Translate

Demokrasi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Demokrasi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Eylül 2025 Salı

Bad-el harab-ül Basra: Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler

 AKP’nin “altın çağ” diye sunduğu yıllar, kısa vadeli kazanç ve rant politikalarıyla şekillendi; kamu varlıkları elden çıkarıldı, hukuk ve demokrasi geri plana itildi, toplumsal hafıza silindi. Muhalefetin pasifliği AKP’nin içeride otoriterleşip dışarıda reformcu  görünmesine zemin sağladı. Bugün eski kaynaklar tükendi, kadrolar etkisizleşti; iktidar hâlâ geçmişin hatırasına tutunarak siyasi alanı kısıtlamaya çalışıyor. Sadece muhalefeti değil, siyasetin kendisini de işlevsizleştiriyor. Ancak Türkiye’yi siyaset yapılmaz bir alana sürüklerken, kendi bekasını da uçuruma doğru itiyor


Bad-el harab-ül Basra” der Araplar: Basra harap olduktan sonra…

Yani iş işten geçtikten, şehir yıkıldıktan, hayat darmadağın olduktan sonra dökülen gözyaşının, yaşanan pişmanlığın bir anlamı kalmaz. Bazen Türkiye’de iktidarın kendi devamı için ülkeye neler ettiğini düşündüğümde aklıma bu söz geliyor. Her gün yeni bir kaosun pençesinde, yeni bir operasyon, yeni bir debdebe…

Tabloyu neresinden anlatmaya kalksan eksik kalıyor. İşte geçtiğimiz hafta CHP’nin il binasında yaşananlar da bu manzaranın yalnızca bir sahnesi. Bazen bugünü anlamanın yolu, bir zamanların o parlatılmış yıllarına dönüp bakmaktan geçiyor. AKP’nin kendi hatıra defterinde “altın çağ” diye sakladığı yıllar… O dönem dünya ekonomisi parasal genişlemenin en coşkulu günlerindeydi. FED’in açtığı para muslukları öylesine kuvvetli akıyordu ki, bizdeki derme çatma kanallar bile şelale sanılıyordu.

Türkiye’ye para yağıyor, döviz rezervleri kabarıyor, kur sakin, faiz makul seyrediyordu. Bir ekonomiyi yönetmek için ne sanayi politikası gerekiyordu ne de uzun vadeli vizyon. Zaten küresel rüzgâr öylesine kuvvetli esiyordu ki, dümeni tutan kişi direksiyonda uyuklayarak bile yol alabiliyordu. O yıllar, iktisat kitaplarının örnek diye anlattığı “dış şok”un ballı kaymaklı versiyonuydu: Ülkeye giren sıcak para, yanlış politikaların üzerini cilalıyor, yapısal zaafları görünmez kılıyordu. “Reform” dedikleri şey aslında dışarıdan akan paranın geçici makyajından ibaretti.

Ellerindeki kamu varlıklarını yok pahasına elden çıkarırken bunun yerine nasıl bir sanayi politikası koyacaklarını hiç düşünmediler. Zira buna gerek yoktu. Böyle şeylerin acısı hemen çıkmazdı; faturası her zaman gecikmeli gelir, bedelini de onlar değil gelecek kuşaklar öderdi. Onlar için önemli olan bugünün bilançosunu şişirmekti. Telekom’un, şeker fabrikalarının, limanların, elektrik dağıtım şirketlerinin elden gitmesiyle doğacak çoraklık yıllar sonra ortaya çıkacaktı. Satarken de en ufak bir tereddüt yaşamadılar; günü kurtarmak, vitrini parlatmak yeterliydi.

Üstelik bütün bunlar “verimlilik" ve "özel sektör dinamizmi" bahanesiyle meşrulaştırıldı. Oysa özelleştirme adı altında yapılan, çoğu zaman üretkenliğin artırılması değil kısa vadeli nakit akışı sağlanmasıydı. Kamu mülkiyetinin tasfiyesi ekonomik olduğu kadar toplumsal bir hafızanın da silinmesiydi. Cumhuriyetin ortak mirası günübirlik döviz girişine indirgenmişti.

Ardından ülke bir şantiyeye dönüştü. TOKİ’ler, rezidanslar, AVM’ler, köprüler, havalimanları… Betonun yükseldiği her yerde iktidar da kendini sağlamlaştırdığına inanıyordu. Yabancıya daire satışıyla vatandaşlık dağıtıldı; pasaport, adeta tapu senedinin promosyonu gibi görülmeye başlandı. Birkaç yüz bin dolara alınan bir daire, beraberinde bir ülkenin yurttaşlık hakkını da getiriyordu. Böylece yurttaşlık, ortak bir siyasal aidiyet değil, emlak piyasasında alınıp satılan bir meta haline geldi.

İnşaat sektörü bu dönemde yalnızca binalar yükselten bir alan değil, siyasetin asli taşıyıcı kolonu haline geldi. “Başarı” artık kaliteli mühendislikle değil, iktidara olan yakınlıkla ölçülüyordu. Bir şirketin gücü yaptığı konutların metrekare hesabıyla değil, Saray’a olan mesafesiyle belirleniyordu. Devlet bankaları kredileri seferber ediyor, belediyeler ruhsatları dağıtıyor, yasa değişiklikleri bile bu ekosis- temin ihtiyaçlarına göre yapılıyordu. Böylelikle yeni bir ekonomik sınıf da ortaya çıktı: Siyasal inşaattan beslenen yandaş yeni zenginler. Kriz onlar için fırsata, deprem rant alanına, kentsel dönüşüm ise bir servet transferi mekanizmasına dönüştü.

Toplumsal hafızada depremin yarattığı yıkım giderek silinirken, “kentsel dönüşüm” afet riskini azaltmak değil, yeni ihalelerle yeni gelir kapıları açmak anlamına geliyordu. Beton döküldükçe iktidarın ideolojik mimarisinin daha sağlam bir zemine oturduğuna inanılıyordu. Sonuçta ortaya çıkan bu ittifak yalnızca ekonomiyi değil, rejimin kendisini de biçimlendirdi. Türkiye’de demokrasi ve hukuk kurumları zayıflarken, inşaat üzerinden palazlanan bu yeni sınıf, iktidarın hem sponsorluğunu hem de dayanak noktasını üstlenmiş oldu. Vatandaşlık tapuyla, siyaset rantla, gelecekse betonla mühürlendi.

Türkiye’nin yakın tarihindeki en büyük felaketlerden biri olan 1999 depremi, üzerinden birkaç yıl geçtikten sonra neredeyse unutulmuştu. Toplumsal hafızada depremin yarattığı acı, bir süreliğine siyasal iradeyi de zorlamıştı ama zamanla her şey eski rayına girdi. Yeni bir depremin ne zaman geleceği belli değildi; bu belirsizlik, ihmali kolaylaştırdı. “Kentsel dönüşüm” kavramı böylece afet riskini azaltmanın değil, yeni bir rant düzeni kurmanın adı oldu. Yıkılan binalar yerine yenileri yapılırken esas amaç sağlam şehirler yaratmak değildi; arsa değerlerini katlamak, kat karşılığı projelerle siyasal sermaye üretmekti. Depremin açtığı yaralardan ders çıkarmak yerine, o yıkımın üzerine kurulan hafıza hızla silindi. Riskli bölgelerden çok rant potansiyeli yüksek bölgeler dönüştürüldü. Afet, toplumsalgüvenliği değil, ekonomik kazancı örgütleyen bir araç haline geldi. O yıllarda “istikrar” diye pazarlanan şey aslında bambaşka bir şeydi. İktidarın dilinde istikrar, üretimle, teknolojiyle ya da toplumsal barışla ilgili değildi. İstikrar, küresel sermayenin bu ülkeye gönül rahatlığıyla uğrayabilmesinden ibaretti. Dolar İstanbul’a kolayca girip çıkabiliyorsa, yabancı fon yöneticileri Londra’dan sevinçle alkış tutuyorsa, içerideki otoriter uygulamaların üzeri kolayca örtülüyordu.

Yargı bağımsızlığı, kurumsal kapasite, liyakat… Bunların hiçbirine ihtiyaç yoktu. Çünkü para akmaya devam ettiği sürece ülke bir başarı hikayesi olarak anlatılabiliyordu. Siyasetçiler kendilerini “usta kaptan” gibi tanıtırken, aslında gemi küresel rüzgarın gücüyle kendi kendine yol alıyordu. Ve tam da bu sahte güvenlik ikliminde, içeride otoriter mimarinin temelleri döşendi. Ekonomik bolluk, siyasal baskının üzerini örten bir halı işlevi gördü. Medya, yargı, üniversiteler birer birer dönüştürülürken, toplumun büyük bir kısmı “Büyük Türkiye” anlatısının sarhoşluğundaydı.

Bugün dönüp bakınca anlıyoruz ki, o dönemin “istikrarı” aslında bir aldatmacaydı. Küresel sermaye güvenliği ile içerideki iktidar mühendisliğinin aynı anda ilerlediği bir düzenden fazlası değildi. Para aktıkça demokrasiye ihtiyaç yoktu, hukuk geri plana itilebiliyordu. Beton döküldükçe yalnızca şehirler değil, rejimin yeni sütunları da inşa ediliyordu.

Bana dokunmayan muhalefet bin yaşasın

AKP’nin iktidara gelişinde yalnızca ekonomik krizler ya da küresel rüzgarlar değil, muhalefetin biçimi de belirleyici oldu. Deniz Baykal’ın liderliğindeki CHP, 28 Şubat sürecinde devletçi dile yaslanarak dindar ve yoksul kesimlerle arasındaki mesafeyi derinleştirdi. Bu tavır, ilerleyen yıllarda AKP’nin “kendi yurdunda parya” söyleminin en güçlü dayanağı oldu.

2002 seçimlerinde toplum değişim isterken, Baykal’ınCHP’si barajı savunmaya devam ederek Meclis’in AKP çoğunuğuyla şekillenmesine zemin hazırladı. 2007’de ortaya attığı 367 şartı ve cumhurbaşkanlığı engellemesi ise AKP’ye tarihinin en büyük mağduriyet kalkanını armağan etti. Böylece CHP, farkında olmadan AKP’nin hem içeride hem dışarıda “demokrasinin mağduru” rolüne bürünmesini sağladı.

Baykal gidince yerine Kemal Kılıçdaroğlu geldiğinde, toplumun bir kesimi yeni bir umut ışığı görmüş gibi sarıldı ona. Yumuşak üslubu ve “temiz siyaset” imajı kısa süreli bir heyecan yarattı. Ancak çok geçmeden muhalefetin temel reflekslerinin değişmediği anlaşıldı. Baykal’ın suni sertliği gitmişti, yerine pasif bir mülayimlik gelmişti; fakat iktidarı zorlayacak stratejik vizyon yine ortaya çıkmadı. CHP birkaç belediyeyle yetinen, iktidarın ömrünü uzatan, varlığıyla demokrasi görüntüsü sağlayan ama fiilen iktidarı rahatsız etmeyen bir muhalefet çizgisine sıkıştı.

Kılıçdaroğlu’nun liderliği, kritik eşiklerdeki pasifliğiyle tarihe geçti. 2016’da dokunulmazlıkların kaldırılması oylamasında parti sert bir muhalefet hattı kuramadı; böylece HDP’lilerin Meclis’ten tasfiyesine fiilen onay verilmiş oldu. 2017’deki anayasa değişikliği referandumunda, Türkiye’nin rejimini dönüştüren en kritik kırılma anında, CHP toplumu harekete geçirecek bir liderlik sergileyemedi. Referandum “şaibeli evet”le sonuçlandığında bile muhalefet, sonucu kabullenmekten öteye geçemedi.

Ardından gelen 2019 yerel seçim başarısı, muhalefet için yeni bir fırsat yaratmıştı. Ancak bu avantaj da iyi yönetilemedi. 2023 seçimlerine giderken “Altılı Masa” denilen ittifak, umut yaratmak yerine dağınıklığı ve krizleriyle gündeme geldi. Kılıçdaroğlu, kendi adaylığının toplumda yaratacağı tereddütleri görmezden geldi; kazanamayacağını gösteren neredeyse her anket ortadayken, “Ben kazanırım” inadında diretti. Seçim yenilgisiyle birlikte yalnızca muhalefet değil, ülkedeki değişim umudu da ağır bir yara aldı.

Tüm bu tablo AKP için adeta biçilmiş kaftandı. İçeride kadrolarını tahkim eden, devleti kendi çizgisinde yeniden yapılandıran iktidar, dışarıda da muhalefetin dağınıklığı ve vizyonsuzluğundan beslenerek kendi iktidar ömrünü uzatmayı başardı.

Tüm bu tablo AKP için adeta biçilmiş kaftandı. İçeride kadrolarını tahkim eden, devlet kurumlarını adım adım ele geçiren bir iktidar; karşısında ise kritik eşiklerde ya yanlış kararlar alan ya da hiçbir karar alamayan bir muhalefet. Demokrasi dekoru tamamdı, ama oyunu tek başına oynayan belliydi.

Ve bu dekor, AKP’nin işine fazlasıyla yaradı. Avrupa Birliği süreci, muhalefetin pasifliği sayesinde iktidar için bulunmaz bir meşruiyet sahasına dönüştü. CHP güçlü bir alternatif üretmeyince, AKP içeride otoriter adımlar atarken dışarıda kendini reformcu ve demokrat olarak sunabildi. Hatırlayın, 12 Aralık 2002 Kopenhag Zirvesi’nde Erdoğan, henüz resmî bir sıfatı yokken, “fiilî lider” olarak 140 saatte 8 devlet başkanıyla görüşmüş ve her fırsatta “Next year, inşallah” diyerek Türkiye’nin üyeliğini kapı eşiğinde göstermeye çalışmıştı. Hatta dönemin ABD Başkanı George W. Bush’a, “Bizi AB’ye almazlarsa NAFTA’ya alın” diyerek bu hayali küresel sahnede pazarlıyordu.

Cemaatle kurulan ittifak da aynı atmosferde rahatça büyüdü. Yargıdan emniyete, eğitimden medyaya kadar devlete nüfuz eden bu ortaklık, muhalefetin suskunluğunda kök saldı. Sonuçta Türkiye, AB başkentlerinde alkışlarla karşılanan bir “reform ülkesi” görüntüsü verirken içeride medya tekelleşiyor, yargı siyasallaşıyor, cemaat ve parti ortaklığı devletin damarlarına yerleşiyordu. Muhalefetin sessizliği, AKP’nin hem Avrupa’da hem de içeride “alternatifsiz güç” olarak büyümesinin en büyük garantisiydi.

Ne var ki 2010’ların ortasına gelindiğinde bu ortaklık çatırdamaya başladı. Güç paylaşımı kavgası, 17-25 Aralık operasyonlarıyla açık bir savaşa dönüştü. İktidar kendi yarattığı gölgeden korkmaya başlamıştı. Kavga büyüdükçe devletin sinir uçları paramparça oldu; bürokrasinin içinde birbirine düşman iki ayrı klik doğdu. Bu kırılmanın doğal sonucu, 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimiydi.

Ülke o geceden sonra eşi görülmemiş bir kaosun içine sürüklendi. Darbe girişimi püskürtülürken devletin bütün kurumları olağanüstü hal rejimiyle yeniden dizayn edildi. FETÖ kavgası, iktidarın mutlak tahkimatına bahane oldu; demokrasi, güvenlik söylemiyle askıya alındı. Ve bütün bunlar olurken CHP, iktidarı bu kaosun asli sorumlusu olarak görmekten imtina etti.

FETÖ’nün devletin içinde kök salmasına bu kadar alan açılmasının baş mimarı AKP iken, muhalefet AKP’nin “Demokrasiye sahip çıkıyoruz” diye süslediği suni söylemlere iştirak ederek saf tuttu. Yenikapı mitinginde olduğu gibi, iktidarın çizdiği sınırların dışına çıkmamayı tercih etti. Böylece iktidar, hem eski stratejik ortağını “terör örgütü” ilan ederek muhalefeti yanına çekti, hem de kendi sorumluluğunu görünmez kıldı. CHP’nin bu süreçteki pasifliği, AKP’ye “Biz yalnız değiliz, bütün siyasi aktörler bu hikâyede bizimle” deme imkânı verdi. Gerçekte olan ise yıllarca birlikte yürüyenlerin kavgasının bedelini ülkenin ödemesiydi ama muhalefet bu enkazda iktidarın rolünü doğru tarif edemedi.

Yarın geldi

Ve işte bugün, perde tamamen indi. AKP’nin “altın çağ” diye parlatıp da “yarının işi” diyerek ertelediği bütün faturalar kesildi. O yarın geldi. Hazıra dağ dayanmadı, para muslukları kapandı, AB kapısı çoktan kilitlendi, cemaat ortaklıkları yerle bir oldu. Geriye ne küresel sermayenin lütfu kaldı ne de sahte bir istikrar masalı…

Üstelik yalnızca iktisadi olarak değil, siyasi olarak da deniz bitti. Kendi kadrolarını yıllar içinde tasfiye ede ede sonunda kendini de tüketti. AKP artık parti siyaseti anlamında bütün etkisini yitirmiş durumda. Bugün tek bir AKP’li siyasetçinin kamuoyunda bir özgül ağırlığı yok.

Tam da bu boşlukta CHP yeniden sahneye çıktı. Yıllarca iş bilmezliği ile küçümsenen yapı, kendi içinde dönüşüm sancılarıyla ayağa kalktı. Ekrem İmamoğlu’nun belediyecilikle sınırlı kalmayan çıkışı, Özgür Özel’in parti içindeki cesur hamleleri ve kadroları yenileme çabaları, muazzam bir yerel seçim başarısı… Bunlar CHP’yi sadece muhalefet değil, gerçek bir iktidar alternatifi kılmaya dönük adımlar oldu.

19 Mart’ta yaşananlar, öncesinde CHP’li belediyelere yönelen kayyum hamleleri, tutuklamalar, İstanbul İl Başkanlığı’na kurulan abluka, İmamoğlu’na açılan davalar, partinin öne çıkan isimlerini hedef alan itibarsızlaştırma kampanyaları, Kemal Kılıçdaroğlu’nu CHP’nin başına yeniden yerleştirme hamlesi olarak CHP kurultay davası… Bunların hepsi aynı kaygının; yani yıllarca alternatifsiz görünen iktidarın karşısında artık somut bir alternatifin belirmesinin tezahürü.

AKP kendi kadrolarını tüketip siyasetçilerini sahneden sile sile kamuoyu önünde hiçbir özgül ağırlığı kalmayan bir partiye dönüşürken, CHP’nin tam da bu enkazın ortasında yeni bir çıkış sahnesi kurmasına seyirci kalmasını beklemek safdillik olurdu.

Bugün iktidar kaybolan yıllarının geri gelmeyeceğini bildiği halde, hâlâ o hayalin peşinde. Yine Kemal Kılıçdaroğlu CHP genel başkanı, yine Gürsel Tekin il başkanı, yine hiç ayağına dolaşmayan bir muhalefet, ne güzel… Dününü altın çağ diye yüceltirken, bugün elinde baltayla ülkenin bütün demokratik kurumlarına saldırıyor. Sadece muhalefeti değil, siyasetin kendisini de işlevsizleştiriyor. Türkiye’yi siyaset yapılmaz bir alana sürüklerken, kendi bekasını da uçuruma doğru itiyor.

Ve fakat, Bad-el harab-ül Basra… -

Özge Öner - Oksijen

8 Mayıs 2025 Perşembe

Demokrasimizi Kaybettiğimizi Nasıl Anlayacağız?

The New York Times
Otoriterliği tanımak eskiden olduğundan daha zordur. 21. yüzyılın otokratlarının çoğu seçilir. Castro veya Pinochet gibi muhalefeti şiddetle bastırmak yerine, günümüzün otokratları kamu kurumlarını siyasi silahlara dönüştürüyor, muhalifleri cezalandırmak ve medyayı ve sivil toplumu kenara itmek için kolluk kuvvetleri, vergi ve düzenleyici kurumları kullanıyor. Buna rekabetçi otoriterlik diyoruz - partilerin seçimlerde yarıştığı ancak görevdeki kişinin gücünün sistematik olarak kötüye kullanılmasının oyun alanını muhalefete karşı eğdiği bir sistem. Otokratların çağdaş Macaristan, Hindistan, Sırbistan ve Türkiye'de ve Hugo Chávez'in Venezuela'da nasıl hükmettiği.

Rekabetçi otoriterliğe doğru iniş her zaman alarmları çaldırmaz. Hükümetler rakiplerine iftira davaları, vergi denetimleri ve politik olarak hedeflenen soruşturmalar gibi nominal olarak yasal yollarla saldırdıkları için, vatandaşlar otoriter yönetime yenik düştüklerini fark etmekte genellikle yavaştırlar. Bay Chávez'in iktidarının üzerinden on yıldan fazla zaman geçmesine rağmen, çoğu Venezuelalı hala bir demokraside yaşadıklarına inanıyordu.

Peki, Amerika'nın otoriterliğe doğru bir çizgiyi geçip geçmediğini nasıl anlayabiliriz? Basit bir ölçüt öneriyoruz: Hükümete karşı çıkmanın maliyeti. Demokrasilerde, vatandaşlar iktidardakilere barışçıl bir şekilde karşı çıktıkları için cezalandırılmazlar. Eleştirel görüşler yayınlama, muhalefet adaylarını destekleme veya barışçıl protestolara katılma konusunda endişelenmelerine gerek yoktur çünkü hükümetten misilleme görmeyeceklerini bilirler. Aslında, meşru muhalefet fikri -tüm vatandaşların hükümeti eleştirme, muhalefeti örgütleme ve seçimler yoluyla hükümeti devirmeye çalışma hakkına sahip olması- demokrasinin temel ilkesidir.

Öte yandan, otoriterlik altında muhalefetin bir bedeli vardır. Hükümetle ters düşen vatandaşlar ve kuruluşlar bir dizi cezalandırıcı önlemin hedefi haline gelir: Politikacılar temelsiz veya önemsiz suçlamalarla soruşturulabilir ve kovuşturulabilir, medya kuruluşları anlamsız iftira davalarıyla veya olumsuz düzenleyici kararlarla karşı karşıya kalabilir, işletmeler vergi denetimleriyle karşı karşıya kalabilir veya kritik sözleşmeler veya lisanslar reddedilebilir, üniversiteler ve diğer sivil kurumlar temel fonları veya vergi muafiyet statülerini kaybedebilir ve gazeteciler, aktivistler ve diğer eleştirmenler hükümet destekçileri tarafından taciz edilebilir, tehdit edilebilir veya fiziksel olarak saldırıya uğrayabilir.

Vatandaşlar, hükümetin misillemeleriyle karşı karşıya kalabilecekleri için hükümeti eleştirme veya karşı çıkma konusunda iki kere düşünmek zorunda kaldıklarında, artık tam bir demokraside yaşamıyorlar demektir.

Bu ölçüte göre, Amerika rekabetçi otoriterliğe doğru çizgiyi geçti. Trump yönetiminin hükümet kurumlarını silahlandırması ve eleştirmenlere karşı cezalandırıcı eylemlerinin artması, çok çeşitli Amerikalılar için muhalefetin maliyetini artırdı.

Trump yönetimi, muhalifleri olarak gördüğü çok sayıda birey ve kuruluşa karşı cezalandırıcı eylemde bulundu (veya güvenilir bir şekilde tehdit etti). Örneğin, eleştirmenlere karşı seçici bir şekilde kolluk kuvvetleri görevlendirdi. Başkan Trump, Adalet Bakanlığı'na Christopher Krebs (Siber Güvenlik ve Altyapı Güvenlik Ajansı başkanı olarak 2020'de Bay Trump'ın seçim sahtekarlığı iddialarını alenen çürüttü) ve Miles Taylor (İç Güvenlik Bakanlığı görevlisiyken 2018'de başkanı eleştiren anonim bir görüş yazısı yazdı ) hakkında soruşturma açması talimatını verdi. Yönetim ayrıca, 2022'de Bay Trump'a dava açan New York başsavcısı Letitia James hakkında da cezai soruşturma başlattı.

Yönetim, misilleme için büyük hukuk firmalarını hedef aldı. Federal hükümetin Perkins Coie; Paul, Weiss; ve Demokrat Parti'ye dost olarak gördüğü diğer önde gelen hukuk firmalarını işe almasını etkili bir şekilde yasakladı. Ayrıca, müvekkillerinin hükümet sözleşmelerini iptal etmekle tehdit etti ve çalışanlarının güvenlik izinlerini askıya aldı, bu da hükümetle ilgili birçok davada çalışmalarını engelledi.

Demokrat Parti'ye ve diğer ilerici amaçlara bağış yapanlar da siyasi misillemelerle karşı karşıya. Nisan ayında, Bay Trump, rakiplerinin bağış toplama altyapısını zayıflatmak için açıkça bir çaba göstererek, Demokrat Parti'nin ana bağış platformu olan ActBlue'nun bağış toplama uygulamalarını soruşturması için başsavcıya talimat verdi. Büyük Demokrat bağışçılar artık vergi ve diğer soruşturmalar şeklinde misillemelerden korkuyor . Bazıları vergi denetimlerine, kongre soruşturmalarına veya davalara hazırlanmak için ek hukuk müşavirleri tuttu. Diğerlerivarlıklarını yurtdışına taşıdı

Birçok otokratik hükümet gibi Trump yönetimi de medyayı hedef aldı. Bay Trump, ABC News, CBS News, Meta, Simon & Schuster ve The Des Moines Register'ı dava etti. Davaların zayıf yasal dayanakları var gibi görünüyor, ancak ABC ve CBS gibi medya kuruluşları federal hükümet kararlarından etkilenen diğer çıkarlara sahip şirketlere ait olduğundan, görevdeki bir başkana karşı uzun süreli bir yasal mücadele maliyetli olabilir.

Aynı zamanda, yönetim Federal İletişim Komisyonu'nu siyasallaştırdı ve bağımsız medyaya karşı kullandı. PBS ve NPR'nin fon toplama uygulamalarına yönelik bir soruşturma başlattı, bu da muhtemelen fon kesintilerinin habercisiydi. Ayrıca, ABC, CBS ve NBC'ye karşı Trump karşıtı önyargı nedeniyle şikayetleri yeniden gündeme getirirken, Fox News'e karşı 2020 seçimleri hakkında yalanlar yaydığı için şikayeti yeniden gündeme getirmemeyi tercih etti.

İlginçtir ki, muhaliflere ve medyaya yönelik bu saldırılar, Macaristan, Hindistan, Türkiye veya Venezuela'daki seçilmiş otokratların göreve geldikleri ilk yıllarda gerçekleştirdikleri benzer eylemlerden çok daha büyük bir hız ve güçle gerçekleşti.

-Yazının Tamamı:

Levitsky ve Ziblatt @nytimes