Translate

Adı: Hilal Nickname: Mariah



Adı: Hilal
Nickname: Mariah
Candan Selman & Demet Macunlar

Kitabın hazırlanma aşamasında desteklerini
esirgemeyen; T.Özer, Taylan Ece, Ferdi Korucu, Formula, Hüseyin Gürsu, Özgür Hamza;
www.oezers.com ve www.aksiseda.com üyelerine teşekkür ederiz…

“Bir dostum bana söyle demişti; "bir ot gibi sürekli aynı yerde
ve hareketsiz yasıyor olabilirsin, ama bir arık otu veya çevresine
güzel kokular saçan bir çiçek olmak senin elinde"... O günden
beri bunu yaşam felsefesi edindim ve hep güzel kokular saçan
bir çiçek olmaya gayret ettim... Sadece benim böyle olmamın
yetmeyeceğini düşünüp, çevremdeki ayrık otlarını da güzel
kokulu çiçekler olarak görmeye çalıştım hep...”
Hilal Lüle

Hepimiz, bunu dile getiremesek de, bir gün Hilal’i kaybedeceğimizi
biliyorduk. Aklımıza getirmek istemiyor, bu düşünceleri erteliyor; onunla
geçirdiğimiz günleri en gerçek, en doğal biçimde, eğlenerek, konuşarak,
tartışarak, üzüntülerimizi paylaşırken birlikte ağlayarak geçiriyorduk.
Bilgisayarlarımızı açtığımızda, sohbet kanalının penceresinde, ekranın bir
köşesinde dururdu. Yoğun zamanlarında bir süre ortalıkta görünmezse
merak ederdik. Telefon açar, telefon çalarken kafamızdan bin bir endişeli
düşünce geçer, ve nihayet telefonu kulağına alıp ‘alooo’ dediğinde içimiz
rahat hatırını sorardık. Her seferinde mutlu olur, sevinçten sesi titreyerek
“aramanız için ortalıktan kaybolmam mı lazım benim len!”diye azarlardı.
Hiçbirimiz o günün gelip çattığını bilmiyorduk. Kimimiz gece ona iyi
geceler diyebilmiş, kimimiz diyememişti. Sabah yataklarımızdan kalktık,
bilgisayarlarımızı açtık ve…

Şaka mıydı? Olamazdı!..
Saatlerce kimsenin sesi çıkmadı.
SIRÇA KIZ
Hilal Lüle’nin anısına;
Hayat camdı zaten
Sen değildin kırılan
Mavi düşten bir kelebek
Havalandı şimdi yerinden
Bakıyorum aksisedana
En kırılgan yerimden
Candan Selman
1 Mayıs 2005
Ayazağa
Bizler, dünyanın çeşitli yerlerinden, bir araya gelmiş bir internet
forumunun katılımcılarıyız. Hepimiz günlük hayatında çalışan, okuyan ve
gününün bir bölümünü internete ayıran insanlarız. Yollarımız bu forum
sebebiyle kesişmişti. Hepimiz Hilal Lüle’yi, yani bizim tanıdığımız
ismiyle Mariah’ı bu forum vasıtasıyla tanıdık.
Hilal çoğumuzun hayatından farklı bir hayat yaşıyordu. Bizlerin
yapabildiği en basit işleri bile yapamayacak durumda olan Mariah, tüm iş
bağlantılarını da sağladığı internet dünyasına, kendisi gibi küçücük olan
yatağından parmağının ucuyla ulaşıyordu.
Bizler, onun arkadaşları olarak, bu küçük dev’in, Mariah’ımızın öyküsünü
sizlerle paylaşmak istedik. Biz onu sizlere anlatacağız, ama önce O
kendisini anlatsın:
“17 Ocak 1976 yılında Trabzon’da doğdum. Bir yaşına henüz
basmamışken genetik bir hastalık olan “Osteogenesis
İmperfekta”, halk dilindeki adıyla “Cam Kemik” hastalığına
yakalandım. Bilmeyenler için bu hastalıktan biraz bahsedeyim
dilerseniz: Osteogenesis İmperfekta, kemiklerin cam gibi hassas,
ve her an kırılabilir durumda olduğu bir hastalık. Kemik
iliğindeki kolojen adı verilen maddenin (bu madde kemiklerin
sert ve darbelere dayanıklı olmasını sağlıyor) eksik olması, ya
da hiç olmaması sonucu meydana geliyor. Tedavi görülmediği
takdirde kemikler zamanla bilinen özelliklerini yitiriyor; gittikçe
daha da güçsüzleşiyor, şekil bozuklukları meydana geliyor, ve
bazı vücut fonksiyonları (oturma, el, kol ve bacak hareketleri vs.)
yitiriliyor. Henüz tam iyileşmeyle sonuçlanan bir tedavisi yok;
ancak kemiklere yerleştirilen çivilerle destek sağlanabiliyor, ve
bu sayede kırılmalar bir derece önlenebiliyor. İşin en kötü tarafı,
Türkiye’de bu hastalıkla ilgili pek fazla şey bilinmiyor. Hattâ,
geçen yıl internette yaptığım araştırmada, Türkiye’ye ait bir tek
kaynak dahi bulamadım. Bu konuya tekrar döneceğim, şimdi
öyküme kaldığım yerden devam ediyorum.
Üç yaşında geçirdiğim bir ameliyatta bacaklarıma, kemiklere
destek vermek, kırılmaları engellemek amacıyla platin çiviler
yerleştirildi. Bu sayede kırılmalar önlenmiş, ben de ayağa
kalkıp, bir yerlere tutunarak yürüyebilecek duruma gelmiştim.
Dört yaşında okuma-yazma öğrendikten sonra, normal
sayılabilecek bir şekilde yaşamımı sürdürdüm. Kardeşlerimin
küçük olması nedeniyle beni okula götürecek kimse yoktu. Bu
özlemimi ablamın ders kitaplarını karıştırarak, daha sonraki
yıllarda da kardeşlerime ödevlerinde yardım ederek gidermeye
çalışıyordum. 9 yaşında, bacağımdaki bir şişlik ve ağrı sebebiyle
ailem beni doktora götürdü; ancak diğer doktorum artık
Trabzon’da yaşamadığı için başka bir doktora gittik. Muayene
sonucunda doktor çivinin yerinden oynadığını belirledi, ve
alınmaları gerektiğini, dışarıdan takılacak bir cihazla yaşamıma
devam edebileceğimi söyledi. Hastalık hakkında yeterli bilgiye
sahip olmadığımız için, ailem beni sorgusuz sualsiz doktorumun
güvenli ellerine teslim etti. Ama ne yazık ki doktorumun elleri
yeterince güvenli değilmiş, ameliyattan çıktığımda iki bacağım
da kırılmıştı. Burada ayrıntılara girmeyeceğim, sadece şunu
söyleyeyim: hayat öyle garip ki, yaşamınız, sahip olduklarınız
pamuk ipliğine bağlı adeta; birkaç saniye içinde her şeyinizi
yitirebiliyorsunuz, ya da bir el tüm hayatınızı bir anda
değiştirebiliyor.
Ameliyattan sonra bana da bu oldu, bir anda tüm yaşamım
değişti. Doktorun bahsettiği cihazı kullanmam mümkün olmadı,
çünkü artık bedenime uymuyordu. Neler olduğunun, ileride neler
olabileceğinin ne ben, ne de ailem farkında değildik. Kadere
boyun eğip yaşamımıza devam ettik, ama artık hiçbir şey eskisi
gibi değildi. Yataktan kalkamıyor, bir yerim kırılacağı
korkusuyla kıpırdayamıyordum. O durumda doktora
gidemeyeceğim için tedavi de görmüyordum. Hastalığım gittikçe
ilerliyordu. Zamanla kemiklerim iyice güçsüzleşti, ve şekil
bozuklukları oluştu. Bir süre sonra oturamamaya başladım,
daha sonra da kollarımı hareket ettirme yetimi kaybettim.
Sadece ellerimi biraz oynatabiliyordum o kadar. Bu arada,
bazen çok şiddetli, bazen daha hafif olmak üzere ağrılarım
oluyordu sürekli. Günlerimi televizyon seyrederek geçiriyordum.
Bu sayede hem oyalanıyor, hem de bir şeyler öğrenebiliyordum.
Hayatımın on bir yılı böylece sürüp gitmişti. 1996 yılı, yaşadığım
tüm acıları aratacak denli büyük acılarla dolu geçti. Karaciğer
sirozu olan annem, bütün bir yılı hastalığının yaşattığı inanılmaz
acı ve sıkıntılarla geçirdikten sonra, 1 Kasım 1996 günü vefat
etti. Kelimelerle anlatılamayacak denli kötü bir duyguydu... Hani
Cemal Süreya’nın bir şiiri vardır; “Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü, kör oldum!”... Sizin hiç anneniz öldü mü?
Benim bir kere öldü, onu her düşündüğümde tekrar tekrar
ölüyor... gözlerimde ve içimdeki o karanlık hiç bitmiyor... Acı
zamanla yoğunluğunu yitirse de, içimdeki yara hâlâ kanamaya
devam ediyor...
O günler nasıl geçti bilmiyorum... Güçlü olmaya, yaşama bir
ucundan tutunmaya çalışıyordum. 1997 yılının sonlarında,
hayatımı değiştiren şeyle tanıştım. Belki inanmayacaksınız ama
bu bir bilgisayardı... Kardeşime alınan bilgisayarı görmem için
beni yatağımla birlikte yanına götürdüler ve mouse’u elime
verdiler. Kolumu hareket ettiremediğimden bir türlü
mousepad’in üzerinde kaydıramıyordum, ben de mouse’u
avucuma aldım. Parmağımla topu hareket ettirmeye
çalışıyordum, ama imleci bir sağa bir sola savurup duruyordum.
O gün öylece bıraktım. Bir süre sonra bir kere daha kullanmayı
denedim, sonra bir kere daha... Artık bilgisayarı yanıma
aldırmış, yavaş yavaş kullanmayı öğrenmeye başlamıştım. Sonra
internet’le tanıştım. Bir sohbet odasına ilk girdiğimde,
internet’le ilgili hiçbir şey bilmiyordum. Oradaki sohbete
katılmak istedim, ama klavye kullanamadığımdan yazı
yazamıyordum. Bir ara bir dosyayı başka bir kopyalarken
aklıma şu geldi: “dosyaları kopyalayıp yapıştırmak mümkün
oluyorsa, belki yazılar da kopyalanıp yapıştırılabilir”... Hemen
bir dosyanın adını kopyalayıp word’u açtım, yapıştır dedim, ve
oldu... Kardeşime alfabeyi ve noktalama işaretlerini yazdırdım,
sonra bunlarla heceler, kelimeler, cümleler oluşturarak bir
belgeye kaydettim. Sonra o sohbet odasında arkadaşlar edindim,
onlarla e-mail yoluyla yazıştım. Bazılarıyla çok iyi dost oldum.
Bana bilgisayar ve internet hakkında bilmem gereken şeyleri
öğrettiler, sorunlarımı paylaştılar, bana her konuda destek
oldular... Artık günlerim sürekli bilgisayar başında geçiyordu.
Böylece kafam sürekli başka şeylerle meşgûl oluyordu,
sorunlarımı daha az düşünüyor, daha az üzülüyor; ağrılarımı
daha az hissediyordum. 2000 yılının başlarında en yakın
arkadaşım askere gitti, ve ben kendimi yalnız hissetmeye
başladım. Artık bilgisayar kullanmayı iyice öğrendiğimden
yapacak yeni bir şeyler arıyordum.
Kendime bir web sitesi yapayım dedim, ve internet’ten
kullanabileceğim malzemeleri topladım.
http://www.harmanyeri.com adresindeki siteden FrontPage ile
ilgili dersleri bilgisayarıma yükledim, ve sitenin sahibiyle
bağlantı kurarak çalışmaya başladım. Sağ olsun bu değerli
büyüğüm bana çok yardımcı oldu, ve kısa sürede sitemi
tamamladım. İlk deneyim için oldukça başarılı bir çalışma
olmuştu, bunu sadece ben değil, sitemi gören herkes söylüyordu.
Sonra değerli hocamın teşvikiyle Flash programı üzerinde
çalışmaya başladım. İki yıldır çalışmalarımı sürdürüyorum.
Yararlanabildiğim tek kaynak internet olduğu için, maddi
yönden bazı sorunlarla karşılaşıyorum zaman zaman; ancak
sevgili dostlarımın desteğiyle bunların da üstesinden geliyorum.
Artık benim de bir idealim, uğrunda çaba göstereceğim bir
amacım var; iyi bir Webmaster olmak... Sanırım bu yolda büyük
gelişme kaydettim, bilgisayarı ilk kullandığım ânı düşündüğümde
bunu görebiliyorum, ve kendimle gurur duyuyorum... Gelişimime
katkıda bulunan herkese ayrıca teşekkür edeceğim, ama buradan
da onlara ne kadar minnettar olduğumu söylemek, hepsini
sevgiyle kucakladığımı belirtmek istiyorum...
İşte benim öyküm! Hayatımın her karesinde acıyı ve hüznü en
yoğun şekilde hissetmiş olsam da, her şeye rağmen yaşamayı çok
seviyorum... Tüm gücümle güzel bir şeyler yaşayabilmek,
ardımda güzel izler bırakabilmek için çabalıyorum. Bazen
güzelliklerin benden çok uzakta olduğunu düşünüyorum; ama
sonra pencereme doğan güneşin sıcaklığında, balkonuma konan
bir kuşun şarkılarında; minik yeğenlerimin gözlerindeki ışıltıda,
canlılıkta; dudaklarındaki gülücüklerde; aslında güzelliklerin
her zaman yakınımda, baktığım yerde olduğu kadar, onu görmek
isteyen gözlerimde, yüreğimde olduğunu farkediyorum. Çünkü
bazen önünüzde çok güzel bir şey, örneğin bir çiçek olsa da, eğer
onun güzelliğini görmek istemiyorsanız, üzerine basıp onu
çiğneyebiliyorsunuz. Savaşlar ve dünyadaki bütün kötülükler de
bu yüzden olmuyor mu zaten... İnsanlar gözlerinin önündeki
güzellikleri görmek istemediklerinden onları yok etmeye
çalışıyorlar. Saygıyı, sevgiyi, barışı, kardeşliği; çocukları yok
ediyorlar... oysa onlar dünyanın en güzel varlıkları... Sitemde
elimden geldiği kadarıyla yitirilen bu değerleri konu edinmeye,
onları bir kez daha hatırlamaya ve sizlere de hatırlatmaya
çalıştım. Ne derece başarılı olduğumu ya da olmadığımı
sizlerden gelecek eleştirilerden öğrenmeyi umuyorum.
Gözleriniz ve yüreğiniz daima güzellikleri görmeye açık olsun...
Sevgiyle ve dostlukla kalın...”
Hilâl Lüle

Önceleri yazı dili vardı sadece aramızda. Onu görmüyor, sesini
duymuyorduk. Öyle akıllı ve birikimliydi ki kimse bizden eksik bir yönü
olduğunu düşünmedi. Ama Mariah kendini hiç gizlemedi. Kısa süre
içerisinde onu her tanıyan, hüzünlü yaşam öyküsüne ve verdiği azimli
mücadeleye şahit oldu.
Mariah’ı kaybetmemizin ardından bir şeyler yapmamız gerek diye
düşündük. Hilal Lüle’yi anlatmanın, onun neler başardığını ve neler
yaşadığını herkese duyurmanın en güzel yolunun bir kitap olacağına karar
verdik. Ve sonuçta bu kitap ortaya çıktı. Bu düşüncemizi Hilal’in ailesine
açtığımızda, onlar da destek vererek ellerinde bulunan Hilal’e ait tüm
yazılı dokümanları bizlere ulaştırdılar.
Henüz parmakları işler halde iken yazdığı yedi güzel defter... İçinde özlem
ve acılarını barındırdığı şiirler ve hep birbirinin tekrarı gibi görünen sırça
kızın hüzünlü günceleri…
İki dönem var Hilal’in hayatında. Bilgisayarla tanışması öncesinde, tek
eğlencesi yatağında televizyon izleyip müzik dinlemek olan Hilal ve
sonrasında internet ile dünyayı odasına taşıyan Mariah.
Hilal, 1995 senesine kadar işlevini henüz kaybetmemiş olan elleriyle
günlükler tutar, şiirler yazar..
En sevdiğim türkü ‘Geçmiyor Günler, Geçmiyor’ derdi... Her gün
gülümseyen, hep mutlu olmak için bir sebebi olan Mariah’ın bu türküyü
neden bu kadar sevdiği eski günlüklerini okurken daha iyi anlaşılıyor.
Forumumuzda bulunan, efkarlandıkça iç döktüğümüz bir konunun içinde,
bu türkünün sözlerini şöyle eklemişti Mariah:
Burda çiçekler açmıyor
Kuşlar süzülüp uçmuyor
Yidızlar ışık saçmıyor
Geçmiyor günler geçmiyor
Dışarda mevsim baharmış
Gezip dolaşanlar varmış
Günler su gibi akarmış
Geçmiyor günler geçmiyor
Oooooofff offf!!!
diye...

Sene 1987. Hilal on
bir yaşında ilk
günlüğünü tutmaya
başlıyor. Sayfalar
dolusu yazı... Ama
okunduğunda her
gün diğeri ile aynı...
Her gün canı
sıkılıyor Hilal’in,
hep yatıyor. Tek
dünyası izlediği
filmler ve dinlediği
müzikler. Hayalinde
filmlerdeki
aktörlerle aşk
yaşıyor, sevda
şarkıları ile hiç
yaşayamayacağı
aşkı düşlerinde
kurguluyor...

4 Mayıs “Canım sıkılıyor. Patlayacak gibi oluyorum. Kolay mı günlerce
haftalarca, aylarca yatmak. İki yıl oldu hala bir gelişme yok. Bazen
ortalığı kırıp, dökesim geliyor. Neden mi, niçin böyle olduğunu düşüne
düşüne… Neden ben de herkes gibi gezemiyorum? Herkes geziyor,
gülüyor, ben ağlıyorum. Herkes geziyor, ben yatıyorum…Günler hiç
geçmiyor, değişmiyor. Her gün aynı, bıktım…”
20 Mayıs “bıktım, yatmaktan bıktım…ağlamaktan bıktım…”
3 Haziran: “Nasıl olsa alıştım evde yatmaya, pek o kadar zor gelmiyor.
Fakat diğer çocukların gezip oynadığını görünce işte o zaman çok zor
geliyor”
8 Mayıs: “Bugün yeni bir kitabı okumaya başladım. Çok güzel bir kitap
okurken insanın kendini kaptırmaması elinde değil Adı; Samanyolu. Sonra
Polyana başladı seyrettim. Sonra babam bana dondurma getirdi. Sonra
Ben Bilirim başladı seyrettik. Sonra da Küçük Kadınlar’ı seyrettik yattık.”
9 Mayıs: “Bugün çok güzel bir film vardı denizli bir film harikaydı. Şimdi
bu saatte Eurovision yarışması var. Eminim onuncu bile olamayız.
Kuruntu Ailesini vermediler. Buna çok canım sıkıldı. Kuruntu Ailesi’ni
çok seviyorum ama olsun Eurovision da güzel. Hem yarın akşam da
Kaynanalar var. O da güzel hem de çok komik. Bugün de böyle geçti.”
10 Mayıs: “Bugün de canım sıkılmadı. Çünkü onda kalktık çünkü akşam
geç yattık. Eurovision şarkı yarışması vardı. Tahminim doğru çıktı onuncu
bile olamadık, sonuncu olduk. Kimse bize puan vermedi. Ama biz hepsine
dağıttık. Bu sabah çok güzel bir film vardı. Zaten filmlerin hepsi çok güzel
oluyor. Sonra başka bir film verdiler. O da çok güzeldi.”
22 Mayıs: “Bugün Polyana çok güzeldi. Bu bölümde Polyana’ya araba
çarpıyor Polyana düşüyor. Bacağından kan akıyor. Öyle bitiyor.”
5 Haziran: “Bugün de balkona çıkmadım hava yine bozuktu. Zaten ben
balkona çıkacağım zamanlar hava hep bozuk oluyor. Cumartesi Pazar
günleri geldi mi, ben televizyon seyredeceğim ya güneş tam dik vuruyor,
ben de sinir oluyorum…
Bugün Polyanna vardı. O kadar güzeldi ki… Bu bölümde Polyanna sakat
kalıyor, tıpkı benim gibi…”
25 Haziran:”Ne zamandır seni elime almamıştım. Çünkü hastaydım.
Kolum ve bacağım ağrıyordu. Hiçbir şey yapamadım. Kıpırdayamadım
bile. Şimdi biraz daha iyiyim.”
29 Haziran: ”Bugün balkona çıktım. O kadar güzeldi ki canım hiç
sıkılmadı. Yazacak başka hiçbir şey yok…”
3 Temmuz: “Bugün Polyana vardı. Bu bölümde Polyana ameliyat oluyor.
Ameliyat olduktan sonra onu odasına götürdüler. Polyana bir rüya gördü.
Rüyasında annesi ve babasıyla koşuyordu. Onlara “artık yürüyorum”
diyor. Sonra arkasına dönüp bakıyor, annesi ve babası uzaklaşmaya
başlamışlar. Polyana yere düşüyor ve kalkamıyor. Elini annesine
uzatıyorken Bayan Poly elini tutuyor.”
13 Temmuz: ”Bu gün balkona çıkmadım çünkü bacağım ağrıyor,
yerimden bile kıpırdayamıyorum. Kolum da ağrıyor… Canım çok
sıkılıyor…”
24 Temmuz: “Bugün Polyana çok güzeldi. Polyana artık yürüyor. O
kadar mutlu ki. Keşke ben de onun gibi olabilsem. Ne kadar güzel
yürüyüp, eğlenebilmek. Ama yine de mutluyum çünkü bugün balkonda
oturdum.”
Hilal için televizyon, hayat demekti.
5 Ağustos: “Bugün televizyon dokuzda açıldı. Çok güzel filmler vardı,
hepsini seyrettim. Dört gün televizyon dokuzda açılacak. Beşinci gün on
iki de açılacak. Çünkü o gün bayram değil, üstelik Pazar.
Evlerinin salonundaki kendi gibi küçücük yatağından seyrediyor Hilal
televizyonu. Ev halkı neyi izlemek isterse, Hilal de onu izliyor. Ya da o
zamanlar tek seçenekleri olan kanal ne yayınlarsa…
“Bu akşam film yok. Brezilya- England takımları arasında oynanan kupa
maçı var. Biz de şu an onu seyrediyoruz. Durum 1-1 devam ediyor.”
Kim bilir belki de Trabzonspor sevdasını o dönemlerde mecburen izlemek
zorunda kaldığı kupa maçlarına borçlu…
Polyana’yı seyrederek geçirilmiş bir dönemin ardından gelen yıllarda artık
balkona da çıkamıyor Hilal. Kıpırdamaya korkuyor, kıpırdayamıyor. Yine
de Polyana’yı unutmuyor.
“Sevgili Dost;
Az önce bu defteri şöyle bir okudum da baştan sona kadar hep aynı şeyi
anlatmışım. Ne kadar çok acı çektiğimi, yalnız bir insan olduğumu ve
kimsenin beni anlamadığını. Tek bir sayfada bile mutlu bir kelime yok.
Hepsi acı dolu, özlem dolu.
Her geçen gün çaresizliğim biraz daha artıyor. Tabi acılarımla birlikte.
Teselli bulacak en küçük şey bile bulamıyorum. Bir ara Polyana’nın
mutluluk oyununu oynamayı denedim. Ama başaramadım.”
Yıllar sonra Mariah, 29 yaşına geldiğinde bile, televizyonlu yılları
gülümseyerek hatırladı. Alternatif Forum`da açılan ‘80ler Yeniden’
konusunda söyleyecek çok şeyi vardı:
“Biz tv'nin açılmasına 1 saat kala açardık tv'yi, karıncalanmayı izlerdik
bir süre, açılış, İstiklal Marşı... O dönemin çizgi filmleri başkaydı, Voltron
bile şimdikilerin yanında pamuk prenses gibi kalırdı.
80 diyince hatırladığım ilk şey amcamın kızının evli bir adama
kaçmasıydı. Aile karmakarışıktı, ülke de öyle, Orgeneral (yanlış
hatırlamıyorsam) Kenan Evren her akşam tv'de, millet pür dikkat...
Meğerse darbe olmuş, ordu yönetimi ele almış.
80'lerden hatırladığım bir şey de radyo. Radyo da tv kadar önemliydi
bizim için... Sabah 10'da arkası yarın, öğlen okul radyosu, akşam 18
çocuk bahçesi, çarşamba geceleri ve pazar sabahları radyo tiyatrosu...
Çarşamba gecesi radyo tiyatrosu Michael Douglas'ın "San Francisco
Sokakları" filmiyle aynı ana denk gelirdi. Babamlar filmi seyrederken,
annem, ablam ve ben radyo dinlerdik. O arkası yarınlar hala aklımda
inanır mısınız, konularını bile hatırlıyorum. Erkek kahramana aşık
olurduk hep, mahalledeki diğer ablalar da dahil... Mahallenin kızları hep
bizdeydi, annem Güzin ablaları gibiydi onların. Tv bir tek bizde vardı, her
akşam ev sinema gibi olurdu.”
8 nisan 2005
Yıl 1993. Hilal on yedi yaşında. Televizyon dizileri onu mutlu etmiyor.
Artık balkona da çıkamıyor. Neredeyse hiç kıpırdayamıyor. Zamanının
dolduğunu, son günleri olduğunu düşünüyor. Üstüne üstlük bir de annesi
hasta. Annesini kaybetme korkusu, hastalığından ağır basıyor. Ve yeni bir
günlüğe başlıyor. Eski günlüğü gibi gün be gün kaydedilmemiş yazılar.
Gün içinde ne olup bittiğini yazmıyor artık. Sadece acılarını paylaşmak
için eline alıyor kalemi.
“Ben Hilal; acılarımı paylaşacak kimsem olmadığından bundan sonra
sana anlatacağım. Yani tek dostuma. Tek dostum diyorum çünkü
hayatımda hiç gerçek dostum olmadı. Çünkü kimse bana bir insan gibi
değer verip, beni sevmedi. Benimle neden arkadaşlık yapmadıklarını
biliyorum. Çünkü ben onlarla gezemiyorum ve erkek arkadaşım da yok.
Bu yüzden beni küçük görüyorlar. Ve gezmeyi bana tercih ediyorlar. Oysa
ben çok iyi bir dinleyiciyim…
Bu dünyada bir yerim olmadığına inanıyorum. Çünkü doğduğumdan beri
hayat bana karşı. Ve sekiz yıldır yaşamım ailem ve benim için tam bir
işkence.
Ben; günün yirmi dört saati ve senenin üç yüz atmış beş günü yatıyorum.
Yaşıtlarım okula gidiyorlar. Arkadaşları var, gezip eğleniyorlar. Doya
doya nefes alıp, yaşıyorlar. Ben ise bunların hepsine hasretim. Şimdi
güzel bir genç kız olabilirdim. Bu yıl üniversite sınavına girecektim.
Eminim kazanırdım ve topluma çok faydalı olabilirdim. Ama bana bu
fırsat verilmedi. Fırsat verilenler ise bunun kıymetini bilmiyorlar ve bu da
beni çok üzüyor.
Mevsimlerin değişikliğine göre benim de ruh halim değişiyor. Ama
sonuçta hep yalnız kalıp, acı çekiyorum. Yazları herkes geziyor. Güneşi ve
gökyüzünü gördükçe kalbimde müthiş bir acı hissediyorum. Kışın okula
gidiyorlar. O zaman ben gidemediğim için üzülüyorum. İlk baharda ise
çiçekler açıyor ve her şey görülmeye değer oluyor. Ve ben kahroluyorum.
Son olarak sonbaharda renklerin sarıya döndüğü, yaprakların döküldüğü
ve güz yağmurlarının yaşandığı günlerde dışarıda olmak için her şeyimi
verirdim. Bu haksızlık değil de nedir? Ben bu acıları hak edecek ne
yaptım? Kimse bu kadar kötü olamaz. Ama bunlarla yaşamak zorundayım.
Bu dünyadan kapıyı çarpıp çıkmak mümkün değil.
Ben de herkes gibi doğdum. Ama yaşamadım ve yakında öleceğim. Keşke
Allah izin verse de birkaç gün yaşasam. Öldüğüm zaman öbür dünyada
anlatacak bir şeylerim olur. Herkes günahlarını anlatıp cezalarına
katlanırken, ben yine suçum olmadan ceza çekeceğim. Hiç olmazsa birkaç
gün yaşadım deyip, avunurum. Bu birkaç gün içinde bir iki sevap işlerim
ve diğerleri sevaplarını anlatırken ben de susmam.
İşte bunlar daima benim aklımda. İçtiğim her yudum suda bunlar kat kat
artıyor. Benim bunları yaşamam haksızlık. Benim annem ölürse bana kim
bakacak korkusu ile yaşamam haksızlık. Herkes adaletin öbür dünyada
olacağını söylüyor. Ama insan benim gibi olursa her an günahkar
olabiliyor. Ya da patlamaya hazır bir bomba gibi isyan etmeye yakın. Bu
durumda ne olacağı benim bilgilerimi, mantığımı ve hayal gücümü aşıyor.
Annem bana müzik ve televizyon delisi olduğum için kızıyor. Ama ben
düşünmemek için kendimi bunlara kaptırıyorum. Çünkü düşündüğüm
zaman bu yükün altından kalkamıyorum. Ve sanki kurtlar beynimi
kemiriyor.
Canım annem… Bu güne kadar yaşadığım hayatı anneme borçluyum. O
beni hiçbir şey beklemeden, hiçbir amacı olmadan doğduğumdan beri
baktı. Diğer anneler çocuklarının doğumundan itibaren gelecekleri
hakkında bir çok hayal kurup, amaç edinirler. Önce okula başlarlar.
Karne aldıklarında üzüntüyü ve sevinci bir arada yaşarlar. Sonra
üniversite, mezuniyet günü, iş hayatı, evlilik ve çocuklar. Bunların
hepsinde anne ve babalar çocuklarıyla birlikte olurlar. Benim annemin
böyle umutları hiç olmadı. Diğer çocukları için kurduğu hayalleri benim
için kuramadı. Ama bana hiçbir karşılık beklemeden baktı. Ağladığımda
benimle birlikte ağladı. Sevindiğimde benimle birlikte sevindi. Arada bir
beni üzmüş olabilir ama hakkını asla ödeyemem.
İşte benim annem şimdi hasta ve ben onu kaybetmekten çok korkuyorum.
Allah’a onu benden almaması için yalvarıyorum. Ona vereceği hastalığı
bana ver. İlle de biri ölecekse ben öleyim. Ben ölürsem üzülürler ama bu
onları yıkmaz. Bir sorundan kurtulmuş olurlar. Ama annem ölürse alt üst
olurlar. Ben de ortada kalırım. Kimse bana annem gibi bakamaz. O
zaman ya üzüntüden ölürüm ya da kendimi öldürürüm. Ya da birkaç gün
içinde bakımsızlıktan ölürüm… Allah’ım bu üzüntüyü yaşamama izin
verme. Ailemin bu üzüntüyü yaşadığını görmeme izin verme. Buna
dayanamam. Beni annemden sonraya bırakma. Eğer bu dileğim kabul
olursa bir daha hiçbir şey istemeyeceğim. Acıdan ölsem de yattığım yerde
çürüsem de hiçbir şey istemeyeceğim. Zaten dualarım, beddua olarak geri
geliyor.
Yaşadıklarımı görüyorsun. Son iki yıldır hayatım öyle zorlaştı ki tam bir
cehennem. Sekiz yıl öncesini öyle özlüyorum ki. Kendi kendime sokağa
çıktığım günleri, çocukluğumu… Aslında çocukluğumu yaşamadım. Yani
diğerleri gibi koşup, oynamadım. Ama yine de bu günümden çok çok
iyiydi. O zamanlar sakatlığımı dert etmiyordum. Çünkü çocuktum. Bir
evcilik oyunu beni mutlu etmeye yeterdi. O günlerimi arayacağım aklımın
ucundan geçmezdi. Keşke doğmasaydım ya da ameliyattan hiç
kalkmasaydım. Dünyanın güzelliklerini görüp, yaşamayı sevmeden,
hayatın kötülüklerini görüp, kaderden nefret etmeden ölseydim.
Yaşamak ne kadar zor. Kader; bazılarına hep gülerken, bazılarının da hep
acımasızca üzerine gidiyor. Sanki doğuşunun intikamını alıyor. Bazen tam
her şey yoluna girdi derken bir olay oluyor ve hayatın kayıyor. Ya da
dayanma gücünün, sabrının sınırına gelmişken bir yerlerde bir ışık
doğuyor, gittikçe büyüyor ve dünyan aydınlanıyor. Bu güne kadar hiç
başıma gelmedi ama umarım bundan sonra değişir.”
“Sevgili Dost;
Acı çekiyorum hem de çok. Bu bedensel acıdan çok ruhsal bir acı. Bugün
arkadaşlarım geldi. Bir kız, dört erkek lunaparka gidiyorlardı bana
uğradılar. Onları öyle görünce ağlamak istedim. Hepsi sağlıklı, birlikte
eğleniyorlar. Bir tanesi oldukça yakışıklıydı. İyi olsam belki de onunla
arkadaş olurduk.
Dünyada en çok acı çeken benmişim gibi geliyor. Herkes beterin beteri
var deyip, geçiştiriyor ama bu beni teselli etmiyor. Çünkü ben de beterin
beterinden biriyim. Belki kör olsam, sağır ya da dilsiz ya da bir organım
eksik olsa bu kadar acı çekmezdim. Çünkü kimseye muhtaç olmazdım.
Kendi kendime yetebilirdim. Okurdum, arkadaşlarım olurdu hatta
sevgilim bile. Bu yüzden böyle kalıplaşmış sözcükler beni teselli etmiyor.
Hatta daha çok üzüyor.
Anlayamıyorum. İnsanlar zor bir durum karşısında hemen bunalıma
giriyorlar ya da deliriyorlar. Bunlar bana olmadı. Belki çok kaprisliyim
ama aklımı kaçırmadım. Belki kaçırsaydım bu kadar acı çekmezdim. Bu
yüzden insanların nasıl olup da intihar ettiklerine şaşıyorum. Ben de bunu
birkaç kere düşündüm ama asla cesaret edemedim. Ve yalnızca bir olayın
dışında başka hiçbir şey için bunu yapmazdım. Umarım Allah buna fırsat
vermez.
Sevgili Dost; başka bir acılı günümde görüşmek üzere şimdilik hoşça
kal...”
1996 yılında Hilal hayatta en korktuğu şeyi yaşar. Hayattaki tek
dayanağı olan annesini kaybeder. Onun yaşamında bu olay da bir dönüm
noktası olur.
“Yağmurlu, karanlık bir sonbahar akşamı annemi son yolculuğuna
uğurladık... oysa daha vedalaşmamıştık bile... Belki de vedalaşmadığımız
iyi oldu, tıpkı benim bir gün ona gitmeyi umduğum gibi, o da bir yerlerde
benim ona gitmemi bekliyordur... Sanki hiç ayrılmamışız gibi
kavuşacağızdır belki... Şimdilik buradayım, bir tarafım eksik... her tarafım
eksik... ama güçlüyüm... Her şey güzel olacak... bir gün...”

“ANNEM, SENİ SEVİYORUM
Canım annem, sana hiç seni seviyorum demedim değil mi?
Bizim toplumumuzda, veya bizim yöremizde belki, bu cümle aile içinde
kullanılmaz pek. Sadece sevgililer birbirine seni seviyorum der ama iki
kardeş birbirine, baba oğluna, anne kızına, ya da çocuklar annebabalarına
seni seviyorum demezler. Bizde de böyleydi. Söylemesem de,
seni ne kadar çok sevdiğimi biliyordun sen, bundan eminim...
Benim yaşam kaynağımdın, hayatta güvendiğim tek varlıktın,
sığınağımdın, her şeyimdin... Bazen üzerdim seni, kızdırırdım, bilmezdim
ki bir gün bunu yaptığım için yüreğim acıyacak; keşke yapmasaydım,
keşke söylemeseydim diye kendime lanet edeceğim... Keşke seninleyken
daha çok seninle olsaydım, keşke daha çok sesini duymak için sürekli
seninle konuşsaydım, keşke yağ yeşili gözlerine daha çok baksaydım,
keşke bana gülümsediğinde dudağında beliren kıvrımları, saçımı
okşadığında içime yayılan huzuru, alnımı öptüğünde bıraktığın sıcaklığı
bir kutuya koyup saklayabilseydim
Sen gittiğinden beri kimse alnımdan öpmedi, saçımı okşamadı, bana senin
gibi gülümsemedi... Sen gittiğinden beri huzur anlamını yitirdi
sözlüklerde, bir boşluk kaldı yüreğimde, ne yaptıysam dolduramadım.
Sevgi istedim, seninki gibi derin ve karşılıksız bir sevgi aradım herkeste,
bulamadım... Sen gittiğinde her şey yok oldu; hayat yok oldu, güneş yok
oldu, Tanrı yok oldu, sessiz ve soğuk bir karanlık başladı... Sonra yavaş
yavaş aydınlandı, sen böyle olsun isterdin, kızının ağlamasına
dayanamazdın... Sana kavuşuncaya dek yaşamalıydım, senin için
yaşamalıydım, çünkü sen hep benim için yaşamıştın... Ölümden çok beni
ardında bırakmaktan korkardın, kimselere emanet edemezdin... Hastaneye
yatman gerekmişti kaç kereler ama sen beni bırakıp yatamamıştın, benim
için dayanılmaz acılar çekmeye razı olmuştun, ben de seninle birlikte
dayanılmaz acılar çekmiştim... Senin acıların sona erdi, şimdi olman
gereken yerdesin, cennette, ya da cennet sende...
Söyleyecek çok şey var ama kelimeler yetmiyor, yüreğim dayanmıyor
anlatmaya... Anneler günü benim için çok zor geçiyor sen gittiğinden beri,
ama hayat bu, katlanmak gerekiyor ölüme bile... Böyle olmak zorunda
mıydı?..
Annem, anneciğim, seni seviyorum... yeryüzündeki ve gökyüzündeki her
şeyden, canımdan, hayatımdan, Tanrıdan bile çok...
Seni çok özledim, kokunu, yüzünü, sesini, saçımı okşayan elini, her
şeyini...
Anneler günü geliyor, sana hediye alamayacağım için üzülüyorum... Belki
bir kuş konarsa pencereme, sevgimi yüklerim kanatlarına, bir de öpücük
kondururum alnına, bunları anneme götür derim, götürür mü? Belki
düşümde gelirim yanına, sarılırım sımsıkı, içime çekerim kokunu doyasıya
ki uyandığımda hatırımda kalsın, öperim yanaklarından, güzel
gözlerinden, seni seviyorum derim... seni seviyorum derim...
Belki sen şimdi beni görüyorsun ve bunları yapamasam bile seni ne kadar
çok sevdiğimi ve hep düşündüğümü anlıyorsun... Ağladığıma bakıp da
üzülme sakın, ilk defa seninle böyle konuşuyorum, konuşuyorum ama sen
cevap veremiyorsun, tek üzüntüm bu, sesini duyamamak. Yoksa iyiyim, her
zaman böyle değilim, gülüyorum çokça, bazen de ağlıyorum ama uzun
sürmüyor merak etme... hattâ ağlamak iyi geliyor bazen...
Ama sen ağlama olur mu? Burada çok ağladın, orada hep mutlu ol, hep
gül, hep... beni hep sev...”
Hilâl Lüle
<>
Ona göre, daha önce günlüklerinde de ifade ettiği gibi, artık hiçbir şey
eskisi gibi olmayacaktır. Fakat hayat ona başka sürprizler hazırlamıştır.
1997 yılında Hilal’in hayatında beklediği mucize gerçekleşir. Kardeşine
alınan bilgisayar Hilal’in tüm yaşantısını değiştirecektir. Artık televizyon
izleyecek, sıkılacak vakti olmayacaktır. Klavye dahi kullanamayan Hilal
önceleri bilgisayarla bakışır durur. Bir şey yapmalı ve bu işin üstesinden
gelmelidir. Kollarını kullanamadığından klavyeden vazgeçer ve fareye
yönelir. Önceleri beceremez sonra alışır kullanmaya. Derken kopyalayapıştır
yöntemi ile yazışmaya başlar insanlarla. Sonra buna gerek kalmaz.
Ekran klavyesini keşfeder. Sohbet odalarından kurduğu dostluklarla bu
yeni dünyaya ait bilgileri edinir.
“DOSTLARA TEŞEKKÜR
Burada, siteme doğrudan veya dolaylı olarak katkıda bulunan sevgili
dostlarıma, duyduğum minneti ve sevgiyi dile getirmeye çalışacağım...
Serkan (Canısı), web tasarımına başlamamdaki en büyük etken senin
askere gidişindi. Desteğin ve sevgin daima bana her konuda cesaret ve
güç verdi, vermeye de devam ediyor... Mariah Carey resimlerini üç yıl
önce seninle birlikte toplamaya başlamıştık, yine bu sitede senin için
onlara yer verdim. Her şey için sana tüm kalbimle teşekkür ediyorum, ve
seni çok seviyorum... Sonsuza dek...
Hüseyin (Bions), sevgin, dostluğun, yaşamımdaki olumlu etkin; eğitimime
ve gelişimime bulunduğun katkılar için yürekten teşekkür ediyorum sana...
Bana öğrettiklerin ölene dek yolumu aydınlatmaya devam edecek... Seni
daima seveceğim...
Ebûzer (Ebuş), henüz kısa bir zaman oldu seninle tanışalı, ama bu süre
bile senin ne kadar iyi ve güvenilir bir insan olduğunu anlamama yetti.
Dostluğun, ve siteme bulunduğun katkılar için binlerce teşekkür... Bence
sen Tanrı'nın çok özel kullarından birisin, çünkü ancak özel insanlar senin
kadar yetenekli olabilir... Dilerim dostluğumuz çok uzun yıllar devam
eder... Seni seviyorum...
Volkan (Niteowl), web tasarımı hakkında senden o kadar çok şey
öğrendim ki, burada söyleyeceğim hiçbir şey duygularımı anlatmaya
yetmez... Sadece kuru bir teşekkür edebiliyorum, ama inan bana bu sözler
yüreğimin en derin köşesinden geliyor... Tanrı'nın o özel kullarından biri
de sensin; hem resim, hem de müzik dalında bir gün çok değerli bir
sanatçı olacaksın, buna tüm kalbimle inanıyorum... Her şey için
teşekkürler... Seni seviyorum...
Haydar (Nisan), tanıştığımız günden beri dostlarım arasında çok özel bir
yere sahipsin, seninle sohbet etmek benim için daima inanılmaz bir keyif
olmuştur... Siteme bulunduğun ve ileride bulunacağın katkılar için
binlerce teşekkür... Güzel çocukların ve eşinle birlikte sağlıklı ve mutlu bir
yaşam sür, her şey dilediğin gibi olsun...
Elbette seni de seviyorum...
Barış, adını kullanıp kullanmamakta biraz tereddüt ettim, ama
görüşemediğimize göre artık bana kızamazsın... Sen hâlâ benim değerli
hocam ve gıcık abimsin, web çalışmalarında ve yaşamında sonsuz
başarılar ve mutluluklar senin olsun... Sevgim daima seninle...
Cezmi abi, senin gibi ünlü ve değerli bir yazarın benimle ilgilenmesi, onca
işinin arasında vakit ayırıp beni araması, bu naçizane çalışmama destek
olması tarif edilmez bir mutluluktu... teşekkür ederim... Tüm yaşamın
boyunca başarı ve mutluluk seninle olsun, sen bunu hakediyorsun...
Sevgilerimle...
Yunus Özay (yemre), sen çok tatlı ve yardımsever bir dostsun... Bu siteyi
sayende yenileyebildim, bundan daha da önemlisi senin gibi bir dost
kazandım... bunun için çok mutluyum inan... Seninle birlikte çok güzel
şeyler yapacağız değil mi? )
Son olarak Gülnet ve değerli çalışanları, desteğiniz ve güveniniz için size
de binlerce teşekkür... Umarım bunu hakeden bir çalışma
yapabilmişimdir. Sevgilerimle..”
HİLÂL LÜLE

Artık O Hilal değil, sanal ortamın tanıdığı adıyla;
Mariah…
“Mariah Carey benim için özel bir şarkıcı, birçok anlamda... Onu ilk
Without You şarkısıyla tanımış ve beğenmiştim, sanırım aldığım ilk
yabancı albümdü Daydream. Annem yabancı müzik hiç dinlemezdi ama
Mariah'ın sesini çok beğenmişti... Sonra, nette ilk edindiğim arkadaşla
Mariah sevgisi nedeniyle tanıştım. Bu arkadaş beni başka bir arkadaşıyla
tanıştırdı ve o kişi benim en iyi dostum oldu kısa sürede... Tahmin edersin,
o da Mariah sever... Öyle iyi dost olduk ki, o askere gidince kendimi çok
yalnız hissettim ve vakit geçirmek için kendime bir web sitesi yapayım
dedim. İlk olarak arkadaşıma ithafen bir Mariah albümü yaptım, hala
duruyor sitede. O zamandan beri hep Mariah nick'ini kullanırım, sonra
avatarlar çıktı, yine Mariah'ı aldım. Özel insanlarla kesişme noktası oldu
bana Mariah, bu yüzden onu çok seviyorum. Ve hayatımda duyduğum en
güzel sese sahip...”
Mariah ve Aksiseda hep biribiriyle anılan iki isim olur.
Aksiseda, Mariah’ın 2000 yılında kurduğu bir internet sitesi. Kültür sanat sitesi olan
Aksiseda’nın bir de forumu var. Forum sayesinde Mariah dünyanın dört bir yanından dostlar
edinir.
“Web sitemi hazırlamaya 2000 yılının başlarında karar verdim. İnternet'te tanıdığım ilk
dostlarımdan biri askere gitmişti ve onunla sürekli görüştüğümüz için o gidince kendimi çok
yalnız hissetmiştim. Oyalanacak bir şeyler aradım, kendime bir web sitesi yapayım dedim.
İnternet’ten kullanabileceğim malzemeleri topladım. HarmanYeri.com adresindeki siteden
FrontPage ile ilgili dersleri bilgisayarıma yükledim, ve sitenin sahibiyle bağlantı kurarak
çalışmaya başladım.
İlk deneyimim olmasına rağmen oldukça başarılıydı, sonra konunun uzmanı kişilerle
bağlantılar kurdum, onlardan çok şey öğrendim, kendimi geliştirdim. Hattâ bu işten ufak
tefek paralar bile kazanıyorum... Artık yaşamda bir amacım var; webmaster olmak, yani bu
işi meslek edinmek... Web sitem kültür-sanat ağırlıklı; şiirler, öyküler, hikâyeler, resimler vs.
var, bir forumum var...
Bu site ve forum sayesinde çok şey öğrendim, gerek insan ilişkileri, gerekse yaşamla ilgili...
Yeni arkadaşlar ve dostlar edindim, çevrem genişledi. Bu siteye duygularımı, düşüncelerimi
ve yaşamımı yansıttım, bu yüzden adı Aksisedâ...
Herkes Sedâ isimli aksi bir kızı anlattığını sanıyor adını duyunca, bilmeyenlere söyleyelim,
Aksisedâ yansıma demek... ) Halen web sitesi yapmaya devam ediyorum ama hâlâ çok
eksiğim var, çalışmaya ve öğrenmeye devam ediyorum... “
Aksiseda, Mariah için yeni bir dünyaya açılan kapı olur. Dünyanın her yerinden insanlar
Aksiseda penceresi altında buluşur. Sadece Mariah için değil siteye üye olan herkes için
vazgeçilmez bir mekan haline gelir. İnsanlar; kim ne yazmış, neler olmuş diyerek bu siteye
giriş yapmadan geçirmez gününü.
Mariah forumlara yazmaya başladığında, Sait Faik Abasıyanık’ın “Dünyayı güzellik
kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak herşey” dizesini, “Dünyayı sevgi kurtaracak, bir
insanı sevmekle başlayacak her şey...” diye kendine göre değiştirerek her yazısının altında
çıkan bir slogan/imza olarak kullandı.
Yaşamı boyunca duruşu ve hayata bakışıyla bu sözünün hep arkasında durdu...
“Her şey bir insanı sevmekle başlayacak... Her insan en az bir kişiyi sevse bile, sonuçta
bütün insanlar birbirini sevmiş olacak ve dünya kurtulacak... tı... ama insanlar sevmeyi bile
beceremiyor artık... Doğayı severken doğayı kirletiyor, hayvanı severken hayvanı öldürüyor,
insanı severken insanı incitiyor... Bunun dünyayı kurtaracak bir formül olduğundan
şüpheliyim artık.”
8 Temmuz 2003
Pek çok insanın katılımda bulunduğu Aksiseda sitesini yürütmenin dışında hiç boş
durmuyor Hilal. Yine forumdan tanıştığı arkadaşlarının birinden, çok uzaklardaki bir
arkadaşından internette yazışarak İngilizce öğreniyor.
“Sevgili Orhan,
Sana İngilizce öğreteyim dersen kabul, Almanca öğrenip de ne yapayım, yolum Almanya'ya
düşecek değil nasılsa... İngilizce öğrenebilmeyi cidden isterdim, web'de bazen zorlanıyorum
bu konuda. Web okulları açılmalı, yabancı dil ve bazı mesleki eğitimler için bu çok faydalı
olabilir, özellikle benim gibiler için... Gönüllü bazı insanlar ellerinden geleni yapıyor, çeşitli
konularda dersler hazırlayıp yayınlıyorlar ama yetersiz… Online okullar, testler, düzenli
dersler olmalı. Bunu her yerde dile getiriyorum ki, belki biri duyar da harekete geçer. Bu
ülkede internet boşa harcanıyor ve dahası Telekom’u zengin etmekten başka bir işlevi
olduğunu düşünmüyor devlet.”
Bir de kardeş sitesi var Aksiseda’nın; Alternatif. Mariah, kendi sitesine ayırdığı zamandan
kalan zamanını Alternatif sitesinde geçiriyor. Katılımcı olarak bulunduğu bu diğer forumda
yeni dostluklar ediniyor. Alternatif’in üyeleri de Aksiseda’ya üye oluyorlar. Ve koskoca bir
sanal aile oluşuyor. Dünyanın farklı ülkelerinden insanlar siteden tanıyıp sevdikleri Mariah’ı
görmeye Trabzon/Akçaabat’taki evine gidiyorlar. Artık Hilal yalnız değil. O artık kalbi ve
beyniyle herkesin sevgisini kazanmış, tatlı Mari.
“İyi ki yapmışım dediğim en önemli şey, kardeşimin bilgisayarına el koymam oldu. Bunun
dışında, iyi ki Aksiseda'yı açmışım, Kızıltamer ve tabii sizlerle de tanışmamın ilk
vesilelerinden biri de Aksiseda...”
Mariah
Mariah bilgisayar kullanmayı ve web tasarımını öğrenmeye başladığı yıllarda oldukça zor
zamanlar geçirmekteydi. Bir yandan ailecek yaşam koşullarını zorlaştıran maddi sıkıntılar,
bir yandan hastalığının gittikçe daha da ağırlaşan seyri onu moralsiz bırakıyor, hayata karşı
savaşında ve hep oynamaya çalıştığı mutluluk oyununda güçsüz kılıyordu. Evinin denize
nazır balkonuna artık çıkamıyor, güneşi bedeninde hissedemiyordu. Yattığı küçücük
yatağından denizin kokusunu içine çekerek sadece televizyon izleyebiliyordu.
Maddi sıkıntıları yüzünden ağrılarını dindirecek ilaçları bile alamayacak durumdaydı.
Her zaman yaptığı gibi o zaman da kendine inanarak bir adım attı.
Önceleri zaman geçirmek, sıkılmamak için yaptığı web tasarımlarını profesyonel olarak
sürdürmeye ve bu işten para kazanmaya karar verdi. Ve Hilal Lüle web tasarımcısı olma
yolunda hızla ilerlemeye başladı.
“Ben web tasarımını ilk öğrenmeye başladığımda amacım sadece vakit geçirmekti. Sonra
baktım ki internet ortamında böyle bir meslek var, insanlar web tasarımı yapıp para
kazanıyorlar. Bunu yapabileceğimi düşündüm, öğrenmeye daha çok gayret ettim. Her türlü
imkanım çok kısıtlıydı ve en kötüsü, başarabileceğime inanan, beni destekleyen benden başka
kimse yoktu... Birçok kez vazgeçmeyi düşündüm, iyi ki yapmamışım, hayal ettiğimden çok
daha iyi bir işim var şimdi... Bazı insanlar, bazı şeylere ulaşmak için diğerlerinden daha
büyük mücadeleler vermek durumunda kalabiliyorlar. Ama sonuçta verilen mücadelenin
karşılığı bir gün mutlaka alınıyor diye düşünüyorum ben.
Ortada bir fırsat eşitsizliği varsa çok fazla seçim şansınız yok demektir zaten. Size sunulan ya
da ulaşabildiğiniz kadarı için verirsiniz mücadelenizi. Ancak kendinizi geliştirdikçe, belirli
bir varlık gösterdiğinizi fark ettikçe yönünüzü değiştirmeniz veya yeniden çizmeniz mümkün
olabilir... diye düşünüyorum...”
Bu işi meslek edinip para kazanmaya başladığı yıllarda, başka ve daha çeşitli işler de
alabilmek için çevre edindiği yerlerle iletişim kurmaya devam ediyordu. Bir mail grubuna bu
konu ile ilgili yazdığı mektup hayatında yeni bir sayfa açacak, o zamandan sonra kendini
daha iyi hissetmesine ve ayakların yere iyice basmasına sebep olacaktı...
"Bir yahoo grubuna iş aradığıma dair bir mail yazmıştım, özelliklerimden falan bahsettim.
Bir süre sonra bir telefon aldım, 'Sabancı Üniversitesi'nden arıyoruz, mailinizi okuduk. Sizi
listeye aldık, açık kadromuz olursa sizi tekrar arayacağız' dedi arayan kişi. Birkaç ay sonra
tekrar telefon geldi, 'Biz seni işe almayı düşünüyoruz, falanca gün seninle mülakat yapmaya
birini göndereceğiz" dedi. 'Nasıl yani, İstanbul'dan Trabzon'a benim için mi gelecek' dedim,
'sen bize gelemiyorsan biz sana geliriz' dedi. Müthiş bir şaşkınlık yaşadım. Bir hafta sonra
İnsan Kaynakları Sorumlusu beni görmeye geldi. Aralık ayında işe başlayacağımı söylediler.
Rüya gibiydi her şey, hâlâ inanamıyorum. “
Hilal o zamandan sonra Sabancı Üniversite’sinin maaşlı ve kadrolu çalışanı olmuştu.
Üniversitenin web sayfasını hazırlayıp güncelliyor, bunu yaparken bildiği tüm tasarım
programlarını (html, photosop, frontpage, flash, dreamweaer gibi) başarıyla uyguluyordu.
Yattığı yerden web kamerası sayesinde ekibinin toplantılarını katılıyor, üzerine düşen
vazifeleri işe gidebilen arkadaşları kadar yetkin bir biçimde yerine getiriyordu.
O zamana kadar kendini kıyıda köşede kalmış biri gibi hissediyordu, çeşitli sağlık
makamlarına yaptığı başvurular sonuçsuz kalıyordu fakat artık O Türkiye’nin en büyük
kuruluşlarından birinin çalışanıydı ve O’na sahip çıkan birileri vardı.
Kendine güveni olan, kendini güvende hisseden bir iş kadınıydı artık Mariah...
”Geçen yıl tedavi için KTÜ Tip Fakültesine başvurmuştum, herkes biliyor. 6 ay sonra
doktoru evime getirebildim, o da gönüllü olarak gelmişler, böyle bir zorunlulukları i veya
sorumlulukları yokmuş. Tedavinin gerçekleşmesi bir yılan hikayesine döndü ve olmadı, onu
es geçelim ama Amerika’da olsaydım, yaptığım yalvarmalar üzerine hastaneyi evime
taşırdılar, burada ise duvara yalvardım resmen. Yani 28 yıl içinde bir kez devletimin
kurumlarından bir şey talep ettim ve elim boş döndüm. Devletim bana “bu kadar” değer
verirken, Sabancı Üniversitesi, benim bir yahoo grubuna yazdığım bir maille beni buldu, ta
ayağıma önce İnsan Kaynakları sorumlusunu gönderip beni işe aldı, sonra iki birim
yöneticisiyle birlikte gerekli ekipmanları gönderip beni sigortalı elemanı yaptı. Geçen ay bir
solunum yolu enfeksiyonu geçirdim, Sabancı Üniversitesi’nin Trabzon’daki anlaşmalı
hastanesini aradım, bir doktor ve hemşire gönderdiler, bir kuruş ödemeden tedavi oldum.
Bana diğer çalışanlarına sundukları bütün olanakları sundular ve en önemlisi, bunu
yaparken bana muhtaç, aciz, acınası biriymişim gibi davranmadılar… Önemli, başarılı ve
saygın biri olduğumu hissettirdiler… Benim gibi yüzlerce engelli çalışıyor Sabancı
kuruluşlarında… Tamam, ailesinde engelliler olması vesilesiyle engellilere bu imkanları
tanımış olabilir Sabancı ama gelmiş-geçmiş başbakanların, milletvekillerinin, diğer zengin
işadamlarının, hortumcuların, din simsarlarının ailelerinde hiç mi engelli yok? Niye
Sabancı’dan başkası beni adam yerine koymadı, niye benim devletim beni kıyıda köşede
unuttu? Yahu ben hastaneye gidemiyorum diye devletim bana ne halin varsa gör diyor… Ben
diyorum ki sağır olmak üzereyim, acil tedaviye ihtiyacım var, 6 ay sonra geliyor doktor ve
diyor ki “Hilal kusura bakma çok yoğunduk gelemedik”… O doktoru acilen bana gönderecek
mekanizmayı dedem mi kuracak? Sevgili devletim, sağır olmama az kaldı ama ben kusuruna
bakmıyorum. Verdiğin ağrı kesiciler ağrılarımı dindirmiyor ama ben kusuruna bakmıyorum.
Şimdi SSK’lıyım ama SSK işe alındığımdan önceki hastalıklarımı hastalıktan saymıyor, ben
yine kusuruna bakmıyorum. Benim maaşımdan vergiler kesiliyor ama o vergiler bana geri
gelmiyor, ben yine kusuruna bakmıyorum. Felçli arkadaşıma “jelli sonda senin neyine, ilkel
sonda kullan, kullanmıyorsan işeme” demişsin, ben yine kusuruna bakmıyorum. Kusuruna
baksam kaç yazar, sence ben yokum zaten… O yüzden, beni gören, bilen, tanıyan, değer
veren, ciddiye alan tek merciye, Sakıp Sabancı’ya “devletim” dedim ve devletimi kaybettiğim
için çok üzgünüm… Ona laf eden insanlar önce onun kadar hizmet etsin memlekete, bir
engelliyi topluma kazandırsın, topluma bir engelliyi sevmeye (acımaya değil), değer vermeye
(acımaya değil), saygı duymaya (acımaya değil) öğretsin, bir üniversite açsın, fakir ama
başarılı öğrencilere burs versin, rehabilitasyon merkezleri açsın, körlere ve spastiklere okul
açsın, binlerce isçi çalışştırsın ve bunları yaparken de mütevazi olmayı, hala köy yemeklerini
sevmeyi basarsın, sonra ona laf etme hakkına sahip olabilirler…”
Hilal elde ettiği bu büyük başarının ardından herkese “Bu dünyada ben de varım!” diyerek
sesleniyor, her durumda mücadele etmenin önemini vurguluyordu.
“Var Olmak Mı? Yok Olmak Mı?
Franz Kafka, Değişim adlı eserinde, bir sabah uyandığında kendini bir böceğe dönüşmüş
olarak bulan Gregor Samsanın öyküsünü anlatır.
Gregor bu haliyle değil toplum içine çıkmayı, ailesine gözükmeyi bile istemez. Ailesi başta bu
değişimin şokunu yaşar. Artık onlara bakan, evin tüm sorumluluklarını üstlenen kişi yoktur.
Onu Gregor Samsa olarak değil, çirkin bir böcek, işe yaramaz bir yaratık olarak
görmektedirler. Gregor kendisini odasına hapseder, sadece kız kardeşi ona yemek getirmek
için odaya girmektedir, o girdiğindeyse Gregor yatağın altına saklanmaktadır.
Gregor bu durum içinde olmaktan utanır; ailesine bakamayacak olmak, yavaş yavaş aileden,
yaşamdan dışlandığını görmek, onun çaresizlik içinde çırpınmasına neden olur. İlerleyen
zamanda, Gregorun toplum ve aile içindeki yeri tamamen unutulur. Bir odada tek başına
kaderine terk edilir.
Pencereden dışarı bakar sürekli, insanlar yaşayıp gitmektedir eskisi gibi, oysa onun için
hiçbir şey aynı değildir artık .Unutulmuş, terkedilmiş, ölümü beklemektedir sessizce ve karşı
koyacak gücü yoktur
Bu öyküye pek çok açıdan bakmak mümkün, ben kendi yaşantımla ilintili bulduğum açıdan
bakıyorum.
Herkes gibi normal, sıradan bir hayatınız varken, bir sabah uyandığınızda kendinizi
bambaşka bir yaşamın içinde buluyorsunuz. Eskiden yapabildiğiniz pek çok şeyi artık
yapamıyor veya yapmak için birinin yardımına gereksinim duyuyorsunuz. Bu sizi incitiyor,
eziyor, bir süre sonra kendinizi işe yaramaz biri gibi görüyorsunuz ve dahası, bir süre sonra
herkesin sizi işe yaramaz biri gibi gördüğünü düşünüyorsunuz
Şanslıysanız çevrenizde sizin fiziksel ihtiyaçlarınızı karşılayan, yemeğinizi-suyunuzu temin
eden, hattâ sizi kendi eliyle yediren-içiren, tuvalet ihtiyacınızı gideren aile bireyleriniz
vardır. Ama bu ihtiyaçlar giderilirken bir şey hep göz ardı edilir veya bunca şeyin arasında
vakit ayrılamayacak bir ayrıntı olarak bir kenara bırakılır; artık yaşamınızı başkalarının -bu
aileniz bile olsa- kontrolüne bırakmak zorunda kalmışsınızdır.
Artık çalışamazsınız, artık okuyamazsınız, artık yürüyemez, göremez, veya duyamazsınız
hatta yataktan bile kalkamazsınız, artık arkadaşlarınızla gezmeye, sinemaya, tiyatroya
gidemezsiniz, artık bir sevgiliniz olamaz, sarılamaz, öpüşemez, sevişemezsiniz
O kadar çok şey vardır ki yitirdiğiniz, ağlamak bile gelmez elinizden, sadece bir şaşkınlık
vardır üzerinizde. Bir de kafanızda çınlayan şimdi ne yapacağım sorusu
İlk şoku atlatışınızın ardından yeni sorular eklenir zincire; bu neden oldu, neden ben, suçum
ne, günahım ne? Uzun süre bu sorularla boğuşur, isyan eder, umutsuzluğa düşer, bunalıma
girer, dibe vurduğunuzu hissedersiniz. Haykırırsınız kimse duymaz, ağlarsınız kimse görmez,
öfkeden kudurursunuz kimse bilmez.
Sadece geceler kucak açar size. Gözyaşlarınızı ve sessiz haykırışlarınızı gizler, öfkenizi
bastırır ve yalnızlığınızı paylaşır karanlık. Oysa her gün sizin yitirmişliğinizin üstüne doğar.
Yeni doğan her gün çaresizliğinizi yüzünüze vurur, sizi yeni sorunlara, yeni zorluklara taşır
ve işte en zoru; kimse bunun farkında değildir veya kendi zorunluluklarıyla o kadar
meşguldürler ve o kadar bütün ihtiyaçlarını karşılıyoruz, daha ne yapalım
düşüncesindedirler ki, bu duygularla başa çıkma görevini size bırakırlar ve ötesine
karışmazlar.
Sadece engeliniz değil, mücadele etmek zorunda olduğunuz pek çok şeyin varlığını zamanla
öğrenirsiniz, bununla birlikte, nelerle mücadele edebileceğinizi de şaşırarak fark edersiniz
Bir böcek, işe yaramaz bir yaratık olduğunuzu düşünmenin, kendinize acımanın bir yararı
olmadığını görebilir; kendinizi yaşayan bir canlı, değerli bir insan, güçlü bir birey olarak
kabul ederseniz, bir süre sonra bunu diğer insanlara da kabul ettirebilirsiniz.
İhtiyacınız olan şey sizi yaşama bağlayacak, kendinizi işe yarar hissettirecek bir meşgaledir.
Enstrüman çalmak, okumak, yazmak, tahtadan eşyalar yapmak, boncuklardan takılar
yapmak, bilgisayar kullanmak bunlardan bazıları olabilir.
Her ne ise bunu arayıp bulabilir ve isterseniz, mücadele ederseniz yaşamınızı yeniden
değiştirebilirsiniz.
Kendiniz için en iyi mücadeleyi yine kendiniz yapabilirsiniz. Bu nedenle, -başkalarının
yardımını alarak yaşamak zorunda olsanız bile- yaşamınızın kontrolünü elinizde tutmalısınız.
Sizi, bir odada kaderinize terk etmelerine izin vermemelisiniz. Yoksa tıpkı Gregor Samsa gibi
yenilgiye uğrar ve yok olursunuz Unutmayın, Bu dünyada ben de varım diyebilmek zor ama
imkansız değildir...
Bağırın..!
Bu dünyada ben de varım!
Birileri mutlaka duyacaktır...
» Hilâl Lüle”
<>
Geçirilen acı dolu yılların ardından yattığı yerden bir meslek sahibi olup para kazanmaya
başlamasıyla yüzü gülmeye başlar Hilal’in. İlk maaşıyla 70 ekran bir televizyon alır. Artık o
izlemeyi çok sevdiği filmleri büyük ekranda izleyecektir. İnternette yazışarak kurduğu
dostluklara her gün yenisi eklenmektedir. Dostları Mariah’i görmeye Akçaabat’taki evine
gitmeye başlarlar.
Henüz on beş yaşında olan Beste Trabzon’a anneannesini görmeye gitmişken uzun zamandır
forumunda yazıştığı Mari Ablasını görmeden dönmek istemez. Onu kendi gibi küçücük
yatağında kıpırdamadan yatarken görünce boğazı düğümlenir. Ama kendini tutar gülücükler
eşliğinde götürdüğü çikolataları yerler birlikte. Ağlamaz kendini tutar Beste. Ta ki evden
çıkana kadar…
Beste’nin ardından bir zamanlar kendisine internet aracılığı ile İngilizce öğretmiş olan Orhan
görmeye gider Mariah’ı. Hem de ta Avusturalya’dan…
“Az önce Orhan hocamı uğurladık... Ailem ve kuzenim de dahil olmak üzere hepimiz bayıldık
ona... İnsan bu kadar mi tatlı olur ya... Çok hoş sohbet, etrafına ışık saçan biri, inanılmaz
mutlu olduk hepimiz... Bize bu mutluluğu yaşattığı için çok teşekkür ediyorum Orhan
hocama...
Hepinizin selamlarını getirdi, sevgili Kiziltamer, Ayten, Tuana... Sizlerden bahsettik,
Sedat'tan bahsettik... Yasadığım en keyifli anlardan biriydi, çok mutluyum...” 23.07.2004
25 Aralik 2004 Mariah’ın forumdan dostları onu ziyaret etmeye devam ederler. Bu seferki
misafirleri Tuana ve Kızıltamer’dir. Yıllardır babası kadar sevdiği hem öğretmeni hem en
yakın dostu olan Tamer ve tüm duygularını paylaştığı sırdaşı Tuana’yı görmek, onları evinde
misafir etmek Mariah için mutlulukların en büyüğüydü. Aynı mutluluğu yaşayan Tuana o
gün Mariah’ın bilgisayarından sevincini haykırıyordu…
“Veee işte sonunda Trabzon'da Mari’ciğimin yanındayım!
Sımsıcak bir ev, pencerelerinden derya deniz, dalga sesleri, kuymaklar, hamsiler, fasulye
turşuları, mis gibi hava ve Mari’ciğimle buradayız, her şey çok güzel hepinize selamlar”
Tuana
İstanbul’dan Mariah’ı görmeye giden Tuana ve Kızıltamer’in ardından Almanya’dan Sedat
gider Akçaabat’a. Üstelik sadece Mariah’ı görmek için çıkılan bir yolculuktur bu…
“Dün gece bana yaşamımın en güzel birkaç saatini daha yaşatan biri vardı yanımda, sevgili
Sedat... Taa Almanya'dan sadece bir geceliğine kalkıp beni görmeye gelişi, sıcacık
dostluğuyla beni kucaklayışı, gözleriyle ve sözleriyle sevgisini sürekli ifade edişi, her şeyi
olağanüstüydü benim için... Bana bu mutluluğu yaşattığın için sana çok, çok teşekkür
ediyorum Sedat... Sen gerçekten Tanrı'nın özel kullarından birisin, senin de bildiğin gibi...
seni tanımak bir ayrıcalık ve ben seni çok seviyorum...
Önce Beste'm, sonra Orhan abi, sonra Kızıl ve Tuana, şimdi Sedat, yakında Formula,
inşallah ardından Özgürcem ve Opti, umarım yazın Vertigo ve Porgy... Hepinizi tek tek
gördükten sonra isterdim ki bir kez de hep birlikte olalım... Çok şey istiyorum değil mi? Ama
ne yapayım, siz şımarttınız, katlanın şimdi...
Sohbet ettik, aslında Sedat konuştu daha çok, biz dinledik. İşlerden güçlerden, günlük
hayatımızdan, forumdan konuştuk, biraz sizi çekiştirdik... Güldük, bazen duygulandık... Çok
güzeldi yani... Bi de bu kadar kısa sürmeseydi”
6 Subat 2005
15 Aralık 2004 Hilal çok sevdiği annesinden sonra babası Fahri Lüle’yi de
kaybeder. Bir sonraki gün içindeki acıyla minik parmaklarından şu sözler
dökülür…
“Biliyorum onlar bize darılmazlar ama ben babamı yalnız bıraktığımıza
üzülüyorum... Nefes darlığı çektiğinde bana gece, konuş benimle, benimle
konuşmana ihtiyacım var dedi. Baba benim kendime hayrım yok ki sana
hayrım olsun dedim... Ne olurdu onunla konuşsaydım, ne olurdu onu yalız
bırakmasaydım, ne olurdu rahatlatmaya çalışsaydım... Çok yalnız bıraktık
onu çok, içim acıyor düşündükçe... Affeder bizi inşallah... En çok bunlar
acıtıyor, yokluğuna alışıyor insan ama bu ayrıntılar mahvediyor insani...
Nasıl atlatacağım bunları, nasıl?”
16 Aralık 2005
Mariah yaşadığı bu yeni acıyı yine dostları ile yazışarak dindirmeye
çalışır.
“Sen olmasan Orhan 23.07.2004 tarihinde beni görmeye gelemezdin ve
ben o mutlu günü yaşamamış olurdum. Babamın yeğenimle birlikte son
resmini sen çekmiş olamazdın ve ben o resme baktığımda hem mutluluğu
hem de hüznü aynı anda yaşayamazdım. Sonra, beni ziyarete gelen ilk
alternatif forumlu kişi olarak diğer dostlara örnek olmamış olurdun ve
belki de onların beni ziyarete gelme olasılıkları azalmış olurdu. Ya da
senin gelişinin beni ne kadar mutlu ettiğini gören dostlar "hadi ben de
gidip Mariah'ı mutlu edeyim" diye düşünmeyebilirlerdi. Görüyorsun ya,
sen olmasan benim için çok şey fark ederdi...
8 subat 2005”
Babasının ardından Hilal kendini çalışmaya vermişti. Bunun yanında
ağrıları vardı ve üstüne üstlük ağır bir grip geçiriyordu.
“Nasılsın Mariah?”
Sedat
“Sorduğun için sağ ol Sedat... Hastayım biraz, biraz da moralim bozuk,
içimden gelmiyor yazmak. Sen nasılsın?”
Mariah
“Gecmis olsun,
Bir şeylerin yolunda olmadığını, zaten tahmin etmiştim. Ne yazık ki her
moral bozukluğunun çaresi yok.
Dur bir Dakika!
http://www.fikra.net/”
Sedat
“Sağ ol Sedat, fıkralar iyi geldi. Ama fıkraların birinde yanlışlık var, İdris
bıçağını çekip Temel'i vuramaz, tabancasını çekip vurur, bizde adet
böyledir:)”
Mariah
“Mariiiiiiii !!!!! nerelerdesin?”
Tuana
“Tuana'cim, hanımeli kokuları eşliğinde bilgisayara gömülmüş
vaziyetteyim, sesini duydum koştum geldim... Bir süre daha çalışmam
gerek, ben odamdayım haberiniz olsun... Sahi, benim üst kattaki oda
kimin, çok gürültü yapıyor ya?”
Mariah
“Mari neredesin? Tam beş gün olmuş yoksun... endişelendim ya :)
ses ver ablana :))))
özledikkk...”
Özgürce
“Mariah iyidir ablası:))
Yalnızca çok yoğun çalışması gereken günler geçirdi...
Simdi bitti sanıyorum, yakında görünür...
Merak etme:)”
Kızıltamer
YENİLDİM
Hiçbir şey için gücüm kalmadı
Gülmek için,
Ağlamak için,
Hatta nefes almak için;
Kanımın son damlasına kadar savaştım,
Ama yenildim.
Bu beklediğin andır,
Gel al emanetini
Korkunun ecele faydası yok,
Biliyorum.
Ama korkuyorum.
Yinede karşı koymayacağım,
Çünkü yorgunum.
Bunca zamandır direniyorum,
İşte pes ediyorum.
Hilal Lüle
Kimsenin elinde değildi. Hep bir korku vardı derinlerde. Mariah nerede?
Bir iki gün sesi çıkmasa bu soru dolanırdı etrafta. Gizli bir endişe içinde.
Ve malesef bir gün, herkesin gizli korkusu gerçekleşti. Mariah bir süredir
geçirdiği ağır gribin ardından nefes alamadı.
Hep istediği gibi uykusunda öylece gitti…
Bir zamanlar kimin için yazdığını bilmediğimiz şiiri çınladı
kulaklarımızda…

GİTTİN ÖYLECE
Kapıyı çekip ,
Bir gidişin vardı ya hani .
Titrek bir kuş gibi ,
Derinden yaraladı beni .
Sanki bir yabancıydın ,
Gözlerin soğuk ve anlamsız .
Belki son kez dokunurken ,
Ellerin donuk ve duyarsız .
Gittin öylece
Zaman gibi hızlı ve sessiz
Yaşlı gözlerle ,
Ardına bakakaldım çaresiz .
Şimdi kalbim ,
Kuru bir gül gibi kimsesiz .
Gittin öylece .
Söyle nasıl yaşarım sensiz .
Hilal Lüle

1 yorum:

  1. Kucucuk bir devdin sen Hilal, kucucuk fakat dunyayi yuregine sigdiracak kadar da buyuk bir DEV. Saygiyla aniyorum seni.

    YanıtlaSil