks Marksizmi bu bağlamlar temelinde sökmüştür zaten. Örneğin Althusser, Engels’in vulger ekonomizmi dışlayan satırlarında ve Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumairei’nde[11] Marx’ın devletle ilgili dile getirdiği iddialarda da karşımıza çıkan göreli özerklik açılımını zenginleştirdi ve üst-belirlenim (sur-determine) kavramı temelinde psikanalitik, cinsel ve benzeri birçok bağlamın yapısal değerini gözler önüne serdi. Althusser üretim ilişkilkerinin belirleyiciliğinin ancak geçici bir süre üst-yapıların gücü karşısında söneceğini fakat son tahlilde iktisadi belirlenimin zafer kazanacağını söyler. Bu, göreli özerklik kavramına karşılık gelen gerçekliktir. Üst-belirlenim denilen şeyse, üretim ilişkilerinin belirleyiciliğinin başka belirleyenlere edilgen bir belirleyicilik payı vermesinden başka da bir şey değildir. Althusser’in bu atılımı, Frankfurt Okulu’nun proleteryanın ontolojik statüsünü sorunsallaştıran ve tarihin sonuyla ilgili Marksist tarihsiciliği[12] sarsan yaklaşımlarıyla daha da farklı bir boyut kazandı. Bunların yanı sıra Gramsci’nin hegemonyateorisiyle, Michel Henry’nin Marksizmin etik sükselerini devralan tinselciliğiyle, Benjamin’in mesiyanizmiyle ve bunlara benzer birçok farklı açılımla çoğullaşıp zenginleşen Marksist düşünce, tüm bu görünümler içerisinde tözsel açıdan değil, ilineksel açıdan işleyen bir eleştiri temelinde, yeniden yapılandırılır. Çünkü tarihin, üretim ilişkilerinin belirlenimi altında diyalektik bir harekete tabi olduğunu reddetmeye başladığınız an, artık Marksizmin metodolojisinden uzaklaşmaya başlarsınız.
Karl Korsch’un On Tez’i de tözsel değil, ilineksel bir eleştiri olarak karşımıza çıkıyor. Korsch, Marksizmin, toplumsal kurtuluş ve sosyal devrim çabasının objektif rotasını işaret edecek bir teori olarak tümden sahiplenilmesinin gerici bir tavır olduğunu ve bunu artık tartışmanın bile anlamsız olduğunu söylüyor öncelikle (I. ve II. Tez). Korsch’a göre o günün temel sorunu Marksizmin tekelci tavrını kırmaktır (IV. Tez). Marx’ın, sosyalist mücadele birikimi içerisinde, bir bütün olarak anlamlı olan bir tarihsel mirasın taşıyıcılarından biri olarak kabul edilmesi ve Marksist ikonizme karşı ikonaklastik bir girişim çağrısı Korsch’un metnindeki en önemli akslardan birisi gerçekten de (V. Tez). Batı kapitalizminin devrimci süreç açısından sabitleştirilmesini (VI. Tez, üçüncü kısım) ve burjuva devriminin politik biçimlerinin sahiplenilmesini olumsuzlayan (VI. Tez, ikinci kısım) Korsch; Marksist devlet tezini, kapitalizmin zorunlu bir tarihsel uğrak olarak konumlandırılmasını ve iki aşamalı devrim teorisini reddetmektedir (VII. Tez).
Korsch’a göre özellikle iki aşamalı devrim teorisinin ve devlet tezinin billurlaştığı aksın altının çizilmesi, Leninist izleğe vesile olmuştur (VII. Tez). Fakat Korsch’un bu noktada ıskaladığı bir nokta var. Leninist girişim belki de Marksizmin içindeki ilk teorik yeniliktir. Lenin, Korsch’un da söz ettiği Batı kapitalizminin devrimci süreç açısından temel dolayım uğrağı olarak konumlandığı yaklaşıma karşı çıkmış ve az gelişmiş ve geç kapitalist, yarı-feodal bir ülkede proleter devrimi savunmuştur. Leninist girişimin bunun dışında iki temel yontusu daha vardır; Lenin, içinde bulunduğu tarihsel durumda burjuvazinin devrimci rolünü kaybettiğini ve kapitalist sıçramanın da ancak komünist rotayı takip etmekte kararlı olan bir öncü sınıf partisi dolayımıyla gerçekleşeceğini söylemiş ve 21. yüzyılın temel çelişkisini ezilen uluslarla emperyalizm arasındaki çelişki olarak konumlandırmıştır. Bu yaklaşım Mao’nun Teori ve Pratik[13] adlı eserinde çelişkilerin yer değiştirmesi ve asli çelişki, tali çelişki gibi kavramlar temelinde daha oylumlu bir şekilde yinelendi. Bu noktada şunu da belirtmekte fayda var; Marx’ın, devrimin Batı’nın gelişmiş sanayi merkezlerinden yeşereceğini söylemesi farklı şekillerde algılanmıştır. Marx açısından Batı, devrimci sürecin tarih bilimsel olarak kesinlenmiş merkezi miydi, yoksa Marx bir tarihsel trendden mi söz ediyordu? Bu konu da tartışılmayı hak eden bir konu. Fakat son tahlilde Lenin’in Marksizm içindeki bir yenilik olduğu yadsınamaz. Lenin’in söylediği bazı şeyler Marx’ın hiçbir eserinde gerçekten de yoktur. Bir kere Marx, Manifesto’da ulusların ölümünü ilan etmiştir. Ona göre para ulusunun zaferi kaçınılmazdı ve bu durum ulusal antagonizmaları sönümlendirecekti. Evet Marx, kapitalizmin küreselleşeceğini hem Manifesto’da hem de Kapital’de öngörmüş ama bunun sonuçları konusunda yanılmıştı. Durum hiç de ulusal antagonizmaların yok olmasıyla sonuçlanmadı ve 21. yüzyıl etnik kıyımların ve milli mücadelelerin yüzyılı oldu. Lenin’in buradaki farklılığı sadece ulusal olanın kazanacağı değeri öngörmesi değil, aynı zamanda ulusal kurtuluşu sosyalizm için zorunlu bir uğrak olarak konumlandırmasıdır. Belki bu nokta olumsuz bir yenilik olarak görülebilir ve Marx’ın daha sürnasyonal bir çehreye sahip olduğu söylenebilir. Fakat yine de, sınıf çelişkilerinin başka çelişkilerle boyutlanabileceğini söylemek daha heterodoks bir yaklaşım gibi duruyor ve bu bağlamda Lenin ve Mao belli bir teorik başarının taşıyıcıları olarak karşımıza çıkıyorlar. Lenin’in Marksizm içerisinde yol açtığı bir oylum daha var. O da ilginç bir şekilde Marksizmin ontolojik tarihselciliğinin epistemolojikleştirilmesi. Somut koşulların somut tahlili formülünde yankılanan bu yaklaşım, Marksist praksis anlayışını oldukça farklı bir bağlama oturtmuştur. Leninist teoride teori, pratiği tümden kuşatamaz. Bu yaklaşım bugün için geçerli olanın yarın için geçersiz olabileceği bir esneklik payı yaratır teoride. Bu yaklaşım daha sonraları Frankfurt Okulu’nun kapitalizmin tarihsel anlamını tarihsel bir bağlam içerisinde irdelemek temelinde mutlakçı olmayan bir epistemolojik konuma yerleşmesinde de karşımıza çıkar. Sartre da Critique of Dialectical Reason’da[14] tarihsel hareketin yasalarıyla ilgili mutlak kesinliğin söz konusu olmadığını, tarih bilimsel bilginin tarihsel bir mahiyeti olduğunu vurgular.[15] Bu durumda kapitalizmin yasaları ve yönüyle ilgili iddialarımız görelileşir ama aktüel olarak objektif olma payesini de korur. Bu yaklaşım gerçekten çığır açıcıdır.
Korsch’un Leninizmle ilgili bir diğer tespitiyse, Bolşevizmin devrimci bir fonksiyondan ziyade rejimi muhafaza eden bir ideolojik aparata dönüşmüş olduğudur (VIII. Tez). Bu bağlamda Korsch, aslında sosyalizm kisvesine bürünmüş bir egemen sınıf ideolojisinin tekelci ve bürokratik egemenliğinden söz ederek, Marksizmin sınıflar ve devlet ilişkisini araştırmayı hedefleyen ve analizlerini bu temele oturtan politik yaklaşım tarzını sürdürmüş olur. Korsch bizi, Ekim Devrimi’nin eleştirel bir analizini yapmaya çağırmakta ve Marksizmin sınıf mücadeleleri bağlamındaki fonksiyonlarını açımlamaya davet etmektedir (IX. Tez). Korsch’un son olarak neşter vurduğu reel sosyalist izlekse, tekelci ve bürokratik temelde örgütlenmiş bir devlet kapitalizminin proleteryanın özgürleşmesi ve gelecekteki komünist sekansın zaferi için mutlaklaştırılmasıdır. Korsch’a göre, proleteryanın kurtuluşu ve insanlığın sınıfsızlaşmış yönetimselliğe ulaşması için yapılması gereken tam da bu tarz bir tekelciliğin dışlanmasıdır (X. Tez). Kuşkusuz ki bu yaklaşım tümden Marx’a aykırı olmasa da, Marx proleterya diktatörlüğünün köylülüğü dönüştürmesi, burjuvazinin tümden mülksüzleştirilmesi ve iki aşamalı devrim sürecinin bir gereği olarak sosyalist sanayinin planlı işletimi gibi bazı görevlerle donatır devrimci iktidarı. Bu iktidar tümden sovyetik iktidarın tekelciğini içermese de, Marx üretim araçlarının yönetiminin komünist sekansa kadar tamamen demokratik bir ilişkisellik içerisinde gerçekleştirilmesine karşıdır.[16] Çünkü sosyalizm, bir sonraki zorunlu tarihsel uğrak olarak komünizmin objektif koşullarını inşa etmekle mükelleftir. Lenin de bunu benimsemişti. Dolayısıyla Stalinist gulagın Marx ve Lenin’le hiçbir ilişkisi olmadığını söylemek yangından mal kaçırmaktır.
Ekim Devrimi’nin yüzüncü yılında, Korsch’u ve bu bağlamda Marksizmi yeniden okumak anlamlı olsa gerek. Reel sosyalist tiranlığın artık ortalarda olmadığı günümüz dünyasında, Marksizmi irdeleme çabası muhalif olma şanını yeniden kazanmıştır. Nasıl ki Marx sonrası hiçbir şey artık eskisi gibi değilse, Duvar’ın çöküşünden sonraki dünyada da Marksizm artık eskisi gibi olamaz. Korsch’un da belirttiği gibi, yapılması gereken şey sosyalist birikimin bütünlüğü içerisinde Marx’ı anlamaktır. Günümüzde sol duyarlılık belki de hiç olmadığı kadar ve gezegenlerarası bir ihtiyaçtır. Edgar Morin’in de vurguladığı gibi solun eşitlik, özgürlük ve adalet şeklinde özetlenebilecek üç etiko-politik köküne bugün ekolojik bir kök ekmek gerekmektedir. Marksizm ise tüm handikaplarına ve materyalist dogmatizmine rağmen, devrimin nesnel koşullarını irdelemeye çalışan gerçekçi bir ütopizmi talep etmesi bağlamında hâlâ günceldir.
Ulaş Bager Aldemir - Birikim
[1] Taylan Erkıpçak’ın yayımlanmamış çevirisi temel alınmıştır.
[2] Bkz. Ali Şeriati, İnsanın Dört Zindanı. Çeviren: Hüseyin Hatemi. İstanbul: İşaret, 2007.
[3] Ernst Bloch, Hıristiyanlıktaki Ateizm. Çeviren: Veysel Atayman. İstanbul Ayrıntı, 2013.
[4] Latin Amerika solunun Hıristiyan düşüncesiyle kurduğu olumlu ilişki için bkz. Frei Betto, Fidel ve Din; Frei Betto ile Marksizm ve Kurtuluş Teolojisi Üzerine Sohbetler. Çeviren: Özgül Erman. İstanbul: Ayrıntı, 2016.
[5] Sartre’ın o meşhur diktumunu hatırlayalım: “Marksizm çağımızın aşılamaz ufkudur.”
[6] Demir Küçükaydın’ın aynı adlı bir kitabı bile vardır: Demir Küçükaydın, Marksizmin Marksist Eleştirisi. Köksüz Yayıncılık, 2009.
[7] Bkz. Aydın Afacan, Bulut Defteri. İstanbul: Yazılı Kağıt, 2017.
[8] Bkz. Louis Althusser, Filozof Olmayanlar İçin Felsefeye Giriş. Çeviren: İsmet Birkan. İstanbul: Can, 2016.
[9] Bkz. Karl Marx, Demokritos ile Epiküros’un Doğa Felsefeleri. Çeviren: Hüseyin Demirhan. Ankara: Sol, 2000.
[10] Karl Marx, Kapital 1. Çeviren: Alaattin Bilgi. Ankara: Sol, 1993, s. 26.
[11] Bkz. Karl Marx, Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i. Çeviren: Tanıl Bora. İstanbul: İletişim, 2016.
[12] Marx’ın tarihselciliği, tarihsel harekete bir son biçmesi bağlamında tarihsicidir. Marx da tıpkı Hegel gibi tarihselciliğini tarihsicilikle örtmüş ve imha etmiştir.
[13] Bkz. Mao Çetung, Teori ve Pratik. Çeviren: N. Solukçu. Ankara: Sol, 2012.
[14] Bkz. Jean-Paul Sartre, Critique of Dialectical Reason I-II. Translator: Alan Sheridan-Smith. London & New York: Verso Book, 2004.
[15] Aslında bu tartışma bilimin epistemik değerinin tarihselliği dışında, bilimin tarihsel üretilme koşullarıyla ilgili bir bağlama da oturtulabilir. Ama bu durum bilimin objektif anlamını sarsabilir. Althusser, bilimin iktisadi belirlenimin tarihsel etkisine maruz kaldığını ama bilimin bir yanıyla bütünüyle özerk ve tarih-aşırı bir objektiviteye sahip bir fenomen olduğunu söyler.
[16] Bkz. Karl Marx, Hayalet. Çeviren: Güçlü Ateşoğlu. İstanbul: Ayrıntı, 2017.