Translate

27 Eylül 2025 Cumartesi

Kanal İstanbul’a Dair Bilirkişi Raporu Tamamlandı

 “Su Kaynakları ve Kültürel Varlıklar Yok Olabilir”


Kanal İstanbul
Kanal İstanbul’a yönelik “ÇED olumlu kararı”nın iptali ve yürütmesinin durdurulması istemiyle Danıştay 4. Dairesi’nde açılan davada istenen bilirkişi raporu tamamlandı. Raporda, projenin ciddi çevresel ve sismik riskler içerdiği, su kaynaklarının geri dönülemez biçimde zarar görebileceği ve kültürel varlıkların yok olabileceği belirtildi. Kanal İstanbul projesine verilen “ÇED olumlu” kararına karşı açılan dava kapsamında hazırlanan bilirkişi raporu tamamlandı. 19’u profesör, 1’u doçent 21 uzman bilirkişi tarafından hazırlanan 400 sayfalık rapor, Danıştay 4. Dairesi’ne sunuldu.

Raporda, projenin ciddi çevresel ve sismik riskler içerdiği, su kaynaklarının geri dönülemez biçimde zarar görebileceği ve kültürel varlıkların yok olabileceği belirtildi. Bilirkişi heyeti, ÇED dosyasının temel çevresel, jeolojik ve sosyal etkileri eksik değerlendirdiğini vurgulayarak, raporun bilimsel ve teknik açıdan uygun olmadığı sonucuna vardı.

Kanal İstanbul Projesi’ne, Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tarafından verilen 17 Ocak 2020 tarih ve 5774 sayı “ÇED olumlu kararı”nın iptali ve yürütmesinin durdurulması istemiyle Danıştay 4. Dairesi’nde açılan davada istenen bilirkişi raporu tamamlandı. Hazırlanan raporda, yapılan arazi keşif bulgularının, nihai ÇED raporunun sonuçlarının, çevre mevzuatı dahil olmak üzere uzmanlık alanlarına göre verildiği belirtildi.

ÇED Yanlışlarla Dolu

Bilirkişi heyeti, proje kapsamında uygulanacak mekanik kazı ve nakliyat açısından yaptığı değerlendirmede, “Rapor; yanlışlarla dolu, tutarsız, çelişkili, konunun uzmanları tarafından hazırlanmadığı izlenimi veren özensiz hazırlanmış bir rapor olup olumlu değerlendirmek mümkün değildir” ifadesini kullandı. Raporda, proje kapsamında yapılması planlanan barajların, ÇED kapsamında sınırlı ölçüde çözüm sunulsa da nüfus artışına bağlı olarak artan su talebinin ihtiyacı karşılamasının mümkün olmayacağı, Kanal İstanbul projesinin inşa edilmesiyle geri dönülemez şekilde zarar görecek su kaynaklarından birinin Küçükçekmece Lagünü olduğu, bu lagünün en önemli tatlı su kaynağı olan Sazlıdere Barajı’nın ortadan kalkması sonucunda lagünün özelliğinin ortadan kalkacağı ve bunun da biyoçeşitliliğe zarar vereceği vurgulandı.

Deprem Riski

Bilirkişi raporunda, proje güzergahı boyunca yapılacak hafriyat ve inşaat faaliyetlerinin yer kabuğunda zorlanmış yerel depremlere yol açabileceği uyarısında da bulundu. Ayrıca, örtü katmanının kaldırılmasıyla ortaya çıkacak 29 gömülü fay hattının kanal suyu ile etkileşime girerek yerel deprem oluşumlarını tetikleyebileceği belirtildi. Olası büyük bir depremde kanal yapısının hasar görme ihtimalinin değerlendirilmediği, bu nedenle de alınacak önlemlere dair teknik ve bilimsel bilgilere yer verilmediği kaydedildi. Marmara Denizi veya Karadeniz’de meydana gelebilecek büyük bir depremin tetikleyeceği tsunami ve denizaltı heyelanları sonucu oluşacak dalga hareketlerinin, kanal ve üzerindeki yapılar için ciddi tehdit oluşturabileceği vurgulandı.

Raporda; hava kalitesi ölçümlerinin yetersiz, toz emisyonlarının eksik modellendiği, asbest riskinin göz ardı edildiği tespit edildi. Raporda, kanal güzergâhında bulunan arkeolojik alanlar ve kültürel varlıklar için herhangi bir koruma planı sunulmadığı, alternatif öneriler geliştirilmediği belirtildi. Özellikle Mimar Sinan Köprüsü, Odabaşı Köprüsü, Rhegion antik kenti, Azatlı Baruthanesi ve Roma dönemine ait suyollarının proje alanından etkileneceği vurgulandı. ÇED kararında, kanal nedeniyle su altında kalacak veya yıkılacak yapıların sayısı ile etkilenecek nüfusa ilişkin herhangi bir bilgi bulunmadığı kaydedilen raporda, kamulaştırma süreçleri, toplu konut projeleriyle bağlantılar ve finansal etkilerin de proje maliyetine yansıtılmadığı tespiti yapıldı. Bilirkişi heyeti, ÇED kararında, doğal afetler, deprem, tsunami, ekosistem etkileri, kültürel varlıkların korunması ve kamulaştırma gibi başlıklarda yapılan değerlendirmelerin eksik ve yetersiz olduğunu belirterek, Kanal İstanbul’a ilişkin ÇED kararının, teknik ve bilimsel açıdan uygun olmadığı sonucuna vardı.

“Bu Dava Adil Bir Kararla Sonuçlanmalı”

TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Murat Kapıkıran, şu değerlendirmeyi yaptı: “Kanal İstanbul projesi adına yapılan her şeyin yanlış olduğu ve yapılmaması gerektiği, varlıkların korunması, tarım ve mera arazilerinin tekrar vasfına dönmesi gerektiği raporla çok net bir biçimde ortaya konulmuş. Bu raporların sonucunda mahkeme heyetinin Kanal İstanbul hikâyesini sonlandıracak bir karar vermelerini bekliyoruz. Umuyorum bu dava adil bir kararla sonuçlandırılır” dedi.

Silivri’de tutuklu bulunan İstanl Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Ekrem İmamoğlu, İstanbul’daki rant projelerine tepki gösterdi. Sosyal medya hesabından açıklama yapan İmamoğlu, özetle şunları söyledi: “Depremin en riskli sahası olan Küçükçekmece Gölü çevresi, İstanbul’un içme suyu hattı olan Sazlıdere Barajı ve Terkos Gölü havzası inşaat tehdidi altında. Askeri alanlar lüks konutlara dönüştürülüyor, milyonlarca metrekare doğa ve kültürel miras beton çöplüğüne çevriliyor. Neticede; bir tarafta çağ ötesi bir vizyonla Ankara’yı kuran irade, diğer tarafta gözbebeğimiz İstanbul’a rant uğruna ihanet eden Asrın çapsızlığı var.”

“Rapor Esas Alınarak Süreç Durdurulmalı”

Prof. Dr. Beyza Üstün ise verilen bilirkişi raporunu canlılar ile ekosistemlerin korunması ve yaşamsal haklardan yana değerlendirmeleri kapsadığını söyledi. Üstün “Bilirkişi raporu aslında ÇED olumlu kararının doğru olmadığını belirtmekte. ÇED raporunun eksikliklerini belirtmiş. Bu saptama bile böylesi eksikliklerle dolu ÇED raporuna dayalı idarenin verdiği kararın doğru olmadığını ortaya koymakta. Davaya konu Kanal İstanbul ve Yenişehir projesi ile İstanbul’un kuzeyine yapılacak olan tüm yapılar, limanlar, dolgular dâhil kentleşme; Küçükçekmece lagün, Kilyos ve Durusu havzalarının etrafında yeni bir kent yapılaşması anlamındadır. ÇED raporunda işaret edilen eksiklikler giderilse bile yaşamı yok edecek bu siyasi projenin olumsuz etkileri yıkımı ortadan kaldırmıyor” dedi. Görüşlerin somutlaştırması gerektiğine dikkat çeken Üstün, şöyle devam etti: “Bilirkişi raporuna göre Bölge İdare Mahkemesi Kanal İstanbul ve Yenişehir yapılanmasını iptal etmeli. Mahkeme bunun aksine karar verir ise bu İstanbul için, yaşam ve tüm ekosistemler için bir yıkım olarak yaşama yansıyacaktır. Dolayısıyla mahkemenin bu raporu esas alarak bu süreci durdurması ve kararı iptal etmesi lazım.”

www.iklimhaber.org

23 Eylül 2025 Salı

Bad-el harab-ül Basra: Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler

 AKP’nin “altın çağ” diye sunduğu yıllar, kısa vadeli kazanç ve rant politikalarıyla şekillendi; kamu varlıkları elden çıkarıldı, hukuk ve demokrasi geri plana itildi, toplumsal hafıza silindi. Muhalefetin pasifliği AKP’nin içeride otoriterleşip dışarıda reformcu  görünmesine zemin sağladı. Bugün eski kaynaklar tükendi, kadrolar etkisizleşti; iktidar hâlâ geçmişin hatırasına tutunarak siyasi alanı kısıtlamaya çalışıyor. Sadece muhalefeti değil, siyasetin kendisini de işlevsizleştiriyor. Ancak Türkiye’yi siyaset yapılmaz bir alana sürüklerken, kendi bekasını da uçuruma doğru itiyor


Bad-el harab-ül Basra” der Araplar: Basra harap olduktan sonra…

Yani iş işten geçtikten, şehir yıkıldıktan, hayat darmadağın olduktan sonra dökülen gözyaşının, yaşanan pişmanlığın bir anlamı kalmaz. Bazen Türkiye’de iktidarın kendi devamı için ülkeye neler ettiğini düşündüğümde aklıma bu söz geliyor. Her gün yeni bir kaosun pençesinde, yeni bir operasyon, yeni bir debdebe…

Tabloyu neresinden anlatmaya kalksan eksik kalıyor. İşte geçtiğimiz hafta CHP’nin il binasında yaşananlar da bu manzaranın yalnızca bir sahnesi. Bazen bugünü anlamanın yolu, bir zamanların o parlatılmış yıllarına dönüp bakmaktan geçiyor. AKP’nin kendi hatıra defterinde “altın çağ” diye sakladığı yıllar… O dönem dünya ekonomisi parasal genişlemenin en coşkulu günlerindeydi. FED’in açtığı para muslukları öylesine kuvvetli akıyordu ki, bizdeki derme çatma kanallar bile şelale sanılıyordu.

Türkiye’ye para yağıyor, döviz rezervleri kabarıyor, kur sakin, faiz makul seyrediyordu. Bir ekonomiyi yönetmek için ne sanayi politikası gerekiyordu ne de uzun vadeli vizyon. Zaten küresel rüzgâr öylesine kuvvetli esiyordu ki, dümeni tutan kişi direksiyonda uyuklayarak bile yol alabiliyordu. O yıllar, iktisat kitaplarının örnek diye anlattığı “dış şok”un ballı kaymaklı versiyonuydu: Ülkeye giren sıcak para, yanlış politikaların üzerini cilalıyor, yapısal zaafları görünmez kılıyordu. “Reform” dedikleri şey aslında dışarıdan akan paranın geçici makyajından ibaretti.

Ellerindeki kamu varlıklarını yok pahasına elden çıkarırken bunun yerine nasıl bir sanayi politikası koyacaklarını hiç düşünmediler. Zira buna gerek yoktu. Böyle şeylerin acısı hemen çıkmazdı; faturası her zaman gecikmeli gelir, bedelini de onlar değil gelecek kuşaklar öderdi. Onlar için önemli olan bugünün bilançosunu şişirmekti. Telekom’un, şeker fabrikalarının, limanların, elektrik dağıtım şirketlerinin elden gitmesiyle doğacak çoraklık yıllar sonra ortaya çıkacaktı. Satarken de en ufak bir tereddüt yaşamadılar; günü kurtarmak, vitrini parlatmak yeterliydi.

Üstelik bütün bunlar “verimlilik" ve "özel sektör dinamizmi" bahanesiyle meşrulaştırıldı. Oysa özelleştirme adı altında yapılan, çoğu zaman üretkenliğin artırılması değil kısa vadeli nakit akışı sağlanmasıydı. Kamu mülkiyetinin tasfiyesi ekonomik olduğu kadar toplumsal bir hafızanın da silinmesiydi. Cumhuriyetin ortak mirası günübirlik döviz girişine indirgenmişti.

Ardından ülke bir şantiyeye dönüştü. TOKİ’ler, rezidanslar, AVM’ler, köprüler, havalimanları… Betonun yükseldiği her yerde iktidar da kendini sağlamlaştırdığına inanıyordu. Yabancıya daire satışıyla vatandaşlık dağıtıldı; pasaport, adeta tapu senedinin promosyonu gibi görülmeye başlandı. Birkaç yüz bin dolara alınan bir daire, beraberinde bir ülkenin yurttaşlık hakkını da getiriyordu. Böylece yurttaşlık, ortak bir siyasal aidiyet değil, emlak piyasasında alınıp satılan bir meta haline geldi.

İnşaat sektörü bu dönemde yalnızca binalar yükselten bir alan değil, siyasetin asli taşıyıcı kolonu haline geldi. “Başarı” artık kaliteli mühendislikle değil, iktidara olan yakınlıkla ölçülüyordu. Bir şirketin gücü yaptığı konutların metrekare hesabıyla değil, Saray’a olan mesafesiyle belirleniyordu. Devlet bankaları kredileri seferber ediyor, belediyeler ruhsatları dağıtıyor, yasa değişiklikleri bile bu ekosis- temin ihtiyaçlarına göre yapılıyordu. Böylelikle yeni bir ekonomik sınıf da ortaya çıktı: Siyasal inşaattan beslenen yandaş yeni zenginler. Kriz onlar için fırsata, deprem rant alanına, kentsel dönüşüm ise bir servet transferi mekanizmasına dönüştü.

Toplumsal hafızada depremin yarattığı yıkım giderek silinirken, “kentsel dönüşüm” afet riskini azaltmak değil, yeni ihalelerle yeni gelir kapıları açmak anlamına geliyordu. Beton döküldükçe iktidarın ideolojik mimarisinin daha sağlam bir zemine oturduğuna inanılıyordu. Sonuçta ortaya çıkan bu ittifak yalnızca ekonomiyi değil, rejimin kendisini de biçimlendirdi. Türkiye’de demokrasi ve hukuk kurumları zayıflarken, inşaat üzerinden palazlanan bu yeni sınıf, iktidarın hem sponsorluğunu hem de dayanak noktasını üstlenmiş oldu. Vatandaşlık tapuyla, siyaset rantla, gelecekse betonla mühürlendi.

Türkiye’nin yakın tarihindeki en büyük felaketlerden biri olan 1999 depremi, üzerinden birkaç yıl geçtikten sonra neredeyse unutulmuştu. Toplumsal hafızada depremin yarattığı acı, bir süreliğine siyasal iradeyi de zorlamıştı ama zamanla her şey eski rayına girdi. Yeni bir depremin ne zaman geleceği belli değildi; bu belirsizlik, ihmali kolaylaştırdı. “Kentsel dönüşüm” kavramı böylece afet riskini azaltmanın değil, yeni bir rant düzeni kurmanın adı oldu. Yıkılan binalar yerine yenileri yapılırken esas amaç sağlam şehirler yaratmak değildi; arsa değerlerini katlamak, kat karşılığı projelerle siyasal sermaye üretmekti. Depremin açtığı yaralardan ders çıkarmak yerine, o yıkımın üzerine kurulan hafıza hızla silindi. Riskli bölgelerden çok rant potansiyeli yüksek bölgeler dönüştürüldü. Afet, toplumsalgüvenliği değil, ekonomik kazancı örgütleyen bir araç haline geldi. O yıllarda “istikrar” diye pazarlanan şey aslında bambaşka bir şeydi. İktidarın dilinde istikrar, üretimle, teknolojiyle ya da toplumsal barışla ilgili değildi. İstikrar, küresel sermayenin bu ülkeye gönül rahatlığıyla uğrayabilmesinden ibaretti. Dolar İstanbul’a kolayca girip çıkabiliyorsa, yabancı fon yöneticileri Londra’dan sevinçle alkış tutuyorsa, içerideki otoriter uygulamaların üzeri kolayca örtülüyordu.

Yargı bağımsızlığı, kurumsal kapasite, liyakat… Bunların hiçbirine ihtiyaç yoktu. Çünkü para akmaya devam ettiği sürece ülke bir başarı hikayesi olarak anlatılabiliyordu. Siyasetçiler kendilerini “usta kaptan” gibi tanıtırken, aslında gemi küresel rüzgarın gücüyle kendi kendine yol alıyordu. Ve tam da bu sahte güvenlik ikliminde, içeride otoriter mimarinin temelleri döşendi. Ekonomik bolluk, siyasal baskının üzerini örten bir halı işlevi gördü. Medya, yargı, üniversiteler birer birer dönüştürülürken, toplumun büyük bir kısmı “Büyük Türkiye” anlatısının sarhoşluğundaydı.

Bugün dönüp bakınca anlıyoruz ki, o dönemin “istikrarı” aslında bir aldatmacaydı. Küresel sermaye güvenliği ile içerideki iktidar mühendisliğinin aynı anda ilerlediği bir düzenden fazlası değildi. Para aktıkça demokrasiye ihtiyaç yoktu, hukuk geri plana itilebiliyordu. Beton döküldükçe yalnızca şehirler değil, rejimin yeni sütunları da inşa ediliyordu.

Bana dokunmayan muhalefet bin yaşasın

AKP’nin iktidara gelişinde yalnızca ekonomik krizler ya da küresel rüzgarlar değil, muhalefetin biçimi de belirleyici oldu. Deniz Baykal’ın liderliğindeki CHP, 28 Şubat sürecinde devletçi dile yaslanarak dindar ve yoksul kesimlerle arasındaki mesafeyi derinleştirdi. Bu tavır, ilerleyen yıllarda AKP’nin “kendi yurdunda parya” söyleminin en güçlü dayanağı oldu.

2002 seçimlerinde toplum değişim isterken, Baykal’ınCHP’si barajı savunmaya devam ederek Meclis’in AKP çoğunuğuyla şekillenmesine zemin hazırladı. 2007’de ortaya attığı 367 şartı ve cumhurbaşkanlığı engellemesi ise AKP’ye tarihinin en büyük mağduriyet kalkanını armağan etti. Böylece CHP, farkında olmadan AKP’nin hem içeride hem dışarıda “demokrasinin mağduru” rolüne bürünmesini sağladı.

Baykal gidince yerine Kemal Kılıçdaroğlu geldiğinde, toplumun bir kesimi yeni bir umut ışığı görmüş gibi sarıldı ona. Yumuşak üslubu ve “temiz siyaset” imajı kısa süreli bir heyecan yarattı. Ancak çok geçmeden muhalefetin temel reflekslerinin değişmediği anlaşıldı. Baykal’ın suni sertliği gitmişti, yerine pasif bir mülayimlik gelmişti; fakat iktidarı zorlayacak stratejik vizyon yine ortaya çıkmadı. CHP birkaç belediyeyle yetinen, iktidarın ömrünü uzatan, varlığıyla demokrasi görüntüsü sağlayan ama fiilen iktidarı rahatsız etmeyen bir muhalefet çizgisine sıkıştı.

Kılıçdaroğlu’nun liderliği, kritik eşiklerdeki pasifliğiyle tarihe geçti. 2016’da dokunulmazlıkların kaldırılması oylamasında parti sert bir muhalefet hattı kuramadı; böylece HDP’lilerin Meclis’ten tasfiyesine fiilen onay verilmiş oldu. 2017’deki anayasa değişikliği referandumunda, Türkiye’nin rejimini dönüştüren en kritik kırılma anında, CHP toplumu harekete geçirecek bir liderlik sergileyemedi. Referandum “şaibeli evet”le sonuçlandığında bile muhalefet, sonucu kabullenmekten öteye geçemedi.

Ardından gelen 2019 yerel seçim başarısı, muhalefet için yeni bir fırsat yaratmıştı. Ancak bu avantaj da iyi yönetilemedi. 2023 seçimlerine giderken “Altılı Masa” denilen ittifak, umut yaratmak yerine dağınıklığı ve krizleriyle gündeme geldi. Kılıçdaroğlu, kendi adaylığının toplumda yaratacağı tereddütleri görmezden geldi; kazanamayacağını gösteren neredeyse her anket ortadayken, “Ben kazanırım” inadında diretti. Seçim yenilgisiyle birlikte yalnızca muhalefet değil, ülkedeki değişim umudu da ağır bir yara aldı.

Tüm bu tablo AKP için adeta biçilmiş kaftandı. İçeride kadrolarını tahkim eden, devleti kendi çizgisinde yeniden yapılandıran iktidar, dışarıda da muhalefetin dağınıklığı ve vizyonsuzluğundan beslenerek kendi iktidar ömrünü uzatmayı başardı.

Tüm bu tablo AKP için adeta biçilmiş kaftandı. İçeride kadrolarını tahkim eden, devlet kurumlarını adım adım ele geçiren bir iktidar; karşısında ise kritik eşiklerde ya yanlış kararlar alan ya da hiçbir karar alamayan bir muhalefet. Demokrasi dekoru tamamdı, ama oyunu tek başına oynayan belliydi.

Ve bu dekor, AKP’nin işine fazlasıyla yaradı. Avrupa Birliği süreci, muhalefetin pasifliği sayesinde iktidar için bulunmaz bir meşruiyet sahasına dönüştü. CHP güçlü bir alternatif üretmeyince, AKP içeride otoriter adımlar atarken dışarıda kendini reformcu ve demokrat olarak sunabildi. Hatırlayın, 12 Aralık 2002 Kopenhag Zirvesi’nde Erdoğan, henüz resmî bir sıfatı yokken, “fiilî lider” olarak 140 saatte 8 devlet başkanıyla görüşmüş ve her fırsatta “Next year, inşallah” diyerek Türkiye’nin üyeliğini kapı eşiğinde göstermeye çalışmıştı. Hatta dönemin ABD Başkanı George W. Bush’a, “Bizi AB’ye almazlarsa NAFTA’ya alın” diyerek bu hayali küresel sahnede pazarlıyordu.

Cemaatle kurulan ittifak da aynı atmosferde rahatça büyüdü. Yargıdan emniyete, eğitimden medyaya kadar devlete nüfuz eden bu ortaklık, muhalefetin suskunluğunda kök saldı. Sonuçta Türkiye, AB başkentlerinde alkışlarla karşılanan bir “reform ülkesi” görüntüsü verirken içeride medya tekelleşiyor, yargı siyasallaşıyor, cemaat ve parti ortaklığı devletin damarlarına yerleşiyordu. Muhalefetin sessizliği, AKP’nin hem Avrupa’da hem de içeride “alternatifsiz güç” olarak büyümesinin en büyük garantisiydi.

Ne var ki 2010’ların ortasına gelindiğinde bu ortaklık çatırdamaya başladı. Güç paylaşımı kavgası, 17-25 Aralık operasyonlarıyla açık bir savaşa dönüştü. İktidar kendi yarattığı gölgeden korkmaya başlamıştı. Kavga büyüdükçe devletin sinir uçları paramparça oldu; bürokrasinin içinde birbirine düşman iki ayrı klik doğdu. Bu kırılmanın doğal sonucu, 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimiydi.

Ülke o geceden sonra eşi görülmemiş bir kaosun içine sürüklendi. Darbe girişimi püskürtülürken devletin bütün kurumları olağanüstü hal rejimiyle yeniden dizayn edildi. FETÖ kavgası, iktidarın mutlak tahkimatına bahane oldu; demokrasi, güvenlik söylemiyle askıya alındı. Ve bütün bunlar olurken CHP, iktidarı bu kaosun asli sorumlusu olarak görmekten imtina etti.

FETÖ’nün devletin içinde kök salmasına bu kadar alan açılmasının baş mimarı AKP iken, muhalefet AKP’nin “Demokrasiye sahip çıkıyoruz” diye süslediği suni söylemlere iştirak ederek saf tuttu. Yenikapı mitinginde olduğu gibi, iktidarın çizdiği sınırların dışına çıkmamayı tercih etti. Böylece iktidar, hem eski stratejik ortağını “terör örgütü” ilan ederek muhalefeti yanına çekti, hem de kendi sorumluluğunu görünmez kıldı. CHP’nin bu süreçteki pasifliği, AKP’ye “Biz yalnız değiliz, bütün siyasi aktörler bu hikâyede bizimle” deme imkânı verdi. Gerçekte olan ise yıllarca birlikte yürüyenlerin kavgasının bedelini ülkenin ödemesiydi ama muhalefet bu enkazda iktidarın rolünü doğru tarif edemedi.

Yarın geldi

Ve işte bugün, perde tamamen indi. AKP’nin “altın çağ” diye parlatıp da “yarının işi” diyerek ertelediği bütün faturalar kesildi. O yarın geldi. Hazıra dağ dayanmadı, para muslukları kapandı, AB kapısı çoktan kilitlendi, cemaat ortaklıkları yerle bir oldu. Geriye ne küresel sermayenin lütfu kaldı ne de sahte bir istikrar masalı…

Üstelik yalnızca iktisadi olarak değil, siyasi olarak da deniz bitti. Kendi kadrolarını yıllar içinde tasfiye ede ede sonunda kendini de tüketti. AKP artık parti siyaseti anlamında bütün etkisini yitirmiş durumda. Bugün tek bir AKP’li siyasetçinin kamuoyunda bir özgül ağırlığı yok.

Tam da bu boşlukta CHP yeniden sahneye çıktı. Yıllarca iş bilmezliği ile küçümsenen yapı, kendi içinde dönüşüm sancılarıyla ayağa kalktı. Ekrem İmamoğlu’nun belediyecilikle sınırlı kalmayan çıkışı, Özgür Özel’in parti içindeki cesur hamleleri ve kadroları yenileme çabaları, muazzam bir yerel seçim başarısı… Bunlar CHP’yi sadece muhalefet değil, gerçek bir iktidar alternatifi kılmaya dönük adımlar oldu.

19 Mart’ta yaşananlar, öncesinde CHP’li belediyelere yönelen kayyum hamleleri, tutuklamalar, İstanbul İl Başkanlığı’na kurulan abluka, İmamoğlu’na açılan davalar, partinin öne çıkan isimlerini hedef alan itibarsızlaştırma kampanyaları, Kemal Kılıçdaroğlu’nu CHP’nin başına yeniden yerleştirme hamlesi olarak CHP kurultay davası… Bunların hepsi aynı kaygının; yani yıllarca alternatifsiz görünen iktidarın karşısında artık somut bir alternatifin belirmesinin tezahürü.

AKP kendi kadrolarını tüketip siyasetçilerini sahneden sile sile kamuoyu önünde hiçbir özgül ağırlığı kalmayan bir partiye dönüşürken, CHP’nin tam da bu enkazın ortasında yeni bir çıkış sahnesi kurmasına seyirci kalmasını beklemek safdillik olurdu.

Bugün iktidar kaybolan yıllarının geri gelmeyeceğini bildiği halde, hâlâ o hayalin peşinde. Yine Kemal Kılıçdaroğlu CHP genel başkanı, yine Gürsel Tekin il başkanı, yine hiç ayağına dolaşmayan bir muhalefet, ne güzel… Dününü altın çağ diye yüceltirken, bugün elinde baltayla ülkenin bütün demokratik kurumlarına saldırıyor. Sadece muhalefeti değil, siyasetin kendisini de işlevsizleştiriyor. Türkiye’yi siyaset yapılmaz bir alana sürüklerken, kendi bekasını da uçuruma doğru itiyor.

Ve fakat, Bad-el harab-ül Basra… -

Özge Öner - Oksijen

14 Eylül 2025 Pazar

İşçi sınıfının kara büyücülerden korunma kılavuzu olarak: Kapital 1. cilt

“Kapital, hakim ideolojinin tüm varsayımlarını sistematik bir şekilde yıkarak, sınıf mücadelesinin gerçek haritasını çizer ve proletaryayı nihai devrimci özne olarak işaret eder.”

İllüstrasyon: Nikolai Shukov, Kapital'in ilk baskısının kapağı

14 Eylül 1867’de, tarihte ilk defa bir alt sınıf (üstelik yeni doğmakta olan bir alt sınıf!) doğru yolu bulabileceği bir haritaya sahip oldu. Bu doğru yol, içinde bulunduğu sistemin ana işleyişini, kaderci bir materyalizme sahip olmayan tarihsel biz gözle ve ekonomik rolleri gereği, çıkarları birbiriyle çatışan toplumsal grupların (sınıfların) çatışmalı ve dinamik bir modeli üzerinden bize sunulmuştu.

Bu bir ilkti…

Daha öncesinde böyle bir şey yoktu…

Bu harita diğer birçok şeyle birlikte burjuvazinin kendisini sürdürebilmesi için işçi sınıfının da kendisini sürdürmesine (Yeniden üretmesine) bağlı olduğunu kanıtladı. Bu yüzden sermayenin işleyişi ikili bir karaktere sahipti. Burjuvazi ile proletarya arasındaki ilişki, sürekli bir çatışmaya muhtaçtı.

Bundan da bir rota çıkarmak artık kolaydı. Burjuvazinin ve onunla birlikte sömürünün ortadan kalkması için bizzat proletaryanın ortadan kalkması gerekiyordu. Peki proletarya nasıl ortadan kalkacaktı?

Proletarya, bizzat burjuvazinin kendi çıkarları için örgütlediği bir sınıftan ibaretti.

Kapitalizm tarihinde belli özel koşullara mahsus olan belirli küçük dönemleri bir kenara bırakırsak sermaye, kapitalist sınıfta biriktikçe birikiyor, aynı zamanda daha çok proletarya ve yoksulluk da üretiyordu.

Bu durumdan proletaryanın kurtulması için, kendisini çıkarları uğruna kullanan burjuvazinin yolundan gitmesi gerekiyordu. Proletarya, aynı burjuvazinin soylulara yaptığı gibi, o da burjuvaziyi yaratan koşulların tümünü ortadan kaldırdıktan sonra ancak sömürülen bir sınıf olmaktan çıkabilirdi. Çünkü burjuva oldukça proletarya, proletarya oldukça da burjuva olacaktı. Bu yüzden doğal devrimci özne, bu ortaya yeni çıkmış olan alt sınıf, yani proletaryaydı. Bütün sistemin çarkları ona bağlıydı.

Fakat bunu anlatmak ve kanıtlamak kolay iş değildi.

Biliriz ki her insan yaşadığını düşünür. Haliyle her hakim sınıf için de bu geçerlidir. İşte bu yüzden hakim sınıflar, beraberinde hakim ideolojisiyle birlikte gelir. Kendi sınıf görüşleriyle ve hayata verdikleri anlamlarıyla gelirler. Yıldızlara da topluma da tarihe de kendi sınıf dünyalarından bakarlar ve o şekilde bunu yayarlar. Böylece onların kuralları, onların ideal insanları, onların etikleri ve yaşam biçimleri kabul görür. Bu nedenle eğer hakim ideolojiye ters bir şey anlatacaksanız ekstra çaba sarf etmeniz, hakim ideolojinin varsayımlarını, bilimlerini, felsefi perspektiflerini yıkmanız gerekir. Bu yüzden bu kitabın diğer adı “Ekonomi Politiğin Eleştirisi”dir. Bu kitap, işçi sınıfına bir harita çizebilmek adına, hakim ideolojinin argümanlarını (hâlâ) tarihteki en sistematik ve en güçlü şekilde yıkan kitaptır.

Kapital, ilk basıldığında pek anlaşılmasa da pek ses getirmese de onu takip eden yıllarda büyük sesler getirmiştir.

İşte bu kitap, insanları bir noktadan sonra büyülemiş. Bunu yaparken de birçok büyüyü yıkmıştı.

İlk önce Engels’in editörlüğünde binlerce sayfalık iki kitap daha yayımlanmıştı.

Daha sonra bu kitap, sonrasındaki on yıllarda, ilk dalgası Avrupa olmak üzere, bütün dünyanın devrimlerle sarsılmasında hayati bir unsur olmuştur.

Aradan 158 yıl gibi kısa bir süre geçti. Unutmayalım ki, sınıf savaşımı bin yıllardır sürmektedir. İşte bu 158 yıl, bu bin yıllara bedel olan bir harareti barındırıyordu. Gerçekliğin büyüsü, göz kamaştırıyordu.

Fakat bir yandan da işçi sınıfı hareketi, birçok kara büyüyle de karşılaşıyordu.

Kapitalizmin tıkırında gittiği dönemlerde işçi hareketinin temsilcileri bu büyüye kapılıyor, burjuvaziyle uzlaşma yollarını arayabiliyordu. Bir dönem geliyor işçi sınıfı öncülüğünden kopuluyor, bir dönem geliyor başka sınıflar doğal müttefikler haline geliyordu. Hatta bazen, doğal müttefikler, işçi sınıfı öncülüğünün yerine geçiyordu. İşçi sınıfı hareketi, doğruları barındırdığı kadar, hataları ve korkunç geri dönüşleri de barındırıyordu.

Kolay değildi. Tarihte ilk defa bir alt sınıf, enternasyonal bir iktidar kurmayı hedefleyen bir teoriyle yola çıkmıştı.

Çoğunlukla silahlar ve ekonomiler yetersiz kalıyor, ideolojik bir savaşa da giriliyordu. Böylece her iki taraf da kendi büyücülerini öne sürüyordu. Bunun yanında her iki taraf da farklı yollar deniyor, çıkışsız labirentlerle karşılaşılıyordu.

Her iki taraf da birbirinden etkileniyor, fakat bütün bunlar olurken, gerçekliğin parlaklığının büyüleyici gücünün suyu da zamanla bulanıyordu.

Tarih düz bir çizgide ilerlemiyor, türlü inişler ve çıkışlar yaşanıyordu. Fakat bu tarihin işçi sınıfı hareketinin hatalarını affettiği anlamına gelmiyordu. Bu hatalar 1980’lere gelindiğinde hakim sınıfların küresel bir karşı devrim hareketiyle kendisini gösterdi. Bu hareket zafer elde ederken, beraberinde kendi sınıflarına uygun bir dünya görüşüyle geldi.

Türlü karanlıklar içinden palazlandırılan kara büyücüler apayrı bilimsel perspektifleri, apayrı felsefeleri ve apayrı etikleri ve toplumsal yaşamı yaymaya başladı.

İşçi sınıfı hareketi bir süreliğine bu büyücüler tarafından Hypnos’un gücüne maruz kaldı. Hypnos, anne Nyx (gece) ve baba Erebus’un(karanlık) birleşiminden doğan bir oğuldur. Hypnos, işçi sınıfı hareketini Lethe (Unutkanlık) Nehri’nin geldiği ve gece ile gündüzün buluştuğu büyük bir mağaraya götürdü. Bu mağaranın en önemli özelliği, ışık ve sesin içeri girememesiydi. Haliyle bu mağarada, gerçekle hayal, doğruyla yanlış, ışıkla karanlık birbirine karışıyordu.

Böylece büyücülerin, kara büyülerini yapmaları artık çok daha kolay hale gelmişti…

Büyü deyince ilk aklımıza gelen, türlü doğaüstü güçlere sahip olduğuna inanan insanların, bu güçleriyle olayları, nesneleri veya kişileri maniple etmesi veya yönlendirebilmesi gelir. Büyü (Büy/Büğ/Böğ) kökünden türemiştir ve “etkileme, yayılma, örtme, kapatma” anlamları da bulunur. Bu geniş anlamdan yola çıkarsak büyücüler, (sanılanın aksine) yalnızca doğaüstü güçlerin ardına değil, aynı zamanda bilimselliğin ve felsefiliğin ardına da sığınırlar. Kara büyüyse, başka bir kişinin (veya sınıfın) zararına olsa dahi, olayları ve kişileri (veya sınıfları) kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmeleri veya maniple etmeleridir.

İşte bu kara büyülere karşı, hâlâ en temel kılavuz olma özelliği taşıyan kitap, “Kapital”dir…

Aşağıdaki bazı örnek kara büyülere karşı Kapital cilt 1’den çıkarabileceğimiz, hâlâ güncelliğini koruyan ve kullanılmakta olan kara büyülerin bozumlarıdır. Kapital ile daha tonlarca kara büyüyü düzeltmek mümkündür. Biz şimdilik, bir örnek teşkil etmesi bakımından 10 tanesi ile yetinelim.

Unutmayalım ki kitabın bizzat kendisi, bütünlüklü bir perspektif sunduğu için, iyi bir okuyucuyu, artık büyü geçirmez kılma özelliği taşır.

Kara büyü 1: ‘Gelir, alım gücüyle alakalıdır’

İşçinin temel geçim araçlarının (yiyecek, ev aletleri, ev, araba, ısınma vb.) maliyetinde teknik, teknolojik gelişmelerden dolayı bir düşüş varsa alım gücü artar. Fakat gelir artmış olmaz. Örneğin ABD’de son kırk yıldır emek-gücünün ortalama gelirinde bir artış görmeyiz. Fakat Çin’den gelen ucuz mallar (Walmart’a gelen malların yüzde 70’i Çin’den gelir) aynı zamanda ABD’nin tarım endüstrisindeki (özellikle mısır ve et üretiminde) gelişimiyle, işçi sınıfının gelirinin hiç artmamasına, fakat gelir adaletsizliğinin sürekli artmasına rağmen bazı en temel ihtiyaçlarda alım gücünün arttığını görürüz. Yani teknolojik gelişmelerden dolayı temel geçim mallarının üretim maliyeti düşerse bazı ürünlere yönelik alım gücü eskiye göre artar. Kısaca temel geçim araçlarına ulaşımın zorlaşması, gelirdeki düşüş demektir. Fakat temel geçim araçlarına yönelik ulaşımın kolaylaşması gelirde bir artış olduğu anlamına gelmez.

Kapital bize şunu öğretir: Gelir artışı ya da azalışı, yalnızca sömürülmenizdeki artış ve azalışla ilgilidir.

Kara büyü 2: ‘Prekarya ayrı bir sınıftır’

Prekarya, güvencesiz sözleşmelerle ya da resmi sözleşme bile olmadan çalışan işçi sınıfına denir. Sınıf, üretim süreci içerisindeki rollerle ilgilidir. Sözleşme biçimleriyle ya da bir kişinin ne kadar çok para kazandığıyla ya da ne kadar iyi şartlarda çalıştığıyla ilgili değildir. Bu güvencesiz sözleşme biçimleri yalnızca işçi sınıfına mahsus değildir. Taşeronlaşma arttıkça büyüklü küçüklü taşeron şirketlere de uygulanan sözleşmelerdir. Bu yüzden çalışma şartıyla ilgili sözleşmelerle sınıf ayrımı yapamazsınız. Hatta bir sınıf içerisindeki sınıfsal katmanları da ayırmanız mümkün değildir. Isparta’da bir gül yağı fabrikası, uluslararası şirketlerin projelerinin, proje bazlı taşeronluğunu yapıyor olabilir ya da Silikon Vadisi’nde çalışan bir yazılımcı parça başı iş alıyor olabilir.

Kapital bize şunu öğretir: Emek-gücünü satmaktan başka çaresi olmayan herkes işçi sınıfıdır. Bu sınıf ayrımı bizzat üretim süreci içerisindeki ekonomik rolle ilgilidir.

Kara büyü 3: Arz, talep serbestiyesi özgürlük sağlar

Kapital’in 1. cildi 19. yüzyılda gerçekleşen Endüstri Devrimi’nin analizini yaparken, arz ve talebe dair önemli bir çıkarıma sahiptir. Endüstri Devrimi 1860’larda artık bir doyuma ulaşmıştır. Çünkü işçinin değeri o kadar düşmüştür ki artık makine almaktan daha ucuz hale gelmiştir.

Hatta sermaye, bazı departmanlardan makineleri geri kaldırıp çocukları çalıştırmaya başlar. Peki Endüstri Devrimi nasıl ortaya çıkmıştır? 18. yüzyıl Avrupa’sında emek gücünün değeri o kadar yüksekti ki, makineler ortaya çıkınca sermaye hemen makineleri satın almaya başladı. İşte bundan şu çıkar: İşçiye yönelik talep artar da onun değeri çok yükselirse sermaye bu sefer de işçi yerine makineleri kullanmaya başvurur. Bu şekilde de bir işsizlik yaratmış olur. O halde sermaye büyüdükçe işçiye yönelik talep üretebilir. Teknolojiye başvurdukça da işsizlik üretebilir. O halde kapitalist, işçi arzını da üretir, talebini de

Kapital bize şunu öğretir: Emek-gücünün arz talebinde zarlar, hilelidir!

Kara büyü 4: Kapitalizmde tam istihdam mümkündür

Sermaye, bir spiral gibi biriktikçe birikir ve katlandıkça katlanır. Her birikim evresinde (o sektöre göre) az ya da çok işçiye ihtiyaç duyar. Fakat eğer herkes istihdam ediliyorsa ne olur? Ortada işçi yok demektir. Bu yüzden sermayenin her büyüme evresinde işçi az bulunduğu için işçinin değeri gittikçe artmaya başlar. Bu durum, gittikçe bir tıkanmaya sebep olur. Marx’ı aştıklarını düşünen ve kapitalizm içinde bu tür sorunların aşılabileceğini düşünen bazı büyücüler, türlü tekniklerle, devlet eliyle kapitalizmde tam istihdamın (kağıt üstünde) mümkün olduğunu göstermişlerdir. Bu büyücüler, işçilerle burjuvazi arasında bir iş birliği falan olmadığını, bu iki sınıfın çıkarlarının birbiriyle çatıştığını, aslında işin politik yanını unutmuşlardır. Proletarya tam istihdama yaklaştıkça taleplerini haliyle arttırma eğilimi güder. İşsizlik ya da yedek sanayi ordusu işçilerin taleplerini arttırmasına engel olmak için kapitalistlerin kullandığı bir silahtır.

Kimi kara büyücülerse, bütün sanayiler eksiksiz istihdam sağlıyorsa, buna “tam istihdam” derler. Geriye işsiz bir grup kaldıysa buna da “doğal işsizlik” derler. Böylece hem kapitalizmde tam istihdamın hem mümkün olmadığını söylerler hem de işsizlikle tam istihdamı birbirinden ayırarak bir büyü yapmış olurlar.

Kapital bize şunu öğretir: Kapitalizmde işsizlik olmak zorundadır. Bu yüzden tam istihdam mümkün değildir.

Kara büyü 5: Fırsat eşitliği bireyleri eşit kılar

Şöyle bir adalet tanımı yapalım: “Adalet eşite eşit, eşitsize eşitsiz davranmaktır.” Bu tanıma göre diyelim ki elinizde 10 tane bilye var ve bunu iki çocuğa adil bir şekilde paylaştıracaksınız. Her iki çocuğun da elinde 5 bilye varsa eşit bilyeye sahiptirler. Bu durumda elinizdeki 10 bilyeyi 5’er 5’er çocuklara dağıtırsınız. Yani eşite eşit davranırsınız.

Fakat diyelim ki birinin elinde 3, diğerinin elinde 7 bilye var. Bu durumda da elinde az bilye olana 7, çok bilye olana 3 bilye verirsiniz. Bu durumda da eşitsize eşitsiz davranmış olursunuz.

Farz edelim ki sınıflı bir toplumda ya da eşitsiz bir toplumdasınız. Bir sınıfın elinde 9, diğer sınıfın elinde 1 bilye var. Sizin de elinizde 10 bilye var. Bunlara eşit yaklaşırsanız 5’er 5’er dağıtmanız gerekir. Birinin elinde 6, diğerinin elindeyse 14 bilye olur. Ne oldu? Eşitsizlik ortadan kalkmadı.

Çünkü eşitsiz olana eşit yaklaşmak eşitsizliği ortadan kaldırmaz.

Kapital bir de şunu ekler: Bu iki sınıf birbirine bağımlıdır. Ve sınıflardan biri bilye üretir. Diğeri de onun bilye üretmesi için ona ücret öder. Birinin elinde 9, diğerinin elinde 1 bilye vardır. Elinde 1 olan, her gün 5 bilye üretir ve yalnızca 1 tanesi alıp 4’ünü ürettirene verir. 5 gün sonra 1 bilyesi olan 5 bilyeye, 9 bilyesi olansa 29 bilyeye sahip olacaktır.

Kapital bize şunu öğretir: Kapitalist sistemde eşitsize eşit davranmak (ya da fırsat eşitliği) eşitsizliği arttırır.

Kara büyü 6: İşçi kendi vasfını attırdıkça, emek gücü piyasasındaki değeri artar

Avrupa’da Endüstri Devrimi gerçekleşmeden önce manifaktürel işletmeler vardı. Bunlar, iş bölümünün aynı fabrikalar gibi ayrıldığı (Hatta fabrikalardakilerden bile daha fazla iş bölümünün olduğu) fakat makinelerdense el yordamıyla işlerin yürütüldüğü işletmelerdi. Faytonlar, saatler, iğneler ve çiviler vb. bu sanayilerde yapılırdı. Burada çalışan işçiler yüksek maaşlıydı. Çünkü her bir işi el yordamıyla yaptıkları için zanaatkar olmaları gerekiyordu. Bir çırağın da kalfa olması yedi yıl gibi uzun bir süreyi kapsıyordu. Bu yüzden o dönemlerde işçi olmak, aynı zamanda belirli bir işte uzman olmak ve iyi geçinmek demekti. Fakat işçiler bulunmaz Hint kumaşı olduklarını bildikleri için pek sıkıya gelemiyorlar. Ustabaşı bir şey dediğinde hemen grev yapmaya kalkıyorlardı. Sermayeci bu uzman işçilere muhtaçtı.

Endüstri Devrimi’yle birlikte makineler, bu demir devler hemen sahneye girmeye başlamıştı. Çünkü sermayeci, bu yüksek ücret verdiği ve uzmanlığıyla övündüğü için kendini bir şey sanan zanaatkar işçiden kurtulma derdindeydi. Makineler, artık her yeri kaplamış, uzman işçilereyse gerek kalmamıştı. Mesela dikiş makinesi icat edildiğinde terzilerin yüzde 80’i işsiz kalmıştı. Bundan şu çıkar: Ne kadar vasıflı olduğunuzun bir önemi yoktur. Sizin işinizin önemli bir kısmını daha ucuza yapabilecek bir teknoloji gelişir gelişmez birden ücretleriniz düşmeye başlayacaktır. Örneğin 1990’larda finans kapitalin gelişmesiyle ortaya çıkan “Yuppiler” olarak bilinen kentli, eğitimli beyaz yaka olan işçi sınıfı katmanı bir süre değer görmüştür. Çünkü finans kapitalin gelişme göstermesi, para dolaşımını hızlandıracak teknolojik gelişmeler demekti. Bu da internetin yaygınlaşmasını doğurdu. İnternetle beraber hizmet sektörünün birçok kolu bu alana kaydı ve beyaz yakanın altın dönemleri (yalnızca bir süre daha) uzamış oldu. Fakat yapay zeka teknolojisi, yalnızca kafa işi yapan bu işçilerin değerini her geçen gün düşürüyor. Bu hep böyle olmuştur. Mesela 1948 Marshall yardımlarıyla birlikte Türkiye’de biçerdöver ve traktör sayısı hızlıca ivmelenmeye başlamıştır. İşte bu dönemlerde en çok demirciler ve tamirciler değer görüyordu. Çünkü traktör parçası bulmak neredeyse imkansızdı.

Tamirciler bir dönem kazandı. Fakat milyonlar köyden kente göçtü.

Kapital bize şunu öğretir: Teknoloji refah üretmek yerine, her zaman işçiye karşı kullanılmış bir silah görevi görmüştür.

Kara büyü 7: Girişimcilere (sermayeye) destek olursak istihdam artar ve yukarıdan aşağıya refah damlar

Birikim arttıkça, zorunlu olarak istihdamın artacağına dair tek bir kanıt yoktur. Birikim arttıkça istihdam azalabilir de. Endüstri Devrimi bize göstermiştir ki, sermayenin birikimi artar, fakat o birikimle kapitalist daha çok makine aldığı için beraberinde işsizlik de artar.

İstihdam edilen insan sayısı da artmıştır. Fakat ücretler düştüğü için ailedeki herkesin çalışma zorunluluğu da artmıştır. Arz ve talep, madalyonun iki yüzü değildir. Talep var diye arz olmayabilir. Arz var diye talep olmayabilir. Talep ve arz birbirine bağımlı, fakat kendi iç dinamikleri de olan bir mekanizmadır. Yani aralarında diyalektik bir ilişki vardır.

Ayrıca dünyanın en büyük arama motoru tekeli “Google” ne kadar istihdam üretiyor? Ya da Instagram? Dünyanın en zenginleri birikimlerine oranla ne kadar istihdam üretiyorlar?

Ya da farz edelim ki sermayeciler, istihdam üreten işlere yönelmiş olsunlar. Gene bu para aşağıya damlamaz. Çünkü bazı sermayeciler birleşirler, büyük anonim şirketler oluştururlar. Birikimleri büyüdükçe büyür ve eninde sonunda altta kalanların yetişemeyeceği bir noktaya gelirler.

Adam Smith’den beri bildiğimiz üzere bu sistem, tekel üretir. Tekel bir problemdir. Çünkü tekel, sermayenin belirli kişi veya gruplarda toplanmasına sebep olur. Bu kişi ve gruplarda o kadar fazla sermaye birikir ki, büyük bir kısmını harcamaları ne mümkündür ne de buna ihtiyaç duyarlar. Böylece sistem tıkanmaya başlar. Su tıkanmıştır… Yukarıdan aşağıya damlamaz olur.

Kapital bize şunu öğretir: Sermaye birikimindeki artış, istihdam üretebilir de üretmeyebilir de.

Kara büyü 8: İşçi sınıfı flulaşmıştır ve artık Marx’ın bahsettiği gibi bir işçi sınıfı yoktur

Kapital yazıldığında işçi sınıfı, yalnızca ABD, Fransa ve İngiltere’de toplumsal sahneye çıkmıştı. 1860’lardan sonra Almanya ve Japonya da onların peşinden gelmeye başlamıştı.

Dünyanın büyük bir kısmı hâlâ kapitalistleşmemişti. Ayrıca köylü sınıfı, uzun yıllar nüfus olarak ağırlıkta olan sınıf olarak kalacaktı…

Peki günümüze bakalım… Dünyanın yüzde 60’ından fazlası proleterleşmiş durumda… Köylü sınıfı bitmek üzere… Orta sınıfsa emperyalist ülkelerde yüzde 10-15 arası, yarı sömürge ülkelerdeyse yüzde 18-20 arası… Dünyanın yüzde 99’u kapitalistleşmiş durumda… Dünyada bütün sınıflar oran olarak gerilerken, proleterya sınıfı en baskın sınıf haline geldi… Dünyadaki gelir adaletsizliğine baktığımızdaysa 1980’lerden bu yana, üst yüzde 1 ile alt yüzde 50 arasındaki makas sürekli arttı… Mesela şu andaki ABD’de olan gelir adaletsizliği, 29 Buhranı dönemindeki gelir adaletsizliği ile aynı!

1980’lerden beri hem kamu işletmeleri satıldığı için, hem de sermaye giriş çıkışları kolaylaştığı için sendikaların gücü yerle bir oldu…

Sıfır saatlik sözleşme biçimleri ve deproleterleştirme, gene son 40 yıllık süreçte arttı…

Kapital bize şunu öğretir: Sermaye birikimi arttıkça, işçi sınıfı da artar. Her sermaye birikimindeki artış, beraberinde işçinin fakirleşmesini getirmeyebilir. Ama (genelde) işçi sınıfının fakirleşmesi ve sayısının artması sermaye birikimindeki artışa işarettir.

Kara Büyü 9: İşçi sınıfı muhafazakarlaştı; artık kimlik, cinsiyet vb. gibi ayrımcılıklardan doğan zulümler ve bunların özneleri daha devrimcidir

Bu kara büyüye çok uzun cevap vermek gerekebilir, başka teorilere de başvurmak, meseleyi genişletmek gerekebilir. Fakat Kapital meselenin özünü bize kanıtlamıştır.

Öncelikle proletarya, kapitalizm içerisindeki rolü gereği bir sınıftır. Proletarya, bu sınıfsal rolü gereği, kapitalist birikimin yalnızca aracı olmakta değil, aynı zamanda onun yeniden üretiminde de görev alır. (Sektörel bazda değişse de) Mesela bu ay çalıştığınızda aldığınız ücret, muhtemelen geçen yılın artı değerinden gelir. Yani aslında bu ay harcadığınız emek, bir sonraki yılın artı değeri içindir. Yani proletarya hem değer üretiminin aracı hem de yeniden üretiminin aracıdır. İşte onu ana potansiyel devrimci özne yapan şey durmadan eylem yapması, sokaklarda gösteriler düzenleyip düzenlememesiyle ilgili değil, sınıfsal konumudur. O, mevcut dünyanın yeniden üretilmesini durdurabilecek yegane sınıftır.

Sınıflı toplumlarda, sınıfların çıkarları birbiriyle çatışır. Bu yüzden bir ulus, cinsiyet vb. gibi hareketler de (Bunu dile getirmek zorunda değiller) uyguladıkları pratiklerden bu çatışmalı toplumda, belirli bir sınıfa yönelik saf tutmak zorunda kalırlar. Yani kısaca çıkarları birbiriyle zıt olan sınıflı toplumlardaki her hareket eninde sonunda bir sınıfın safında kendisini bulmak zorundadır. Bugün bu ya proletarya olacaktır ya da burjuvazi. Bu yüzden herhangi bir kimlik hareketini, edindiği veya edineceği sınıf karakterinden kopararak ele almak mümkün değildir.

Kapital bize şunu öğretir: Proletarya, her iş günü, dünyanın olduğu halinin yeniden üretilmesini sağlar. Fakat her iş günü yeniden ürettiği dünyanın maddi ve kültürel zenginliklerinden biraz daha kopar.

Kara büyü 10: Sermaye ile işçi arasında devlet ara buluculuk yapabilir; sosyal adalet, kapitalizmde kalıcı ve insani bir çözümdür

Bu kara büyüye de uzun ve detaylı cevap vermek gerekebilir. Fakat işin özünü şöyle vurgulayalım: İçi bal dolu olan bir kavanozun kapağını açın ve yemek masasının tam ortasına dökmeye başlayın. Başlangıçta belirli bir bölgeye döktüğünüz için belirli bir yerde birikmeye başlar. Fakat sonrasında bal, biriktikçe etrafa yayılmaya başlayacaktır.

Dökme biçiminiz de şöyle olsun: Başlangıçta hafif hafif dökün… Sonrasında biraz daha kavanozu yukarı kaldırıp, daha yoğun dökün… En sonundaysa iyice kavanozu ters çevirip boca edin… Peki ne yaptınız şimdi? İşte bu sermaye birikiminin sürecidir. Biriktikçe yayılma eğilimindedir ve birikim süreci de hep artan oranlı olmak zorundadır.

Devletse sermaye temsilcisiyle proleter arasındaki bu ara buluculuğu yapabilecek (Ya da belirli özel koşullarda bile uzun süre sürdürebilecek) kudrete sahip değildir. Kapitalist ürettikçe üretir. Haliyle tüketildikçe tüketilmesini de ister. Tüketilmesini de sağlayacak olan devlettir.

Devlettir de… Sermayenin her birikim evresinde devletin daha çok insana bu ürünleri tükettirmesi gerekir. Ve problem üstüne problem… Tek ülkede kapitalizmde sermaye kendisine nasıl yol bulacaktır? Üstüne üstlük işçi sınıfı da devlet destekliyken ve asla taviz vermiyorken?

Kısaca sermayenin kuyruk acısı, proleterin de evlat acısı olduğu sürece dost olmaları mümkün değildir.

Kapital bize şunu öğretir: Kapitalistin tek derdi artı değer oranını arttırmaktır. Bu yüzden kalıcı bir sınıf uzlaşısı mümkün değildir.

 İsmail Kuşkondu (Evrensel)