Translate

6 Nisan 2021 Salı

Veba Geceleri

Barış Özkul

Osmanlı’nın sona eriş öyküsü bir romancıyı kolaylıkla “ulusal alegori” alanına götürebilecek, riskli bir malzeme. Veba Geceleri de “ulusal alegori” okumasına olanak tanıyacak bir “Hurufilik” boyutu içeriyor. Yalnız Abdülhamid devriyle sınırlı kalmayıp erken Cumhuriyet’e kadar uzanan birçok dolaylı ve dolaysız gönderme mevcut: Örneğin Kolağası Kamil ile Mustafa Kemal arasında hem bir isim (k-m-l konsonları) hem de “kariyer” benzerliği var. Kamil, ilkin –Fransız İhtilali’nden etkilenmiş– bir kolağası olarak ayak bastığı adada yerli halktan askerlerle (Karantina Neferleri/Kuvva-i Milliye) Ada’nın yönetimine el koyuyor. Şiarlarından birisi “Minger Mingerlilerindir” – “Türkiye Türklerindir”. (Postanedeki “Teta” marka duvar saatine ateş etmesi “Yunan” alfabesine ve işgaline bir tepki gibi.) Köylere ve Arkaz’a baskın veren –merkezî idareye direnen– Ramiz’in Çerkez Ethem’le benzer tarafları var. Düvel-i muazzamanın Ada’yı ablukaya alması Mütareke İstanbul’una bir anıştırma. (“Yedi düvelle savaş” motifi). Ada’daki Rumların mallarına el konması; insan hakları ihlallerini eleştiren Mina Mingerli’nin pasaportunun iptal edilmesi, gazetecilerin hapse atılması da farklı tarihlere ait Türkiye manzaraları.

Orhan Pamuk, böyle göndermeleri seven, anlatılarını bunlarla saçaklandıran bir romancı. Eserlerindeki bu “bilmece” boyutu kitsch’e kaçmayan bir okuma zevki, bir eşleştirme arzusu da tetikliyor. Ancak Veba Geceleri, “ulusal alegori”yle, “Hurufilik”le ya da anagramlarla (minger-rengim gibi) sınırlı bir okuma yapılacak yapıt değil. Esas değerini bunların ötesinde kazanıyor.

Romanın ilk yüz elli sayfasında kurulan polisiye izleği bütün karakterlerin (yaşayan ya da ölü, hapis ya da muktedir) yazgısını ortaklaştıran bir ana eksen. Geç Osmanlı’ya özgü bir suikast bütün karakterlerin dâhil olduğu bir soruşturmanın önünü açıyor: Abdülhamid’in vebayı kontrol altına alması için Minger’e gönderdiği Bonkowski Paşa, Ada’ya vardıktan bir süre sonra öldürülüyor. Bonkowski Paşa’yı ölüme götüren olaylar Sultan Hamid devrine özgü bir seyir izliyor: Ortadan kaldırılmak istenen paşalar bir bahaneyle sürgüne gönderildikten sonra tereyağından kıl çeker gibi öldürtülüyor (Mithat Paşa gibi): “Abdülhamit, ağabeyinin tahttan indirilip kendisinin tahta çıkarılmasında etkili, bürokrasinin en parlak ve Avrupai veziri ve valisi Mithat Paşa’yı önce Taif zindanına sürmüş, sonra da zindanda boğdurtmuştu ama bunu öyle bir şekilde yapmıştı ki, kimin yaptığı anlaşılamamıştı.” (s. 194)

Veba Geceleri “katil kim?” sorusundan ziyade cinayetlerin araştırılma yöntemiyle meşgul ve bu da bir zihniyet sorununa bağlanıyor. Pakize Sultan’dan Doktor Nuri’ye, Vali Sami Paşa’dan Eczacı Nikiforos’a karakterler cinayetlerle ilgili düşüncelerini açıklarken geç Osmanlı’nın sorun çözme yöntemleri de tartışmaya açılıyor. Abdülhamid burada perde arkasından polisiye anlatıya yön veren başkarakter. Neredeyse bütün karakterlerin onunla ya akrabalığı (Pakize Sultan ve Doktor Nuri) ya da gizli bir bağı (şifre miftahı almak gibi) var. Onun cinayet işletme (Mithat Paşa) ve cinayet araştırma yöntemleri (1905 suikastı gibi) karakterlerin Minger’deki cinayetlere tepkilerini belirliyor.

Abdülhamid’in severek okuduğu Sherlock Holmes’un cinayet araştırma yöntemi “tümevarımcı”dır: Holmes önce delilleri toplar, sonra suçluları tespit eder: onun için esas olan mantık ve nedensellik bağıdır. Romanda Vali Sami Paşa gibi karakterlerin simgelediği Osmanlı zihniyeti ise “tümdengelimci”dir: Önce suçlu belirlenir, sonra suçu doğrulayacak kanıtlar –gerektiğinde işkenceyle– toplanır. (Bütün idare-i maslahatçılığı, iktidarperestliği, uygun zamanı kollayıp rakiplerini tepeleme arzusu, sorunların sopayla çözüleceğine olan inancı, küçük ihtiraslarıyla kendi yıkımını hazırlamasıyla Sami Paşa hem Osmanlı bürokrasisinin kusursuz bir eleştirisi hem de unutulmaz bir “sempatik muhteris” tipi.)

Karşılaşılan sorunların bir nedensellik ve mantık silsilesi içinde, objektif olarak çözülmesi ile sopa yoluyla (idam-işkence) veya kadercilikle (veba) geçiştirilmesi Veba Geceleri’nde cinayetler ile veba kaynaklı ölümleri birbirine bağlayan bir genel sorunsal. Bu sorunsal birçok edebiyat yapıtına göndermeyle zenginleştiriliyor – fare zehri sahnelerinin Monte Kristo Kontu’yla paralelliği, arsenikle intiharın Madame Bovary’nin akıbetine benzerliği gibi. Pamuk, bir teknisyen zekâsıyla, Minger’in muhitlerini, tekkelerini, şeyhlerini, bürokratları ve askerlerini bu temel fark üzerinden adanın haritasına bir bir yerleştiriyor. Karakterler arasındaki yakınlıklar ve uzaklıklar, gerilimler ve çelişkiler mantık ya da kadercilik yolundaki tercihleri üzerinden belirleniyor. Bunun polisiye ile sınırlı olmayan bir medeniyet tartışmasını romanın merkezine yerleştirdiğini söyleyelim.

Polisiye izleği dışında diğer Pamuk romanlarında pek rastlanmayan bazı sahneler de var Veba Geceleri’nde.

Örneğin vebadan ölen karakterlerin son anları. Bu kısımlarda Minger’in sokakları, tepeleri, tekkeleri, binaları, dönemin alışveriş nesneleri ve aksesuarlara odaklı koleksiyoncu dikkati bir kenara bırakılıp ölümle cebelleşen karakterlerin acısı; veba mikrobunun sersemleştirici, kekeletici ve yıkıcı etkisi olağanüstü bir ruhsal derinlikle aktarılıyor. Gardiyan Bayram Efendi’nin son anları, dramatik tonuyla, Raskolnikov’un sayıklamalarına denk bir yoğunluk içeriyor:

Tuhaf rüyalar ve kâbuslar gördü, dalgalı bir denizde yükselip alçaldı! Uçan aslanlar, konuşan balıklar ve alevler içinde koşan köpek orduları vardı! Derken alevler farelere bulaşıyor, yanan şeytanlar gülleri kemirip parçalıyordu. Bir kuyunun çıkrığı, bir değirmen, açık bir kapı durmadan dönüyor, âlem daralıyordu. Sanki güneşten yüzüne ter damlıyordu. İçi sıkışıyor, koşup kaçmak istiyor, kafası bir hızlanıyor, bir duruyordu. (s. 27)

Kolağası/komutan Kamil’in vebadan ölmeden önceki son saatleri, boynunda çıkan hıyarcıkla masasında kalakalması da kusursuz bir sahne:

Komutan askerî kıyafetlerini giymiş, ayağına yaz günü hiç de ihtiyacı olmadığı halde çizmelerini geçirmişti. Doktor Nuri bunun bir an sokaklara çıkıp neferlerin önüne geçip savaşma azmi olduğunu düşündü ama aksini görüyordu: Komutan Kâmil’in değil savaşacak, nefes alacak hali yoktu. Alnı terliydi, güçlükle soluyordu. Doktor Nuri, Komutan’ın tıraş edildiği için kafasını oynatamayan biri gibi kendilerini gözleriyle takip ettiğini fark etti: Sonra gözü kendiliğinden Komutan’ın boynuna gitti. Komutan Kâmil’in boynunun sağ tarafında kocaman bir veba hıyarcığı çıkmıştı ve çok belirgindi. (s. 399-400)

Pamuk’un bu kısımlarda bir roman yazmaktan çok bir resim yaptığı, ya da romanı görsel imgelerin akışına bıraktığı söylenebilir. Bunu hem Minger’deki karantinanın muhtelif ayrıntıları, insan ve taşıt hareketliliği, ölülerin defni gibi hastalığın dışsal denebilecek tezahürleri hem de karakterlerin veba deneyimleriyle ilgili tasvirlerinde görmek mümkün. Ölülerin yıkandığı sahne ancak bir ressamdan beklenebilecek bir ayrıntı titizliğine, derinlik ve mekân duygusuna sahip:

Veba salgınının başladığı günlerde Arkaz’daki bütün Müslüman ölüleri Kör Mehmet Paşa Camii’nin gasilhanesinde berber lakaplı ama berber olmayan ince uzun bir adam tarafından yıkanırdı. Berber, ölüleri kuralınca önce bezle dikkatle silerek abdest aldırır, dudaklarını, burun deliklerini, göbek çukurunu parmağına sıkı sıkıya sardığı bezle silerdi. Sonra adanın zeytininden yapılmış sabunla bol su dökerek ölüleri yıkardı. Aynı işleri kadın cesetlerine yapan yaşlı teyzeye birkaç kuruş verirsen, suyun içine hoş kokulu narin gül yaprakları da atardı. (s. 470)

Hapsedilme deneyimi romanın bir başka kuşatıcı izleği ve o da hem “veba ve karantina” uygulamasına hem de geç Osmanlı’nın çürüyüşüne bağlanıyor.

Ekberiyet usulünün başlamasıyla kafese mahkûm olan Osmanlı şehzadelerinin, h’al edilip Çırağan’a kapatılan V. Murat ve kızlarının ruh hali romanda hem Pakize Sultan ve çevresindekilere hem de Minger’in seküler (Sami, Mazhar, Kamil) ve dini otoritelerine (Hamdullah) sirayet ediyor. Hapis deneyiminin perde arkasında yine Abdülhamid var: Yıllarca süren kafes hayatından ötürü avluda gördüğü koyunu canavar zannedecek duruma düşen Osmanlı şehzadelerinin acizliği; Abdülhamid’i Abdülhamid yapan evhamların gerisindeki hadiselerin ağırlığı; ölüm korkusuyla paranoyaklaşıp zalimleşen, evhamlı halleriyle her şeyden şüphelenen ve cebinde daima bir panzehir taşıyan padişahın dramı katille maktulü aynılaştıran Osmanlı hapishanesinin görünümleri. Veba günlerindeki Minger adası Osmanlı hapishanesinin bir replikası: Vali Sami Paşa, Ramiz, Doktor Nuri, otel odasından ya hiç çıkmayan ya da çıktığında zırhlı landosuyla dolaşmak zorunda kalan Pakize Sultan hep bir hapis hayatı yaşıyorlar. Buna adanın dış dünyadan tecriti ekleniyor. Osmanlı’nın bu küçük “hayali” adası hastalıktan ölmekte olan koca imparatorluğun sembolik mahpushanesi.

Veba Geceleri’nde hastalık, ölüm ve hapis deneyimi karakterleri ortaklaştırsa da bu, birörnekleşme anlamına gelmiyor. Tarihî romanın temel sakıncalarından biri olan toplumu bir bütün içinde sunma çabasının karakterlerin bireyselliğini yok etmekle sonuçlanması tuzağına düşülmemiş. Sami Paşa, Kamil, Pakize, Doktor Nuri, Eczacı Nikiferos, Ramiz, Hamdullah, İlias, Bonkowski Paşa gibi sahnedeki karakterler ve cellat Şakir gibi yan karakterler hepsi kendi içinde bir dünya ve bu dünyalar arasındaki –bazen silahlı müsademeye varan– çatışmalar karakterlerin bireyselliğini öne çıkartıyor. Romanda sesi hiç işitilmese de varlığı hep hissedilen Abdülhamit, V. Murat, Şehzade Burhanettin’in dünyaları ise bireyselliğinden ziyade tipikliğiyle, çürümekte olan Osmanlı’nın yaydığı hastalığın memleketin en ücra köşesine kadar ulaşmasıyla Veba Geceleri’nin dramatik malzemesini meydana getiriyor: “Kederleneceksiniz ama hastalığın padişah kızını getiren gemiden çıktığına herkes daha çok inanıyor şimdi.” (s. 144)

Veba Geceleri bütün bu yönleriyle başarılı bir tarihî roman.

BİRİKİM


*Orhan Pamuk'la söyleşi:-Mutlu degilim!

30 Mart 2021 Salı

Sen Mahir’in arkadaşısın

Onu ilk kez Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun (FKF) Dev-Genç’e dönüştüğü Kurultay’da görmüştüm 1969’da. Adını biliyordum daha önceden Aydınlık’ta yazdığı yazılarından: Mahir Çayan!.. Ama tanımıyordum.
O günlerde, Türkiye sosyalist hareketi açık politika alanına çıktığı 1960 başlarından bu yana en çalkantılı döneminden geçiyordu. Türkiye işçi Partisi’nde (TİP) “parlamenter yol”, “parlamento-dışı yol” tartışması keskinleşmiş, Türkiye’de bir sosyalist devrimin imkanlarına ilişkin öngörüler çatışmaya başlamıştı. Türkiye İşçi Partisi (TİP) yönetimi Milli Demokratik Devrimci “eski tüfekler”i “ihtilalci” oldukları gerekçesiyle partiden ihraç ediyordu.
Sovyetler Birliği’nin Çekoslovakya’yı işgali dolayısıyla uluslararası sosyalist harekette Çin ve Sovyet Komünist partileri arasındaki karşıtlık, Türkiye sosyalizmine daha da keskinleşerek yansımıştı. Küba’nın sunduğu sosyalist model ve Fidel Castro’nun her iki “büyük sosyalist ülke”ye boyun eğmeyen eleştirel tavrı tartışmaya yeni bir kutup daha ekliyordu. 1967’de Bolivya’da başlattığı gerilla mücadelesi ölümüyle sonuçlanmış olsa da Che Guevara’nın, “…iki, üç… daha fazla Vietnamlar yaratalım” çağrısı ahlaki çekiciliğinden hiçbir şey kaybetmiş değildi. Ho Şi Minh önderliğinde Vietnam’ın kurtuluş mücadelesi güç kazanıyor, ABD işgalini püskürtüyordu. 1967 yenilgisinin ardından, Filistin Kurtuluş Hareketi bir kez daha dirilmiş ve İsrail işgalcilerine meydan okuyan “fedailik” yeni ve tanıdık bir ”model” olarak zihinleri, çelmiş, Türkiye sınırları içinde de görülmeye. başlamıştı. Avrupa, ABD, Meksika ve Latin Amerika’daki öğrenci hareketinin özgürleştirici idealleri, üniversiteye ve sisteme yönelik sert eleştirileri yüz binlerce genç insanı üç kıtada harekete geçirmeyi sürdürüyordu… Türkiye’de faşist hareket “karşı ayaklanma” hazırlığı çerçevesinde muhalefete karşı iktidarın gözetiminde açıktan örgütleniyor, sosyalistler faili meçhul cinayetlerin kurbanı olmaya başlıyordu…
Bu büyük çalkantı içinde, o FKF Kurultayı, benim gibi, sosyalist harekete 1968 öğrenci boykotları içinde katılmış olanlar için, herkes için olduğundan çok önemliydi. Bizler, TİP ve FKF’deki gerilim ve karşıtlıklar içinden geçerek gelmemiştik. Sosyalist hareketin hizip mücadelesi geleneği içinde yetişmiş değildik. Siyasal söylemlere, hizip aidiyetlerine değil, öğrenci hareketinin gidişi içinde takınılan tavırlara, büyük meselelerde alınan tutumlara bakarak yol almıştık o güne kadar. Ama seziyorduk ki, bir dönüm anına geliniyordu. Büyük sorularımız vardı ve büyük cevaplar bekliyorduk…
Kurultay bütün bu soruların aydınlatılacağı, çözüme kavuşturulacağı bir yol haritasının önümüze serileceği bir büyük forum olacaktı. Hayatlarımızdaki olası önemini kestiremezdik belki ama fikirlerimizin oluşması, tavırlarımızın şekillenmesi açısından bir dönüm noktası olacaktı. Öyle umuyorduk. Heyhat, kurultay büyük bir hayal kırıklığıydı bizler için. Ta ki, söz sırası Mahir Çayan’a gelinceye kadar… O ana kadar, kürsüye çıkan herkes göğsünü yumruklamış, avaz avaz “Aren-Boran oportünizmi”ni lanetlemiş, “öteki”lerin ne kadar “hain” ve “oportünist” olduğunu kanıtlamak için bin dereden su getirmiş ama kafalarımızı kurcalayan bin bir sorudan hiçbirine anlamlı, doyurucu bir yanıt vermemişti… O kurultaydan aklımda bir tek Mahir Çayan’ın konuşması kalmıştı: Bir muhakemeye dayanan, verili durumla Marksist teorik ilkeler arasında bir ilinti arayan, bütün koşulları ve durumları bir devrimin olabilirliği açısından yorumlayan; geleceğe ilişkin bir öngörüde bulunmamıza olanak veren, karşıtlarının neden karşıtı olduğunu anlanmamızı ve kendisine hak vermemizi sağlayan tek sunuştu..
Bizi çeken yalnızca konuşmanın içeriği değil, konuşanın kendisiydi de: Kendinden önceki kaba sabalıkları unutturan düzgün ve akıcı Türkçesiyle, belagatiyle; iki saat boyunca hiç kimseyi, karşıtlarını bile -sinirlendirse de-bıktırmayan etraflı anlatımıyla; tribünlerden atılan laflara, zekice alaylarla cevap verişiyle; gereğinde “efelenişi” gereğinde ders verircesine konusunu sergileyişiyle ve elbette edasıyla, duruşuyla, sözlerini tamamlayan anlamlı yüz ifadesiyle… Konuşması bittiğinde, o ana kadar ruhen koptuğumuz Kurultaya geri dönmüştük. Mahir Çayan gençlik hareketine kendisinden çalınan devrimci aklı ve Marksizmi, sosyalist hareket içindeki mücadeleye kalite ve seviyeyi iade etmişti bir kez daha…
Onun müdahalesi olmasa da o kurultayda MDD’ciler, Aren-Borancıları “tasfiye” edeceklerdi belki ama Türkiye sosyalist hareketinde devrimci bir damar, devrimci gençlik hareketinde de sosyalist bir damar o dönemde uç vermiş olmayacaktı. O güne kadar Marx’ı okuyup dünyayı anlamaya çalışmıştım. O kurultaydaysa dün-yayı değiştirmek için takip etmeye karar verdiğim Türkiyeli bir Marksistle tanıştım. O, 24 yaşındaydı ben de 21…
*. *. *
Mahir Çayan’la karşılaşıp tarafsız kalmış kimseyi bilmiyorum bugüne kadar… Sıradanlığa, düzen içi değerlere meydan okuyan tavrı onunla karşı karşıya gelenlerde ya ona karşı derin bir hayranlık ya da onu yok etmeye ant içecek kadar derin bir nefret doğurdu hep. Kızıldere’de onun yaşamını almaya gelenlerin bütün kuşatma boyunca nasıl herkesten önce onu yok etme tutkusuyla çırpındıklarına tanık oldum. Bu nefret, o öldürüldükten sonra bile haiâ dinmemiş olmalıydı ki, resmiyet dünyasındaki düşmanları henüz soğumamış bedeninin konulduğu tabutunu tekmelemekten kendilerini alamamışlardı… Kızıldere’den sonra kamu vicdanında oluşan sempati, geçmişten kalan tamamlanmamış hesaplaşmaların üzerini örttü, ama sol da, bu “aşk-nefret” geriliminden pek bağışık sayılmazdı doğrusu. Gene de geleneğe uyulduğu söylenebilir, ölenin ardından konuşulmadı pek…
*. *. *
12 Eylül gelip hapishanelerin de üzerine çöktüğünde Malatya “L Tipi” cezaevine nakledildik Niğde’den. Cezaevi idaresi “ıslahı gayri mümkün” olarak kategorize edilmiş olanlar için özel bir “karşılama töreni” hazırlamıştı. Kapı altından karga tulumba hamam götürülüp soyuluyor ve sopa yiye yiye hücrenize götürülüyordunuz. Sıra bana geldiğinde itilip kakıldımsa da fazlaca yaralanıp berelenmeden hücreme tıkıldım. “Azrailler”ime “neden” diye sorduğumda aldığım yanıt 1969’da dinlediğim uzun konuşmanın 15 yıl içinde Türkiye’nin her yerinden duyulmuş olduğunun, 1972’de feda edilen hayatın değerinin toplum vicdanında biline geldiğinin bir işaretiydi benim için: “Sen, Mahir’in, Deniz’in arkadaşısın!”
Kendime doğru arkadaşlar seçmiştim.
________________________________
Oral Çalışlar, Denizler İdama Giderken, Gendaş Yayınları, 2002, s. 36-40 içinde, Ertuğrul Kürkçü, “Tanıdığım Mahir Çayan”

29 Mart 2021 Pazartesi

27 Mart Dünya Tiyatro Günü Alternatif Bildirisi

“Tiyatro perde açamadı ama iktidarların kanlı oyunları hiç perde kapatmadı”

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü, her sene 27 Mart Dünya Tiyatro Günü’nde “alternatif bildiri” yayımlıyordu. Öğrencilerin her sene heyecanla beklediği, okulun duvarlarına ve kapılarına asılıyordu.

Kanun hükmünde kararname (KHK) ile eğitimcilerinin birçoğu ihraç edilmiş olsa bile ihraçlar, bölüm geleneğini değiştiremedi. İhraç edilen Tiyatro Bölümü akademisyenlerinden Süreyya Karacabey, bu sene de “27 Mart Tiyatro Haftası Alternatif Bildirisi”ni kaleme aldı.

Karacabey’in kaleme aldığı alternatif bildiri:

27 Mart kutlu olsun

Yolları kapalıydı bizi sahneye götüren bütün caddelerin, oyuncular rollerine sarılıp beklediler uzun süre. Ölüm gölünün kıyısındaydı Nina, kefenler dikiyordu seyircilerine. Hamlet’i oynayan oyuncu, bir intikamın peşinde değildi, ekmek götüremediği için evine, surların dibinde yürüyordu. Treplev’i oynayan oyuncu tıpkı onun gibi sığamadı hikayesine, bir ümit bulmak için karanlık geçitlerde dolaştı. Işıkçılar ellerinde bir fenerle geçtiler sokaktan, dağılmış dekorları toplayamadı sahne tasarımcıları, rollerin büründüğü sihirli kumaşlar, paramparça oldu oyuncuların düşleri gibi, sonra konuşamasınlar diye gelip ağızlarını kapattılar. Tiyatrolar kapalıydı, karanlıkta gölgeleri büyürken fuayenin, seyir yerinin ve sahnenin, bir söz boşlukta yankılandı: BÜYÜLÜ ŞEYLER MADDEDEN YAPILMIŞTIR!

Bir ölüm gemisiydi zaman, kıyılarımıza sadece ölüler bıraktı, veda etmeden gömdük sevdiklerimizi, her şey yasaktı. Sahneye birlikte bakmak yasaktı ama arka sokaklardaki atölyelerde, merdivenaltlarında, fabrikalarda yasak değildi ölümüne çalışmak. Tiyatro perde açamadı ama dünyanın her yerinde iktidarların kanlı oyunları hiç perde kapatmadı, rolleri yasaklanmadı, kostümleri parçalanmadı. Tiyatro yasaktı, bir ufka beraber bakmak yasaktı ama hep birlikte seyredildi işsizlik intiharları. İnşaatlarda çalışırken ölenlere, evler arası kutular taşırken caddelere düşen kuryeçocuk bedenlerine bakmak yasak değildi. İçine doğru daralan evlerde kanayan çocukların ve kadınların çığlıklarını işitmek yasak değildi. Her şey bir süre unutuşa bırakıldı, çalgısını kılıfına koyarak kendini öldüren çocuklar unutuşa bırakıldı, kapanan mekanlar, çalışmak zorunda olduğu için hastalananlar, ıssız mezarlıklarda törensiz yatanlar, unutuşa bırakıldı. Onların bütün fısıltısını beklerken kaydetti boş sahneler, unutuşa bırakılan her şeyi bir gün anlatacaktı. Hiç açılmayan kapıların ardındaki tavanda bir söz asılı kaldı: BÜYÜLÜ ŞEYLER MADDEDEN YAPILMIŞTIR!


sendika.org



18 Mart 2021 Perşembe

Newroz ve Nevruz Rekabeti Üzerine Notlar

Yücel Demirer
../..

NEREDEN?
21 Mart Nevruz, Newroz, Navrız, Noruz ve benzeri pek çok biçimde yazılıp okunan bir geleneksel bayram günü. Bu doğa bayramında Kuzey yarımküreye gelen bahar karşılanıp, doğanın uyanışı bolluk ve bereket arzusuyla kutlanıyor. İki önceki cümlede sıralanan söylenme-yazılma biçimleri “yeni gün” anlamını taşıyor, o etimolojik kökten kaynaklanıyor. Geleneğin farklı isimlerle adlandırılması bu bayramın tüm Ortadoğu ve Orta Asya halklarınca kutlandığını ve bunların dillerinde farklı yazılış biçimleriyle de olsa yer aldığını anımsatması açısından önemlidir. Günü evrenin yaratıldığı gün olarak kutlayan İran’ın mitolojisinin geleneğin temel harcında özel bir yeri mevcut. Kültür alanından aşina olduğumuz bir akışkanlık ve karşılıklı değişim içerisinde, kutlamanın ülkeden ülkeye değişen özelliklerinden bahsetmek mümkün. Özellikle bazı örneklerde politik yanın tematik ağırlığına ve geleneksel yönlerine baskın halinden bahsetmek de olanaklı. Ancak özgül farklılıklar ne olursa olsun ve hangi nedenden kaynaklanırsa kaynaklansın bolluk, bereket dileği ve bunların erken bir kutlaması niteliği ile iyimser bir yeniden başlangıç temasının öne geçtiği görülmekte. Geleneğin bu özelliği insan-doğa etkileşiminin folklorik bir dışavurumu olan “yeni gün”ün, insan-insan ilişkisine doğru genişlemesine olanak vermiş ve bu bayram toplumsal yaşam içinde de bir yeniden doğuşu, canlanmayı ve bu noktada da kollektif umudu temsil etmiştir. Kutlamaya bitişik olan başta barış ve kardeşlik teması olmak üzere, dayanışma ve paylaşma eksenli yoğunluk, toplumsal dönüşüm ve hatta atılım bilincini yükseltme yönünde önemli işlevler üstlenmiştir. Doğada gözlenen yenilenme ve uyanışın toplumsal hayata aktarılması fikri, geleneğin kültürel boyutunun en çarpıcı özelliklerindendir.

Verilen isimler, kutlama biçimlerinin ayrıntıları ve kutlamacıların güne bitiştirdikleri anlam öbeklerinde farklılıklar olmasına rağmen bütün Ortadoğu ve Orta Asya halklarının bayramı olan bu günün köklerini, yukarıda belirttiğim gibi, Zerdüşti-İran mitolojisine dayandıranların yanı sıra, kendi ulusal özelliklerini öne çıkaran ve bu günü milli varoluşları ile açıklayan tanımlar da mevcuttur. Ülkemizde kutlanan Türk ve Kürt versiyonları bu türden örnekler arasında bulunmaktadır. Bu gibi örneklerde bayramın ana temasının yerel mitolojik unsurlar temelinde ve güncel politik gereksinimler uyarınca belirlendiği bir şenlik günü olduğunu söylemek mümkündür.

NASIL?
Bayramın coğrafyamızda kutlanmasının kökenleri Cumhuriyet döneminden çok öncelere dayanıyor. Geleneğin Osmanlı dönemindeki varlığı ve etkisini gösteren çalışmalar mevcut. Cumhuriyet’in başlangıcındaki kısa bir dönemde resmî olarak Ankara’da kutlandığı belgelerden izlenebiliyor. Ancak devamında sönümlenip, birincil düzeyde ilişkilerin üretildiği bir düzleme doğru geriye çekilip, resmî bayramlar repertuvarından çıktığı da bilinmekte. Bu bayramın belki de kalıcı olarak kutlamalar koleksiyonuna dönüp, popülaritesini yeniden kazanması 1970’lerden itibaren yükselen Kürt politik muhalefetiyle birlikte olmuştur. Tüm dünyayı etkileyen 1968’ler ve onun ivmesiyle şekillenen 1970’ler boyunca sistem sınırlarını zorlayan muhalefet çizgilerindeki yükseliş ülkemizi de etkilemiştir. Bu dönemin konumuzla ilgili bir önemli özelliği, sonraki dönemdeki Kürt muhalefetinin söylemini ve kadrolarını üretecek bir kitleselleşmeye de ön ayak olmuş olmasıdır. Doğu mitingleriyle, yerele uzanmış DDKO örgütlenmeleriyle politik akışını bulan bu muhalefet, kültürel alandaki mecrasını aramakta da gecikmedi. Kendisini kullanışlı bir kültürel çerçeve olarak ödünç veren Newroz çerçevesi içinde yalnızca bir gelenek değil, toplumsal muhalefetin kitlesel örüntüleri de kurgulandı. O dönemde Kürt muhalefetinin sosyalist örgütsel dili, Newroz efsanesinin temel figürü olan Kawa ile, Dehak ile, bunların arasındaki amansız mücadele ile kitlenin diline çevrildi ve kitleselleşmenin araçlarından biri oldu.

“Dünya Irkçılıkla Mücadele Günü”ne denk gelen bu günün seçilip, bir Kürt kimliği tanımı ve hedefler beyannamesi türetmek için kullanılmaya başlanması Eric Hobsbawm ve Terence Ranger’in “geleneğin icadı” diye tarif ettikleri sürece bir örnek sayılabilir. Burada bir geleneğin icadından çok uyandırılması ya da sosyal alandaki sınırlı işlevinin politik alana doğru taşırılmasından bahsetmek belki daha doğru olabilir. 1970’lerde hızla kitleselleşen Kürt muhalefeti, Newroz üzerinden bir kollektif varlık ve itiraz söylemi oluşturmayı denemiştir. Kürt dili ve kimlik oluşturma süreci önündeki engeller ile Kürtlük bilincinin o dönemdeki eksikliği, geleneklerden kaynaklanan ve Newroz gibi kitleler indinde tanıdık bir kimlik oluşturma mecraını gündeme getirmiş olabilir. Bu süreci başlatan aktif siyasal aktörlerin dönemin politik yapısında önemli yeri olan gençler olması ayrı bir öneme sahiptir. Kendi politik projeleri doğrultusunda harekete geçirmek istedikleri kitlelere Newroz bağlamıyla seslenen bu kesim, adı geçen geleneği hem bir alternatif siyasal toplumsallaşma ve hem de içinde Kürt kimliğinin içerisinde gelişeceği bir kültürel koza gibi kurgulamışlardır. Alan araştırmalarım sırasında, Newroz alanlarındaki yaşı ileri katılımcılardan beş ya da on yıl önceki Newroz’lara ilişkin ayrıntılı anılar dinlemiş olmama rağmen, 20-30 yıl öncesine ilişkin sorularımın yanıtlarındaki değişme, bu sorulara yanıt olarak ev ve aile içine dönük kutlamaların hatırlanır olması, bugünkü Newroz bilinci ve buna paralel olarak dönüşen kutlamaların kökeninin 1970’lerdeki politik mücadelede aranması gerektiğini gösteren nedenlerden biridir. O dönemde Kürt muhalefetine önderlik eden gençlerin bu geleneği bir kimlik tarifi ve kitlesel bir muhalefet potası olarak istihdam etmeye başlaması akla Margaret Mead’ın kriz dönemlerinde toplumun öğrenme süreç ve rollerindeki altüst oluşu açıklayan çalışmalarını getirmektedir. Mead’e göre toplumsal buhran dönemlerinde geleneksel öğreten-öğrenen ilişkisinin durmuş oturmuş rolleri değişir ve öğrenen rolünü oynamaya alışık gençler topluma rol verebilirler. Ben de Kürt muhalefetinin genç liderliğinin bu türden bir pedagojik “ayakların baş, başların ayak olması” sürecinde toplumun öğretmenleri olup Newroz dersini verdiklerini düşünüyorum.

“Yeni gün” geleneğinin kollektif bilince malolması ve Kürt muhalefeti için politik-kültürel işlev görmeye başlaması ile birlikte ortaya çıkan Türkiye Cumhuriyeti kaynaklı yanıt iki grupta toplanabilir. İlk aşamada Newroz kutlamalarının görmezden gelinmesi ve “teröristlerin oyunu” söylemi içinde yanıtın politik ve askerî alandan gelmesi sözkonusu olmuştur. Bu dönemin temel özelliği sorunun politik alan içinde çözüleceğine olan inanç ve operasyonelliğin bu alanla sınırlı tutulmasıdır. İkinci aşamada, Newroz’un kitleselleşmesi ve Türkiye’nin Kürt nüfusunun bir bölümü içinde benimsenerek yaygınlaşmasıyla, 1990’lardan başlayarak, Nevruz’un bir yanıt olarak sistemli bir tutundurma ve kitleye maledilme faaliyetinin öznesi olma durumunu izlemekteyiz. İçte Kürt Newroz’unu yanıtlamak, dışta da eş zamanlı dönemde yıkılan Sovyetlerden doğan Türk cumhuriyetlerinin ağabeyliğine soyunmak için elverişli bir araç olmak üzere Nevruz, merkezden organize edilip, yerelde doğrudan doğruya valilikler, eğitim teşkilatı ve üniversiteler aracılığıyla yaygınlaştırılmaya başlanmıştır. Nevruz konulu konferanslar, resim yarışmaları, askerî ve mülki erkanın katıldığı kutlamaların bu tarihten sonra yaygınlaştığını gözlemek mümkündür. Bu ikinci aşamada kültürel alanın kurum ve organları eliyle politikleşmiş Newroz’un etki alanı daraltılmaya çalışılmıştır. Özellikle son beş yılda kültür organlarınca organize edilen ve kamunun taşra teşkilatı aracılığıyla uygulanan çok boyutlu bir Nevruz projesi, medyanın da ciddi desteği ile önemli ilerlemeler kaydetmiştir. Geçmeden, Nevruz’daki geleneği “geri talep etme” durumunun en az Newroz projesi kadar özgün ve siyasal anlam yüklü ayrıntılarla dolu olduğunu burada ifade etmek isterim.

NEDEN?
Başlangıçta belirttiğim gibi “yeni gün” zor bir coğrafyada kutlanmakta ve kutlandığı coğrafyanın politik durumu nedeniyle, pek azı dışında, kutlanan versiyonlar şu ya da bu biçimde güncel politikanın etki alanı içerisinde. Hal böyle olunca güncel kültürel ve politik gereksinimler bağlamında bir takım boyutların öne çıkması, kısmen unutulması ya da anımsanması gibi durumlar gözlenebilmekte. Bu ilişkiyi kuruduktan sonra, Newroz’un siyasal anlamını ve başarı nedenlerini tartışmanın başlangıç noktası kaçınılmaz olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinin atıldığı yıllara gitmek durumundadır. Çok etnili bir başlangıç öyküsüne rağmen bir Türk devleti olarak sonuçlanan projeyi izleyen ilk dalga Kürt ayaklanmalarının 1938’te bastırılmasıyla araya giren sessizlik, 1960-70’lere dek sürecektir. 1970’lerde yükselen muhalefetin ideolojik bir dil ile asla dolduramayacağı bir boşluğu Newroz efsanesinin motifleri ile doldurma denemesinin birden fazla nedeni vardır. Bir yandan devletin tüm organlarıyla ayakta tuttuğu hegemonyaya alternatif sağlayacak, Kürtlük bilincini yükseltecek, kısa ve sade senaryosuyla bunun yaygınlaştırılmasına imkan sağlayacak, Richard Bauman’ın sözüyle olan ve olması gereken arasında karşılaştırma yapmak üzere kendisini sunacak bir çerçeve olan Newroz, diğer yandan kollektif sahipliği ve bir gün için dahi olsa alanda sağladığı özgürlük ile Kürtün dilini, ülkesini, Kürtlüğünü ve nihayet kendi varlığını kutladığı bir mekan olabilecek nitelikleri taşımıştır. Geçici de olsa bu serbest ve kuralları dışarıdan konulmayan alanda kollektif bir fantezi hayata geçirilmektedir.

Bu fantezinin ne olduğu sorusu meraklı ve ayrı bir sorudur. Newroz’un asıl gücü siyasal konjonktüre göre değişen kollektif fantezileri yansıtabilme gücünde yatmaktadır. Savaş yıllarında kahramanlığa dizilen övgü teması bir yıl sonra yerini idam cezasının kaldırılması talebine ya da barış çağrısına bırakabilmektedir. Newroz’un 1970’lerden bu yana “tutması”nın nedenlerinden bir diğeri, birbirinden farklı; okumuş-okumamış, genç-yaşlı, köylü-kentli katılımcı için taşıyabildiği çeşitli mesajlardır. Bu mesaj her zaman sallanan mendilin rengi, söylenen isyan şarkısı ya da sahneye asılan slogan ile verilmez. Sadece orada olmak, kitle aynasında görünmek bile mesajın yerine geçebilir. Yılda bir gün bile olsa kollektif bir kimliğin hayal edildiği Newroz alanı tüm politik fantezilerin hayata geçirildiği bir vahadır. Kutlama alanı dışında söylenmesi hayal bile edilemeyecek sözler, taşınamayacak resim veya semboller, moral, bilinç, eğitim, kimlik, politik yön ve en önemlisi de, James Fernandez ifadesiyle, etnik kimlik arayışı için tarihsel bir sahne sunar. Bu alternatif ve yazılı olmayan Hayat Bilgisi kitabından, Kürt olmak ve Kürt gibi davranmak öğrenilir.

Nevruz bağlamında mesaj ağırbaşlı ve yalındır. Geri istenen “bölücü ve teröristler”ce rehin alınan tarihsel mirastır. Geleneğin Orta Asya’ya uzanan köklerine yapılan vurgu ile bir yandan bayramın Türklüğünün altı çizilirken diğer yandan birarada yaşamı öne çıkaran kardeşlik boyutu öne çıkarılır. Newroz bahsinde bahsettiğim değişkenlik ve uyum yeteneği burada da gözlenir. 1990’larda yapılan salt Türkçü vurgunun ve “etnik öteki”nin yok sayıldığı bir tanımın yerini “Nevruz Ortadoğu uluslarının” bayramıdır söylemine bırakması bu durumu göstermektedir.

NEREYE?
Bir kitap boyu tartışılmayı gerektiren, bazen sayfalar dolusu somut örneklerle zenginleştirilmeyi hakeden bir konuyu makale boyutunda tartışmak hele de konuya ilişkin projeksiyonları burada hakkıyla yapmak olanaksız. Son söz yerine Newroz ve Nevruz rekabetinin nereye gittiği konusunda birkaç söz söylemek gerekirse, işaret levhalarından ilki 2007 kutlamalarından süzülen fotoğrafı gösterecektir: Rekabetin hızlanarak, genişleyerek ve kuvvetlenerek sürecek olması. Ancak çıkarılabilecek sonuç bununla sınırlı olmak zorunda değildir. İki alternatif kutlamayı dikkatle ve milliyetçilik gözünü karartmadan izlemeyi başaranların görecekleri gibi, “yeni gün” geleneği içerdiği benzerlik, coşku ve yeniden başlama sevinci ile üzerinde saygın ve meşru bir barışın inşa edilebileceği bir kaide olarak orta yerde durmaktadır.


Yücel Demirer - Birikim Sayı 216

28 Şubat 2021 Pazar

Yaşar Kemal

Yaşar Kemal, asıl adı Kemal Sadık Gökçeli. Van Gölü’ne yakın Ernis (bugün Ünseli) köyünden olan ailesinin Birinci Dünya Savaşı’ndaki Rus işgali yüzünden uzun bir göç süreci sonunda yerleştiği Osmaniye’nin Kadirli ilçesine bağlı Hemite köyünde 1926’da doğdu. Doğum yılı bazı biyografilerde 1923 olarak geçer.
Ortaokulu son sınıf öğrencisiyken terk ettikten sonra ırgat kâtipliği, ırgatbaşılık, öğretmen vekilliği, kütüphane memurluğu, traktör sürücülüğü, çeltik tarlalarında kontrolörlük yaptı.

1940’lı yılların başlarında Pertev Naili Boratav, Abidin Dino ve Arif Dino gibi sol eğilimli sanatçı ve yazarlarla ilişki kurdu; 17 yaşındayken siyasi nedenlerle ilk tutukluluk deneyimini yaşadı.
1943’te bir folklor derlemesi olan ilk kitabı Ağıtlar’ı yayımladı.
Askerliğini yaptıktan sonra 1946’da gittiği İstanbul’da Fransızlara ait Havagazı Şirketi’nde gaz kontrol memuru olarak çalıştı.
1948’de Kadirli’ye döndü, bir süre yine çeltik tarlalarında kontrolörlük, daha sonra arzuhalcilik yaptı.

1950’de Komünizm propagandası yaptığı iddiasıyla tutuklandı, Kozan cezaevinde yattı. 1951’de salıverildikten sonra İstanbul’a gitti, 1951-63 arasında Cumhuriyet gazetesinde Yaşar Kemal imzası ile fıkra ve röportaj yazarı olarak çalıştı. Bu arada 1952’de ilk öykü kitabı Sarı Sıcak’ı, 1955’te ise bugüne dek kırktan fazla dile çevrilen romanı İnce Memed’i yayımladı.

1962’de girdiği Türkiye İşçi Partisi’nde genel yönetim kurulu üyeliği, merkez yürütme kurulu üyeliği görevlerinde bulundu.
Yazıları ve siyasi etkinlikleri dolayısıyla birçok kez kovuşturmaya uğradı. 1967’de haftalık siyasi dergi Ant’ın kurucuları arasında yer aldı. 1973’te Türkiye Yazarlar Sendikası’nın kuruluşuna katıldı ve 1974-75 arasında ilk genel başkanlığını üstlendi. 1988’de kurulan PEN Yazarlar Derneği’nin de ilk başkanı oldu.
1995’te Der Spiegel’deki bir yazısı nedeniyle İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde yargılandı, aklandı. Aynı yıl bu kez Index on Censorhip’teki yazısı nedeniyle 1 yıl 8 ay hapis cezasına mahkûm edildiyse de cezası ertelendi.

Şaşırtıcı imgelemi, insan ruhunun derinliklerini kavrayışı, anlatımının şiirselliğiyle yalnızca Türk romanının değil dünya edebiyatının da önde gelen isimlerinden biri olan Yaşar Kemal’in yapıtları kırkı aşkın dile çevrilmiştir.

Yaşar Kemal, Türkiye’de aldığı çok sayıda ödülün yanı sıra yurtdışında aralarında Uluslararası Cino del Duca ödülü, Légion d’Honneur nişanı Commandeur payesi, Fransız Kültür Bakanlığı Commandeur des Arts et des Lettres nişanı, Premi Internacional Catalunya, Fransa Cumhuriyeti tarafından Légion d’Honneur Grand Officier rütbesi, Alman Kitapçılar Birliği Frankfurt Kitap Fuarı Barış Ödülü’nün de bulunduğu yirmiyi aşkın ödül, ikisi yurtdışında beşi Türkiye’de olmak üzere, yedi fahri doktorluk payesi aldı.

28 Şubat 2015 tarihinde vefat etti.

24 Şubat 2021 Çarşamba

Goebbels ilkeleri


Hitler sadece Almanya değil, belki de tüm dünyayı sarsacak korkunç planlarını ortaya koyduğunda yalnız değildi. Hatta tüm bunları planlayan kişi Goebbels’di.


Diktatör nedir?
Diktatör Latince’de elinde mutlak ve sınırsız bir otoriteye sahip olan yöneticilere verilen tanımdır. Emir veren ve dikte eden anlamına gelir.
Diktatör terimi, Antik Roma'da, Roma Diktatörlüğü'nün senatosu tarafından acil durumlarda cumhuriyeti yönetmesi için atanan ve olağan dışı görevler üstlenen Magistratus'un unvanından geliyor.
Peki bu kavram günümüzdene için kullanılıyor? Ne için olacak, muhalefeti bastıran, ifade özgürlüğünü kısıtlayan ve yetkilerini kötüye kullanan liderler için kullanılıyor.
Hadi biraz daha detaylandıralım. Diktatörlükler genellikle seçimlerin ve sivil özgürlüklerin askıya alınması, olağanüstü hal ilan edilmesi, demokratik yollar kullanılmadan kanunlaştırılan kararname, siyasi muhaliflere baskı, hukukun üstünlüğü prosedürlerine uymama ve kişilik kültü ile ortaya çıkar. Kişi kültü nedir? Bir toplumda liderin yüceltilmesi, kahraman veya Tanrı benzeri bir figür olarak tanımlanmasıdır.
Diktatörler tek parti rejimlerinde sıklıkla görülür, bazı baskın parti sistemlerinde de ortaya çıkabilir tabi. Ha bu arada Diktatörler sol ve sağ siyasi görüşlere sahip olabilir.
Tarih boyunca; askeri cuntalar, tek partili devletler, baskın partili sistemin egemen olduğu devletler ve kişisel bir yönetim altındaki sivil hükümetler gibi farklı rejimlerde iktidara gelen çeşitli liderler diktatör olarak tanımlanıyor.

Dünya üstündeki ilk diktatörü anlatayım size. O günden bu güne hiçbir şeyin değişmediğini göreceksiniz: Qin Shi Huang, döneminde konfüsçülük ve diğer felsefeleri bir araya getiren Yüz Düşünce Okulunu yasakladı. Sizce neden? Çünkü düşünen insan tehlikelidir. Roma döneminde o hipodromlar kolezyumlar niye yapıldı sanıyorsun? Yönetim hakkında mırın kırın eden sorgulayan insanların kafasını dağıtmak ve hedef şaşırtmak için tabii ki.

Şimdi gelelim herkesin çok iyi tanıdığı meşhur diktatör Adolf Hitler’e. 1933’te Hitler, başbakan olduktan sonra Propaganda Bakanı olarak Goebbels atandı, tüm kültür unsurlarının propaganda malzemesi için kullanılmasına destek oldu. Radyolar propaganda yayıyor, sanat merkezlerinin her köşesi Goebbels'in kışkırtıcı mesajlarıyla dolup taşıyordu.
Radyonun iktidar için öneminden sık sık bahsediyordu Goebbels. İktidarın garantisi radyoda yapılan manipülatif yayınlardı sonuçta. Goebbels'in onayından geçmeyen kitaplar, sanat eserleri, şarkılar yok olup gidiyor, Nazileri öven sanatçılar için özel bütçeler ayrılıyordu.

GOEBBELS İLKELERİ
-Goebbels’e göre, propaganda 3’e ayrılır. Beyaz propagandanın kaynağı bellidir. Kara propaganda dost bir kaynaktan geliyor gibi görünür ama durum tam tersidir. Gri propaganda ise tarafsız bir kaynaktan geliyor gibi görünse de gerçekte düşman tarafından uygulanmaktadır. Gidişata göre 3 propagandadan biri seçilerek ilerlenir.
-Bu ilkelerden en önemli madde YALANDIR. Goebbels diyor ki : Yalan söyleyin mutlaka inanan çıkacaktır. Olmazsa yalana devam edin. Bir şeyi ne kadar uzun süre tekrarlarsanız, insanlar ona o kadar fazla inanırlar. Çünkü söylediğinizin nereden geldiğini, doğruluğunu unutur ve bir süre sonra o yalanı benimser.
-Halkı her zaman ateşleyin, asla soğumasına ve düşünmesine izin vermeyin. Demiş.
-Halk büyük yalanlara, küçük yalanlara göre daha çabuk inanır.
- Hatalı olduğunuzu ya da yanlış yaptığınızı asla kabul etmeyin.
-Sadece bir rakibinize odaklanın ve kötü giden her şeyin suçunu onun üzerine yıkın. İnsanlar bir süre sonra sorunun onda olduğuna inanacaktır.
-Her zaman etrafınızda bir yalaka ordusu bulundurun.
-Medyayı gerekiyorsa satın alın, yalnızca sizin propagandanızın yayınlanmasına izin verin.
-Adaleti ele geçiren devleti ele geçirir. Adaletin her zaman kendinden taraf olmasını sağlar. Son olarak da: "Önemli olan aydınlar değil kitlelerdir. Çünkü onları kandırmak çok kolaydır.”
İşte Hitler bu ilkeleri kullanarak, Önce Almanya’nın umudu oldu, yol yaptı hatta ilk otobanı yaptı, köprüler yaptı, medyayı ele geçirdi, adaleti ele geçirdi, insanların inançlarını manipüle etti derken iyice zıvanadan çıktı...

Dora Pedia Youtube Kullanıcısı

21 Şubat 2021 Pazar

Stalinizm!

Jozef Stalin'in doğum günü ve ölüm günü nedenleriyle yılda en az iki kez kutsandığı bir üikede yaşıyoruz. SSCB Parti Politik Bürosu tarafından yazılıp, her dilde hazırlanıp basılarak ülkelere legal, (olanak bulunmayan yerlerde illegal) olarak dağıtılan propoganda yüklü kitapları okuyarak yetişmiş nesillerin bu "Stalin Hayranlığı"nı bir dereceye kadar anlamak mümkün. Ama O'nun (kurduğu demeyeyim ama) geliştirdiği Parti Diktatoryasının ardıllarının dahi 1994 de artık yıkılmasına karar verdikleri yapının övünçle simgeleştirdiği Stalin hayranlığı, yeni nesiller için ancak bir propoganda ezberciliğinden başka bir anlama gelmez.
Bu "Stalin Severlik" bizden başka, bir de Yunanistan'da devam edegelen bir arıza. Bence, arızanın giderilmesi en başta Stalin fenomeninin oluşması sürecinden başlayarak tekrar ve tekrar anlatmakla giderilebilecek.
Bu bağlamda "hazret" hakkında internetten bilgi araştırırken rastladığım, bir inceleme yazısını, (kime ait olduğu bilinmiyor) kısmen güncelleştirerek; ve ilavelerle anlaşılır duruma getirerek yeniden yazmaya karar verdim. TO

Bugün Sovyetler Birliği tarihi hakkında bildiğimiz pek çok şeyi on beş-yirmi yıl önce bilmiyorduk, çünkü arşivler açık değildi. Sovyetler Birliği 1990’ların başında çöktüğünde, dağıldığında, parçalandığında, birçok arşiv yavaş yavaş açıldı.
Aşağıda yer alan yazılar, Peter Holquist’in çalışmalarına dayanıyor. Vaktiyle Cornell’de ders veriyordu, şimdiyse Princeton’da ders veriyor...
Ve Sheila Fitzpatrick’in Stalinizm üstüne daha yakın tarihli çalışmalarına dayanıyor.

Soru şu: Lenin’in Stalin’i getirmesi kaçınılmaz mıydı?
Bu zor bir soru. Sanırım, aslında ileride Sovyetler Birliği’ne dönüşecek olan şeyin yapısı, yani Bolşevik partinin işleyişi daha iktidara gelmeden kurulmuştu. Ana kavram "demokratik merkeziyetçilik"ti. Bu, Sovyet devletinin bir yukarıdan aşağıya karar alma ve gerekli haberleşmeyi aşağıya iletme aygıtı olarak düzenlenme biçimiydi. Prensipte, en yüksek düzeyde tartışmaların yürütülmesi gerekiyordu. Kararlar bir kere alındıktan sonra da Komünist Parti kanalıyla yayılacaktı. Ama kuşkusuz sırf Stalin’in paranoyası yüzünden(—biliyorsunuz, klinik bir paranoyaktı) milyonlarca insanın ölümüne yol açtı.
Stalinizm idaresi altında, tartışma kavramının kendisi Sovyet karşıtı tutumla özdeşleştirildi.

Esasında, emekçi insanlar adına—ve ayrıca bir dereceye kadar da milliyetler adına – bir halk devrimi olarak başlayan şey, proletarya diktatörlüğü halini almadı; proletaryanın değil Komünist Parti’nin, Komünist Parti’ye dönüşmüş Bolşevik Parti’nin ve Stalin’in diktatörlüğü haline geldi.
Stalin’in paranoyası arttıkça haliyle tasfiyeler geldi. Kimilerine Batılı Komünistlerin katıldığı ve oturup infaz edilmelerinden kısa bir süre önce Nazilerin, İngiliz kral taraftarlarının ya da işte her kiminse işbirlikçisi olduklarını itiraf eden, hiçbir zaman ve kesinlikle yapmadıkları şeyleri itiraf eden insanları dinledikleri büyük göstermelik yargılamalar.

Peter Holquist’in izinden giderek, bugün vurgulanması gereken noktalardan biri, Stalinist terörün yapısı –iç savaşta ya da Lenin’in Sovyetler Birliği’nin ilk dönemindeki egemenliğinde bunun evveliyatını görmek mümkün. Ama en başta milliyetlerin özerk olacağını tahayyül eden insanların, onların bu umutları çabucak yok edildi.
Stalin bakandı ya da "Milliyetler Komiseri" dedikleri şey her neyse o işi yapıyordu. İşçilerin kendi kendini yönetiminin ve kendi kendini ve üretim araçlarını denetiminin bu cesur yeni dünyada uygulanacağı fikri, işçilerin polis ve Sovyet devleti tarafından bastırılan grev ve protestolarıyla fazlasıyla hızlı bir şekilde yerle bir oldu.

Buranın hakiki bir işçi cenneti olduğu ve her şeyin mükemmel yürüdüğü yanılsaması 1920’lerde, hatta 1930’larda da sürecekti. Ama söz hep dönüp dolaşıp “parlak gelecek”e geliyordu. Parlak çok kullanılan bir sözcüktü. Birazdan bunu açacağım. Gelecek parlak olacaktı. Muhteşem olacaktı. Ama fedakârlıklar şimdi yapılmak zorundaydı. Devrimi, Amerikalılara, Fransızlara, İngilizlere ve kapitalist güçlere, vesaire vesaireye karşı korumak için fedakârlıklar şimdi yapılmak zorundaydı.
Hepinizin bildiği gibi, hiç de öyle olmadı tabi ki.

Öncelikle bütün bunların perde arkasında bir devlet kurmaya çalışmanın zorluğu vardı. İç savaştan dolayı, kıtlık koşullarından dolayı ve salt muazzam ekonomik güçlüklerden dolayı da bunun nasıl yapılacağı belli değildi. Bütün bu milliyetleri kapsayan bir ülke var elinizde. Ural Dağları’ndaki, madenlerdeki ve daha sonra Leningrad adını alacak olan Petrograd şehrindeki sanayi üretimine rağmen esasında hala bir köylü ülkesi olan bir ülke.

Yazının Devamı

16 Şubat 2021 Salı

Sivil anayasa ‘sivil’lerin yazdığı anayasa mıdır?

Alper Görmüş
Kelimelerin istismarı üzerinden insanları (ve toplumu) istismar etmek, siyasetçilerin en sevdiği sporlardan biri.

Mesela Süleyman Demirel Türkiye’nin bir “kanun devleti” olduğunu sık sık vurgulamayı pek severdi. Buradaki entrika, toplumun kahir ekseriyetinin ‘hukuk’ ve ‘kanun’ algısının aynı olması üzerinden bir illüzyon yaratmaktı. Devletin hukuk ve meşruiyet dışı davranışları böylece “açın okuyun, kanun dışı bir şey yapılmıyor, kanunda ne yazıyorsa o yapılıyor” klişesiyle gizlenebiliyordu.

Sıradan insanların aklına “iyi de ya o kanun ‘yanlışsa’” diye bir soru gelmiyordu. Nasıl gelsin ki? Devrin muhalefeti bile bu tuhaf argümanı bir çırpıda safdışı edecek o tek cümleyi kurmayı akıl edemiyor ya da -galiba- akıl etse bile işine gelmiyordu: “Sayın Demirel, Irak, Suriye, İran; etrafınızdaki bu diktatörlüklerin de kanunları var, mesele kanunların var olması ve onların uygulanması mı yoksa kanunların içeriği mi?”  

‘Cumhuriyet’ ve ‘demokrasi’ algıları

‘Hukuk’ ve ‘kanun’ üzerinden kurulan illüzyonun bir benzeri ‘cumhuriyet’ ve ‘demokrasi’ üzerinden kuruldu; Türkiye mademki bir cumhuriyetti (ki doğru, bir hanedan tarafından yönetilmiyor), o zaman otomatik olarak demokrasi de oluyordu.

Yüzyıllarca keyfîlik ve istibdatla özdeşleşmiş bir hanedan tarafından yönetilen bir ülkede, cumhuriyetle demokrasinin bir ve aynı şey olduğu illüzyonunu yaratmak zor değildi: Mademki padişahlığa son veren rejim cumhuriyetti, öyleyse bu rejim, otomatik olarak, yıktığı rejimin başat karakteri olan istibdata ve keyfîliğe karşı olacak, başka deyişle “demokratik” olacaktı.

Cumhuriyetle demokrasinin bir ve aynı olmadığı; etraftaki, kimsenin cumhuriyet olduklarına itiraz etmeyeceği diktatörlüklerin demokrasiyle hiçbir ilişkilerinin bulunmadığı itirazları tabii ki teveccüh görmedi ve bu illüzyon da on yıllar boyunca başarılı bir biçimde ifa etti fonksiyonunu.

‘Sivil’ demek asker-askerî olmayan mı demek?

‘Kanun-hukuk’ ya da ‘cumhuriyet-demokrasi’ üzerinden kurulan illüzyonların bir benzeri, daha akademik bir düzeyde ‘sivil-asker’ karşıtlığı üzerinden kuruldu.

Türkiye’de ‘sivil’ sözcüğü ‘askerî olmayan’ anlamında yaygın (ve yanlış) bir kullanıma sahip… Hiç unutmuyorum, yıllar önce, askerlerce işlenmiş suçların bir bölümünün (darbe girişimi vb.) askerî yargıda değil de adlî yargıda ele alınmasına ilişkin tartışmalar sırasında gazete sayfaları ‘sivil yargı’ sözcüğüyle dolup taşmıştı.

Oysa ‘sivil’ kavramı, doğup geliştiği Batı siyasal kültüründe başlangıcından beri ‘devlet alanının dışında kalan’ anlamında kullanılıyor. Bu çerçevede: Evet, Türk Silahlı Kuvvetleri sivil değildir ama, Dışişleri Bakanlığı ya da Kültür Bakanlığı da ‘sivil’ değildir. Evet, askerî mahkemeler sivil değildir ama onların dışında kalan mahkemeler de sivil değildir; her ikisi de devlet alanının içindedir çünkü.

Bugünlerde, yeni anayasa tartışmaları bağlamında ‘sivil’i asker-askerî olmayan anlamında kullanma üzerinden işletilmeye çalışılan yeni bir illüzyona şahit oluyoruz.

İktidar, şimdiye kadarki bütün anayasaların askerler tarafından yapıldığını hatırlatarak hepimizi ‘sivil’ bir anayasa yapmaya davet ediyor, buna gönül indirmeyenleri de ‘sivil’ olmamakla itham ediyor.

Bu itham haklı ve yerinde bir itham olabilirdi; meğerki iktidar gerçekten de ‘sivil’ olsaydı.

Demokrasilerde iktidarlar seçimle işbaşına gelir, fakat bu kriter tek başına onlara ‘sivil’ karakterini kazandırmaz. Çünkü devleti yönetmektedirler ve bu süreçte içinden çıkıp geldikleri toplumla, yönetmeye başladıkları devlet arasında kendilerini nerede konumlandırdıkları önem kazanır.

İktidara geldikten sonra bir zamanlar sözcüsü oldukları toplumsal talepleri devlete kabul ettirmeye mi çalışacaklar, yoksa zaman içinde devlet tarafından devşirilecek ve böylece, tam tersine devletin toplumdan istediklerinin bir sözcüsü haline mi gelecekler?

İktidarların ne kadar ‘sivil’ kalabildiğine ancak bu somut gözlemler sonucunda karar verilebilir.

AK Parti hangisine daha yakın? Devlete mi topluma mı?

AK Parti, kabaca iktidarda ilk 10 yılını geçirdikten (ve iktidara yerleştikten) sonra toplumu kendi cemaatinden ibaret saymaya başladı ve toplumun yarısından koptu.

Bu birinci aşamaydı…

İkinci aşama 2013’ten (17-25 Aralık), özellikle de 15 Temmuz’dan (2016) sonra geldi. AK Parti, bu dönemde yeni bir tercih yaptı: İktidarının başından beri ortak olduğu Gülencilerin tehdidi altında, bir zamanlar kendisini yıkmaya çalışan eski devlet unsurlarıyla ittifak kurmaya başladı.

Üçüncü aşamada MHP de devreye girdi; artık AK Parti’nin, toplumun kendi cemaatinden olan bölümüyle de ciddi sorunları oluşmaya başlamıştı. Böylece AK Parti’nin toplumdan çok devletin bir parçası olma süreci tamamlanmış oluyordu.

İşte şimdi bu AK Parti toplumun karşısına geçmiş, onu ‘sivil’ anayasa yapmaya davet ediyor.

Yapılmak istenen şey belli: ‘Daha fazla devlet’ içeren bir anayasa. Fakat bu doğrudan söylenemiyor doğal olarak. O zaman da siyasetçiler yine çok iyi bildikleri o entrikayı sokuyorlar devreye: Kelimelerin istismarı üzerinden insanları (ve toplumu) istismar etmek.

Örneğimiz üzerinden düşünürsek: Kendisi aslında devlet alanında olduğu halde ‘asker ya da askerî olmayan’ın ‘sivil’ olduğu illüzyonu üzerinden sivil anayasa çağrısı yapmak ve buna icabet etmeyenleri de askeri vesayetçilikle suçlamak!

Muhalefetin önünde bu samimiyetsizliği ve istismarı teşhir etmek gibi güç bir görev var.

Alper Görmüş

(Serbestiyet)



9 Şubat 2021 Salı

Boğaziçi ile Başlayan? - Ömer Laçiner

Recep Tayyip Erdoğan’ın 2011’den, özellikle de 2015’ten sonra “reform” veya “hukuki düzenleme” etiketiyle yaptırdığı her hamlenin Cumhuriyet’ten beri bu ülkenin modern-uygar ve demokratik bir toplum olma yolunda oluşturabildiği ne varsa hepsini sırayla tahrip etmenin bir adımı olduğunu yeterinden fazla gördük. Bu trendin geldiği noktada bu ülke devleti, kâğıt üstündeki tarifinde yer alan “sosyal”, “hukuk”, “laik” ve “demokratik” gibi sıfatları bazı kalıntılara indirgenmiş, güvencesini verdiği hak ve özgürlükleri keyfileştirmiş ve neredeyse çıplak bir baskı ve şiddet aygıtından ibaret hale gelmiş olduğu gibi; bu enkazın yanı sıra toplum da parçalara ayrıştırılmış, kendilerine memleketin sahibi/efendisi unvanı verilmiş –yerli ve milli– AKP-MHP seçmenleri ile böyle sayılmayanlar arasında Ortaçağ’a özgü bir hiyerarşinin epeydir fiilen yürürlükte olduğu bir “düzen” ortaya çıkmıştır.

Hal ve gidişat böyleyken Erdoğan’ın geçen Kasım ayında “hukuk reform” lafını ortaya atıp, Aralık’ta ardından Ocak başlarında “hazırlıkların tamamlanmak üzere olup yakında açıklanacağını” söyledikten sonra birden bire “yeni bir Anayasa” girişimi başlatmasının amacı ve gerekçesi ne olabilir?

Yukarıda işaret edilen trend dikkate alınırsa, Erdoğan’ın bu “el yükseltmesi” bir adım daha atmak yerine bir sıçrama yapmaya niyetli, hatta kararlı olduğu anlamına gelir. Amacı ve muhtemel gerekçelerini daha sonraya bırakarak şunu peşinen söyleyelim ki; geldiğimiz eşikte o “sıçrama” herhalde Anayasa metnine “Türkiye devletinin dini İslâm’dır’ ibaresinin bir biçimde sokulması ile yapılabilir.

Erdoğan açısından böylesi bir girişimin gerekçeleri, amacından daha önemli, daha ön planda gözüküyor olmalıdır. Bir diğer ifadeyle bu girişimini sonucuna vardırmaktan çok onun tartışılmasıyla oluşacak gayet gerilimli havaya, körükleyeceği keskin kutuplaştırmaya ihtiyacı var. Ve bu ihtiyacın büyüklüğü ve acilliği nedeniyle; şimdiye kadarki kutuplaştırma hamlelerinde karşıtlarını örtük veya dolaylı biçimde din dışı, dine aykırı olmakla itham etme tavrına “eşik atlatarak”; onları Müslüman olmamakla yaftalamanın ortamını oluşturmayı kurguluyor olmalıdır.

Çünkü 2019 mahalli seçimlerinde açıkça görülen “Cumhur ittifakı” tabanındaki erimeyi durdurmak için o zamandan beri yapılan hamleler sonuç vermediği gibi, hemen tamamı “dışarda ne kadar güçlü olduğumuz” izlenimi vermeye ve bunu içerde oy devşirmek için kullanmaya matuf o hamlelerin ya kofluğu belli olmaya başlamış ya da muhataplarının bedelini ödetme girişimleri karşısında mecburen gerileyerek “taban”ın zihninde soru işaretlerinin doğmasına yol açılmıştır. Bu sorular “pandemi süreci”nin yönetimindeki öngörü yoksunluğu, keyfilik ve beceriksizliklerle katmerlenmiş ve bu da “taban”ın sayısal desteğinin değilse bile sadakat duygusunun bariz biçimde gevşemesine kapı açmıştır.

Tabandaki bu kayganlaşma ekonomideki sıkıntıların ağırlaşacağı, dışarıda ABD ve AB ile ilişkilerin zorlaşacağı önümüzdeki aylarda, AKP-MHP iktidarını –elindeki tüm baskı ve şiddet araçlarına rağmen– yıllardır sahip olduğu “gündemi belirleme” kozunu kaybettiği takdirde ayakta kalamayacağı bir sarsıntı sürecine iter. Dolayısıyla bu gevşemeyi sertleştirmeye dönüştürmenin yanı sıra “kaçış”ları da önlemenin ve ayrıca yeni iltihak kanalları açılmasının yolu mutlaka bulunmalıdır.

O nedenle Ocak ayı ortalarından itibaren iktidar ortaklarından MHP kendi tabanındaki erimenin ve kaçışların yöneldiği İYİ Parti ve Gelecek Partisi’ne karşı meşrebine uygun “uyarı”lar yapmaya, pusular tertiplemeye veya özendirmeye girişirken; AKP de Sünni muhafazakâr kitleyi kendi etrafında toparlamak için harekete geçti. Ancak bu iki farklı kanaldan faaliyeti birbirine kenetleyecek ve aynı zamanda gevşemeleri sertleşmeye dönüştürecek bir tutkal da gerekiyordu. Bu elbette din olacaktı ama istenilen sonuç için aşırı keskinleştirilmiş bir “sürüm”ü gerekiyordu. Cumhuriyet’in 100. yılına hazırlanılıyorken Cumhuriyet’in ilk (1921 ve 1924) anayasalarında yer alan “devletin dini İslâm’dır” maddesini yeniden yürürlüğe koyma kararlılığının ilan edilmesi pekâlâ bu gereksinimi karşılayabilirdi.

Öyle tahmin ediyoruz ki, MHP’nin haliyle asıl olarak AKP kadrolarının inisiyatifinde yürütülecek böylesi bir kampanyada geri planda hatta bağımlı konumda kalacağından ötürü tereddütlü oluşu, resmen ilanını geciktiriyor. Ancak önümüzdeki günlerde ya MHP’nin tereddütleri giderilerek ya da AKP tarafından bir oldu-bittiye getirilerek veya adı resmen konulmayarak “devlet İslâm’ındır” temasını odağına almış, buna itiraz eden her laiklik savunucusunu İslâmofobiyle, dahası İslam düşmanlığı ya da mürtedlikle suçlayacak bir kampanyanın başlatılması çok büyük bir ihtimaldir. Bu suçlamalar ABD ve AB talepleri gündeme geldiğinde içerik ve gerekçelerinden dikkatleri saptırıp yaftalanabilmelerini mümkün kılacağı için de kullanışlı olacaktır. Ayrıca AKP-MHP rejimine yönelik her tür eleştirinin bu suçlamalarla bağlantısını kurdurtacak psikolojinin –her ikisinin de düçar olduğu aşağılık kompleksinin– ittifakın harcındakı asli payı dikkate alınırsa bu kanalın tamamen açılacağı da kestirilebilir.

Nitekim Boğaziçi olayı bunun gayet uyarıcı bir örneği ve “prova”sı oldu. Suçlama kanalı bahane bile sayılamayacak bir şeyden bir “din düşmanlığı, dine hakaret” argümanı türetilerek o aşağılık kompleksinin hemen tüm tezahürlerinin fışkırtıldığı kanal açılıverdi. Erdoğan, kimseye eliyle bile dokunmayan, buna mukabil coplarla dövülüp ite kaka sürüklenerek nezaretlere atılan Boğaziçi’nin parıltılı gençlerine “terörist” diyebilmekten çekinmedi. Bahçeli de bu konuda ne kadar kararlı olduğunu göstermekte gecikmedi: Boğaziçi öğrencilerini “vandal-barbar” ve “gözlerini kan ve nefret bürümüş” diye niteleyebildi. Sicili pusularla, bomba tuzaklarıyla, boğarak adam öldürmelerle yüklü bir hareketin başında olan birinin o tür sıfatları kullanırken kendini tarif ediyormuş izlenimi yaratacağından dolayı çekineceği sanılır ama anlaşılan Bahçeli kompleksini gemleyememiş. Liseyi bitirdiklerinde yetenek, (kurnazlık değil) zekâ ve zihinsel donanımlarıyla Boğaziçi’ne girmeyi hayal bile edemediklerini tahmin ettiğimiz kimselerin şimdi böyle bir üniversiteye rektör atayabilecek statüde olmaları ülkenin düştüğü durumun acıklı bir göstergesi olduğu kadar aynı zamanda da bu ikilinin Boğaziçi’ne karşı sergiledikleri ölçü tanımaz huşunetin ta o dönemlerden beslenen kompleksin dışavurumu olduğu da not edilmelidir. Ayrıca Erdoğan o kompleksinin bir diğer yüzünün nesnesi, “hedefi” olan Osman Kavala’ya ilişkin kin ve hasedini Osman’ın eşi Ayşe Buğra’nın Boğaziçi’nde öğretim üyesi olmasını fırsat bilip bir kez daha sergilemeyi de ihmal etmedi. Ama, zihni donanımının derinliği kadar imrenilesi nezaketiyle de bilinen Ayşe Buğra’ya provokatör diyebilmenin değeri ve hükmü ne olabilir ki?

AKP-MHP bloku, bu kampanyayı yeni vesilelerle takviye ederek ve son iki yüz yıldır Sünni “hassasiyetler”in mücavir alanından gelip ahlaki, yapıcı ve iyicil ögeleri iteleyerek odağına yerleşmekte olan ilkel güdü ve –kindarlık,haset gibi– duyguların körüklendiği bir din adına seferberlik havasının giderek güçlenmesinden medet umacak noktadadır. Bu kampanya karşısında savunmacı bir reflekse kapılmak, “İslâm’a, onun hassasiyetlerine saygılıyız” hattının arkasına sığınmak değil tam tersine o kampanyayla üzerinin örtülmesine çalışılan gerçek sorunları,AKP-MHP blokunun eseri olan enkazın bütün boyutlarını,özellikle manevi sefalet halini, ülkenin yapıcı, yaratıcı potansiyelini nasıl tahrip ettiklerini layıkıyla teşhir ederek inisiyatifi ele geçirmenin yol ve araçlarına odaklanılmalıdır. Boğaziçi olayı vesilesiyle ülke gençliğinin bu konulara ilişkin duyarlılığının canlanmış oluşu gayet verimli bir çıkış, başlangıç noktası olabilir.

Ömer Laçiner
Birikim - 8 Şubat 2021

Boğaziçi’nin Düşündürdükleri


- Murat Belge
Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör tayin etme olayı şimdiden önemli bir siyasi olay haline geldi, ancak göründüğünden daha da önemli olduğunu sanıyorum. Çünkü Tayyip Erdoğan’ın bu davranışı zihninde bir süredir oluşturmaya çalıştığı daha kapsamlı bir planın önemli bir parçası. Bunun nasıl bir plan olduğunu entelektüel düzeyde iktidar olamamak üstüne söylediği sözlerden hemen kavrayabiliriz. Bunun başlangıcını da birkaç yıl daha önce İstanbul İl Başkanı’na söylettiği “Biz artık sizden fikir alacak değiliz” deklarasyonuna götürebiliriz.

“Entelektüel alanda iktidar olamama” tesbitinde Tayyip Erdoğan haklı. Olamadılar. Bu şimdiki kadrolara göre daha “mürekkep yalamış” gibi duran Gülen cemaatinin münevverleriyle araları bozulmasaydı da böyle bir “iktidar” kuramazlardı. Çünkü entelektüel bir yaratıcılığa sahip olmak dogmatik bir inançla yan yana yürümez. Gülenciler daha esnek “görünse” de bu yalnızca bir görüntüydü.

Tayyip Erdoğan’ın entelektüel bir yaratıcılığa sahip olamayan bir siyasi hareketin uzun süre egemenliğini sürdüremeyeceği tesbiti de doğruydu. Sürdüremez. Öte yandan, sadece “ihale” yasası çıkarma konusunda gösterilen şecaat da bu kadroların hem kafayı neye taktıklarını, hem de başarılarını açığa vuruyor.

Durum böyleyse Tayyip Erdoğan ve kadroları kollarını sıvamalı, hareketin entelektüel bagajını doldurmalı... diye düşünebiliriz; ama bu iş kolay bir iş değildir. “Ol” demekle insan ilim irfan sahibi olmaz. “Bilgi” öyle elma armut gibi bir şey değildir; tohumu ekilip meyvası alınmaz.

O halde ne yapmak gerek? Tayyip Erdoğan erişmek istediği ama erişemeyeceğini de sanırım anladığı yeri tahrip ederek orayı ele geçirmeye karar verdi. Her işini zorla yapmaya alıştığı için olsa gerek, zorla aydın yetiştireceğini de (daha doğrusu başkalarının aydınının yetişmesini engelleyeceğini) aklı kesti. Bunun bir adımı (önemli bir adımı) olmak üzere de Boğaziçi saldırısını başlattı.

Bunun zorlu bir iş olduğunu herhalde tahmin ediyordu. Zorluğu göze aldı. Çünkü, bu “entelektüel iktidar” stratejisinin yanında başka sorunları da vardı. Boğaziçi’nde okuyup yetişen “elitler” konusunda yaptığı edebiyat bu öfkesini açığa çıkarıyor. Tabii bu yalnız Boğaziçi Üniversitesi’yle sınırlı bir şey değil. Tayyip Erdoğan ve çevresindekiler “elit” sevmiyorlar ve zaten bu kelimeyi bir hakaret sözü olarak kullanıyorlar. Oysa elbette, “elit olmak” 1) kötü bir şey değil; 2) kolay bir şey de değil. Ayrıca, faşist veya faşizan diktatörlüklerde şaşmaz bir biçimde karşımıza çıkan bir davranış. Entelektüel yaratıcılıkla dogmatik inancın yanyana varolamayacağını söylemiştim.

Tayyip Erdoğan’ın saldırı girişimi karşısında Boğaziçi Üniversitesi’nin hem hocalarının, hem de öğrencilerinin tutumu ve eylemleri bence tam olması gerektiği gibi oldu. Karşı geldiler, gelecekler de. Bu işin sonunun nasıl geleceğine dair bir tahmin yürütemiyorum ama iki tarafın da kendi istediği sonucun oluşması için ellerinden geleni yapacağı belli. Erdoğan’ın aklında, “tek adam” olmaya karar verdiği sürecin başında Gezi Direnişi karşısında duralamasının anısı hâlâ bir hayli taze olmalı. Tayyip Erdoğan mizacında bir adamın kolay kolay sineye çekebileceği bir durum değil bu.

Dolayısıyla Boğaziçi’nde elde etmeyi istediği sonucun aynı zamanda Gezi’nin intikamı olmasına önem verdiğini düşünüyorum. Elinin altındaki “kaba kuvvet”le böyle bir sonuç alması imkansız görünmüyor. Böyle bir kol bükme stratejisi Tayyip Erdoğan’ı ve yakın çevresini rahatsız etmez. Tersine, bundan özel bir zevk almaları da muhtemeldir, ama bunun toplumda geniş bir tepki yaratacağını tahmin ediyorum.


Murat Belge
Birikim - 9 Şubat 2021 Salı

Mahalle - Tanıl Bora

2007 ve izleyen yıllarda Şerif Mardin’in ortaya attığı “mahalle baskısı” sözü çok konuşulmuştu. Herkesin had ve hizasını kontrol eden geleneksel töre kontrolünün, Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarında muhafazakâr bir baskı iklimine inkılâp ettiğine veya edebileceğine dair tartışmalarda kullanılmıştı bu tabir. Zamanla, tabir revaçtan düştü; belki, ‘düz’ baskıdan sonra sıra gelmiyordur.

Epeydir, mahalle kavramı başka bir bağlamda dillerden düşmez oldu. Bizim mahalle – öteki mahalle; kendi mahallemiz – başka mahalleler… Siyaseti ve toplumu yorumlarken, herkes aklın-fikrin, sözün işlev ve etkisini mahalle kavramıyla ölçüyor. Her cenahta öyle - her mahallede, yani!
Kastedilen, fikirlerin ve sözlerin, kutuplaşmış kamuoyları içinde yalıtılmış olarak kalmasıdır; farklı kamplara, öteki kamuoylarına ulaşmamasıdır.

Bunu sorun edenler, yani her mahallelinin sadece kendi mahallesine hitap etmesinden yakınanlar, başka mahallelere kulak vermek ve oradakilerle de konuşmak gerektiğini söyleyenler, “mahallenin delisi” durumuna düşmekten yakınıyorlar.
Yersiz bir endişe değil, kesinlikle. Memlekette farklı kamuoyları arasında geçirimsizlik var; diyalogdan önce bilmeme engeli var, ondan da önce bilmek istememe, çünkü arada bir müştereklik görmeme, hatta insandan saymama sorunu var.

Bu meseleyi dert ederken, mahalle kavramının üzerine düşülmüş olmasına takılacağım biraz. Herkesin mahalle teşbihine sarılması, bu meselemiz hakkında bize neler söylüyor olabilir?
***
Belki şu merakla başlamalı: Mahallenin kalmadığı bir zamanda sürekli mahalleden bahsetmekte bir acayiplik yok mu? Hâlâ soluk alıp can çekiştiği yerler yok değil elbette - can çekişme şekli dahi farklılaşarak bile olsa… Fakat geleneksel mahalle, her sahada ilk hayat tecrübelerinin edinildiği, herkesin birbirine mukayyet olduğu, denetim (mahalle baskısı!) karşılığında sıcaklık ve dayanışma sunan cemaat idili, artık adresinde bulunamıyor. Nostaljisi dahi eskidi sayılır, mahalle dizileri bile çevrilmez oldu – istisnalar var ama mesela Çukur’u klasik bir mahalle dizi saymak zor.
Mahalle teşbihine rağbetin, mahalleyi özlemekle ilgisi olabilir mi? Şu da var ki her “mahalle,” başka türlü özleyecektir mahalleyi. Muhafazakâr nostalji, herkese edep ve terbiye veren o kolektif tarassutu özleyecektir. Sol nostalji, jenerik bir dayanışma mekânı olarak özleyecektir.
***
Kebîkeç dergisinin 2005’te çıkan 20. sayısının başlığı: “Dünyanın merkezi mahallemiz” idi. Zeki ve şefkatli bir çerçeve çizmişti dergi; mahallenin çerçevelediği dünyaya çıkma tecrübesinin kıymetini bilerek, yeniyetmenin mahalleyi dünyanın merkezi zanneden muhayyilesine şefkat gösteriyor, fakat tam da “dünyanın merkezi” lâfıyla, oranın dünyanın merkezi olmadığını da hatırlatıyordu. Mahalle, dünyanın merkezi sanıldığında, en feci darlıktır. “Mahalle takımında bile…” kıyası boşuna çıkmamış. E zaten günümüzün, fikrin-sözün ufkunun mahalleye sıkışmasından yakınan söylemi, zımnen buna da dikkat çekiyor.
***
Mahallenin kalmadığı yerde, mahalle teşbihinin uygunluğunu sormaya devam edelim. Mahallenin yerinde ne var artık? Yüksek bloklar var, güvenlikli ve güvenliksiz siteler var, plazalar var. Komşuluğun, yardımlaşmanın yerini anonimleşmiş bazen profesyonelleşmiş ilişkilerin aldığı iskân birimleri… (“Kapıcı” yerine “apartman görevlisi” denmesinin nedeni sadece siyasî doğruculuk değil. Bir üst aşaması, “facility manager”dir.) Mahalle, şeklen durduğu yerde bile, kentsel dönüşümden geçince mutasyona uğruyor.
(Mike Davis’in Gecekondu Gezegeni’nde dikkat çektiği olguyu, yani dünya nüfusunun üçte birinin mahalle haysiyeti taşımayan kitlesel izbelerde yaşadığını unutmayarak,[1] şimdilik “imarlı kesimde” kalalım.)

“Mahalle” teşbihiyle andığımız siyasî camiaların, alt-kamuoylarının ortamı da, artık mahallelerin yerini alan yeni habitatlara, yeni yaşam alanlarına benzemiyor mu? Toplu konutlardaki gibi, “sakinlerin” birbirlerini tanımadığı veya sadece fragmanlarından tanıdığı bir habitat. Sanal ortamdaki güruhlaşma istidadının yol açtığı yüzsüz-anonim linççilik, “mahalle baskısı”ndan farklı bir şey değil mi?

İstişarenin bulunduğu, düşünce sevgisinin ve merakın canlı olduğu, fikrin birikerek geliştiği, eleştirinin yergi-övgü zıtlığına sıkışmadığı, müphemin grisine yaşam ağacının yeşiline açık bir söz ortamını, bir kamuoyunu, -tamam, biraz da idealize ederek-, mahalle teşbihiyle karşılayabilirdik. Bu vasata sahip miyiz? “Mahallemiz” dediğimiz kendi kamuoyumuzda, sahih anlamıyla tartışma ve eleştiri şevki namına ne var?

Mahalle teşbihi, -az evvel yine değindim-, jenerik bir dayanışma mefhumunu da ifade ediyor. Ama işte, ancak jenerik veya jenerikleşmiş bir dayanışma o. Dayanışma, tarihsel tecrübeyle, yapıp ederek, eylemle kurulan bir ilişki. Geleneksel veya eski biçimlerinin aşındığı, yeni, anonim-sanal biçimlerin kalıcı ve bağlayıcı ilişkiler kurmaya muktedir olamadığı şartlarda, dayanışmanın yeni biçimlerini düşünmek gerekmiyor mu?

Tuncay Birkan’ın Sol: Evin Reddi derlemesine aldığı 2010 tarihli bir yazısında, işte bunun eksikliğine yanıyor. Benim de burada tekrarladığım türden muhtelif tahlillerin nesnesi olarak mahallenin insanları ile temas aramak; mahalleli ile, “sıradan” insanlarla, onları dinleyerek ilişki kurmak.[2]

Kısacası, “mahalle”nin imâ ettiklerini kaybettik ve onları yeniden icat etmeye ihtiyaç var. Kendi mahallemize kapanmamaktan, öteki mahalleye seslenmekten söz ederken, belki bunu da düşünmeliyiz.
***
Şehircilik terimleriyle devam edeceksek, mahalleden başka da kaybolan bir mekânı hatırlayalım isterseniz: meydanları. Malûm, başka mahallerde oturanlar, mahalle maçı ve mahalle kavgası yaparak da iletişim kurarlar ama meydanlarda, mahalleli kimliklerinden biraz olsun sıyrılarak karşılaşır, kaynaşırlar. Kamusal alanın mekânsallaştığı yerlerdir. Siyasî toplantı (miting) ve gösteriler yapılır buralarda, -mahallelere takılmadan, ortalığa seslenilir-, bunlar da herkesi çoğaltan karşılaşmalardır. (Demirel “bile,” birkaç vesileyle söylemişti ki, “meydanlar demokrasinin ciğerleridir.”) Mahallelerin yitmesi gibi, meydanlar da yitti. İki büyük şehrin ana meydanlarının, Taksim’in, Kızılay’ın, özellikle siyasî-toplumsal demonstrasyon (gösteri demektir ve altını çizelim; arz demektir) hakkına kapatılmalarıyla, kamusal alan hüviyetleri iyice eridi.
Fikrin, sözün, teklifin, kapalı devreye sıkışmamasını, herkese ulaşmasını özlerken, mahalleden mahalleye hat çekmeye gayret ederken, meydanı, meydanları da unutmamalı. Mahalleliyle değil dünyayla konuşan söz, meydan sözüdür.

İktidar nazarında “karşı mahalle”nin timsallerinden sayılan Boğaziçi Üniversitesi’nin öğrencileri ve öğretim üyeleri, protestolarını nerede duyuruyorlar? Güney Meydan’da. İşte orası, mahallenin, meydana döndüğü yer.

[1] Bu konuda muazzam bir eşitsizlik var: “azgelişmiş ülkelerde oran % 78. Mike Davis: Gecekondu Gezegeni. Çev. Gürol Koca. Metis, 2010 (2. baskı).
[2] Tuncay Birkan: Sol: Evin Reddi. Metis, 2020, s. 83.


Birikim - Tanıl Bora 10 Şubat 2021 Çarşamba

8 Şubat 2021 Pazartesi

Dünya 6. kez yok oluyor

Verda Özer
Şu an dünya üzerinde var olan hayvan ve bitki türlerinin yüzde 75’i yok olmak üzere. Bilim insanları buna “Yeryüzünün 6. Yok Oluşu” ismini takıyor. Zira insanoğlunun var oluşundan bu yana dünya üzerinde yaşam 5 kez böyle tükenmiş. Her seferinde yeryüzünde canlıların yüzde 75’i hayatını kaybetmiş.
İşte bugün içinde olduğumuz süreç de bunun 6.sı. Daha korkunç olan ise şu: El birliğiyle yaptığımız bu imhanın hızı, daha önceki seferlerde insanların diğer canlıları yok etme hızının en az 100 katı. Teknoloji sağ olsun. Süreç o kadar hızlı ki, düşünün, 1970’den bu yana hayvan nüfusu yüzde 68 oranında azalmış. 500 hayvan türü de tamamen yok olmak üzere. En kötü olan ise şu: Bu sürecin geri dönüşü yok. Yani yok olan canlı türlerini bir daha hiç göremeyeceğiz.

Uzmanlar bir türün yok oluşunun başka bir türün yok olmasına yol açtığını da özellikle vurguluyorlar. Hakeza tüm canlılar beslenme ve üreme üzerinden birbirlerine bağlılar. Tam da bu yüzden yok oluş topyekûn oluyor. Dolayısıyla, bunun insanlığın da yok oluşunun başlangıcı olduğu söyleniyor.

Yeni ekonomik düzen
İşte bu korkunç gidişata İngiltere dur dedi. Geçtiğimiz hafta İngiltere Hazine ve Maliye Bakanlığı 600 sayfalık bir rapor yayımladı. Rapor, mevcut ekonomik düzenin doğaya verdiği muazzam tahribat yüzünden dünyanın şu an olağanüstü risk altında olduğunu söylüyor. Bunun için de acilen ekonomik düzenin, doğayı merkeze koyarak yeniden kurgulanması gerektiğini yazıyor.
Bakanlık dünyada ekonomik refahın ancak doğaya çok büyük zarar vererek elde edildiğini ve acilen küresel üretim, tüketim, sanayi, finans düzeninin yeniden düzenlenmesi gerektiğini söylüyor. Doğanın sağladığı sermayenin yani hava, su ve gıdanın tükenmesinin ortaya çıkaracağı ekonomik çöküşe işaret ediyor.

“Doğa bizim yuvamız. İyi bir ekonomi için ona iyi davranmak zorundayız. Gerçekten sürdürülebilir bir ekonomik büyüme ve kalkınma için, doğanın verdikleri ile ondan talep ettiklerimiz arasında bir denge kurmamız şart” diyor. Bir diğer deyişle, onu katletmeyi bırakmamız. İngiltere Başbakanı Boris Johnson da, “Dünyayı kurtarmak için iyi niyet yeterli değil. Acilen toplu, planlı ve koordine bir eyleme ihtiyacımız var” diyerek anında bu radikal değişikliğe tam desteğini açıkladı.
***
İşte bu rapor çığır açıcı bir adım olarak tarihe geçecek. Çünkü dünyanın en büyük ekonomilerinden olan İngiltere, bundan böyle gayri safi milli hasılasını hesaplarken doğal kaynakların tükenişini merkeze alacak. Eğitim sistemini de buna göre değiştirecek. Müfredat, insanların doğayla aralarındaki mesafeyi kaldıracak şekilde yeniden kurgulanacak.

Dahası, bakanlık tüm dünya ekonomilerini bunu yapmaya çağırıyor. Özellikle iklimi, okyanusları ve ormanları korumak için yeni uluslararası kurumların kurulması gerektiğini söylüyor. Daha yoksul olan ülkelerin de bu harekete katılabilmeleri için maddi olarak desteklenmeleri çağrısında bulunuyor.

Bu adımı atan merciin Çevre Bakanlığı değil, Hazine ve Maliye Bakanlığı olduğunu özellikle vurgulamak gerek. Yani doğanın yok oluşu artık aynı zamanda ekonominin çöküşü ve insanın yok oluşu anlamına geliyor. Geldiğimiz durum bu.

Küçük güzeldir
Bu gidişata karşı belki de ilk uyarıyı İngiliz-Alman ekonomist Ernst Friedrich Schumacher yapmıştı. 1973’te yayımladığı ve Times dergisi tarafından 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana çıkmış en etkili 100 kitap arasında gösterilen “Küçük Güzeldir: Önceliği İnsana Veren Bir Ekonomi Anlayışı” kitabı dünyayı resmen sallamıştı. Kitap sanki bugün yerini, anlamını, önemini çok daha iyi buluyor.

Schumacher sayfalarında en çok da doğal kaynaklara vurgu yapıyor. Yeryüzünün aslında her insanın gereksinimini doyuracak kadar verdiğini, fakat her insanın açgözlülüğünü doyuracak kadar veremeyeceğini hatırlatıyor. Dünyaya yağmacı davrandığımızı söyleyip, “Yenilenemez olan maddeler sadece başka seçenek olmadığı zaman kullanılmalı. Kullanıldığı zaman da azami dikkat ve tutumlulukla harcanmalı. Rastgele veya bol keseden harcamak bir zorbalık eylemidir” diyor.

Bundan kastı elbette petrol-doğal gaz gibi doğal kaynaklar, toprak, hava, su, bitkiler, hayvanlar. Yani tüm doğal döngü. Hepsinin de ancak alternatifi olmayan durumlarda tüketilmesi gerektiği, ana tezi. İnsanın bilimle-teknolojiyle-bilgiyle ürettiği sermayenin, doğanın sağladığı sermayeden çok daha küçük olduğunu, oysa bizim doğal kaynakları sermayeden bile saymadığımızı vurguluyor.
***
Onun dediği gibi: Doğal kaynakları insan yaratmamıştır; o yüzden devreye sokulamazlar. Bir kez tükendiler mi, sonsuza dek tükenmiş demektirler.
Bizim dışımızdaki canlıların tükenmesinin bizim de tükenmemiz demek olduğunu anlamaya başlayanlar var sanki. Darısı tüm insanlığın başına.

Verda Özer / Milliyet

7 Şubat 2021 Pazar

Nos coeurs à la fenêtre - Lara Fabian

  • Kalplerimiz pencerede

    Sevdiğin zaman ölmezsin Quando si ama non si muore
    Çılgınca şarkı söyle Canta a perdifiato
    şarkı söyle Canta

    LyricFind

  • 5 Şubat 2021 Cuma

    Türkiye'deki öğrenci protestolarının uluslararası bağlamı

    Dördüncü Enternasyonal'in Uluslararası Komitesi'nin Sekreteri Peter Schwarz'ın 17 Ocak Pazar günü düzenlenen "Demokrasinin küresel çöküşünün ortasında Boğaziçi Üniversitesi protestoları için ileriye giden yol" başlıklı çevrimiçi toplantıda yaptığı konuşma.
    Sevgili yoldaşlar ve dostlar,
    Öncelikle, Boğaziçi Üniversitesi’nde Erdoğan yönetiminin otoriter emellerine karşı mücadele eden öğrencilerle tam dayanışmamı ifade etmek istiyorum.
    Türkiye, uzun bir askeri darbeler ve otoriter rejimler tarihine sahip: 1960 ve 1980’de ordu iktidarı şiddetli darbelerle ele geçirmiş, 1971 ve 1997’de hükümet değişikliği olmasını dayatmıştı. Yine de Erdoğan’ın otoriter yöntemlere yönelmesini, önceki diktatörlüklerin bir tekrarı olarak görmek yanlış olur.

  • Yazının Tamamı
  • Kiss of fire (Video Oficial - Hugh Laurie And Gaby Moreno)

    30 Ocak 2021 Cumartesi

    Keynes’e göre “ilerleme”

    Pierre Noël-Giraud

    Keynes, “büyük savaşların ve önemli demografik ilerlemenin olmadığı varsayılarak, ekonomik sorunlar çözülebilir veya çözümü en azından yüz yıl içerisinde bulunabilir” sonucuna varır. Böylece, insanlar günde üç saat ya da haftada iki gün çalışabilir ve yaratılışından bu yana insanlık ilk kez gerçek ve kalıcı sorunuyla yüzleşecektir: “Ekonomik kısıtlamalardan kurtarılmış özgürlük nasıl kullanılacaktır?”

    Keynes 1930 yılında, 2030 yılında ekonominin neye benzeyeceğini hayal etmişti. İlerleme hakkında tasarımını belirlemek için bu bir fırsat. Ünlü İngiliz iktisatçısının çizdiği yolu izledik mi?

    1930 yılında Keynes, Madrid’de geleceği öngördüğü bir konferans verir. 1919 yılında gözünde felaket olarak gördüğü (Versay Antlaşması ile empoze edilen) “Barış’ın iktisadi sonuçlarını” kınayan ileri görüşlülüğü bu defa bütün bir yüzyılı ele alıyor ve “çocuklarımız için ekonomik umutların” izini sürüyor.

    Keynes son on yıllık süreçte Avrupa’da teknik ilerlemenin yılda yaklaşık yüzde 2 gibi bir oranda ılımlı bir üretkenlik artışına neden olduğunu hatırlatır. Bununla birlikte, bir yüzyılı aşkın bir sürede bu yıllık oran tüm sermaye mallarının yanı sıra bir nüfusun kullanabileceği tüketim mal ve hizmetlerinde neredeyse sekiz kat artışa yol açar. Kendi gözünde bu eğilimin 2030’a kadar devam edeceği varsayımını makul kabul eden Keynes, “büyük savaşların ve önemli demografik ilerlemenin olmadığı varsayılarak, ekonomik sorunlar çözülebilir veya çözümü en azından yüz yıl içerisinde bulunabilir” sonucuna varır. Böylece, insanlar günde üç saat ya da haftada iki gün çalışabilir ve yaratılışından bu yana insanlık ilk kez gerçek ve kalıcı sorunuyla yüzleşecektir: “Ekonomik kısıtlamalardan kurtarılmış özgürlük nasıl kullanılacaktır?”

    Dahası, bu “ahlak sistemimizde köklü değişiklikler” meydana getirecektir. Hayatın zevklerini ve gerçeklerini elde etmenin bir yolu olarak görülmesi ve ayırt edilmesi gereken para sevgisi bir yana, bir mülkiyet nesnesi olarak para aşkı olduğu gibi tanımlanacaktır: “oldukça iğrenç bir hastalıklı durum, akıl hastalıkları uzmanlarına tedavi için verilecek yarı suçlu ve yarı patolojik eğilimlerden biri.”

    Kazanılan zaman

    Bu nedenle Keynes’in ilerleme anlayışı bana şu şekilde geliyor: teknik ilerleme, aynı miktarda mal ve hizmet üretmek için daha az çalışmayı mümkün kılıyor. Böylece tasarruf edilen zaman iki şekilde kullanılabilir: Ya her zamankinden daha fazla üretmek ya da çalışma zamanını azaltmak. Bu azaltılacak çalışma zamanı, özellikle zorlu ve ilgi çekici olmayan işlerde geçirilen zaman ya da maddi yaşamın temel ihtiyaçlarının karşılanmasının çok ötesinde, taklitçi tüketim çılgınlığını besleyen gereksiz mallar üretmeye ayrılan zamandır. Çalışma süresinin kısaltılması, arta kalan zamanın daha çok zamana, kültüre ve daha genel olarak hayattan ve piyasa dışı sosyal ilişkilerden zevk almaya ayrılmasını mümkün kılar.

    Keynes için gerçek ilerleme ikinci seçenektir. Ve Keynes’e göre, bu seçeneğe büyük bir ahlaki ilerleme eşlik edecektir: Keynes’in liberal burjuva ve “Bloomsberry grubunun” rafine estetik anlayışına yönelik derin bir aşağılayıcı tavır olarak dile getirdiği “altın buzağına tapanların” sayısının şiddetle azalması.

    1930’dan bu yana Avrupa ve Fransa’da Keynes’in önerilerini dinledik mi? Öncelikle, bir yüzyılda kişi başına düşen GSYİH’nin neredeyse sekiz kat artması olasılığını tahmin etmekte yanılmadığını belirtelim. Bu gerçekleşti. O halde biz birinci seçeneği seçtik: daha fazla üretmek için çalışmaya devam etmek. Ancak yaşam süresi keskin bir şekilde artarak 50’den 80’in üzerine çıkarken ve uzun eğitim süreleri sebebiyle işe başlama yaşı 14’ten 20’ye çıkarken, çalışma zamanı epey azaldı. (Bunlar bir insanın sahip olduğu zamana ve onu nasıl kullandığına bakılırsa, Keynes’in analizlerinde olmayan ama yine de temel olan iki fenomendir). Öyle ki, bugün bir çalışan uyanık geçirdiği zamanının sadece yüzde 14’ünü ücretli işe ayırıyor, oysa bu rakam 1920’lerde yüzde 40 civarındaydı! Keynes’in dediği anlamda önemli bir ilerleme. Bu nedenle Keynes’in hedefine doğru ilerlemede doğru yoldayız: “Taş Devri’nde insanların yaptığı gibi ekonomik sorunu çöz ve günde sadece üç saat çalış ama ortalama yaşam süresini 30’dan 90’a çıkar.”

    Bununla birlikte, gezegeni kurtarmaya yönelik devam edecek hatta hızlanacak bilgeliğe sahip olacak mıyız?

    [Alternatives Economiques’de 17 Kasım 2020 tarihinde yayımlanan Fransızca orijinalinden İsmail Kılınç tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]