Translate

9 Şubat 2021 Salı

Boğaziçi ile Başlayan? - Ömer Laçiner

Recep Tayyip Erdoğan’ın 2011’den, özellikle de 2015’ten sonra “reform” veya “hukuki düzenleme” etiketiyle yaptırdığı her hamlenin Cumhuriyet’ten beri bu ülkenin modern-uygar ve demokratik bir toplum olma yolunda oluşturabildiği ne varsa hepsini sırayla tahrip etmenin bir adımı olduğunu yeterinden fazla gördük. Bu trendin geldiği noktada bu ülke devleti, kâğıt üstündeki tarifinde yer alan “sosyal”, “hukuk”, “laik” ve “demokratik” gibi sıfatları bazı kalıntılara indirgenmiş, güvencesini verdiği hak ve özgürlükleri keyfileştirmiş ve neredeyse çıplak bir baskı ve şiddet aygıtından ibaret hale gelmiş olduğu gibi; bu enkazın yanı sıra toplum da parçalara ayrıştırılmış, kendilerine memleketin sahibi/efendisi unvanı verilmiş –yerli ve milli– AKP-MHP seçmenleri ile böyle sayılmayanlar arasında Ortaçağ’a özgü bir hiyerarşinin epeydir fiilen yürürlükte olduğu bir “düzen” ortaya çıkmıştır.

Hal ve gidişat böyleyken Erdoğan’ın geçen Kasım ayında “hukuk reform” lafını ortaya atıp, Aralık’ta ardından Ocak başlarında “hazırlıkların tamamlanmak üzere olup yakında açıklanacağını” söyledikten sonra birden bire “yeni bir Anayasa” girişimi başlatmasının amacı ve gerekçesi ne olabilir?

Yukarıda işaret edilen trend dikkate alınırsa, Erdoğan’ın bu “el yükseltmesi” bir adım daha atmak yerine bir sıçrama yapmaya niyetli, hatta kararlı olduğu anlamına gelir. Amacı ve muhtemel gerekçelerini daha sonraya bırakarak şunu peşinen söyleyelim ki; geldiğimiz eşikte o “sıçrama” herhalde Anayasa metnine “Türkiye devletinin dini İslâm’dır’ ibaresinin bir biçimde sokulması ile yapılabilir.

Erdoğan açısından böylesi bir girişimin gerekçeleri, amacından daha önemli, daha ön planda gözüküyor olmalıdır. Bir diğer ifadeyle bu girişimini sonucuna vardırmaktan çok onun tartışılmasıyla oluşacak gayet gerilimli havaya, körükleyeceği keskin kutuplaştırmaya ihtiyacı var. Ve bu ihtiyacın büyüklüğü ve acilliği nedeniyle; şimdiye kadarki kutuplaştırma hamlelerinde karşıtlarını örtük veya dolaylı biçimde din dışı, dine aykırı olmakla itham etme tavrına “eşik atlatarak”; onları Müslüman olmamakla yaftalamanın ortamını oluşturmayı kurguluyor olmalıdır.

Çünkü 2019 mahalli seçimlerinde açıkça görülen “Cumhur ittifakı” tabanındaki erimeyi durdurmak için o zamandan beri yapılan hamleler sonuç vermediği gibi, hemen tamamı “dışarda ne kadar güçlü olduğumuz” izlenimi vermeye ve bunu içerde oy devşirmek için kullanmaya matuf o hamlelerin ya kofluğu belli olmaya başlamış ya da muhataplarının bedelini ödetme girişimleri karşısında mecburen gerileyerek “taban”ın zihninde soru işaretlerinin doğmasına yol açılmıştır. Bu sorular “pandemi süreci”nin yönetimindeki öngörü yoksunluğu, keyfilik ve beceriksizliklerle katmerlenmiş ve bu da “taban”ın sayısal desteğinin değilse bile sadakat duygusunun bariz biçimde gevşemesine kapı açmıştır.

Tabandaki bu kayganlaşma ekonomideki sıkıntıların ağırlaşacağı, dışarıda ABD ve AB ile ilişkilerin zorlaşacağı önümüzdeki aylarda, AKP-MHP iktidarını –elindeki tüm baskı ve şiddet araçlarına rağmen– yıllardır sahip olduğu “gündemi belirleme” kozunu kaybettiği takdirde ayakta kalamayacağı bir sarsıntı sürecine iter. Dolayısıyla bu gevşemeyi sertleştirmeye dönüştürmenin yanı sıra “kaçış”ları da önlemenin ve ayrıca yeni iltihak kanalları açılmasının yolu mutlaka bulunmalıdır.

O nedenle Ocak ayı ortalarından itibaren iktidar ortaklarından MHP kendi tabanındaki erimenin ve kaçışların yöneldiği İYİ Parti ve Gelecek Partisi’ne karşı meşrebine uygun “uyarı”lar yapmaya, pusular tertiplemeye veya özendirmeye girişirken; AKP de Sünni muhafazakâr kitleyi kendi etrafında toparlamak için harekete geçti. Ancak bu iki farklı kanaldan faaliyeti birbirine kenetleyecek ve aynı zamanda gevşemeleri sertleşmeye dönüştürecek bir tutkal da gerekiyordu. Bu elbette din olacaktı ama istenilen sonuç için aşırı keskinleştirilmiş bir “sürüm”ü gerekiyordu. Cumhuriyet’in 100. yılına hazırlanılıyorken Cumhuriyet’in ilk (1921 ve 1924) anayasalarında yer alan “devletin dini İslâm’dır” maddesini yeniden yürürlüğe koyma kararlılığının ilan edilmesi pekâlâ bu gereksinimi karşılayabilirdi.

Öyle tahmin ediyoruz ki, MHP’nin haliyle asıl olarak AKP kadrolarının inisiyatifinde yürütülecek böylesi bir kampanyada geri planda hatta bağımlı konumda kalacağından ötürü tereddütlü oluşu, resmen ilanını geciktiriyor. Ancak önümüzdeki günlerde ya MHP’nin tereddütleri giderilerek ya da AKP tarafından bir oldu-bittiye getirilerek veya adı resmen konulmayarak “devlet İslâm’ındır” temasını odağına almış, buna itiraz eden her laiklik savunucusunu İslâmofobiyle, dahası İslam düşmanlığı ya da mürtedlikle suçlayacak bir kampanyanın başlatılması çok büyük bir ihtimaldir. Bu suçlamalar ABD ve AB talepleri gündeme geldiğinde içerik ve gerekçelerinden dikkatleri saptırıp yaftalanabilmelerini mümkün kılacağı için de kullanışlı olacaktır. Ayrıca AKP-MHP rejimine yönelik her tür eleştirinin bu suçlamalarla bağlantısını kurdurtacak psikolojinin –her ikisinin de düçar olduğu aşağılık kompleksinin– ittifakın harcındakı asli payı dikkate alınırsa bu kanalın tamamen açılacağı da kestirilebilir.

Nitekim Boğaziçi olayı bunun gayet uyarıcı bir örneği ve “prova”sı oldu. Suçlama kanalı bahane bile sayılamayacak bir şeyden bir “din düşmanlığı, dine hakaret” argümanı türetilerek o aşağılık kompleksinin hemen tüm tezahürlerinin fışkırtıldığı kanal açılıverdi. Erdoğan, kimseye eliyle bile dokunmayan, buna mukabil coplarla dövülüp ite kaka sürüklenerek nezaretlere atılan Boğaziçi’nin parıltılı gençlerine “terörist” diyebilmekten çekinmedi. Bahçeli de bu konuda ne kadar kararlı olduğunu göstermekte gecikmedi: Boğaziçi öğrencilerini “vandal-barbar” ve “gözlerini kan ve nefret bürümüş” diye niteleyebildi. Sicili pusularla, bomba tuzaklarıyla, boğarak adam öldürmelerle yüklü bir hareketin başında olan birinin o tür sıfatları kullanırken kendini tarif ediyormuş izlenimi yaratacağından dolayı çekineceği sanılır ama anlaşılan Bahçeli kompleksini gemleyememiş. Liseyi bitirdiklerinde yetenek, (kurnazlık değil) zekâ ve zihinsel donanımlarıyla Boğaziçi’ne girmeyi hayal bile edemediklerini tahmin ettiğimiz kimselerin şimdi böyle bir üniversiteye rektör atayabilecek statüde olmaları ülkenin düştüğü durumun acıklı bir göstergesi olduğu kadar aynı zamanda da bu ikilinin Boğaziçi’ne karşı sergiledikleri ölçü tanımaz huşunetin ta o dönemlerden beslenen kompleksin dışavurumu olduğu da not edilmelidir. Ayrıca Erdoğan o kompleksinin bir diğer yüzünün nesnesi, “hedefi” olan Osman Kavala’ya ilişkin kin ve hasedini Osman’ın eşi Ayşe Buğra’nın Boğaziçi’nde öğretim üyesi olmasını fırsat bilip bir kez daha sergilemeyi de ihmal etmedi. Ama, zihni donanımının derinliği kadar imrenilesi nezaketiyle de bilinen Ayşe Buğra’ya provokatör diyebilmenin değeri ve hükmü ne olabilir ki?

AKP-MHP bloku, bu kampanyayı yeni vesilelerle takviye ederek ve son iki yüz yıldır Sünni “hassasiyetler”in mücavir alanından gelip ahlaki, yapıcı ve iyicil ögeleri iteleyerek odağına yerleşmekte olan ilkel güdü ve –kindarlık,haset gibi– duyguların körüklendiği bir din adına seferberlik havasının giderek güçlenmesinden medet umacak noktadadır. Bu kampanya karşısında savunmacı bir reflekse kapılmak, “İslâm’a, onun hassasiyetlerine saygılıyız” hattının arkasına sığınmak değil tam tersine o kampanyayla üzerinin örtülmesine çalışılan gerçek sorunları,AKP-MHP blokunun eseri olan enkazın bütün boyutlarını,özellikle manevi sefalet halini, ülkenin yapıcı, yaratıcı potansiyelini nasıl tahrip ettiklerini layıkıyla teşhir ederek inisiyatifi ele geçirmenin yol ve araçlarına odaklanılmalıdır. Boğaziçi olayı vesilesiyle ülke gençliğinin bu konulara ilişkin duyarlılığının canlanmış oluşu gayet verimli bir çıkış, başlangıç noktası olabilir.

Ömer Laçiner
Birikim - 8 Şubat 2021

Boğaziçi’nin Düşündürdükleri


- Murat Belge
Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör tayin etme olayı şimdiden önemli bir siyasi olay haline geldi, ancak göründüğünden daha da önemli olduğunu sanıyorum. Çünkü Tayyip Erdoğan’ın bu davranışı zihninde bir süredir oluşturmaya çalıştığı daha kapsamlı bir planın önemli bir parçası. Bunun nasıl bir plan olduğunu entelektüel düzeyde iktidar olamamak üstüne söylediği sözlerden hemen kavrayabiliriz. Bunun başlangıcını da birkaç yıl daha önce İstanbul İl Başkanı’na söylettiği “Biz artık sizden fikir alacak değiliz” deklarasyonuna götürebiliriz.

“Entelektüel alanda iktidar olamama” tesbitinde Tayyip Erdoğan haklı. Olamadılar. Bu şimdiki kadrolara göre daha “mürekkep yalamış” gibi duran Gülen cemaatinin münevverleriyle araları bozulmasaydı da böyle bir “iktidar” kuramazlardı. Çünkü entelektüel bir yaratıcılığa sahip olmak dogmatik bir inançla yan yana yürümez. Gülenciler daha esnek “görünse” de bu yalnızca bir görüntüydü.

Tayyip Erdoğan’ın entelektüel bir yaratıcılığa sahip olamayan bir siyasi hareketin uzun süre egemenliğini sürdüremeyeceği tesbiti de doğruydu. Sürdüremez. Öte yandan, sadece “ihale” yasası çıkarma konusunda gösterilen şecaat da bu kadroların hem kafayı neye taktıklarını, hem de başarılarını açığa vuruyor.

Durum böyleyse Tayyip Erdoğan ve kadroları kollarını sıvamalı, hareketin entelektüel bagajını doldurmalı... diye düşünebiliriz; ama bu iş kolay bir iş değildir. “Ol” demekle insan ilim irfan sahibi olmaz. “Bilgi” öyle elma armut gibi bir şey değildir; tohumu ekilip meyvası alınmaz.

O halde ne yapmak gerek? Tayyip Erdoğan erişmek istediği ama erişemeyeceğini de sanırım anladığı yeri tahrip ederek orayı ele geçirmeye karar verdi. Her işini zorla yapmaya alıştığı için olsa gerek, zorla aydın yetiştireceğini de (daha doğrusu başkalarının aydınının yetişmesini engelleyeceğini) aklı kesti. Bunun bir adımı (önemli bir adımı) olmak üzere de Boğaziçi saldırısını başlattı.

Bunun zorlu bir iş olduğunu herhalde tahmin ediyordu. Zorluğu göze aldı. Çünkü, bu “entelektüel iktidar” stratejisinin yanında başka sorunları da vardı. Boğaziçi’nde okuyup yetişen “elitler” konusunda yaptığı edebiyat bu öfkesini açığa çıkarıyor. Tabii bu yalnız Boğaziçi Üniversitesi’yle sınırlı bir şey değil. Tayyip Erdoğan ve çevresindekiler “elit” sevmiyorlar ve zaten bu kelimeyi bir hakaret sözü olarak kullanıyorlar. Oysa elbette, “elit olmak” 1) kötü bir şey değil; 2) kolay bir şey de değil. Ayrıca, faşist veya faşizan diktatörlüklerde şaşmaz bir biçimde karşımıza çıkan bir davranış. Entelektüel yaratıcılıkla dogmatik inancın yanyana varolamayacağını söylemiştim.

Tayyip Erdoğan’ın saldırı girişimi karşısında Boğaziçi Üniversitesi’nin hem hocalarının, hem de öğrencilerinin tutumu ve eylemleri bence tam olması gerektiği gibi oldu. Karşı geldiler, gelecekler de. Bu işin sonunun nasıl geleceğine dair bir tahmin yürütemiyorum ama iki tarafın da kendi istediği sonucun oluşması için ellerinden geleni yapacağı belli. Erdoğan’ın aklında, “tek adam” olmaya karar verdiği sürecin başında Gezi Direnişi karşısında duralamasının anısı hâlâ bir hayli taze olmalı. Tayyip Erdoğan mizacında bir adamın kolay kolay sineye çekebileceği bir durum değil bu.

Dolayısıyla Boğaziçi’nde elde etmeyi istediği sonucun aynı zamanda Gezi’nin intikamı olmasına önem verdiğini düşünüyorum. Elinin altındaki “kaba kuvvet”le böyle bir sonuç alması imkansız görünmüyor. Böyle bir kol bükme stratejisi Tayyip Erdoğan’ı ve yakın çevresini rahatsız etmez. Tersine, bundan özel bir zevk almaları da muhtemeldir, ama bunun toplumda geniş bir tepki yaratacağını tahmin ediyorum.


Murat Belge
Birikim - 9 Şubat 2021 Salı

Mahalle - Tanıl Bora

2007 ve izleyen yıllarda Şerif Mardin’in ortaya attığı “mahalle baskısı” sözü çok konuşulmuştu. Herkesin had ve hizasını kontrol eden geleneksel töre kontrolünün, Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarında muhafazakâr bir baskı iklimine inkılâp ettiğine veya edebileceğine dair tartışmalarda kullanılmıştı bu tabir. Zamanla, tabir revaçtan düştü; belki, ‘düz’ baskıdan sonra sıra gelmiyordur.

Epeydir, mahalle kavramı başka bir bağlamda dillerden düşmez oldu. Bizim mahalle – öteki mahalle; kendi mahallemiz – başka mahalleler… Siyaseti ve toplumu yorumlarken, herkes aklın-fikrin, sözün işlev ve etkisini mahalle kavramıyla ölçüyor. Her cenahta öyle - her mahallede, yani!
Kastedilen, fikirlerin ve sözlerin, kutuplaşmış kamuoyları içinde yalıtılmış olarak kalmasıdır; farklı kamplara, öteki kamuoylarına ulaşmamasıdır.

Bunu sorun edenler, yani her mahallelinin sadece kendi mahallesine hitap etmesinden yakınanlar, başka mahallelere kulak vermek ve oradakilerle de konuşmak gerektiğini söyleyenler, “mahallenin delisi” durumuna düşmekten yakınıyorlar.
Yersiz bir endişe değil, kesinlikle. Memlekette farklı kamuoyları arasında geçirimsizlik var; diyalogdan önce bilmeme engeli var, ondan da önce bilmek istememe, çünkü arada bir müştereklik görmeme, hatta insandan saymama sorunu var.

Bu meseleyi dert ederken, mahalle kavramının üzerine düşülmüş olmasına takılacağım biraz. Herkesin mahalle teşbihine sarılması, bu meselemiz hakkında bize neler söylüyor olabilir?
***
Belki şu merakla başlamalı: Mahallenin kalmadığı bir zamanda sürekli mahalleden bahsetmekte bir acayiplik yok mu? Hâlâ soluk alıp can çekiştiği yerler yok değil elbette - can çekişme şekli dahi farklılaşarak bile olsa… Fakat geleneksel mahalle, her sahada ilk hayat tecrübelerinin edinildiği, herkesin birbirine mukayyet olduğu, denetim (mahalle baskısı!) karşılığında sıcaklık ve dayanışma sunan cemaat idili, artık adresinde bulunamıyor. Nostaljisi dahi eskidi sayılır, mahalle dizileri bile çevrilmez oldu – istisnalar var ama mesela Çukur’u klasik bir mahalle dizi saymak zor.
Mahalle teşbihine rağbetin, mahalleyi özlemekle ilgisi olabilir mi? Şu da var ki her “mahalle,” başka türlü özleyecektir mahalleyi. Muhafazakâr nostalji, herkese edep ve terbiye veren o kolektif tarassutu özleyecektir. Sol nostalji, jenerik bir dayanışma mekânı olarak özleyecektir.
***
Kebîkeç dergisinin 2005’te çıkan 20. sayısının başlığı: “Dünyanın merkezi mahallemiz” idi. Zeki ve şefkatli bir çerçeve çizmişti dergi; mahallenin çerçevelediği dünyaya çıkma tecrübesinin kıymetini bilerek, yeniyetmenin mahalleyi dünyanın merkezi zanneden muhayyilesine şefkat gösteriyor, fakat tam da “dünyanın merkezi” lâfıyla, oranın dünyanın merkezi olmadığını da hatırlatıyordu. Mahalle, dünyanın merkezi sanıldığında, en feci darlıktır. “Mahalle takımında bile…” kıyası boşuna çıkmamış. E zaten günümüzün, fikrin-sözün ufkunun mahalleye sıkışmasından yakınan söylemi, zımnen buna da dikkat çekiyor.
***
Mahallenin kalmadığı yerde, mahalle teşbihinin uygunluğunu sormaya devam edelim. Mahallenin yerinde ne var artık? Yüksek bloklar var, güvenlikli ve güvenliksiz siteler var, plazalar var. Komşuluğun, yardımlaşmanın yerini anonimleşmiş bazen profesyonelleşmiş ilişkilerin aldığı iskân birimleri… (“Kapıcı” yerine “apartman görevlisi” denmesinin nedeni sadece siyasî doğruculuk değil. Bir üst aşaması, “facility manager”dir.) Mahalle, şeklen durduğu yerde bile, kentsel dönüşümden geçince mutasyona uğruyor.
(Mike Davis’in Gecekondu Gezegeni’nde dikkat çektiği olguyu, yani dünya nüfusunun üçte birinin mahalle haysiyeti taşımayan kitlesel izbelerde yaşadığını unutmayarak,[1] şimdilik “imarlı kesimde” kalalım.)

“Mahalle” teşbihiyle andığımız siyasî camiaların, alt-kamuoylarının ortamı da, artık mahallelerin yerini alan yeni habitatlara, yeni yaşam alanlarına benzemiyor mu? Toplu konutlardaki gibi, “sakinlerin” birbirlerini tanımadığı veya sadece fragmanlarından tanıdığı bir habitat. Sanal ortamdaki güruhlaşma istidadının yol açtığı yüzsüz-anonim linççilik, “mahalle baskısı”ndan farklı bir şey değil mi?

İstişarenin bulunduğu, düşünce sevgisinin ve merakın canlı olduğu, fikrin birikerek geliştiği, eleştirinin yergi-övgü zıtlığına sıkışmadığı, müphemin grisine yaşam ağacının yeşiline açık bir söz ortamını, bir kamuoyunu, -tamam, biraz da idealize ederek-, mahalle teşbihiyle karşılayabilirdik. Bu vasata sahip miyiz? “Mahallemiz” dediğimiz kendi kamuoyumuzda, sahih anlamıyla tartışma ve eleştiri şevki namına ne var?

Mahalle teşbihi, -az evvel yine değindim-, jenerik bir dayanışma mefhumunu da ifade ediyor. Ama işte, ancak jenerik veya jenerikleşmiş bir dayanışma o. Dayanışma, tarihsel tecrübeyle, yapıp ederek, eylemle kurulan bir ilişki. Geleneksel veya eski biçimlerinin aşındığı, yeni, anonim-sanal biçimlerin kalıcı ve bağlayıcı ilişkiler kurmaya muktedir olamadığı şartlarda, dayanışmanın yeni biçimlerini düşünmek gerekmiyor mu?

Tuncay Birkan’ın Sol: Evin Reddi derlemesine aldığı 2010 tarihli bir yazısında, işte bunun eksikliğine yanıyor. Benim de burada tekrarladığım türden muhtelif tahlillerin nesnesi olarak mahallenin insanları ile temas aramak; mahalleli ile, “sıradan” insanlarla, onları dinleyerek ilişki kurmak.[2]

Kısacası, “mahalle”nin imâ ettiklerini kaybettik ve onları yeniden icat etmeye ihtiyaç var. Kendi mahallemize kapanmamaktan, öteki mahalleye seslenmekten söz ederken, belki bunu da düşünmeliyiz.
***
Şehircilik terimleriyle devam edeceksek, mahalleden başka da kaybolan bir mekânı hatırlayalım isterseniz: meydanları. Malûm, başka mahallerde oturanlar, mahalle maçı ve mahalle kavgası yaparak da iletişim kurarlar ama meydanlarda, mahalleli kimliklerinden biraz olsun sıyrılarak karşılaşır, kaynaşırlar. Kamusal alanın mekânsallaştığı yerlerdir. Siyasî toplantı (miting) ve gösteriler yapılır buralarda, -mahallelere takılmadan, ortalığa seslenilir-, bunlar da herkesi çoğaltan karşılaşmalardır. (Demirel “bile,” birkaç vesileyle söylemişti ki, “meydanlar demokrasinin ciğerleridir.”) Mahallelerin yitmesi gibi, meydanlar da yitti. İki büyük şehrin ana meydanlarının, Taksim’in, Kızılay’ın, özellikle siyasî-toplumsal demonstrasyon (gösteri demektir ve altını çizelim; arz demektir) hakkına kapatılmalarıyla, kamusal alan hüviyetleri iyice eridi.
Fikrin, sözün, teklifin, kapalı devreye sıkışmamasını, herkese ulaşmasını özlerken, mahalleden mahalleye hat çekmeye gayret ederken, meydanı, meydanları da unutmamalı. Mahalleliyle değil dünyayla konuşan söz, meydan sözüdür.

İktidar nazarında “karşı mahalle”nin timsallerinden sayılan Boğaziçi Üniversitesi’nin öğrencileri ve öğretim üyeleri, protestolarını nerede duyuruyorlar? Güney Meydan’da. İşte orası, mahallenin, meydana döndüğü yer.

[1] Bu konuda muazzam bir eşitsizlik var: “azgelişmiş ülkelerde oran % 78. Mike Davis: Gecekondu Gezegeni. Çev. Gürol Koca. Metis, 2010 (2. baskı).
[2] Tuncay Birkan: Sol: Evin Reddi. Metis, 2020, s. 83.


Birikim - Tanıl Bora 10 Şubat 2021 Çarşamba