Translate

22 Ocak 2021 Cuma

Biden ve Harris karşı karşıya olduğumuz krizleri durdurmayacaklar

Biden ve Harris karşı karşıya olduğumuz krizleri durdurmayacaklar; hayatta kalmak ve yaşamak istediğimiz dünyayı inşa etmek için yardımlaşma projeleri şart 

Trump’ın seçimleri kaybetmiş olması birçok insanda rahatlama hissi yarattı ve pek çok kişinin bunun gerçekleşmesi için harcadığı çaba haklı olarak övülüyor. Ancak her ne kadar kutluyor olsak da oturup sorunlarımızla yeni yönetimin ilgilenmesini umarak seferberliğimizi sonlandırmamalıyız. Ne yazık ki, Biden / Harris yönetiminin iklim değişikliği krizlerini ve felaketlerini, ağırlaşan servet adaletsizliğini ve yoksulluğu, ölümcül şekilde kâr amacı güden sağlık sistemini ve ırkçı yasa uygulamalarını ele almayacağından emin olabiliriz.

Biden ve Harris, kariyerlerini insanlara suçlu muamelesi yaparak oluşturdular. Ekim ayında Walter Wallace Jr.’ın öldürülmesine tepki olarak, polis şiddetini kabul etmekten çok eylemcileri uyarmaya odaklanan ortak bir bildiri yayımladılar. Bir kaya gazı çıkarma yöntemi olan fracking’e karşı çıkmayacaklarını ve Obama dönemi iklim politikalarına dönüldüğü takdirde kesinlikle hapı yutacağımızı açıkça ifade ettiler. Biden, korkunç bir savaş yanlısı bir sicile sahip ve İsrail sömürgeciliğine koşulsuz desteğini ifade etti.

  • Yazının Tamamı
  • 16 Ocak 2021 Cumartesi

    Rosa’yı hatırlamak

     Rosa Luxemburg, 15 Ocak 1919’da Berlin’de   öldürüldü. Sosyalizme katkılarını hatırlamaya   devam edeceğiz... Sosyalizmin tarihinde Rosa   Luxemburg gibi keskin bir teorik zekâ ile   etkileyici söz söyleme sanatını bir araya getiren   bir politikacıyı bulmak zordur. Neredeyse her   gün yazdığı gazete makaleleri, parti ve sendika   toplantılarındaki konuşmaları, mektupları ve   teorik yazıları bunun göstergesi.

    Luxemburg aynı zamanda önemli bir direniş sembolüdür. Sosyalist yazılarına hapishaneden devam etti ve daha sonra Nazizm’e katılan sağcı askerler tarafından acımasızca öldürülmeden önce, 1918-19’un devrimci altüst oluşuna kısa, fakat parlak bir şekilde müdahale etti. Bugün farklı nedenlerle anılmaktadır: devrimci ayaklanmaya verdiği destekten iddia edilegelen barışçılığına, bitkiler ve hayvanlara duyduğu sevgiye ve sıklıkla, özgürlüğün her zaman “farklı düşünenin özgürlüğü” olduğuna dair ısrarına kadar.

    Bugünün kriz dünyasında, ana akım sosyal demokrasi yok oluyor ve aşırı sağ yükseliyorken, soldaki pek çok insanın böylesine tutkulu bir sosyalistin bizi politik yönelimsizliğimizden çekip çıkarması için vermeyeceği hiçbir şey yoktur. Ve hiç şüphesiz Rosa Luxemburg sosyalist teori ve pratiğin bir sembolü olmaya devam etmektedir.

    Onu ölümünün yüzüncü yıldönümünde anarken, geçmişe aşırı sentimental bir bakış sıklıkla bizi geleceğimizi kavramaktan alıkoyar. Eğer insanlık yaklaşmakta olan ekolojik ve ekonomik krizlerden ve bunların sebebi olan kapitalist sistemin altında kalmadan çıkmak istiyorsa, geçmişi romantikleştirmeye daha az zaman harcamalı ve daha çok ondan ne öğrenebileceğimize odaklanmalıyız.

    Zamanının ürünü

    Luxemburg’u en iyi hayatı ve yaptığı işler anlatıyor: yazdı, okudu, çeşitli dilleri konuşuyordu, yirmi altı yaşında doktorasını tamamladı, bir dizi sosyalist yayın organı ve parti kurdu. Onun hayatı, ancak, Almanya’da yüzyılın sonundaki işçi hareketi ve Sosyal Demokrat Parti’nin (SPD) tepesinde olması bağlamında anlaşılabilir. Diğer önemli entelektüeller ve politikacılarla hararetli tartışmalara girişti; Clara Zetkin gibi kadınlar her zaman onun yakın müttefiki oldu.

    Luxemburg, işçi sınıfının zaferinin ufukta olduğuna sıkı sıkıya inanan bir sosyalist kitle kültürü içinde yetişti. 1914’ten sonra, SPD -Alman kitleleriyle birlikte- kapitalizmi yıkma hedefini terk ederek 1. Dünya Savaşı’nda ana vatanın hizmetine koşmaya karar verdiğinde bile, Luxemburg demirden inancını korudu. Rusya’daki 1905 ve 1917 devrimleri Luxemburg için politik dönüşümün hala mümkün olduğunun “kanıtı”ydı.

    Bu cinsten sarsılmaz devrimci inancı zamanımızda hayal etmek zor, özellikle her ocak ayında onun ölümünü yağmurlu ve ilham vermeyen gösterilerle andığımızı düşününce veya bugünün parti ve sendikalarını Luxemburg’un zamanındakilerle karşılaştırınca. Uzun süren bir refah devleti uzlaşması, onu takip eden (ve sosyal demokrat partiler tarafından getirilen) neoliberal deregülasyon, işçi sınıfını görünüşte kamusal söylemden silmiş gözüküyor. En geç 1989’dan beri, aklı başında hiç kimse, Luxemburg’un sosyalizmin zaferinin kaçınılmaz olduğuna dair güvenini gerçekten paylaşamaz.

    Onun yerine, yeniden başlamak zorundayız ve yaşadığımız mahalleler ve işyerlerimizde köklenmiş (kapitalizme her dönemeçte meydan okumaya muktedir) kitlevi bir sosyalist hareketi yeniden hayal etmeliyiz. 1. Dünya Savaşı’ndan önceki Sosyal Demokrasi’yi taklit ederek bunu yapamayız. Ancak, Luxemburg bize, kendisinin ölümünden yüzyıl sonra bile, sosyalist yöntem hakkında birkaç şeyi kesinlikle öğretebilir.

    Çelişkilerle düşünmek

    Rosa Luxemburg’un Marksist teoriye eşsiz hakimiyetiyle yürüttüğü keskin analizi hem biricik hem de etkileyicidir. Ancak, onu ya da onun içinde yaşadığı zamanı kopya etme teşebbüsü sadece başarısızlıkla sonuçlanacağı için, modern sol bir şehide iyi manada söylenmiş övücü ağıtlarla kaybedilmiş bir geçmişin sessiz melankolisi arasında bir yerde salınıp duruyor. Bazen de (ne yazık ki), Rosa posterlerde veya omuz çantalarındaki ikon olarak kendini gösteriyor.

    Bu bir talihsizlik, çünkü Luxemburg ilginç bir tarihten çok daha fazlasını sunabilir. Onun eserleri günümüz için en azından iki belirleyici içgörüyü açığa çıkarır. Birincisi, “günümüz kapitalist ekonomisinin acımasızlığı ve deliliği” olduğu gibi duruyor ve hem doğal kaynakların hem de insanın işgücünün altını, yani aynı ekonominin temellerini, oymaya devam ediyor.

    Üretimi dönüştürme ihtiyacı hala duruyor, halledilmedi ve eli kulağındaki çevresel felaket yüzünden daha da kötüleşti. Ama, kapitalizm kapitalist olmayan mekânlara ve yaşam alanlarına doğru genişlerken kendi ömrünü de uzatıyor. Yani, illâ kendi kendine yok olmayacak. Aslında, emekçi halk, farklı ve daha iyi bir toplumu getirmek için siyasal müdahalede bulunmak zorunda.

    Luxemburg’un gözünde bu politik müdahale eğitimi ve deneyimden öğrenmeyi gerektiriyordu. Her protesto, hatta başarısız olanlar bile, yeni ve daha başarılı hareketler yaratmaya yardımcı olabilir. SPD’nin parti okulu içindeki en popüler hocalarından biri olarak işte bu ruh haliyle görev yaptı, parti üyelerini gerçek dünyadaki gelişmeleri anlamaları için donatmak gerektiğinden emin olarak. Bu anlamda, onun gelecekteki sosyalistler için en önemli mirası formüller ve yasalar olarak yazılmış olan sosyalist teori ve politikanın ne olduğu değil, ama daha çok toplumu nasıl anlayacağımız ve nasıl dönüştüreceğimizdi.

    Özellikle de kapitalist pazarların, ulus ötesi şirketlerin, bankaların ve onların krizleri insanlığı felaketin içine atıyorken, bu aktörlerin ve sistemlerin tam da nasıl işlediklerini anlamak siyasal strateji için elzemdir. Örneğin, Luxemburg militarizmle sömürgecilik arasındaki ilişkilere çok yakın bir dikkat gösterdi. Eğer bugün aramızda olsaydı, bize, Çin’in sanayi politikası üzerine istatistiklerinin hepsini incelememizi ve onları Alman ve Amerikan karşılıklarıyla kıyaslamamızı isterdi. Eğer Luxemburg’un istediği gibi olsaydı, her sosyalist, Batı’nın Suriye’den çekilmesiyle eş zamanlı olarak kendi sınırlarını mültecilere karşı kuvvetlendirmesi arasındaki ilişkiyi açıklayabilecekti.

    Farklı hükümetleri “iyi’’ ya da “kötü” olarak gruplandırmak için kullanılan ama aslında bu rejimlerin nasıl işlediklerini anlamakta büyük ölçüde bir işe yaramayan, “Trumpizm” ya da “popülizm” gibi içi boş sloganları parçalarına ayırarak yırtıp atardı. “Post-politik çağ” retoriğine, ekonomik çıkarlar, üretici güçlerin gelişmesi, krizler ve kopuşların birbirleri arasındaki bağlantıları incelikle yeniden inşa ederek ve onlardan hangi hükümet biçimlerinin çıkacağını göstererek karşılık verirdi.

    Ama, kendi örgütlerinin, işçi sınıfının partileri ve sendikalarının da keskin bir eleştirmeniydi. Onları, genellikle, zamanın zorluklarına ve politik depremlerine esnek olmayan ve bürokratik karşılıklar verdikleri için eleştirirdi. Bugün, Sol’un protestoya -nerede kaldı ki politik şiddete- uzaklığı çok daha derin. İlan ettiğimiz savaşların hemen hepsi doğası itibariyle savunmacı.

    Rus Devrimi’nden sonra Kitle Grevi üzerine serin kanlı ama militan bir broşür yazan Luxemburg, farklı bir tarzda hareket etti. Rusya’daki olaylardan dersler çıkararak, bir grevi irade ile var etmenin ya da durdurmanın imkânsız olduğu sonucuna vardı. Bu konuda, kitle grevi hakkında onun sadece kullanılacak bir araç, bir teknik mesele olduğu anarşist anlayışından yana olan zamanın Almanya’sındaki tartışmanın iki tarafına da muhalefet etti. Kitle grevlerinin nesnel kaynaklarını keşfetmekle ve siyasal amaçları elde etmekte sundukları potansiyeli kullanmakla daha çok ilgiliydi.

    Bugün onun içgörüsü hakkında düşünerek, Fransa’daki Sarı Yelekliler hareketiyle hemen ilişkilenebiliriz. Kasabalı alt orta sınıfların bu protestoları Fransız toplumunu sarstı. (Henüz) sendikalar ve diğer politik örgütler tarafından temsil edilmiyor olmaları sosyalist politikaya dair önemli sorular ortaya atıyor: bu örgütler bu protestoları nasıl destekleyebilirler ve onları uzak-erimli dönüşümler için nasıl kullanabilirler.

    Bugünkü durumda, Luxemburg sosyal tavizlere, sendikaların “aman ürkütmeyelim” yaklaşımına muhalefet eder ve onlara işe koyulmaları çağrısında bulunurdu. Onun gözünde kitlelerin kendiliğindenliği her zaman çok önemli idiyse de işçilerin örgütlerinin daha önceki ve yıllar süren ve sonunda gücü elde edebilecekleri, “iğneyle kuyu kazma çalışması” ile yan yana gitmiyorsa hiçbir şey değildi. Biri olmadan diğerini elde edemezsin.

    Devrimci reel-politik

    Luxemburg’un devrimci politikasının Nasıl’ını, işte bu çelişkilerle düşünmek tanımlar. Liderlik ve kendiliğindenliğin birbirlerini dışlamaktan çok birbirlerinin koşulu olduğu onun düşüncesinin çekirdek unsurudur. Bir yandan eş zamanlı olarak uzun dönemli bir demokratik sosyalizm hedefine odaklanmışken, emekçi halkın yaşam koşullarında gerçek iyileşmelere yol açacak reformlara verdiği destek için de bu doğrudur; Rosa’nın “devrimci reel-politik” diye tarif ettiği bir dengeleme hareketi.

    Marksist külliyatın pek çok unsuru gibi, bu formülasyon da sol politikanın boş bir ifadesine indirgendi ve bu nedenle de Luxemburg’un kendisinin çok daha canlı olan düşüncesinin tam karşıtı olarak durur. O, formülasyonun kendisinden çok bizzat pratiği ile ilgileniyordu; bilhassa da kapitalizmin kriz anlarını anlamaya ve kullanmaya yetkin olanların pratiği. Hükümette hizmet etmenin günlük işlerini yapmanın gerçek siyasal gücü elde etmek hedefini engelleyeceğinden korkuyordu. Sol, nihayetinde apolitik olan pratik gereklilik mantığına fazlasıyla bağımlı kaldı.

    Ama şimdi bile, görünürde yenilmiş, post-politik çağımızda bile, ortalık karışmaya başladı: teknokratik yönetişim biçimleri kendi kendilerini tükettiler. Kahramanlık mitlerini politik alana otoriter güç biçiminde geri koyarak, politik sağ da bu tükenmeden yararlanıyor; çoğunlukla güçlü erkeklerin ellerinde. Bir zamanlar “tarihin sonu”nu ilan eden Francis Fukuyama bile sosyalizmin geri gelmesini istiyor.

    Ve gerçekten de demokratik sosyalistler pek çok ülkede siyasal sahnede yerlerini alıyorlar. Yeni bir neslin, daha yaşlı ve daha önce marjinalleştirilmiş solcularla beraber sosyalizmi keşfediyor olması bir tesadüf ya da şans değil, yakın dönemdeki politik protesto dalgalarının bir sonucu. Ama, “iğneyle kuyu kazma işi” ve yeni sol kanat kahramanların eğitilmesi, büyük ölçüde, çocukluk aşamasındadır. Bize kuvvet verebilecek olan şey, Luxemburg’da olduğu gibi, kitlelerin her günkü bilincinin, üretmeye ve yaşamaya dair vizyoner yeni bir fikirle bağlantısını kuracak canlı ve dünyalı bir dildir.

    Luxemburg’un analizi ve hümanist dokunaklılığı çığır açıcıdır, aynen politik eğitim ve örgütlenme anlayışı gibi. Çağımızın bir dahaki krizi için bir değil pek çok Rosa Luxemburg’lara (kadın ve erkek, genç ve yaşlı, siyah ve beyaz ve dünyanın her köşesinde) ihtiyacımız var. Onun kuşağının başlattığı ve sonuç olarak kaybettiği sosyalizm mücadelesi hala her zamanki kadar güncel. Eğer bizim kuşağımız bayrağı yerden kaldırmazsa, insanlığın bir daha şansı olmayabilir.


    Ines Schwerdtner: Yazar, siyasal analist e podcast halbzehn.fm’in eş sunucusudur. Berlin’de yaşamaktadır.Almanca orijinalinden İngilizceye çeviren Loren BalhornJacobin’in katkıda bulunan editörlerindendir ve Bhaskar Sunkara ile birlikte, Jacobin: Die Anthologie’nin (Suhrkamp, 2018) eş editörüdür.



    14 Ocak 2021 Perşembe

    Ölüm cezasıyla ilgili yanlış bilinen 5 şey

    YANLIŞ: Ölüm cezası, şiddet içeren suçlar açısından caydırıcıdır ve toplumu daha güvenli kılar.

    DOĞRU: Ölüm cezasının kendine özgü bir caydırıcılık etkisi olduğunu gösteren ikna edici bir kanıt yoktur.

    Kanada’da ölüm cezasının 1976’da yürürlükten kaldırılmasının üzerinden otuz yıldan uzun bir süre geçtikten sonra, cinayet oranları üçte birin üzerinde bir oranda daha düşük seyretmektedir.

    35 yılı kapsayan bir araştırma, ölüm cezasının uygulanmadığı Hong Kong ile nüfusu daha az olan ve devamlı ölüm cezası uygulayan Singapur arasındaki cinayet oranlarını karşılaştırdı. Bulgulara göre, ölüm cezasının suç oranları üzerindeki etkisi çok sınırlıydı.

    YANLIŞ: Ölüm cezasına mahkum edilerek öldürülme korkusu, terör saldırılarının önlenmesinde etkili bir stratejidir.

    DOĞRU: Öldürülme ihtimalinin, siyasi veya diğer türde bir ideoloji uğruna insanları öldürmeye veya yaralamaya hazır olan kişiler için caydırıcı bir unsur olması pek mümkün değildir.

    Aksine, terörle mücadelen sorumlu bazı yetkililer, defalarca, ölüm cezası uygulanan kişilerin ‘şehit’ gibi algılanabileceğine ve bu kişilerin hatırasının, ideolojileri veya örgütleri için bir toplanma noktasına dönüşebileceğine dikkat çekmiştir.

    Silahlı muhalif gruplar da ölüm cezasına başvurmanın misillemelere gerekçe olarak gösterildiğini ve böylece şiddet döngüsünün devam ettirildiğini söylemiştir.

    YANLIŞ: Halkın çoğunluğu desteklediği sürece ölüm cezası uygulamakta bir sorun yoktur.

    DOĞRU: Tarih, çoğunluğun desteklediği, ancak sonraki dönemlerde bakıldığında dehşetle karşılanan insan hakları ihlalleriyle doludur.

    Kölelik, ırk ayrımcılığı ve linç etme gibi pratiklerin tamamı meydana geldikleri toplumlarda destek görmüştü; ancak tüm bunlar insan haklarına yönelik ağır ihlallerdi. Nihayetinde, devletlerin görevi, zaman zaman çoğunluğun görüşlerine aykırı hareket etmek gerektiğinde bile herkesin haklarını korumaktır.

    Ayrıca, kamuoyunun fikri, çoğunlukla siyasi liderliğe bağlı olarak ve ölüm cezasıyla ilgili nesnel bilgilerin kamuoyuna sunulduğu durumlarda değişir.

    YANLIŞ: Ölüm cezası uygulanan herkesin ağır suçlar işlediği kanıtlanmıştır.

    DOĞRU: Dünyanın dört bir yanında yüzlerce mahpus, hiçbir şekilde adil olmayan yargılamalar sonucunda ölüm cezasına mahkum edilerek öldürülüyor. İşkence altında elde edilen “itiraflara” başvurulması ve tutuklu kişilerin avukatlarına ve yeterli hukuki temsile erişiminin engellenmesi buna dahildir.

    Çin, İran ve Irak gibi en yüksek sayıda ölüm cezası uygulayan ülkeler, yargı sisteminin adil olup olmadığından en çok kuşku duyulan ülkelerdir.

    ABD’de 1973’ten beri ölüm cezasına mahkum edilen kişiler arasından 144 kişinin sonraki süreçlerde kendilerine yöneltilen suçlamalardan beraat etmesi, hangi hukuki güvenceler yürürlükte olursa olsun hiçbir yargı sisteminin hatadan muaf olmadığını gösteriyor. İnsan yargısına dayalı adalet yanılgıya açık olduğu sürece, masumların ölüm cezasına mahkum edilerek öldürülmesi riski hiçbir zaman tam anlamıyla ortadan kaldırılamaz.

    YANLIŞ: Cinayet işlenerek öldürülen kişilerin aileleri ölüm cezası talep ediyor.

    DOĞRU: Tüm dünyada ölüm cezasına karşı çıkan hareket; şiddet içeren suçlarda sevdiklerini kaybeden veya bu suçların bizzat mağduru olan, ancak etik veya dini sebeplerle “kendi adlarına” ölüm cezası uygulanmasını istemeyen çok sayıda kişiyi kapsıyor. ABD’de İnsan Hakları İçin Cinayet Mağdurlarının Aileleri (Murder Victims’ Families for Human Rights) benzeri örgütler, New Hampshire gibi eyaletlerde ölüm cezasının kaldırılmasını talep eden harekete öncülük etmektedir.

    12 Ocak 2021 Salı

    Annesiz Kızlar

    MODERN BABALARIN MODERN KIZLARI 

    Aksu Bora

    Geçmiş, hem kişisel hem de toplumsal tarih, bitmiş ve geride kalmış bir “şey” değildir. Tersine, geçmişin tortusu, bugün de, bizimle birlikte yaşar. Geçmiş, hem kişisel hem de toplumsal tarih, çeşitli biçimlerde kurduğumuz bir anlatıdır. Her anlatı gibi, bazı şeyleri kapsar, başkalarını dışarıda bırakır, kapsadıklarını belirli bir perspektif içinde düzenler. Bu bakımdan, bu “geçmeyen geçmiş”e hep yeniden bakmak, yeniden anlamlandırmak, özellikle de ortak belleğin gerisine itilmiş anılarla yüzleşmek, sağlıklı bireyler ve toplumlar için bir zorunluluktur.

    Bireysel boyutta hafıza, psikolog ve psikanalistlerin ilgi alanı olmasının yanı sıra, özellikle sözlü tarih, yaşam öyküsü anlatımı gibi tekniklerin gelişimiyle birlikte, tarihçiler ve sosyal bilimciler için de önemli bir bilgi kaynağı haline gelmiştir. Maurice Halbwacs’ın 1920’li yıllarda yaptığı çalışmalar ve “toplumsal bellek” kavramını ortaya atmasından bu yana ise, bireysel belleğin ne derece bireyin nörolojik yapısı ve kişisel yaşamıyla, ne derece toplumsal ilişkiler ve tarih ile bağlantılı olduğu tartışılmaktadır(Assmann 2001: 38-39). Halbwacs, bireysel belleğin toplumsal koşullara bağlı olduğunu ileri sürer ve “Bu çerçevenin dışında toplumda yaşayan insanların hatıralarını sabitleştirecekleri ve yeniden bulabilecekleri bir başka bellek olmaz” der (akt. Assmann:29). Ona göre, hafıza bireysel toplumsallaşma süreci içinde oluşur. Bu nedenle de toplumsal çevre tarafından belirlenir. Yani, “hafıza da tıpkı dil gibi, iletişimsel süreçlerde, yani hatıraların anlatılması, alımlanması ve sahiplenilmesi yoluyla oluşur” (Sancar 2007:41). Dolayısıyla, birey ancak yaşadığı toplumsal çevrenin ortak hafızası içine yerleştirebildiği, bu anlatı içinde kendine yer bulabilen şeyleri hatırlayabilir. Bu nedenle de bireysel hafıza ile toplumsal olan arasında yakın bir ilişki vardır.

    Bu yazıda konu ettiğim anne-kız ilişkisi, bireysel hafıza ile toplumsal olan arasındaki ilişkiyi tartışabilmek için son derece uygun bir araştırma alanıdır; çünkü Türk modernleşmesi kapsamında yaratılan “yeni kadın” idealinin somut kişiler, kadınlar tarafından üstlenilmesi süreci, bir yandan son derece kişisel bir boyut taşırken, aynı zamanda toplumsal ve politik bir olgu olarak da ele alınabilir.
    Bu yazıda “Cumhuriyet kızı” imgesinin nasıl bir “babanın kızı” anlatısı içinde kurulduğunu, bu anlatının anneyi ve onun temsil ettiklerini dışarıda bırakmaya dayalı olduğunu göstermeye çalışacağım. “Baba” ve “Anne”nin neleri temsil ettiğini, dolayısıyla da dışarıda bırakılanın ve içerilenin neler olduğunu anlamaya çalışmak, modern eşitlik idealinin kadınlar için kişisel ve toplumsal bedelini de görmemizi kolaylaştıracaktır. Anadil başta olmak üzere “fark”ın geride bırakılarak “ileri”ye, eşitliğe doğru yönelme hem stratejik bir tercih olarak görülebilir, hem de çeşitli ideolojik ve politik araçlarla dayatılmıştır. Böyle bir tercihin nedenlerini anlamaya çalışmak kadar, bedelini de tartmak, günümüzde kadınların eşitliği ve özgürlüğüne ilişkin tartışmalara yeni bir ufuk kazandıracaktır.

    Geçmişin Cinsiyeti
    Geçmişle hesaplaşma, hatırlama/unutma ikilisini çağırır, bu ikisiyle ilişkilidir. Çünkü Marc Augê’nin “Unutma Biçimleri” isimli kitabında (Augê 1999: 59) dediği gibi, “anılar, tıpkı kıyı çizgisinin deniz tarafından şekillendirilmesi gibi, unutma yoluyla şekillendirilmiştir”. Demek ki, hatırladıklarımız kadar, unuttuklarımız da önemlidir, bugünümüzü kuran bilgiler arasındadır.
    Hesaplaşma, “hesabını görme”, “hesap kesme” gibi çağrışımlarıyla, geçmiş travmalarla bir “üstesinden gelme” ilişkisini düşündürür. Özellikle kendi öznelliğimizin yapı taşlarını oluşturan travmalar söz konusu olduğunda, söz konusu ilişkinin üstesinden gelmeden çok, “barışma” boyutunu vurgulamanın önemini hatırlatmak gerekir. Çünkü geçmişle böyle bir bağlamda ilişkilenmenin hedefi, asıl olarak, kişisel ve toplumsal bir sağaltımdır. Böyle bir barışma için, her şeyden önce, kavgalı olunan gerçekliğin doğasını, bizim bu gerçekliğin kurulmasındaki yerimizi ve bu gerçekliğin öznelliğimizin biçimlenmesindeki etkisini görebilmemiz, kabul edebilmemiz gerekir. Bu nedenle, geçmişle ilişkimizin bilinçli olarak simgelenen geçmiş kadar, “içimizde yaşayan geçmiş”i de içeren, kapsamlı bir ilişki olarak yeniden tanımlanması önemlidir.

    Türkiye’nin yakın tarihi, çeşitli açılardan bir modernleşme tarihi olarak okunabilir: İmparatorluktan ulus-devlete, tebadan vatandaşa geçiş. Bu geçişin hem sembolik hem de maddi anlamda önemli bir veçhesinin kadın-erkek eşitliğinin desteklenmesi olduğunu biliyoruz. Bu bakımdan, yakın tarihimizle hesaplaşma (ya da barışma) girişimlerinin cinsiyet meselesini kapsam dışı bırakması (ya da “unutması”) pek kolay olmamalıdır. Üstelik, böyle bir “unutma”nın gerekçesi bu konuda yeterli araştırmanın ve çalışmanın yapılmamış olması olamaz, bilindiği gibi, son on-on beş yıl içinde modernleşmenin cinsiyet boyutuna ilişkin çok sayıda önemli çalışma yapılmıştır. Bu çalışmalar, kadın-erkek eşitliği fikrinin ve bu fikrin bir devlet politikası olarak yürürlüğe konmasının modernlik ile bağlantısını ortaya koymuş, “devlet feminizmi”nin kadınlar için ne türden sonuçları olduğunu tartışmıştır.
    Yalnızca Osmanlı İmparatorluğu/Türkiye Cumhuriyeti bağlamında değil, “üçüncü dünya milliyetçiliği” diye adlandırılan bağlamda da modernleşme ve aynı zamanda “ulusal karakter”ini koruma ikileminin bir çözümü olarak kadınların ulusun simgeleri olarak kullanıldıkları, yani kadınların aidiyet ve kimlik politikalarında önemli bir araç oldukları gösterilmiştir.
    Bu araçsallaştırma, kadınların Tanzimat döneminden itibaren yükselttikleri eşitlik ve hak taleplerinin yeni bir bağlam, Kemalizm bağlamı içinde anlamlandırılmasında kendini göstermiştir. Bu “yeniden anlamlandırma” bir dizi unutuşun ilkini yaratmıştır: Bu topraklarda kadınların verdikleri hak mücadelesinin unutuluşu. Böylece, kadınların eşitliği fikrinin Mustafa Kemal’in zihninde yaratılmış ve yine onun tarafından yürürlüğe konmuş bir fikir olduğu inancı yaygın ve güçlü bir inanç haline gelebilmiştir. Bir başka unutuş, Tanzimat’tan başlayarak modernleşmeci elitlerin düşünce ve eylemlerini belirleyen geleneksel/modern ikiliğinin bir kurgudan ibaret olduğunun unutulmasıdır. “Geleneksel” hanelerin ve bu hanelerde yaşananların cehalet, gerilik, yobazlık ve karanlıkla nitelendirilmesi, dolayısıyla kurgusal bu “gelenek”e kurtulunması gereken bir gerçeklik muamelesi yapılması, bu hanelerin gerçekliğinin de unutulanlar arasına katılmasına yol açmıştır. Ancak çok yakın bir dönemde, Duben ve Behar’ın (1996) çalışması türünden bazı çalışmalarla bu unutuşun tozları silinip gerçekliğe bir başka perspektiften bakma imkanı bulunabilmiştir. Bu unutuş, kadınların hak mücadelelerine ilişkin ilk unutuşu destekleyici niteliktedir: Babanın despotlukla, annenin ise cehalet ve dar kafalılıkla malul olduğu bu hanelerden nasıl bir kadınlık çıkabilirdi ki?

    Türk Modernleşmesinde Hatırlananlar ve Unutulanlar
    Nükhet Sirman (2002), Tanzimatla gelen büyük değişimin yarattığı yeni bürokratik yapıların nasıl bir yeni orta sınıfın doğuşuna yol açtığını anlatırken, iktidarın yeniden bölüşüm mekanizması içinde yer alamayan genç erkeklerin kendilerine yeni söz söyleme alanları bulduklarını, bu alanların gazeteler, romanlar, sahne oyunları, yeni edebi tarzlar olduğunu söyler. “İktidarla evler iç içe geçtiği için ortada kalanlar, bir yandan farklı ev kurma biçimlerini tahayyül etmeye girişmişler, diğer yandan da mülkün halk adı verilmeye başlanan yeni oluşturulmakta olan hayali bir kitleye danışarak yönetilmesini talep etmişlerdir”. Bu erkekler, Türk milliyetçiliğinin kurucuları, modernleşme projesinin sahipleri ve yürütücüleridirler. Despot babanın yönetiminden kurtulup kardeşlik temelinde yeniden bir siyasi örgütlenme yaratacaklardır. Fatmagül Berktay’ın(2003) belirttiği gibi, yenilik, ataerkinin babamerkezli biçiminden kardeşlik merkezli olanına geçiştir. Kardeşlik merkezli bu yeni ataerkide kadınların yeri ne olacaktır? Bu sorunun tek bir yanıtı yoktur. Tek bir yanıt yoktur, çünkü erkeklerin gözlerindeki kadın modelleri tek çeşit değildir, onların bu kadınlarla ilgili duyguları da öyle. Bütün değişim dönemlerinde olduğu gibi, değişimi istemek, ama aynı zamanda onun getireceklerinden korkmak, Türk modernleşmesinin erkek elitlerindeki temel duygu örüntüsünü oluşturur. Arzunun ve korkunun bu bileşimi, kendini edebi metinlerde ve bu metinlerden çıkarak yaygınlaşan kadın tiplerinde gösterir. Fatmagül Berktay’ın belirttiği gibi, “Yeni koşulların zorladığı yeni bir kimlik arayışı içindeki Türk aydını, çevresindeki bildik dünyanın değişiyor olmasının yarattığı yersiz yurtsuzluk duygusuyla ve geleneği temsil eden babanın artık var olmamasından kaynaklanan, gerektiğinde sığınabileceği güvenli bir korunaktan yoksunluğun yol açtığı paranoyayla başetmek durumundadır. Ayaklarının altındaki zemin kayganlaşırken, “tutunduğu dal” ise, Batıdaki modernleşmeci kardeşinin yaptığı gibi, kendi denetiminde bir yeni kadın imgesi yaratmak ve yeni koşullar altında bile değişmeyen bir şeyler olduğunu kanıtlamak üzere eski ataerkil ideolojiyi yeni koşullara uygun biçimde yeniden üretmektir”. Bu yeni kadın imgesi, iki başka imgeyle zıtlık içinde kurulur: Geleneksel kadın ve tango kadın. İlki, modern erkeğin kurtulmaya çalıştığı eski hanenin hem kurbanı hem de sürdürücüsüdür. Bu kadın cehaleti ve dar kafalılığıyla evin çocuklarına hayatı zindan eden babanın destekçisi ve aynı zamanda da kurbanıdır. İkincisi ise, geleneksel kadından farklı olarak eğitimli ve moderndir, yine ondan farklı olarak, bencil ve güvenilmezdir. Yeni kadın, bu ikisinin iyi yanlarını (ilkinin fedakarlığını ve sadakatini, ikincisinin eğitimini ve modernliğini) birleştiren bir kadındır.
    Bu kadınla ilgili modern tahayyül, Yeşim Arat’ın “Türkiye’de Modernleşme Projesi ve Kadınlar” başlıklı yazısında (1998) sözünü ettiği 1908 tarihli bir karikatürde gösterilir: Geleceğin Türkiyesi isimli bu karikatürde, modern çok katlı binalar arasında çarşaflı bir kadın, tek kişilik bir uçakla fesli erkeklerin şaşkın ve korkmuş bakışları altında göğe doğru yükselmektedir. Arat, bu karikatürü yorumlarken, buradaki öngörünün Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen’in dünyanın ilk kadın savaş pilotu olmasıyla gerçeğe dönüştüğünü hatırlatır ve “Atatürk’ün de aralarında bulunduğu erkek izleyicilerin saygıyla baktığı, havacı üniforması içindeki Sabiha Gökçen, en azından Türkiye’nin okumuş kentlilerin ortak bilincine kazınmış bir görüntüdür” diye ekler. Bu yanıt, aynı zamanda, “devlet feminizmi” dediğimiz yaklaşımın da temelini oluşturur; Hamide Topçuoğlu’nun veciz ifadesiyle: “Atatürk kadını görevli kılmak yoluyla kurtarmıştı. Kadın meslektaşın karşısında, geleneksel saplantılarından kurtulmamış yarı aydın bir zümre ile cehaletinden sorumlu tutulamayacak olan halk kitleleri bulunsa da, arkasında koskoca bir modern devlet kudreti vardır.” (akt. Durakbaşa 1998:48) Bu görev, yalnızca mesleki çalışma değil, onu da içeren çok geniş bir varoluş alanıydı- yeni kurulan ulusun tarihinin ve bedeninin simgesi olmak.
    Anlaşılan o ki, modernleşme projesi içinde kadınlara verilen rol ve yüklenen anlamlar birden fazladır: Kurtarılması gereken kurbanlar, cezalandırılması gereken fettan kadınlar, gurur duyulacak kız evlatlar. “Yeni kadın”ın eş ya da kızkardeş değil de kız evlat oluşu, bu kadının tanımı gereği modern erkeğin eseri olmasındandır. Nitekim, Ayşe Durakbaşa’nın derinlikli analizinde belirttiği gibi, Cumhuriyet kızı denilen modern kadın, Kemalist erkeklerin mükemmeliyetçi eğitiminden geçmiş, bu babaların kızlarıdır.
    “Kemalist aile reisleri bir yandan aile şerefleri konusunda son derece titizdirler, ailedeki kadınların giyim ve davranışlarının geleneksel cinsel ahlak kurallarını gözetmesini isterler; bir yandan özellikle kızlarının modern bir eğitim almasını ve iki cinsin birlikte sosyalleştiği, eğlendiği ortamlara kendi karıları ve kızlarıyla katılabilmek, onların bu ortamlara uyum sağlayabilmesini isterler.
    Semiha Berksoy’la babasının mektuplaşmasında da görüldüğü gibi, bir bakıma babalarla kızları arasında gizli bir anlaşma vardır.
    Genç kadınlar eğitim, meslek ve çalışma hayatına katılma haklarını genellikle babalarının desteğiyle elde etmektedirler; ancak özellikle erkeklerle ilişkilerinde son derece dikkatli davranmak ve kendilerine uygun eşler bulup evlenene kadar cinselliklerini bastırmak zorundadırlar.”
    (Durakbaşa 1998:47) Partha Chatterjee’nin (2002) belirttiği gibi, babalarla kızları arasındaki gizli anlaşma, Batılılaşmaya rağmen kültürel kimliğin korunması için stratejik bir araçtır.
    Osmanlı/Ortadoğu bağlamı, bu bakımdan özgül bir bileşen de içerir: modernleşmeci erkek elitin kendine bakışının oryantalist perspektifin ışığında kırılmış olması. Bu göz ne görür? Her şeyden önce, oryantalist ressamların, Ingres’in, Delacroix’nun gördüğünü: Sereserpe uzanmış onlara bakan çıplak kadınlar. Gizemli ama ulaşılabilir. Bütün bir coğrafyanın böyle bir arzu nesnesi olarak tasarlanmasına, bir anlamda kadınlaştırılmasına karşı, bu coğrafyanın kadınlarını gizemlerinden arındırıp tayyörlerle zırhlandırmak, yalnızca namus kodlarına ilişkin bir titizlenmeyi değil, aynı zamanda erkekliği yeniden elde etme arzusunu da gösterir. Her ne kadar bu strateji bir eşitlik söylemi içinde uygulanmışsa da, kadınların “açılması” ve eşit yurttaşlar olarak yeniden tanımlanması, sömürgeci fantezilerin anlattığı “Kadın”dan kurtulma arzusunu da içerir. Bu anlamda, Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişin yalnızca iktidarı babadan alan oğulların değil, aynı zamanda “düveli muazzama”ya karşı savaşan askerlerin hikayesi de olduğunu unutmamak gerekir.
    Bu arzunun kız evlatlardaki karşılığı nedir? Atatürk’ün “vazifelendirerek kurtardığı” ve “karşısında geleneksel saplantılarından kurtulmamış yarı aydın bir zümre ile cehaletinden sorumlu tutulamayacak halk kitleleri bulunsa da, arkasında koskoca devletin kudreti”ni hisseden kızlar, modern erkeklerin kurtulmayı arzuladıkları bu Kadın hakkında ne hissetmektedirler?
    Hem kişisel hem de toplumsal tarihin unutuşlarla şekillendiğini hatırlayarak, bu sorunun yanıtının da “unutulanlar” arasında sayılması gerektiğini söylemeliyiz. Ayşe Durakbaşa ve Aynur İlyasoğlu, modernleşme tarihini kadın anlatıları üzerinden takip edebilmek, bu anlamda, unutulanları hatırlamak amacıyla yaptıkları sözlü tarih çalışmasına ilişkin değerlendirmelerinde (Durakbaşa ve İlyasoğlu 2001), kız evlatların bu unutuşuna dikkat çekiyorlar: “Anlatıların modernleşmeye ilişkin kamusal söylemi izlediği görüşmelerde, annelerin hikayelerinin bastırıldığını, bunun yerine “yeni kadın” denilen kızlarınınkinin geçtiğini fark ettik. En az dört görüşmede (…), kendilerinin modernist görünümlerinde ve kişiliklerinde babalarının ne kadar etkili olduğunu açıkça vurgulamalarına karşın, annelerine ilişkin söyleyecek bir şey bulamadılar”. Annelerine ilişkin söyleyecek bir şey bulamama hali, kamusal söylemin anlatabileceği hikayeler içinde, kadınlarınkine yer olmamasıyla ilişkilidir kanımca.
    Aynı zamanda, aralarında Afet İnan ve Sabiha Gökçen’in de bulunduğu bir dizi kızı evlat edinen ama tam da bu kız evlatlar için bir rol modeli olabilecek nitelikteki Latife Hanım’a hayatında yer bulamayan Atatürk’ün simgelediği bir soruna da işaret eder: Anlatabilecek hikayesi olan yetişkin bir kadını sonsuz bir sessizliğe mahkum ederken, her biri babayla teke tek ilişki kuran bir dizi kız evlada yeni bir hikaye yazmak isteğine.

    Annesizlik, Çocukluğa Kaçış
    Hülya Adak da (2007) 1918-1935 tarihlerinde yazılmış kadın özyaşam öykülerini incelediği ufuk açıcı yazısında, benzer bir unutuştan söz etmektedir: “Cumhuriyetin kuruluş yıllarına, yani 1920 ve 1930’lara odaklanan kadın otobiyografilerinde, (…) özel ve kamusal benlik arasında keskin bir ayrım yapılıyor ve kamusal benlik, özel olan pahasına aşırı derece öne çıkarılıyor”… Bunun anlamı nedir? Her şeyden önce, bize “özel” olan ile “kamusal” olan arasındaki ayrımın çizilmesinde, kadınların bu anlatılarının çok kritik bir yerde durduğunu hatırlatır.
    Bahsedilen dönem, yani modern ulusun, devletin ve yaşamın inşa edildiği bu tarih parçası, neyin özel hayat neyin kamusal olduğunun da ayırt edildiği bir zamandır. Ve bu ayrım, modern cinsiyet ilişkileri rejiminin üretiminde temel önemdedir. Hülya Adak, az önce bahsettiğim yazısında, kadınların bu hikayelerde kendilerini çocuksulaştırdıklarını, bu çocuksulaştırmanın stratejik bir yol olarak benimsendiğini anlatır ve ekler: “Bu yalnızca hikayeyi kurgulamanın ya da ataerkil tabuların yetişkin bir kadının anlatısı etrafında oluşturabileceği krizlerle başa çıkmanın bir aracı değildir. Tersine, kendini çocuklaştırma, daimi bir kadınlık durumu olarak çocukluğu içselleştirme eyleminin kendini ifadesidir de”. Kadınların birer yetişkin haline gelebilmeleri, kendilerinden önceki kadın kuşaklarıyla kuracakları süreklilik ilişkisine bağlıdır- kadınlık, her şeyden önce, anneden öğrenilir çünkü. Babası Zeus’un başından zırhını kuşanmış olarak dünyaya fırlayan Athena gibi, varoluşunu babası üzerinden tanımlayan bu kız evlatlar için de geçmiş, bir karanlık ve unutuş alemidir. Bu nedenle bu kızlar için kendilerinden önceki kadın kuşağının hak mücadelesi, unutulmuştur.
    Yeni cinsiyet rejiminin kurulmasında bu unutuşun stratejik bir araç haline geldiğine tanıklık ediyoruz. Bu stratejinin can alıcı noktası, “kadın sorunu”nun siyasetin terimleriyle değil, “kültür”ünkilerle ele alınması ve buna bağlı olarak yeni kadınlığın inşasının eski ilişkileri, bu arada eski kadınlık tarzlarını (ve anneyi) karşısına alarak gerçekleştirilmesidir. Yeni kadınlığın kamusal görünümleri yanında, ev de yeniden şekillendirilmiştir; yeni kadının evi, artık annesininkinden farklıdır; kız enstitülü bir kadının ifadesindeki gibi: “Enstitüler ailenin, Türk ailesinin her yerine girdiler. Mutfağa, yatak odasına, banyoya, gardroba, bu gardroplara girdiler. Temizlik, düzenleme, intizam…” (Akşit 2007).
    Osmanlı’da feminist dergilerde yayınlanan yazılara rengini veren “hak” kavramı, 1930’lardan sonra tamamen görünmez olmuş, bunun yerini bir “aydınlatma” dili almıştır. İlkinde kurulan hikayede, konuşan özne, “kadınlar” adına ve siyasal bir dille konuşuyordu. İkincisinde ise artık çıkarlardan ve haklardan değil, doğru ve yanlıştan, aydınlık ve karanlıktan söz etmektedir ve konuşan ses bir kadın sesi olsa da, kadınları değil, aydınlanmış bir bakışı, babanın bakışını temsil eder.

    Elif Akşit’in Kız Enstitülerinden yetişen kadınların hikayelerini anlattığı kitabındaki sözleri, unutulanların birinci dalga feministlerinden ibaret olmadığını hatırlatıyor. İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış kitle ve bu kitleye yol göstermesi için özenle yetiştirilen kızlara dair kamusal hikayenin Kadın ile birlikte farklılıkları da barındıran koskoca bir “özel alan”ı unutuşun kollarına bırakmaktan başka çareleri olmadığına da işaret ediyor: “Kız enstitüsü mezunlarının doğrudan ve yaygın bir şekilde üyeleri olduğu Cumhuriyet Kızı kategorisi, diğer ilk kuşak kızların sadece geçmişlerine net bir perde çekebildikleri sürece parçası oldukları bir gruptu. Yani ya Balkan milliyetçiliğiyle başlayan ama mübadele sonrası artarak Anadolu’ya gelen ve geçmişlerine ister istemez perde çeken göçmenler, ya da çoğu milliyetçi ekonomik politikalar sonucunda Osmanlı Devleti’nin dünya sistemine dahil olma sürecinde zenginleşen gayrimüslim topluluklarının ayrılmasıyla onların yerlerini alarak yeni kurulan cumhuriyetin seçkin sınıfını oluşturan ailelerin kızlarının mensup oldukları bir grup. (…)
    Böylece, bir kuşak sonra Osmanlı İmparatorluğunun karmaşık dil ve etnik yapısı unutulmuş, Türkiye’de bir çok coğrafyada yaşayan farklı bireyler ve topluluklar, kendi geçmişlerini Türkik bir geçmişle doğrudan ilişkilendirebilmeye başlamıştı.”
    Bir ulusun kurulması ve bu ulusun tarihinin yazılmasında bazı stratejik seçimler yapılır, dışarıda bırakılacaklar ve içeri alınacaklar, hatırlanacaklar ve unutulacaklar, anlatılacaklar ve susulacaklar… Geçmişle yüzleşme, yalnızca açıkça travmatik olan savaş, göç, soykırım gibi olayları değil, bu seçimleri de içermelidir. Çünkü kadınlar çok iyi bilir ki tarih, erkeklerin görmeyi tercih ettiği türden kahramanlık anlarından ibaret değildir, tersine, gündelik olanın içinde, sıradan insanlar tarafından dokunup durur.
    Aynı zamanda, bireysel geçmişle hesaplaşma ile toplumsal olan arasındaki farklılıklar kadar, bence daha da fazla, süreklilikleri görmek gerekir. Çünkü acılar, tek tek her birimizin bedenimize, zihnimize ve kalbimize işlenir, o soyut “toplum”unkine değil.

    Sonuç
    Cumhuriyet kızlarının hikayesine ve cumhuriyet kızı imgesine “cumhuriyetin kuruluşunda ve modernleşme sürecinde orta sınıf kadınlara verilen rol” gibi bir kalıpla yaklaşmak, öncelikle bu kadınların kendilerine haksızlık olur. Çünkü böyle bir anlatı, onların öznelik kapasitelerini, bu kapasiteyi oluşturan gücü, iradeyi, arzu ve hayalleri, seçimleri yok saymak anlamına gelir. Cumhuriyetin ilk kuşağından kadınlara ilişkin yapılan sözlü tarih çalışmaları son derece sınırlı ve az sayıda da olsa, bize akıllı, azimli, çalışkan ve fedakâr bir kadın kuşağının resmini vermektedir. Aynı zamanda bu genç kadınların bir tür can havliyle tutundukları modern ideallerin onlar tarafından nasıl içselleştirildiği ve deneyimlendiğine ilişkin ipuçlarını da taşıyor. Bu ipuçları, modern kadın idealinin yalnızca bu idealin kurucu kuşağı için değil, sonraki kadın kuşakları için de travmatik vazgeçişler ve unutuşlarla dolu olduğunu gösteriyor. Anadil başta olmak üzere “fark”ın geride bırakılarak ileriye, eşitliğe doğru yönelme, stratejik bir tercih olarak görülebilir ancak bu tercihin bedellerinin hatırlanması, bunlarla yüzleşilmesi ve bugünkü cinsiyet rejiminin kuruluşunda ve yeniden üretiminde unutmanın temel bir bileşen olduğunun altının çizilmesi çok önemli görünüyor.

    https://dergipark.org.tr


    Kaynakça: Adak H. (2007) “Suffragettes of the empire daughters of the Republic: Women auto/biographers narrate national history (1918-1935)”, New Perspectives on Turkey 36 s.27-51. Akşit E.E. (2007) Kızların Sessizliği, İstanbul: İletişim Yayınları. Arat Y. (1998) “Türkiye’de Modernleşme Projesi ve Kadınlar” Türkiye’de Modernleşme ve Ulusal Kimlik içinde der. Sibel Bozdoğan, Reşat Kasaba. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları. Assmann J. (2001) Kültürel Bellek/ Eski Yüksek Kültürlerde Yazı, Hatırlama ve Politik Kimlik. İstanbul: Ayrıntı Yayınları Auge M. (1999) Unutma Biçimleri, İstanbul: Om Yayınevi. Berktay F. (2003) “Osmanlıdan Cumhuriyete Feminizm” Tarihin Cinsiyeti içinde, ed. Fatmagül Berktay. İstanbul: Metis Yayınları. Chatterjee P. (2002) Ulus ve Parçaları. İstanbul: İletişim Yayınları. Duben A., Behar C. (1996) İstanbul Haneleri- Evlilik, Aile ve Doğurganlık 1880-1940. İstanbul: İletişim Yayınları. Durakbaşa A. (1998) “Cumhuriyet Döneminde Modern Kadın ve Erkek Kimliklerinin Oluşumu: Kemalist Kadın Kimliği ve ‘Münevver Erkekler’”, 75 Yılda Kadın ve Erkekler içinde, ed.Ayşe Berktay Hacımirzaoğlu, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları. Durakbaşa A. ve İlyasoğlu A. (2001) “Formation of Gender Identities in Republican Turkey and Women’s Narratives as Transmitters of ‘Herstory’ of Modernization”, Journal of History 35.1 s.195-203. Sancar M. (2007) Geçmişle Hesaplaşma/Unutma Kültüründen Hatırlama Kültürüne. İstanbul: İletişim Yayınları. Sirman N. (2002) “Kadınların Milliyeti” Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Ansiklopedisi C4 Milliyetçilik içinde, ed. Tanıl Bora. İstanbul: İletişim Yayınları.
    Özet Geçmişle hesaplaşma, son yıllarda yaygınlıkla gündeme gelen bir konu olmakla birlikte, geçmişle bu sağaltıcı ilişkilenmenin cinsiyet boyutu genellikle dikkatlerden kaçmaktadır. Oysa, özellikle kişisel hafıza ile toplumsal olan arasındaki ilişkilerin analizini de içerecek bir geçmişe bakış, cinsiyet boyutu hesaba katılmadan yapılamaz. Bu yazıda, Türk Modernleşmesinin yarattığı “Yeni Kadın” idealinin annesizlikle malûl olduğu, annenin temsil ettiği “fark”ın geride bırakılmasının bedelinin ise eşitlik fikrinin ancak erkeklerin/babanın çizdiği normlar çerçevesinde anlaşılır hale gelmesi olduğu ileri sürülmektedir. Anahtar Sözcükler: Hafıza, Toplumsal Cinsiyet, Modernleşme.

    Abstract
    Girls Without Mothers: Modern Daughters of Modern Fathers
    Although questioning the past has widely been on the agenda lately, the gender perspective of this therapeutic connection with the past is often neglected. But one has to recognize that, a retrospective questioning of the past, that encounters the analyses of the relationship between the personal and the collective memories, cannot be actualized without taking the gender dimension into account.
    This article expounds that, the ‘new woman’ typology created by modernization invalidates ‘the mother’ and the ‘difference’ that the mother represents. This neglegance in return, leads to an understanding of equality which confines itself into the norms defined by the father only. Key words: Memory, Gender, Modernization

    28 Aralık 2020 Pazartesi

    Enflasyon Nasıl Düşürülür?

    Mahfi Eğilmez - Enflasyon Sorunu ve Kökenleri

    Son günlerde ‘Türkiye’nin en önemli sorunu enflasyondur onu çözersek her şey çözülür’ şeklinde bir söylem aldı yürüdü. Enflasyon gerçekten önemli bir sorundur ve mutlaka çözülmesi gereklidir. Özellikle de dünyada enflasyonun, yalnızca sorunlu ülkelerde kaldığı bu dönemde düşürülememesi kabul edilebilir bir mesele değil. Bunların hepsi doğru ama nasıl ki yüksek faiz yüksek enflasyonun sonucuysa enflasyon da başka şeylerin sonucudur.

    Enflasyon sorununu çözebilmek için önce enflasyonun nereden kaynaklandığına bakmak gerekir. Enflasyonun iki kaynağı vardır: Talep kökenli enflasyon ve arz (ya da maliyet) kökenli enflasyon.

    Eğer bir ekonomide arz miktarı değişmediği halde talep miktarı artıyorsa o zaman ekonomide talep kökenli enflasyon oluşur. Talep kökenli enflasyon çeşitli nedenlerle ortaya çıkar. Örneğin nüfus artmışsa talep de artar. Ya da her şey sabitken merkez bankası piyasaya daha fazla para sürmüş ve bu para tüketicinin eline geçmişse talep yine artar. Talep enflasyonunu önlemenin yollarından birisi piyasadaki para arzını düşürmek ve/veya faizleri enflasyonun üzerine yükselterek pozitif reel faiz vermek ve bu yolla insanları daha fazla tüketimden vazgeçirip tasarrufa yönlendirmekten geçer.

    Eğer bir ekonomide arzda daralma ya da maliyetlerde artış oluşmuşsa o ekonomide arz yönlü enflasyonist baskıdan söz edilebilir. Arzda daralma, talep düşmediği halde üretim miktarında düşüş olması halidir. Ki bu fiyatların yükselişe geçerek enflasyon oluşumuna yol açabilir. Maliyetlerde artış üç şekilde ortaya çıkabilir: (1) Üretim faktörlerine ödenen bedellerde artış olabilir (ücret artışı, kira artışları, finansman maliyetleri ve dolayısıyla faizlerde artış.) (2) Girdi fiyatlarında artış olabilir (üretimde kullanılan hammadde, ara malı, sermaye malı fiyatları artabilir.) (3) Kurlarda artış ortaya çıkabilir. Bu durumda üretimde kullanılan ithal girdilerin fiyatları artabilir. Petrol, doğalgaz fiyatlarında artışın etkilediği enerji fiyat artışlarına ek olarak kurda ortaya çıkan artışlar bu tür girdilerin ithal fiyatlarını dolayısıyla firmaların üretim maliyetini artırır.     

    Türkiye’de durum

    Türkiye’de Kasım 2020 itibarıyla yıllık manşet enflasyon (TÜFE ile ölçülen enflasyon) yüzde 14,03 olarak açıklandı. Bu enflasyonun kökeni nedir? Talep enflasyonu mu yoksa arz enflasyonu mu yoksa her ikisinin de bulunduğu bir karma enflasyon mu söz konusu? Bu soruya yanıt verebilmek için önce talebi etkileyen unsurlara bakalım.

    YAZININ TAMAMI - www.mahfiegilmez.com/2020/12/enflasyon-nasl-dusurulur.html

    24 Aralık 2020 Perşembe

    ‘Şahsım’ emperyalizmi ve bazı gerçekler

    Figen Yüksekdağ Son zamanlarda elde avuçta satacak bir şeyi kalmayan iktidar, “Türk tipi antiemperyalizm” satıyor. Bu da “Türk tipi başkanlık” gibi bir şey. Aslında benzemek şurda dursun, tahrip edip köküne kibrit suyu dökmeyi tarif ediyor. Hitler’in dünyada sosyalizmin prestijinin yükseldiği, halk ve emek hareketlerinin sermaye iktidarları karşısında büyük tehdit oluşturduğu bir dönemde, Nasyonal-sosyalist adını taşıyan partiyle sahneye çıkması en bilinen örneklerdendir. Ardından sadece sosyalizm değil, cüzi insan hak ve değerlerinin canına okumaya yeminli bir savaşa gömülmüştü dünya. Yani, egemenlerin büyük insanlık mücadelesinin ürettiği müspet kavram ve değerleri “işgal ederek” yürüttüğü siyaset, o kavramların en uç karşıtına denk düşüyor. Çünkü en kaba, ırkçı milliyetçilikle mühürlenmiş zihniyet ve pratikten başka bir şey çıkmaz. Olsa olsa böyle akla zarar “akıl oyunları” çıkar.

    Şimdilerde Türkiye’de benzer oyunları sergileyen bir iktidar hüküm sürüyor. AKP’si, MHP’si, Susurluk-derin devlet çeteleri “milli çıkarlar” adı altında savaş ve şiddet politikalarını tırmandırırken, bunu büyük emperyalist devletlere karşı bağımsızlık ve diklenme gösterisine dönüştürüyor. İşin bir yanı gösteri, bir yanı gerçek. Kendini cihan fatihi sayma cakaları ne kadar gösteriyse, bu hayalle yatıp-kalkıp bulduğu her fırsatta oraya buraya yayılmacı tırnakları atma pratiği de o kadar gerçek. Ama eski emperyal Osmanlı ruhunu çağıran, ümmetin liderliği hayaliyle, büyük Turan düşlerini harmanlayan dönemin egemenleri, ne yaparsa yapsın ruh çağırmaktan öteye gidemiyor. En azından sözünü ettiğimiz eğilimlerce desteklenen ve şişirilen, Erdoğan’da simgeleşmiş bir “şahsım emperyalizmi” seviyesine gelebiliyorlar.

    Bu tür emperyalizmin bazı özellikleri var. Güçlü olana diş geçiremeyip, kaos ve istikrarsızlık üreterek kendine alan açma, ulaşabildiği her yere savaş ihraç etme ve esas olarak büyük emperyalist devletlerle en üst düzeyde işbirliği… Bitti mi? Tabii ki hayır. Gücü sadece mazlum halklara yeter bu türün, Kuzey Suriye’de halkın ağır bedellere ve ölçüsüz zulme rağmen bir avuç statü kazanma ihtimali karşısında kaplan kesilenler, ABD’nin “kafası gidik” başkanının elinde yıllarca yedikleri tokat ve aşağılanmayı yutarlar. Kürtlere düşmanlığa hizmet eden bu çeşit uşaklığa gönüllü koşarlar. Bugün ABD’yle birlikte bölgede kapsamlı bir anti-Kürt operasyonunda ortaklaştıkları gibi.

    “Van minüt”la başlayan tribünleri coşturup, bu arada cüzdanları yürütme taktiği hala en canlı yönetme tarzıdır. Milliyetçilik ile hipnotize edilen kitlelerle, “hem aklınızı hem nafakanızı alırım” gibisinden alay eden bir tarzdır bu. Ama alay edilerek yönetilme taktiğinden en ağır payını alan HDP ve sol partiler harici muhalefettir. “Türkiye’nin oradaki buradaki çıkarları” borusu çalınca hemen iktidarın ardında hizalanan, muhalefet ayarları bozulan bir siyasi zaafiyet hali var oldukça, bu iktidar da var olma gücü bulacaktır. Siyaseti “gösteri sanatlarıyla” algı hokkabazlığıyla harmanlayıp, kendilerine biricik bağımsızlıkçı ve antiemperyalist hikayesi yazanlar, muhalefetin boş bıraktığı alanda at koşturmayı, ayrıcalık haline getirecektir elbette. Muhalefeti 5. kol faaliyeti yürütmekle, düşman devletlerin ajanı olmakla karalayanlar, ABD’de lobilere yedirdikleri paranın, Avrupa kurumlarına verdikleri rüşvetin ve kapıların-kameraların ardında rica-minnet sergiledikleri kalitesizliğin hesabını vermedikleri için rahattırlar. Nasıl olsa kirli siyaset toprağında ürettikleri yalan mahsüllerinin hazır alıcısı vardır.

    İktidarlara gelişlerini ve hala kalışlarını emperyalizme borçlu olanların, yalan ve manipülasyona da dayansa söylem üstünlüğü edinmesi, Türkiye siyasetinin arızalı tarafı. En son 2018 genel seçimlerini, başta Londra’daki faiz lobisi gelmek üzere uluslararası finans tekellerinin ve emperyalist devletlerinin “Henüz AKP ve Erdoğan ile işinin bitmemesi” nedeniyle şaibeli biçimde kazananlar, şimdi canhıraş halde kendilerine verilen ödevi yapıyorlar. Türkiye-Kürdistan coğrafyasının kaynak ve birikimi, tarihte görülmemiş düzeyde satışa getiriliyor. Önceden sadece Batı merkezli emperyalizme olan bağımlılık, şimdi Avrasyacı çizginin ağırlık kazanmasıyla, Doğu merkezli emperyalizme de bağımlılığa dönüştü. Çift dikiş, katmerli bağımlılık ve hizmet hali yani. Böyle olunca Amerika’yla Rusya, NATO’yla Avrasya arasında savrulup duran, büyük devletlerin birbirine karşı, oyun tahtasına dönen, kafası duman olmuş bir acayip “Güçlü Türkiye” manzarası çıkıyor ortaya.

    Görünürde sergilenen bol hot-zotlu ve gerilimli ilişkinin aksine, hakim devletler zayıf halkayı yakalamış bırakmıyor. İktidar ömrünü uzatmak için her türlü pazarlığı yapacak, her çeşit “al gülüm-ver gülüm” ilişkisine girebilecek bir iktidardan daha zayıf halka olabilir mi, emperyalistler için? Haliyle AB’den ABD’sine, Rusya’sından Çin’ine, yıllardır idare ediyorlar bu iktidarı. Onlara rağmen değil, onların her türlü desteği, açık-gizli anlaşmalarıyla AKP-Saray-MHP rejimi kendini sürdürüyor.

    Türkiye’deki rejimin, bilhassa da son 18 yılın emperyalizmle yapısal ilişki tarihinin ve güncel örneklerin, alternatif demokratik siyaset tarafından ele alınması, halkları aydınlatmanın, gerçeği ifşa etmenin başlıca gündemlerinden olması önemlidir. İktidarın yalandan yazdığı hikayenin kendisinin inanması, inanmayanı da sopa sallayarak kabule zorlaması karşısında demokratik muhalefet etkin bir söylem geliştirebilmeli.

    Emperyalizme ilk günkü kadar bağlı, mazlum haklara ise acımasız ve emperyal iktidar siyasetine kim “milli çıkar” hamasetiyle doğrudan-dolaylı destek veriyorsa, tarihsel suçların ortağıdır; bunu da unutmamak gerekir. Küresel emperyalizme benzemeyen ama bölgesel-yerel anlamda en az onun kadar yıkıcı, sömürücü karakter taşıyan “Şahsım” emperyalizmi çizgisi etrafında kümelenenler, az-buçuk muhalefet pozisyonlarını da yitirirler. Zaten tam da bu nedenle iktidar karşısında gerçek bir başarı kazanamıyorlar; çünkü demokratik fark taşımıyorlar.

    Açık ki, siyasi iktidar ve paydaşlarının sözünü ettiğimiz bu mutant emperyalizm, antifaşist halk hareketiyle aşılabilir. Bu bilinç ve hareket etrafında birleşen halklar, bölgesel ve küresel barış, kardeşlik, dayanışma eksenine dayanan alternatif bir düzeni var edebilir. Ortadoğu’nun bağrında yeşeren “Demokratik ulus” program ve deneyimi, bu hedefin uzak bir hayal olmadığını gösteriyor.
    Figen Yüksekdağ'ın Özgür Politika'da yayınlanan yazısı

    19 Aralık 2020 Cumartesi

    Bir özsavunma öyküsü

    40. YILDÖNÜMÜNDE MARAŞ KATLİAMI: BİR DİRENİŞÇİNİN TANIKLIĞI



    Tarih 21 Aralık 1978: İki gün öncesinde Çiçek Sineması’nda patlayan bombanın ardından, iki solcu öğretmenin öldürülmesi. Tarih 22 Aralık 1978: Öldürülen öğretmenlerin defnedilmesini Ulucami önünde toplanan binlerce kişilik kitlenin “Müslüman Türkiye, kahrolsun komünistler” sloganlarıyla engellemesi. Ve büyük vahşetin başlangıcı. Resmi rakamlara göre, 111 kişinin katledildiği, yüzlerce kişinin yaralandığı, 300’e yakın konut ve işyerinin yakılıp yıkıldığı bir vahşet.

    Maraş Katliamı, Orhan Gazi Ertekin’in vurguladığı gibi, aynı zamanda vahşete karşı bir direnişti. O direniş olmasaydı, katliamın boyutları misliyle katlanacaktı. 23 Aralık sabahının erken saatlerinden itibaren ertesi güne dek sürdürülen saldırılara karşı Yörükselim mahallesinde yapılan savunma bu direnişin anıtlarından biriydi.
    Maraş Katliamı’nın 40. yıldönümünde, 21-25 Aralık günlerinde neler yaşandığını, Yörükselim’in nasıl savunulduğunu ve katliamın ertesinde suçu solculara yıkmak için neler yapıldığını birinci elden dinlemek üzere Tahsin Kozanoğlu’na bağlanıyoruz.[*]

    -Maraş katliamının dönüm noktası iki öğretmenin öldürülmesiydi. Siz o günden (21 Aralık) itibaren kendinizi katliamın tam ortasında buldunuz. Katliam aşamasına nasıl gelindi?

    Tahsin Kozanoğlu: Öğretmenlerin öldürüldüğü gün (21 Aralık) Adana’dan yeni dönmüştüm. Haberi aldığımda TÖB-DER’deydim. Hacı Çolak ve Mustafa Yüzbaşıoğlu tanınan, sevilen insanlardı. Mustafa Yüzbaşıoğlu bir İstanbul beyefendisiydi, halk ve öğrenciler içinde de etkindi. Maraşlıydı, fakat İstanbul Türkçesiyle konuşurdu. Yakışıklı, çok esprili bir insandı. Çok sıkıydı ilişkimiz. Bu haber üzerine herkes şok oldu. Olayın yaşandığı ve Hacı Çolak’ın evinin olduğu Yörükselim’e çıkıldı. Hastaneye gittiğimizde, büyük kalabalık vardı. Hacı Çolak ölmüştü. Cenazeyi evine götürdük. Mustafa Yüzbaşıoğlu’nun ölümcül yara almadığı söyleniyordu.

    -Nasıl saldırıya uğradıkları biliniyor muydu?

    İki hoca beraber yürürken bir kişi gelip “Merhaba hocalar” diyerek ateş ediyor. Çok miktarda bilgi geliyordu. Ama ne kadarı sağlıklı, bilmek zor. Biz gittiğimizde Mustafa Yüzbaşıoğlu yaralıydı ve oldukça ayrıntılı ifade vermişti. Katili tanımıyordu, ki bu da kendi çevresinden biri olmadığını gösterir. İfadesinde bazı sanat okulu öğrencilerinin isimlerini veriyor. Zaten sanat okulu öğretmeniydi. “Bu kişiler beni vuranı biliyor olabilir” diye ifade veriyor.

    -O okulda dikkat çeken bir gerilim var mıydı, yoksa genel olarak Maraş’taki gerilimin ve çatışma ortamının sonucu muydu vurulmaları?

    Okulda kavgalar var. Tepkiler var. CHP’nin iktidara gelmesiyle solcu öğretmenlerin Maraş içindeki okullara tayinleri yapılıyor. Buna karşı, “Solcu öğretmenler atılsın, TÖB-DER kapatılsın” diye talepler yükseliyor sağ görüşlü öğrencilerden. Solcu öğrencilerin eğitimlerine devam etmelerini engellemeye çalışıyorlar. Yüzbaşıoğlu bunlardan dolayı, bazı şüphelendiği öğrencilerin isimlerini veriyor. Bir gün sonra (22 Aralık’ta), sabaha doğru, Mustafa Yüzbaşıoğlu’nun vefat haberi geldi. İnsanların kaygıları gittikçe artmıştı, ne yapabileceklerini konuşmaya başlamışlardı.

    -Cenaze töreni nasıl organize edildi?

    Bir tertip komitesi yoktu. Esas olarak TÖB-DER’li öğretmenler öne çıkıyordu. Beklentimiz otopsi yapıldıktan sonra cenazelerin defnedilmesiydi. Fakat, sabah hastanenin önüne gidip saatlerce beklediğimiz halde otopsi tamamlanmadı. Sonradan düşündüğümüzde, cenazelerin bekletilmesi ve otopsinin geciktirilmesinin özellikle yapıldığı şüphesine kapıldık. Ama o gün öyle bir düşüncemiz yoktu. Zaten cenazeyi alıp hemen defnetmeyi kararlaştırmıştık. Cenaze bekletilip tam öğle namazı sırasında verilince, Cuma cemaati ile karşı karşıya kalmamız kaçınılmazdı. Camiye yaklaştığımızda karşımızda on bin kişiye yakın bir topluluk gördük. O camide hiçbir dönemde bu kadar insan toplanmamıştı namaz için. Bugün bile Ulucami bin kişiyi almaz. Belliydi ki, hazırlanmışlar.
    Cenaze tam öğle namazı sırasında verilince, Cuma cemaati ile karşı karşıya kalmamız kaçınılmazdı. On bin kişiye yakın bir topluluk “Müslüman Türkiye, kahrolsun komünistler” sloganı atıyordu. O linç topluluğunu gördüğümüz an ne yapacağımızı düşünmeye başladık.

    -Nasıl hazırlanmışlar sizce?

    Maraş’ın Bertiz köylülerine haber gidiyor, hatta anonslar yapıldığı söyleniyor ve belediye arabalarıyla yakın köylerden insanları camiye taşıyorlar. O arada Maraş’ın muhafazakâr kesimi de caminin önünde toplanıyor.

    -Cenazeyi hastaneden almanızdan sonra neler oldu?

    Ulucami’ye kadar üç-dört kilometrelik yolu yürümeye başladık. Belediye önüne kadar geldik. “Katillerden hesap sorulsun” sloganları atılıyor. Belediye meydanına geldiğimizde önümüzde büyük bir topluluk gördük, polis ve jandarma kortejin önünü kesti. O anda, meydandaki Köker eczanesinin üstündeki birinci kattan üzerimize sandalyeler, benzeri eşyalar atılmaya başladı. Diğer tarafımızdaki Maraş kalesinin üstünden ise üzerimize taş yağmaya başladı. Bunun üzerine, jandarmalar kale tarafına doğru havaya ateş etti. Daha önce de cenaze kaldırmıştık, ama hiç böyle bir olay yaşamamıştık, bir saldırı olmamıştı.

    Karşılık verdiniz mi?

    -Zaten cenaze topluluğu polis ve jandarma tarafından sıkı biçimde aranmıştı. Tek bir kişide bile taş dahi yoktu. Kortejin etrafında da polis ve jandarma vardı. Karşıdan gelen taşı onlara geri atma şeklinde bir karşılık oldu olduysa. “Mustafalar, Hacılar ölmez” sloganları atıyoruz. Sonradan, “Muhammed’in piçleri” diye bir slogan atıldığı iddia edildi. Bu çok komik. Maraş katliamında Sünnilerin hassasiyetlerini sömürmek için kullandıkları en büyük yalandır bu. Zaten klişe haline gelmiştir. Nerede böyle bir cinayet işlense, mutlaka bir hakaret bahsi koyarlar. Ama tek bir somut bilgi yoktur. Ben korteji sürekli en önden arkaya kadar kontrol ediyordum. Bırakın bu sloganı, herhangi bir tahrik edici slogan atılmadı. Sadece “MHP ve Ülkü Ocakları kapatılsın” sloganları atıldı. Camiye 300 metre kala durdurulduk. Karşı taraftan “Müslüman Türkiye, kahrolsun komünistler” sloganı atılıyordu.

    -Toplanan kalabalığın cenaze törenini engelleyeceğini o anda anladınız mı?

    İlerlenemeyeceği görülüyordu. Güvenlik güçleri de uyardı. Geri çekilme kararı aldık. Jandarma cenazeleri hastaneye götürdü. Cenaze töreni için gelen herkes Yörükselim’e döndü. Başka sığınacak yer yoktu zaten. Belki Karamaraş’a gidilebilirdi, ama orası nereden baksanız 10-15 kilometre uzaktaydı. Herkesi Yörükselim’e toplayan şey korunma ve güvenlik duygusuydu. Maraş ilk defa öyle bir kalabalık görmüştü ve taşkın hareketleri vardı.

    -Bir çatışma bekliyor muydunuz önceden?

    Önceden öyle bir şey beklenmiyordu. Fakat cenazeyi bile kaldıramadığımızı görünce kendimizi nasıl koruyacağımızı düşünmeye başladık. Biz esas olarak çatışmayı Pazarcık’ta bekliyorduk. 1976’da Pazarcık’ta bazı olaylar yaşanmıştı. Belediye başkanı Memiş Özdal’a bombalı paket gönderilmişti. Özdal paketi kabul etmeyince postane memurları tarafından açılıyor ve patlamada memurlardan biri hayatını kaybediyor, biri yaralanıyor. Gözümüz o nedenle Pazarcık’taydı. Maraş merkezde böyle bir saldırının olacağını tahmin etmiyorduk, kendimizi özel biçimde koruma ihtiyacı duymamıştık. Camideki o linç topluluğunu gördüğümüz an ne yapacağımızı düşünmeye başladık. Elimizde ruhsatlı silahlar dışında herhangi bir koruma aracımız yoktu.

    -Cenazenin defnedilmesini engelleyen kalabalığın daha da ileri gideceği, işi katliama vardırabileceği endişesi cenaze topluluğunun genelinde var mıydı?

    Bu düşünce bırakın cenaze kitlesini, bizde dahi yoktu. Saldırı bekliyorduk. Ama boyutunun bu seviyede olması düşündüğümüzün çok ötesindeydi. Cenaze dağıldığında herkes korkuyla Yörükselim’e geldi. Açık ve gözle görülür bir korku vardı. Öğrenciler evlere ve Sağlık Okulu’na yerleşti. Bazı öğretmenlerin kafası kırılmıştı. Bunları görenlerin endişe ve korkusu haliyle artıyor. Bu nedenle çatışmanın açık bir saldırıya dönüşebileceğini düşündük, o gece güvenlik imkânlarını tartıştık.

    -Nasıl bir koruma planı geliştirdiniz?

    Elimizde ruhsata tabi küçük silahlar vardı sadece. Birkaç arkadaş silah bulmak üzere Pazarcık’a gitti, ama dönemediler. Pazarcık yardım alabileceğimiz en yakın yerdi. Önlerini jandarma kesiyor ve ellerindeki silahlarla yakalanıyorlar. Osman isimli biri vardı silah işlerinden anlayan. Ona sordum. O da bir akrabasında bir kalaşnikof tüfek olduğunu söyledi. Bunun üzerine, Mağaralı mahallesindeki evinden gece 3’te silahı alıp döndük. 500 de mermi vardı. O kalaşnikoftan başka, küçük tabancalar dışında elimizde hiçbir şey yoktu. Mermiler ise çok kısıtlıydı. Saldırıya karşı elimizdeki bütün malzeme buydu.
    23 Aralık sabahı, Mağaralı’dan Yörükselim’e doğru dört-beş bin kişinin aktığını gördüm. Aramızda 300 metre vardı. Av tüfekleri ve tabancalarla çevreye ateş ediyorlardı. Ön sıralarda halktan insanlar, arka tarafta ise ETKO militanları vardı.

    -Saldırı nasıl başladı, nasıl gelişti?

    23 Aralık sabahı, saat 7 gibi, kadınlar dışarda bağırmaya başladı: “Birbirlerini öldürüyorlar.” Önce bunun mahalledeki bir kavga olabileceğini sandım. Bir anda böyle bir kavga çıkmasına pek anlam da veremedim. Dışarı çıktığımda Mağaralı mahallesinden Yörükselim’e doğru dört-beş bin kişinin aktığını gördüm. Aramızda 300 metre kadar mesafe vardı. Ellerindeki av tüfekleri ve tabancalarla çevreye ateş ediyorlardı. Ön sıralarda halktan insanlar, arka tarafta ise ETKO (Esir Türkleri Kurtarma Ordusu) militanları vardı. Mesafe 150-200 metreye kadar inince parkamın fermuarını açtım, silahı çektim ve topluluğun ön tarafına doğru ateş ettim. Ön tarafta ETKO militanları olmadığı için üzerlerine ateş etmedim. İlk anda maksadım korkutup geri döndürmekti. Önlerine düşen kurşunlar topluluğun biraz çekinmesine yol açtı. Fakat arkadan gelenler öndekileri itekliyordu. Birkaç dakikalık bir duraklamadan sonra, topluluk yeniden ilerlemeye başladı. Bu kez ön sıranın ayaklarına doğru taradım ve yere düşenler oldu. Düşenleri alıp geri çekilmeye başladılar.

    -Direniş o anda başlamış oldu galiba.

    Biz o andan itibaren durumu fark etmeye başladık. O aşamadan sonra, mevzi almaya ve askeri tarzda düşünmeye başladık. Bazı binaların üstüne, kahvelerin önüne konum almaya başladık. Bir saat sonra, Mağaralı mahallesinin Yörükselim sınırının alt tarafından bir topluluk yeniden yukarıya doğru ilerleyerek saldırmaya başladı. Aşağıdan gelen topluluk neredeyse mahallenin ortasındaki kahvenin önüne kadar geldi. Orta Kahve’nin üstünde bizim arkadaşlarımız vaziyet almıştı. Fakat, aşağıdan o kadar yoğun ateş ediliyordu ki, başlarını kaldırıp topluluğun ilerlemesini engelleyecek müdahalelerde bulunamıyorlardı. Zaten ellerinde sadece birkaç tabanca vardı. Aşağı Kahve’nin camını kırıp, içeri ateş atıp yağmalamaya başladılar. Aynı anda bizi de yoğun ateşe almışlardı. Orta Kahve’nin üstünde Hamit Kapan, Derviş Koç, İbrahim Candemir konumlanmıştı, ama arkadaşlar kafalarını kaldıramıyordu. O anda Hıdır ve bir başka arkadaşımızın daha kafalarına saçmalar isabet etti. Ben daha yukardaki bir binanın tepesindeydim, onların durumunu görebiliyordum.

    -Saldırı kesintisiz mi devam etti?

    İlk saldırı sabah 7 sularındaydı, ikincisi bir saat sonra, üçüncüsü akşama doğruydu. Üçüncüsünde hastanenin önündeki caddeden saldırdılar. Yine çok yoğun ateş ediyorlardı. Burada arkadaşlarımızdan biri topluluğa doğru soba borusunun içinden küçük tabancayla ateş etti. Bunun üzerine, talancı grup havan topuyla ateş edildiğini, top kullanıldığını söyleyerek jandarmaya şikâyette bulunmuş. Jandarma gelip o binayı aradı ve soba borusunu buldu. Çok garip bir durumdu. Jandarma kendi mahallemizde dışardan gelen katliamcı grubu durdurmak için bir şey yapmıyor, ama bizim karşı koymamıza müdahale etmekte hızlı davranıyordu. O sırada her evde yaklaşık kırk-elli kişi bulunuyordu. Herkes çığlık çığlığa, kadınlar, çocuklar ağlıyordu.

    -Saldırı gece de devam etti mi?

    Geceleri atışlar kesiliyordu. İlk saldırıların olduğu günün (23 Aralık) gecesi, Mikail isimli arkadaşımız yukarıda nöbet tuttuğum yere geldi. Hafif duraksayarak, ama olağan bir durummuş gibi, babasının kalp krizi geçirip öldüğünü söyledi. Çok üzgündü. Fakat babasının ölümünü idrak etmemiş gibiydi. Her an hepimizin ölebileceği, öldürülebileceği bir durumdaydık, ecelle ölümü bile olağan karşılıyorduk. Katliam sırasında yaşadığımız bu olay sık sık aklıma gelir. İnsan tehlike esnasında galiba duygularına izin vermiyor. Akşamları nöbetle geçiyordu. Benimle beraber birkaç arkadaşımız vardı. Onlar aşağıyı kontrol eder, haber getirip götürürdü. Biz yukarıda her an gelebilecek saldırıya karşı tetikte bekliyorduk. Bu üç-dört gün hiç uyumadım. Sürekli nöbetteydik. Stratejik noktalardaki damların üstünde bekliyorduk. Kahvelerin damları üzerinden bir haberleşme sistemimiz vardı. Bir hareketlenme olduğunda ona göre konum alıyorduk. Zaten silah seslerini ve “vurun, öldürün komünistleri” sloganlarını duyuyorduk. Ertesi gün saldırılar yeniden başladı. Bu kez Yörükselim’in üst tarafındaki Çamlık mevkiinden profesyonel olduğunu düşündüğümüz bir grup tarafından saldırı yapıldı. Epey kalabalıktılar. Bir arkadaşımız elimden silahı aldı ve hızla oraya yetişti. Biz oraya ulaştığımızda halktan bazı insanlar “Neredesiniz, bizi niye korumuyorsunuz” diye sitem ettiler. Korkuları her hallerinden belliydi. Can derdine düşmüş bu insanlara diyecek bir şey yoktu. Onlara her ne pahasına olursa olsun onları koruyacağımızı söyledik. Elimizden gelen her şeyi tek bir silahla yapmaya çalışıyorduk. O tek silahı merkezi noktalarda tutuyorduk ki, her yönden gelebilecek saldırılara karşı hızlıca elden ele aktarabilelim diye. Zeytinlik mevkiinden iki kişi tüfeklerle bize ateş etmeye başladı. Otomatik tüfekle onlara karşılık verince zeytinlerin arkasına saklanıp kaçtılar. Sonra başkaları geldi, ateş etmeye başladı, ben yine karşılık verdim. Hemen yanımda, şarjörleri dolduran Bekir Vural isimli arkadaşım vardı. Omzundan vuruldu. Onu sıhhiye işinden anlayan bir arkadaşımızın bulunduğu yere taşıdık. Dürbünle Çamlık kesimini sürekli kontrol ediyordum. Sırtlarında torba olan üç-dört kişi dolaşmaya başladı. Bu esnada, asker Çamlık sınırına geldi ve topla Çamlık’a doğru birkaç defa ateş etti. On bine yakın kişi mahallede, evlerde sığınıyordu. Aralıksız ve ısrarla saldırmaya devam ediyorlardı. Asıl hedeflerinin bu topluluk olduğu belliydi. Sonradan jandarma kayıtları ve iddianameden benim ve diğer birkaç arkadaşımın ateş ettiği yerler tarif edilerek “otomatik silahlarla yoğun şekilde ateş edildiği” şeklinde tasvirler yapıldığını gördük. Fakat, elimizdeki otomatik tüfek sayısı hepi topu bir taneydi ve saldırgan topluluk nerden yaklaşırsa ona karşı koymak için sürekli hareketli haldeydik. Çamlık mevkiinden saldırılar sabah erken başlamıştı. Sınırdaki evler yakılıyordu. Derviş Koç arkadaşımızın evi bu esnada yakıldı. Kalaycı Mahmut isimli kişinin evini basıp evdekileri öldürmüşler. Yavaş yavaş Yörükselim dışındakilere neler yaptıklarını doğrudan ve somut olarak kavradığımız evreye gelmiştik. Çok yaklaştıklarını ve daha devam edeceklerini endişeyle fark ediyorduk. Elimizden geldiğince direnecektik. Dışarda çok ciddi katliam olduğunu görüyorduk. Fakat dışarı çıkma imkânımız yoktu. Yakında olduğumuz için hastaneye getirilenleri görüyorduk. Mahallede kıstırılmıştık. Diğer taraflardaki saldırının hangi boyutlarda olduğunu bilmiyorduk. Fakat insanların katledildikleri haberlerini alıyorduk.

    -Başka yerlerde neler yaşandığını sadece tahmin ediyordunuz, öyle mi?

    Yörükselim’in dışındaki yerleri görmedik. Neler olduğunu bilmemiz mümkün değildi. Ama bize böyle bir saldırı olduğuna göre, dışarda kalanlara neler yapılmış olabileceğini düşünüp üzüntüye kapılıyorduk. Tek bir silahla onlara yardım edebilmemiz mümkün değildi. Tek silahla dışarı çıksaydık bu kez Yörükselim’deki on bin insanın toptan imhası sonucu doğacaktı. O durumda ölenler yüzlerle değil, binlerle ölçülürdü. Cenazeden kaçanların tümü neredeyse Yörükselim’e sığınmıştı.

    -Yörükselim mahallesinde evlerdeki insanların durumları nasıldı?

    Nöbet tuttuğum damın altındaki evde yaklaşık 60 kişi bulunuyordu. İnsanlar korku içindeydi. Dışarı çıkamıyorlardı. Daha önemlisi, biz dışarıda direnişin içindeydik ve her şeyi görüyorduk. Ama onlar dışarda ne olduğunu bilmeden korku içinde bekliyorlardı. Her an ölüm korkusu, direnişin aşılması ihtimali karşısında hem de hiçbir şey yapamadan geçen onca gün. Onların durumunun bizden daha zor olduğunu düşünürdüm hep.
    Sürekli nöbetteydik. Stratejik noktalardaki damların üstünde bekliyorduk. Bir haberleşme sistemimiz vardı. Bir hareketlenme olduğunda ona göre konum alıyorduk. Zaten silah seslerini ve “vurun, öldürün komünistleri” sloganlarını duyuyorduk.

    -Bütün bu uzun direniş sürecinde zaman nasıl akıyordu?

    O an zaman diye bir şey yoktu bizim için. Hep tek bir ânı yaşıyor gibiydik. Ne yediğimizi bile hatırlamıyorum. Sigara ve çay dışında bir şey hatırlamıyorum doğrusu. Yörükselim zaten fakir, emeğiyle geçinen insanların mahallesiydi. İlk günden sonra ekmek bile kalmamıştı. Sahiplerine haber vererek bazı bakkalları açtırdık. Bir dükkânın sahibini bulamadık. Arkadaşlarımız kilidini kırıp içerideki unu alıp evlere dağıttı. Bu esnada içme suyuna zehir atıldığı şayiası yayıldı. Bir süre su içmek istemedi kimse. Yemek aşağıdaki evlerde yapılıyor ve bize ulaştırılıyordu. Zaten ekmek, bulgur, zeytinden oluşuyordu. Uykusuzluk çok zordu. Ama bir yandan da uyuyamıyordunuz. O gerginlik yüzünüzde tuhaf bir uyanıklık ve yorgunluk hali olarak sabitlenmişti sanki.

    -Yörükselim dışında bir de Karamaraş mahallesinde direniş örgütlenebilmiş. Katliamı engellemek için Pazarcık-Yolboyu köyünden şehre gelen muhtar Mehmet Mengücek’in Karamaraş’ta bir yüzbaşı tarafından öldürüldüğü söyleniyor. Bu konuda bilginiz var mı?

    Mehmet Mengücek bizim hareketimizin üyesiydi. Cenazelerin engellendiği günün (22 Aralık) akşamı Pazarcık’ta muhtarı olduğu Yolboyu köyüne haber salmıştık. O gün kızkardeşinin düğünü varmış. Buna rağmen motosikletine atlayıp bir MAT otomatik tüfekle Karamaraş’a geliyor. Üç gün boyunca mahallenin korunması için çaba gösteriyor. Karamaraş’ta Bingöllüler, Muşlu Kürtler yoğunlukla yaşardı. Mehmet Mengücek elindeki tek otomatik silahla mahalleyi korumaya alıyor. Birkaç gün boyunca savunmayı devam ettiriyor. Bulunduğu evi yaralı olarak terk ederken bir yüzbaşı tarafından çok yakından ateş edilerek öldürülüyor. Yüzbaşının kim olduğunu tespit edemedik. Babasının bize söylediği “sırtında küçük bir deliğin olduğu, göğsünde ise deliğin tamamen açıldığı” şeklinde. Bu da silahın çok yakından, hatta vücuduna dayanarak ateşlenmiş olduğunu gösteriyor.

    -Ertesi gün de saldırı devam etti mi?

    Bir sonraki gün devam etmedi. Son gün (25 Aralık) jandarma yavaş yavaş girmeye başladı, evlerimiz arandı. Silahı odunluğa saklamıştık. Sonradan, İsmail Öztaş isimli bir köylü, “Yörükselim’i kurtaran silah” diyerek onu satın almış ve onda yakalanmış. Evde Che Guevara’nın resminin yanına Mahir, İlker Akman, Hasan Basri Temizalp ve Yusuf Ziya Güneş’in fotoğraflarını koymuştuk. Jandarmanın biri bunları gördü ve komutanına sordu. Komutan “Onlar Latin Amerikalı resimleri, bırak” dedi. Biz hemen Maraş’tan çıkmamız gerektiğine kanaat getirdik. Fakat, Maraş’tan göç edilmesi taraftarı değildik. Buna kesin olarak karşı çıktık.

    -Mahalle sakinleri göç etmeye başlamış mıydı?

    Tabii ki. Her yerde kamyonlar vardı. Herkes göçme hazırlığı yapıyordu. Bizse onlara “Yörükselim’deki direniş nedeniyle hayatını kaybeden olmadı, dayanışmaya devam edersek doğru davranmış oluruz” diyorduk, terk etmeyelim diye telkin ediyorduk. İlk anda ikna oluyor, taşınmaktan vazgeçiyorlardı. Fakat zaman içinde, biz oradan uzaklaştıkça göçler de artmaya başladı. O sırada herhangi bir gözaltı olmadı. Zaten herkes kimin saldırgan, kimin mağdur olduğunu görüyor, biliyordu. Böyle bir anda mağdurlara gözaltı yapılabilmesi mümkün değildi. Diğer yandan, artık askerler cemselerle halkı köylere ve ilçelere taşıyordu.

    -Katliamdan yaklaşık iki yıl sonra, bu kez sizi Maraş Katliamı’ndan sorumlu tutmaya dönük bir 12 Eylül fantezisi devreye girdi. Bu nedenle gözaltına alındınız. Nasıl gelişti o süreç?

    Katliam sonrası Maraş’tan çıkıp Göksun ve Afşin ilçelerinde kaldım bir süre. Sonra, örgütsel nedenlerle arandığım için İstanbul’a geçtim. Kardeşimin kimliğiyle dolaşıyordum. Temmuz 1980’de, yemek yapmakta kullandığımız küçük tüp bittiği için evden çıktım. Bir sokakta birkaç kişi iki farklı yerden dur ihtarında bulundu. Ben de tüpü üstlerine fırlatıp kaçmaya çalıştım. O anda çapraz ateşe tutuldum, vücuduma yedi kurşun isabet etti. Gözlerimi hastanede açtım ve kardeşimin kimliğiyle polise ifade verdim. Bana ateş edenlerin kim olduğunu hâlâ bilmiyorum. Fakat, aynı yerde benden başka yedi-sekiz kişiyi kıstırıp bu şekilde infaz etmiş ülkücüler. Bunu sonradan duydum. Polis olduklarını zannetmiştim. Bana ateş ettikten sonra kaçıp gitmişler. Daha sonra bacaklarım sargılı vaziyette Pazarcık-Narlı’daki evimize geldim. Hatırlıyorum, Yılmaz Güney’in Öldükleriyle Kaldılar kitabını okurken geldiler ve beni gözaltına aldılar. Maraş sıkıyönetim komutanlığında gözlerim bağlanıp işkencehaneye alındım. Sıkıyönetim komutanlığı benim okuduğum okuldu, Maraş Eğitim Enstitüsü.

    -Doğrudan işkencehaneye mi götürüldünüz?

    Evet. İlk girdiğimiz anda zaten sorgu sual olmazdı. Kaba dayakla başlarlardı. Girer girmez, gözlerin bağlı halde sopa ve yumruklarla bir karşılama yapılırdı. Kim olursan ol, herkes bu standart karşılamadan nasibini alırdı. Ben koltuk değnekleriyle idim. Duvarın kenarına oturttular beni. Sürekli yaralı bacağıma tekme atıyorlardı. Beraber yargılandığımız davadan arkadaşlarımız vardı, onlar önceden yakalanmıştı. Bazılarının artık aklını yitirmiş vaziyete geldiğini fark ettim. Bir arkadaşımız, sorguya gidenlerden kimin adı söylense, “burada” diye sesleniyordu. Erkekti, ama örneğin Elif diye seslenildiğinde, hemen öne çıkıyor, “burada” diyordu. Baskı ve işkencenin verdiği moral çöküntüsü yenilgi duygusunu daha da derinleştiriyordu.
    Hepimizi spor salonunun bir odasında, ikişerli ranzalara zincirlediler. 12 kişiydik. Aylarca bu şekilde bekletildik. Gözlerimiz sürekli olarak bağlıydı. Maraş Katliamı’nı üzerimize yüklemeye çalışıyorlardı. 9 ay 12 gün boyunca bu şekilde işkencede kaldım.

    -Sorgu nasıldı, neler soruldu?

    Beni bir hafta kadar bu şekilde beklettiler. Bu süre içinde hiçbir soru sorulmadı. Sadece taciz amacıyla düzenli olarak yaralı bacağıma tekme atıp gidiyorlardı. Bu esnada, DHB’lilerin (Devrimci Halkın Birliği) sorgusu sürüyordu. Bir olay var ki, ağlasam mı, gülsem mi, bir türlü karar veremem. DHB davasında işkenceli sorgulardan geçirilen Arif isimli bir kişiyi öldü diye hücrenin önüne atmışlardı. Maraş’tan tanıdığım iki demokrat arkadaşımız Arif’in durumunu kontrol etmeye çalıştılar. İşkence yapıldığında dışardan merhem alınmasına izin verilirdi. Arkadaşlar dışardan merhem aldırıp Arif’in vücuduna, yaralarına sürmeye başladı. Bir süre sonra, Arif canlanmaya, ses vermeye, hareket etmeye başladı. Jandarma da başlarındaydı. Merhem süren arkadaşlardan biri yaralı arkadaşımıza “Arif gurban, sağ tarafında bir şey yok” dedi. Bir an durakladı “sol” sözcüğünü ağzına almaktan çekindi ve diğer tarafa “sol” diyemeyeceğini düşünerek, “sağ tarafının yanındaki diğer tarafta da bir şeyin yok” demesi üzerine, jandarmalar da dahil, herkes gülmeye başladı. Sol sözcüğünü kullanmaktan bile yaşanan korkunun espriye aktarılmış bu hali çok çarpıcıydı.

    -Sizin sorgunuz sırasında mı Maraş katliamı üzerinize yıkılmaya çalışıldı?

    Hayır. Bu ilk aşamada sadece örgütsel ithamlar vardı. İlk sorgu bir buçuk ay sürdü. Hakkımda pek bir şey bilmiyorlardı. Bu süre içinde kaba dayak ve çeşitli ince işkence teknikleri uyguluyorlardı. Herhangi bir bilgi alamadılar. Bizi 141-142. maddelerden, yani komünizm propagandası yaptığımız iddiasıyla tutukladılar. Bir müddet cezaevinde kaldıktan sonra hakkımızda başka örgütten insanlara sorarak bilgi toplamışlar. Bunun üzerine, arkadaşımız Hamit Kapan’ı Maraş cezaevine getirdiler. Bizi onunla beraber yeniden cezaevinden alıp gözaltına, işkenceye götürdüler. Falaka, elektrik, tazyikli su gibi çeşitli işkence yöntemleri uyguluyorlardı. Bu kez Maraş olaylarını bizim çıkardığımızı, provokasyon yaptığımızı iddia ediyorlardı. Öğretmenlerin öldürülmesini de bizim üzerimize yıkmaya çalıştılar. Bu zaten akıl sır alacak şey değildi. Kaldı ki, öğretmen Mustafa Yüzbaşıoğlu’nun ifadesi de çok netti. Dahası, Maraş’ta ne kadar bombalama yapılmışsa, üzerimize atmaya çalışıyorlardı. Bizden sürekli silah istiyorlardı. Bu da mümkün değildi. Zaten silahlarımız yakalanmıştı.

    -İşkenceler sırasında katledilen arkadaşlarınız oldu, onlar kimlerdi?

    İşkencede dört arkadaşımız öldürüldü. Cennet Değirmenci, Ali Ekber Yürek, Fehmi Özarslan ve Mehmet Ceren. Fehmi ve Mehmet’le aynı hareket içindeydik. Her ikisi de sonradan yakalanmıştı. İçeri alınır alınmaz işkenceye başladılar. Fehmi işkencecilere sloganla karşılık veriyordu. Birkaç gün boyunca kaba dayak, elektrik, askı uyguladılar. Ciğerleri artık boğazına gelmişti, nefes alamıyordu. Mehmet Ceren de aynı şekilde işkenceden geçirildi. Günler süren işkenceler neticesinde iki arkadaşımız yanıbaşımızda öldü. Katliamı üzerimize yıkmak için artık yapmayacakları şey kalmamıştı. Bu arada, Mamak cezaevinden, aralarında Hamdullah Erbil, Mustafa Ertekin, Hüseyin Gevher, Ali Köker isimli arkadaşlarımızın olduğu bir grubu getirdiler. Hepimizi spor salonunun bir odasında, zincire vurup bağladılar. İkişerli ranzalara, yatağa zincirlediler. 12 kişiydik. Aylarca bu şekilde bekletildik. Adımız o dönemden sonra “Zincirliler” olarak kaldı. Gözlerimiz sürekli olarak bağlıydı. Başımızda da bir jandarma eri nöbet beklerdi. Sorguda olmadığımız zamanlar, yine gözlerimiz bağlı halde zincirle el ve ayaklarımızdan yatağa bağlanırdık. Bizden silah istiyor, Maraş Katliamı’nı üzerimize yüklemeye çalışıyorlardı. 9 ay 12 gün boyunca bu şekilde işkencede kaldım. Özellikle arkadaşım Hamit Kapan’a çok yüklenildi, ona 200 gün aralıksız işkence yapıldı. Bütün bu işkencelerden sonra, artık gerçeklik duygumuzu yitirmiştik. Aylarca gözlerimiz kesintisiz bağlı kalmıştı. Bir yıl boyunca, hayatla tek ilişkimiz kulaklarımızlaydı. Diğer her duyumuz körelmişti. Kimseyle konuşmamıza izin verilmiyordu. Zincire vurulmuş haldeyken başımızda bekleyen jandarmalar tarafından her saniye kontrol ediliyorduk. Arada jandarmaların nöbet değiştirdiğini ayak seslerinden fark ediyorduk. Bir aşamadan sonra, artık ifade vermenin anlamını bile kavrayamaz olmuştuk. Ölüm bizim için iyi bir seçenek haline gelmişti. Örneğin, Hamit 200. gün, uykusunda kabul etmişti bir-iki suçlamayı. Gerçeklik duygumuzun tamamen yittiği anda, önümüze konan metne imza atmıştık. Zaten hiçbir bilgi, belge ve silah istemez olmuşlardı bizden. Sadece kabul etmemizi istiyorlardı.
    Filistin askısı, çarmıh, elektrik, falaka… Bize yoğun işkence yapan kişi Humeyni lâkabıyla tanınıyordu. Gerçek adı Ali Aydın. Birkaç yıl sonra, “Onlar nasıl olsa bir gün beni bulup öldürecekler. Onlar öldürmeden kendi hayatıma son veriyorum” notu bırakarak intihar etti.

    -İmzayı atmanızdan sonra işkence sona erdi ve cezaevine mi götürüldünüz?

    Hayır. Cezaevine götürülmek üzere bizi hazırlıyorlar, gözbağlarımızı çıkarıyorlar, zincirlerimiz çözülüyor ve savcıya ifade için çıkarılıyorduk. Savcı adliyede değildi, sıkıyönetim komutanlığının içindeydi. Bize Maraş olaylarında provokasyon yaptığımıza dair metinler okunduğunda imzamızı reddedince, savcı “Bunlar bu işi yapmamış, alın götürün tekrar” diye yeniden işkenceye iade ediyordu. Ve işkence yeni baştan başlıyordu. Savcının ismini de hatırlıyorum. Erhan Güney’di. Bugün gibi hatırlıyorum, mavi kareli bir gömlek giyerdi. Küçük gözlü, kısa boylu biriydi. Bize bunu birkaç defa yaptı ve bir yargı mensubu olarak işkencemizin süresini uzattı. Savcıdan her döndüğümüzde ters askı, Filistin askısı, çarmıh, çarmıhta elektrik verme, falaka… Kaba dayak zaten olağan durumdu. Bu işkence süreçlerine dair bir olayı unutamıyorum. Bize yoğun işkence yapan, özellikle falakaya yatıran kişi Humeyni lâkabıyla tanınıyordu. Gerçek adı Ali Aydın. Birkaç yıl sonra, “Onlar nasıl olsa bir gün beni bulup öldürecekler. Onlar öldürmeden kendi hayatıma son veriyorum” notu bırakarak intihar etti. Bunun üzerine, cezaevinde sorgulandık, “Tehdit mi ettiniz bu kişiyi” denerek. Tehdit etmemiz mümkün değildi. Ama zaten Maraş’ta bütün her şey, her gerçek tersine çevrilmişti. Saldırıya karşı kendimizi savunurken fail haline getiriliyorduk. Polis Ali Aydın bize aylarca işkence etmesinin kendisinde yarattığı ruh hali ve cezalandırılma korkusuyla intihar ettiğinde bile biz fail olarak sorgulanıyorduk. Gerçekten de Maraş’ta dünya tepetaklak tersine çevrilerek kurulmuştu.

    [*] Tahsin Kozanoğlu 1958, Maraş-Pazarcık doğumlu. Katilam günlerinde Maraş Eğitim Enstitüsü’nde öğrenci, Yörükselim mahallesinin savunulmasının ön saflarındaki devrimci gençlerden biri. 1980 Temmuz’unda hedef olduğu çapraz ateşte vücuduna yedi kurşun isabet etti. 12 Eylül ertesinde ayakları alçıdayken gözaltına alındı, 9 ay 12 gün işkencede kaldı. Üç yılı hücrede olmak üzere yedi yıl cezaevinde yattı, 1987’de tahliye edildi. 1992’de İsviçre’ye iltica etti, halen Cenevre’de yaşıyor. Kitap olarak hazırlanan “Maraş Katliamı” başlıklı çalışmanın bir parçası olarak yapılan söyleşinin bir bölümünü özetleyerek yayınlıyoruz. Söyleşi>>> https://birartibir.org/ sayfasından alınmıştır.


    17 Aralık 2020 Perşembe

    Pandemi ve ölümün normalleştirilmesi

    Amerika Birleşik Devletleri, ülke tarihinin en yoğun toplu ölüm dönemlerinden birinin ortasında bulunuyor. Sadece bir hafta içinde 16 binden fazla insan —günde ortalama 2.300 insan— koronavirüsten öldü.

    1918 “İspanyol gribi” pandemisi sırasında ise, ABD’de iki yılda yaklaşık 675 bin kişi —günde ortalama binden daha az insan– hayatını kaybetmişti. 1995’te, korkunç AIDS salgınının doruğunda, bir yılda 41 bin kişi –günde yaklaşık 112 insan (bugünkü oranın 20’de 1’i)— öldü.


    İspanya’nın Barselona kentinde bulunan Collserola morgunda, içlerinde gömülmeyi veya yakılmayı bekleyen koronavirüs kurbanlarının bulunduğu tabutlar. (Fotoğraf Kaynağı: AP/Creator: Emilio Morenatti)

    Önümüzdeki birkaç gün içinde, koronavirüsten toplam ölüm sayısı, 300 bini geçecek. Başka bir ifadeyle, tüm ülkedeki her bin kişiden biri koronavirüsten ölmüş olacak. Kalp hastalığını ve kanseri geride bırakan koronavirüs, artık ABD’deki başlıca ölüm sebebidir.
    Bu ölüm seviyesinin her gün, her hafta, her ay meydana geldiği koşullarda verilen resmi yanıt, ortaya çıkan felaketi önemsememek biçimindedir. Ölüm “normalleştirilmiştir.”
    Medyada ölü sayısı her gün bildiriliyor. Hatta zaman zaman, her iki ebeveynin de ölmesi veya bir ailenin yok olması gibi özellikle korkunç olaylar aktarılıyor. Fakat sonra konu bırakılıyor ve haber bülteni bir sonraki maddeye geçiyor. Bu dinmeyen felaketin büyük ve acil bir müdahale gerektirdiğine dair hiçbir kabul söz konusu değil. Kimin, nerede ve hangi koşullarda öldüğünü inceleme girişiminde bulunulmuyor.

    Beyaz Saray’daki faşizan diktatör bozuntusu Trump, ölümler önemsizmiş gibi davranıyor. Daha önce de “hemen hemen hiç kimse” etkilenmedi, demişti. Trump yönetiminin tüm politikası, hastalığın yayılmasını ve ölümleri durduracak koordine bir müdahaleyi engelleme üzerine kurulmuştur.

    Başkan seçilen Joe Biden ise, geçtiğimiz hafta, gelişigüzel bir biçimde, “Ocak ayına kadar 250.000 kişinin daha ölmesi muhtemel,” diyordu. Bu devasa ölü sayısını, acil bir eylem gerektirmeyen kaçınılmaz bir kozmik olaymış gibi sundu. Bu tahminin gerçekleşmesini önlemek için herhangi bir acil müdahale talebi olmadı. Salı günü Biden, okulların açık kalması gerektiği talebine odaklanan koronavirüs politikasını özetledi. Egemen sınıf, okulların açık kalmasını, işçileri işyerinde tutma bakımından olmazsa olmaz olarak görüyor.

    Ölümün normalleştirilmesi, kökleri sınıf çıkarlarına dayanan, “ekonomik sağlık” ile “insan yaşamı”nı kıyaslanabilir olgular olarak ele alma ve ikincisi karşısında ilkine öncelik verme kararından doğmaktadır. Bu kıyaslama ve önceliklendirme, siyaset kurumunun, oligarkların ve medyanın yaptığı gibi kabul edildiğinde, toplu ölümler kaçınılmaz görünür.
    Bu berbat hesaplama yönteminden şu slogan ortaya çıkar: “Çare hastalıktan daha kötü olamaz.”

    Kapitalizm altında, “ekonomi”, işçi sınıfının sömürülmesi demektir. “Çare” —yani hayat kurtarmak için alınacak en temel tedbirler —kâr birikimi sürecini etkilediği ölçüde, kabul edilemezdir. İşçi sınıfından artık değer çıkarılmasını baltalayan veya bu artık değeri acil durum önlemleri ve sosyal hizmetler aracılığıyla kapitalistlerden başka tarafa yönlendiren her şey reddedilmelidir.

    Buradan şu sonuç çıkar: İşçiler ölmelidir. Marx, kapitalizmin “ölçü tanımayan hırsı”ndan, “artık emeğe duyduğu kurtlara özgü açlık”tan söz ettiğinde, bunlar sadece edebi ifadeler değildir; bunlar, dehşet verici toplumsal gerçekliği ifade ederler.

    Egemen sınıfın ABD’de ve dünya genelinde pandemiye verdiği yanıt, pandemiden önceki koşullardan kaynaklanmaktadır. Ronald Reagan ve Margaret Thatcher’ın göreve gelip, “toplum diye bir şey yok” (Thatcher) diye ilan etmelerinin üzerinden yaklaşık 40 yıl geçti. Thatcher ve Reagan tarafından pazarlanan sağcı liberteryen “serbest piyasa” ideolojisi, Bill Clinton gibi Demokratlar ve Tony Blair gibi İşçi Partililer tarafından benimsenerek siyaset kurumunun bütün parçalarının temeli haline geldi. Onların gerici “serbest piyasa” çareleri, her ülkedeki kapitalist politikaların temelidir.

    Onlarca yıldır, hem Demokratlar hem Cumhuriyetçiler, sosyal harcamalarda ve programlarda kesinti yaparak giderek daha büyük meblağları mali piyasalara akıttılar. Bu süreçte, şirketlerin sadece insan haklarına sahip olduğu, şirketlerin —ve mali oligarşinin— çıkarlarının insanlardan üstün olduğu ilan edildi.

    İnsan hayatının yalnızca soyut bir ekonomik öneme sahip olduğu finansallaşmış bir dünyada, artık değer üretmekle meşgul olmayanlar —ve bakım maliyetleri, emek gücünün harcanmasıyla üretilen artık değer kitlesinden çıkarılanlar— “değersizdir.” Kâr-zarar hesapları nerede yapılırsa yapılsın, Malthus’un hayaleti her zaman oradadır.

    Bu temel sınıfsal mantıktan, uygulanan şu politika çıkar: virüs tehdidinin önemsiz gibi gösterilmesi, zenginler için devasa kurtarma paketi, fabrikaları ve okulları geri açma kampanyası. Bu politikanın öngörülebilir sonuçları şu anda gözler önüne seriliyor.

    Egemen seçkinlerin umursamazlığını şiddetlendiren başka faktörler de var. Koronavirüs pandemisi, öncelikle yaşlıları ve işçi sınıfını etkileyen bir hastalıktır. COVID-19; fabrikalarda ve yüz yüze çalışmanın olduğu işyerlerinde hızla yayılıyor, birçok kuşağın aynı haneyi paylaştığı ve genellikle sosyal mesafe olanağının bulunmadığı evlerde yaşayan işçi sınıfını orantısız şekilde etkiliyor.

    Amerika Birleşik Devletleri’nde, hastalıktan hayatını kaybedenlerin yüzde 80’i, emeklilik yaşı olan 66’dan yaşlıydı. Ülkedeki COVID-19 vakalarının sadece yüzde 5’i bakım evlerinde görüldü ancak bu tesislerdeki ölümler, toplam ölümlerin yüzde 40’ına (100 binden fazla insana) denk düşüyor.

    Fakat virüsün egemen sınıfa ve bizzat Beyaz Saray’a kadar yayılması bile, izlenen politikayı etkilemedi.

    Pandeminin durdurulması ve hayatların kurtarılması, bu felaketi yaratan toplumsal düzeni ortadan kaldırmaktan ayrılamaz. Ölümler önlenebilecek olmasına rağmen yüz binlerce insanın hayatının anlamsızca kurban edilmesi, kapitalist düzenin gerici ve insanlık dışı karakterinin ve yerini sosyalizme bırakması gerektiğinin en büyük kanıtıdır.

    Andre Damon, David North
    10 Aralık 2020
    https://www.wsws.org/tr