Translate

1 Mayıs 2021 Cumartesi

1 Mayıs'ta canımız ne isterse

"Canları ne isterse yapmak için mücadele eden işçilerin anısına ilan edilmiş birlik, dayanışma ve mücadele günü. "

Nuray Sancar

1866 1 Mayısı’nda Chicago işçileri canları ne isterse yapabilecekleri zamana sahip olmak için greve gitmişlerdi.

1 Mayıs literatüründe, “8 saatlik iş günü” mücadelesi olarak geçen bu tarihsel olayı böyle yorumlamak da mümkün. Zira grevciler taleplerini “8 saat çalışma, 8 saat uyku ve 8 saat canımız ne isterse” diye sloganlaştırmışlar ve günde 15-16 saati bulan çalışma zamanına isyan etmişlerdi; kendilerinden gasp edilen zamanı geri almak istiyorlardı. Bu cüretleri yüzünden işçiler ağır bedel ödediler ve içlerinden dördü idam edildi. Adli kayıtlarda işçileri suçlayacak hiçbir gerekçe yoktu ama onları diğerlerine ibret olsun diye astıran kurulu düzenin kaptan köşkündekiler, canlarının istediği bir kez kendilerine verildiğinde işçilerin bir daha durmayacaklarını biliyorlardı.

Nitekim 8 saat işgünü talebine ücretli hafta sonu tatiliyle yıllık izin eklendi, eğitim-sağlık hakkı talebi eklendi, belirli süre çalıştıktan sonra emeklilik hakkı eklendi. Böylece hayatın “iş”ten ibaret olmadığı ısrarı ve paşa gönül ne isterse ona ayrılmış zaman için mücadele bitmedi. 8 saatlik işgünü mücadelesi 7 güne insin, tek günlük hafta sonu tatili iki güne çıkarılsın, fazladan çalışma olursa ek ücret ödensin diye işçiler eylem yapmaya devam ettiler; sonuçta çalışmak için yaşamak değil, yaşamak için çalışmak istiyorlardı; boş zamanlarını en iyi şekilde geçirmek için daha iyi ücret, daha çok hizmet, kültüre ayrılmış boş zaman ve mekanlar istemeye devam ettiler.

Ne var ki işçi sınıfının kazandığı zaman aslında kendisine ait olamadı. Henri Cartier Bresson’un fotoğraflarını çektiği, hafta sonu tatilinde ailece pikniğe koşan işçilerin kiliseye gitmek dışında, boş zamanlarını neyle dolduracağına karar veren koca bir endüstri ortaya çıktı. O kadar çok seçenek üretildi ki bu endüstrinin kültürel mamullerini tüketenler, sahip oldukları seçme şansı sayesinde kendilerini özgür hissedebiliyorlardı. Aslında kültür endüstrisi hem fiziksel olarak hem de zihinsel olarak emekçi nüfusu kuşatıyor; geri kazanılmış zamanı, patronların hayallerini ve zihniyetini işçilere benimsetmek için bir fabrika gibi çalışıyordu.

Sınıfın içindeki rekabeti körükleyerek işçileri kimi zaman seçimleri kimi zaman etnik ya da dini kökenleri üzerinden birbirine karşı kışkırtmak, mağduriyetler veya düşmanlıklar yaratmak, iktidarın aldığı bir karar doğrultusunda harekete geçirmek ya da durdurmak gerektiğinde, her durumda bu endüstrinin çarkları çalıştı. Filmler, müzikler, diziler, gazeteler, televizyonlar kürsü propagandasının yapamadığını yaptılar. Özgür seçimin, kişisel tercihin ardında, aslında devasa bir beyin yıkama sistemi vardı. Ve bunun çarkları, zamanı geri kazanmak için vaktiyle topluca mücadele etmiş olan işçi ve emekçi sınıfların yeniden bütünleşememesi için dönüyordu.

GASBEDİLEN YAŞAM ALANI

Bizim gibi kültürel fay hatlarına bölünmüş bir ülkede boş zamanın nasıl değerlendirileceği, mekanların nasıl kurulacağı, yönetenlerin fayda sağladığı bir gerilim konusudur. Yaşam tarzları birbirinden kesin sınırlarla ayrışmış kesimlerin kültürel değerlerinin istismar edilerek yönetilmesi yerleşik bir alışkanlık olmuştur. Çünkü bu sınırların kapanmaması yani toplumun parçalı kalması, siyasi erkin bütünlüğünün ve gelecek zamanının garantisi olarak görülmektedir.

Yoksulluk, işsizlik ve açlık gibi ortak dertlerin birleştirdiği nüfusu ayrıştırmak için bir kesimin ayrıcalıklı, elitist, asalak olduğu, Boğaz'da viski içip yalıda ahkam kestiği; dine imana kurana saygısızlık ettiği, sapkın zevklere sahip olduğu değişik vesilelerle farklı cümlelerle ifade edilir. Bunun diğer taraftan üretilmiş versiyonunda muhatabın cahil, fırsatçı, çıkarcı ve kurnaz olduğu vardır.

Aynı tezgahta, büroda, okulda gününü birlikte geçirip beraberce sömürülenler milliyeti, dini, mezhebi, yemesi içmesi, oturması kalkması söz konusu edilerek karşı karşıya geldikçe her biri kendi gettosunun sınırları içinde bilenerek teyakkuzda kalır. Çünkü başkasının farklı yaşam alışkanlıklarının onunkini tehdit ettiği, inandığı siyasetçiler tarafından ona defalarca söylenmiş olanlar masala dönüştürülmüş bir tarihin de şahitliğinde kendilerini korkularına teslim ederler. Kurtarıcıları ise bu korkuları kışkırtanlardır.

Ne var ki kendi şirketinin mallarını başında bulunduğu Bakanlığa satanlar, lüks arabalarda gezinenler, parti kartıyla zengin olup bunu milletin gözüne sokanlar, millete küflü patates dağıtıp kendisi lüks sofralarda demlenen Saray sakinleri, telaffuzu zor rakamlara ulaşan servetlere ulaşanlar ile “alnı secdeye değenler” arasındaki duygu ortaklığı eskisi kadar kolay kurulamıyor. Çünkü artık yaşam tarzları aynı tezgahta olanlar arasındaki farklılıklardan değil, o tezgaha yukarıdan bakanlarla aşağıda olanlar arasında ayrışıyor. Bir yanda sınırsız zenginlik diğer yanda ise açlık ve yoksulluk.

 Pandemi, bahçesi Boğaza açılan yalısından fotoğraf çektirerek “evde kalın” çağrısı yapan zenginle (Sabancı), evde kalması mümkün olmadığı gibi her gün tıklım tıklım otobüslerde işe gitmek zorunda kalanların hiçbir ortak noktası olamadığını da gösteriyor. Aynı biçimde geçirilen zamanlar yok. Ortak yaşam alanları ve yaşam tarzları da kalmadı.  

İşgünü sekiz saat sınırını çoktan aştı ve mesai ücreti ödenmeden uzayan saatler boyunca çalışmak işin normali oldu. Pandemi nedeniyle ‘kapanma’ bağlamında yurttaşlarının kayıplarını karşılamaktan aciz, onların ne yiyip içeceğini önemsemezken evde içilecek içkiye bile yasak getirmeye kalkan siyasi iktidarın bu tavrıyla avunacak bir ruh da yok. Bu yüzden böyle kararlarla düşkünleştikçe düşkünleşiyor.

İçki yasağı beklendiği gibi tansiyonu yükseltemedi, herkesi sabit saflarına geri çekmedi. Rize İkizdere’deki köylülerin yaşam alanlarını taşocağından korumak için sürdürdüğü mücadelesinin üstü, içki tantanasıyla örtülemedi. Köylülerin dikkati de çelinemedi.

Kültür savaşlarını kızıştırarak politika yapan iktidar partisinin en çok oy aldığı şehirde yaşam alanlarını iktidara karşı korumak zorunda kalan köylüler içki içen akranlarının değil ejder meyveli smoothie içen sözde velinimetin gadrine uğramaktaydılar.

***

Bugün 1 Mayıs

Canları ne isterse yapmak için mücadele eden işçilerin anısına ilan edilmiş birlik, dayanışma ve mücadele günü.  Bu mücadeleden 150 yıl sonra, dünya  bir salgın hastalığın pençesindeyken lebaleb işyerlerinde hastalık kapmamaya “dua ederek” çalışanların, kendilerine ait bir zamanı ve gasbedilme tehdidi altında olmayan yaşam alanları yok. Hayatın günde sekiz saatten fazlasının geçtiği işyeri, emekçinin etine ve kemiğine el konulduğu bir sömürü ve azap mekanı. Geriye kalan zamanın sürdüğü, yokluktan ve yoksulluktan şenlenemeyen, bakımsız evler bir yaşam tarzının yeşeremeyeceği çoraklıkta. Hayatın diğer alanları ise bedelsiz arsa istilası altında büzüşüp daralmışken “canın isteği”ne ne mekan ne zaman kalıyor.

Yine de 1 Mayıs kutlu olsun. Emekçilerin uzak atalarının zamanı ve mekanı kazanmak için yaptıklarını hatırlayıp hiç unutmamakta yarar var. Onlar bir yaşam tarzı dayatan kapitalizme karşı yaşam alanlarını genişletmek için mücadele etmişlerdi. Birçoğu bunun koşulunun bu sömürü sistemine toptan son vermek olduğunun da farkındaydı. Bu kıyasıya mücadeleden, şu günlerde işverenlerin ve arkasındaki siyasi gücün imha etmeye çalıştığı güçlü bir miras kaldı. Bu hatıra, “canımız ne isterse” yapmaktan gururlanacağımız bir yaşam tarzına layık olduğumuzu gösterdiği için her gün lazım oluyor.

Evrensel

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder