Translate

19 Ağustos 2024 Pazartesi

Führer iyi ama çevresi kötü

Geçtiğimiz yüzyılın en ‘popüler’ konularından biri olmasına karşın Nazi iktidarı hakkında bildiğimiz çoğu şey, basitleştirilmiş kurgusal bir anlatıya dayanıyor. Nazilerin iktidara geldiği 1930’lardan İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar, sanki yaşanan yıkıma sadece tek bir adamın ‘çılgınlığı’ sebep olmuş gibi. Almanya halkının tamamı ya zorla Hitler’i desteklemiş ya da gözü kapalı ona biat etmiş gibi.

Oysa gerçekler bize daha girintili çıkıntılı bir manzara sunuyor.

Toplumda yaşanan dönüşümü birkaç beylik laf ile açıklamak mümkün değil. Fakat belki ‘lafların’ ta kendisi bize Nazilerin iktidarını nasıl yerleştirdiğini açıklayabilir?

Almanyalı bir Yahudi olan Filolog Victor Klemperer (1881-1960), 1933-1945 yılları arasında tuttuğu günlüklerden yola çıkarak LTI – Nasyonal Sosyalizmin Dili, Bir Filoloğun Notları(1) isimli kitabını kaleme alır. LTI, Lingua Tertii İmperii’nin kısaltmasıdır, yani Üçüncü İmparatorluğun Dili. Klemperer eserinde kendi yaşantısı ve dil bilgisinden yola çıkarak Nazilerin toplumda dil ile nasıl hakimiyet sağladığı üzerine düşünür. Bunun yanı sıra radikal dönüşümün nasıl ‘olağanlaştığını’ ve hayatın beklenmedik alanlarına nasıl sızabildiğini gözlemler. Klemperer’in kitabında altını çizip üzerine uzunca konuşabileceğimiz pek çok başlık var. Bugün Naziler ve gündelik hayatın değişimi ile söze başlayalım. Böylece Almanya’da 1930’larda yaşananların sandığımız kadar basit olmadığını görebiliriz.

Victor Klemperer (1881-1960)
CİHAN HARBİNDEN SOSYALİST ALMANYA’YA
Biraz yazarımızı tanıyarak söze başlamalıyız. Polonya doğumlu bir Yahudi olan Klemperer’in babası hahamdır ancak kendisi pek dindar biri değildir. Birinci Dünya Savaşı’nda çeşitli cephelerde savaşır. Dil üzerine eğitim gören Klemperer savaşın ardından Dresden Teknik Üniversitesi’nde profesör olarak dil üzerine dersler verir. Nazi iktidarında hem ‘gazi’ oluşu hem de eşi Eva Schlemmer’in ‘ari’ bir Alman sayılması nedeniyle toplama kamplarına gönderilip infaz edilmez. Buna karşın önce işini kaybeder daha sonra türlü aşağılamalarla ağır işlerde çalıştırılır. İkinci Dünya Savaşı’nın son günlerinde çember iyice daralıp ‘imtiyazlı’ Yahudilere de sıçrarken Dresden’den kaçar, bir süre saklandıktan sonra kurtulur.

Sovyetler Birliği’nin Nazi Almanya’sını yenilgiye uğratmasıyla birlikte kurulan Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nde -namı diğer Doğu Almanya- görevine iade edilir. Yaşamının geri kalanını Doğu Almanya’daki iktidar partisi Almanya Sosyalist Birlik Partisi (SED) üyesi olarak sürdürür. Doğu Almanya’da saygın bir bilim insanı olarak görülen Klemperer kültür işlerinde çeşitli görevler alır, 1952’de Demokratik Almanya Cumhuriyeti Ulusal Ödülüne layık görülür.

İNSANLARIN ETİNE KELİME FORMUNDA GİREN NAZİZM
Klemperer, tuttuğu günlüğü savaştan sonra Doğu Almanya’da yayına hazır hale getirir. Nazilerin kullandığı dili incelerken, çalışmasını bir bakıma “Nazizm insanların etine ve kanına tek tek kelimelerle, deyimlerle, cümle formlarıyla giriyor, milyonlarca defa tekrarlanarak kendini dayatıyor, bunların mekanik ve bilinçsiz biçimde devralınmasını sağlıyordu” ifadeleriyle özetler.

Kitaplarına el konulduğu için oldukça kısıtlı bir ‘inceleme’ alanına sahip olmasına karşın Klemperer, Nazilerin kullandığı dilin ilk bakışta fazla dikkat çekmeyen detaylarına odaklanır. Bu ince detaylara bir örnek vermek gerekirse eğer ‘Yahudi İbadeti’ ile ‘Yahudilerin İbadeti’ demenin nasıl bir farka işaret ettiğini açıkladığı kısmı aktarabiliriz: “Bazen bir ifadenin kulağa niçin horlayıcı geldiğini kolay tespit edemezsiniz. Nazilerin ‘Yahudi ibadeti’ tanımı, yansız ‘Yahudilerin ibadeti’ teriminden farklı bir şey söylemiyor olmasına rağmen niçin aşağılayıcıdır? Sanıyorum, bir biçimde egzotik seyahat anılarını hatırlattığı için. Galiba burada doğru iz üzerindeyim: Yahudi ibadeti Yahudi tanrısınadır, Yahudi tanrısı da kabile tanrısı veya kabile putudur, Yahudilerin ibadetinin yöneldiği tek ve genel tanrısallığı ifade etmez.”

Üstelik sadece kelimeleri, deyimleri değil; noktalama işaretlerinde bile Nazilerin iktidarını çözümler:

“Bireylerin ve grupların karakteristik biçimde şu veya bu cümle işaretine teveccüh gösterdiğini tespit edebiliyoruz. Mürekkep yalamışlar noktalı virgülü severler; onların mantık ihtiyacı, virgülden daha kesin olan ama nokta kadar da mutlak bir sınır çizmeyen bir ayrım işaretine taliptir. Kuşkucu Renan, soru işaretini fazla sık kullanmamak gerektiğini söyler. Sturn und Drang(2), muazzam miktarda ünlem işaretine ihtiyaç duyuyordu. Almanya’da natüralizm ilk dönemlerinde tire kullanmayı seviyordu: Cümleler ve düşünce dizileri yazı masası başında titizce kurgulanmış olarak sıralanmıyor, birbirlerinden kopuyor, ima ediyor, tamamlanmadan kalıyorlardı, oluşum koşullarına, iç monoloğa veya özellikle düşünmeye alışkın insanlar arasındaki heyecanlı konuşmaya tekabül eden uçucu, infilaki, çağrışımcı bir özleri vardı. (…) LTI, ironik tırnak diye tanımlamak istediğim işaretleri aşırı miktarda kullanır. Basit ve birincil tırnak işareti, başka birisinin söylediğini veya yazdığını harfiyen aktarmaktan başka bir anlam taşımaz. İronik tırnak işareti böyle yansız alıntılamayla yetinmez, alıntının hakikatine şüphe düşürür, aktarılan ifadeyi yalan ilan eder. Konuşmacının sesine alay katmasında ifadesini bulan ironik tırnak işareti LTI’nin retoriksel karakteriyle sıkı sıkıya bağlıdır. (…) İspanyol devrimcileri bir zafer kazandığında, onların subayları olduğunda, bir genelkurmayları olduğunda, bunların adları kaçınılmaz olarak kızıl ‘zafer’dir, kızıl ‘subay’dır, kızıl ‘genelkurmay’dır. Aynı şey daha sonra Rus ‘stratejisi’ için, aynısı Yugoslavların ‘Mareşal’ Tito’su için geçerli olacaktır.”

‘FÜHRER İYİ AMA ÇEVRESİ KÖTÜ’
Klemperer sadece bir ‘filolog’ olarak bilimsel nitelikte yazılar kaleme almaz. Aynı zamanda kendi yaşamından yola çıkarak toplumsal değişimi anlatır. “Hiçbiri Nazi değildi ama hepsi zehirlenmişti” diyen Klemperer, Nazi iktidarının ilk yıllarında “Halkın sarhoşluğu geçtiğinde, akşamdan kalmalığın baş ağrısı sökün ettiğinde artık devam edemez ya bu delilik” diye düşünür. Ancak meselenin böyle olmadığını, insanların Führer’i tahmin ettiğinden çok farklı şekillerde ele aldığını şaşırarak fark eder. Öyle ki savaşın son günlerinde dahi yaşanan yıkımın faturasını Hitler’e değil de ona ‘sadık kalmayan çevresine’ kesen pek çok insanla karşılaşır:

“Son bir defa daha, en nihayet barınacak yer bulabildiğimiz ve çok geçmeden Amerikalılar tarafından işgal edilen küçük Unterbernbach köyündeydik. Çok yakındaki cepheden, dağılmış birliklerin unsurları tek tek ve kıtalar halinde buraya akıyordu. Ordunun eriyip gitmesiydi bu. Herkes her şeyin sonuna gelindiğini biliyor, herkes esaretten kurtulmak istiyordu. Çoğu savaşa verip veriştiriyordu, barıştan başka bir şey istemiyorlardı, başka her şeye kayıtsızdılar. Bazıları Hitler’e lanet ediyordu, birçokları ise rejime lanet ediyor, Führer’in niyetinin aslında daha iyi olduğunu, çöküşten ötekilerin sorumlu olduğunu söylüyordu."

Bugünden bakıldığında sık yapılan yanlışlardan biri de sadece toplumun ‘cahil’ görülen kesiminin Nazilere inandığıdır. Sosyal bilimlerde toplum incelenirken ‘cehalet’ değil sosyo-ekonomik faktörler aslidir. Böylece bilimsel bir parametre tercih edilir. Kalburüstü sınıfların belli kesimleri kendi ‘seçkinliklerine' yakıştıramadıkları şeyleri, nefret objesi olarak gördükleri tabakalarla özdeşleştirme niyetindelerdir. Oysa gerçek burjuva-liberal parametrelerle çizilen sınırlardan çok daha farklıdır. Farklı arka planlara sahip tanıdığı bir dizi insan profilini sıraladıktan sonra Klemperer bu duruma dair şöyle söylüyor: "Böylece her iki halk tabakasının, hem entellektüellerin hem de daha dar anlamda halktan olanların Hitler’e inancını tasdik ettiğine tanık oldum; iki ayrı zamanda, hem işin başında hem her şeyin sonuna gelindiğinde. Her seferinde de bu tasdikin ağızda değil iman dolu kalpte olduğuna dair en ufak şüphem yoktu. İmanını tasdik edenlerin üçünün de ortalama zeka denen şeye muhakkak sahip oldukları kesindi, sonradan düşündüğümde de kesindir."

Klemperer’e göre yaşadığı cehennem yıllarında en kötü anlardan biri yakasına takmak zorunda olduğu sarı yıldızla birlikte başlar. Bu yıldızla gezerken yaşadıkları o günün Almanyasını özetler nitelikte. Öyle ki farklı sınıftan, farklı arka planlardan gelen insanların tepkilerindeki farklar da dikkat çekiyor:

“İki taşınmadır çalıştığımız nakliyecilerden biri, -hepsi iyi adamlar, KPD’li [Almanya Komünist Partisi] kokuyorlar-, Freiberger Sokağı’nda birden karşıma dikilir, pençeleriyle elime yapışır ve yoldan işitilmemesi imkansız bir sesle fısıldar: ‘Hey, profesör bey, sarkıtmayın yüzünüzü! Yakında işleri biter lanet olası heriflerin!’ Teselli niyetinedir, insanın kalbini ısıtır ısıtmasına; ama kaldırımda doğru kişinin kulağına gidecek olsa tesellicime hapse mal olacaktır, banaysa Auschwitz yoluyla canıma… Bir otomobil bomboş sokakta yanımdan geçerken frene basar, yabancı bir baş camdan uzanır ‘Hâlâ yaşıyor musun, lanet olası domuz! Ezip geçmeli, gebertmeli seni!”

‘ONA İNANIYORUM’
İkinci Dünya Savaşı’nda Kızıl Ordu’nun Berlin’e girmesiyle birlikte her şeyin bittiğini zannedebiliriz. Buna karşın Almanya’da toplumun savaş sonrasında nasıl bir süreçten geçtiği pek ilgimizi çekmiyor. Kendini yeni düzene adapte etmeye çalışanlar, “Ben zaten hiç tam Nazi olmadım” beyanlarında bulunanlar kadar Hitler’e dair görüşlerinde pek bir şey değiştirmeyenler de vardır. Bu farklı yaklaşımlara dair savaş sonrasında karşılaştığı bazı örnekleri veren Klemperer şöyle yazıyor:

“Ona inanıyorum’u sadece Hitler imparatorluğunun son günlerine dek takip ettim. Şimdi günbegün rehabilite edilenlerle veya rehabilite edilmek isteyenlerle meşgulüm. Birbirlerinden ne denli farklı olursa olsunlar, bir müşterek noktaları var: Hepsi, ‘faşizmin kurbanları’ arasında özel bir grup oluşturdukları iddiasındalar, hepsi vicdani kanaatleri hilafına öyle veya böyle şiddet kullanılarak öteden beri nefret ettikleri o partiye girmeye zorlanmışlar, hiçbir zaman Führer’e de Üçüncü Reich’a da inanmamışlar. Lakin geçende sokakta eski öğrencim L.’ye rastladım, onu son defa bölge kütüphanesine son gidişimde görmüştüm. O zaman duygudaş bir tavırla elimi sıkmıştı; bu bana tatsız gelmişti çünkü gamalı haçı takmıştı bile yakasına. Şimdi yüzünde sevinçli bir ifadeyle yanıma yaklaştı: ‘Çok memnunum kurtuldunuz ve tekrar görevinizin başındasınız!’ – ‘Siz nasılsınız peki?’ –‘Kötü tabii, inşaat işçisi olarak çalışıyorum, çoluk çocuğu geçindirmeye yetmiyor, bedenen de müsait değilim bu işi uzun süre yapmaya.’ – ‘Rehabilite edilmediniz mi? Sizi tanıyorum -vicdanınıza yük teşkil edecek caniyane bir iş yapmadığınıza eminim. Partide üst düzey bir göreviniz var mıydı, politik açıdan çok etkin miydiniz?’ –‘Kesinlikle hayır, ufak bir partiliydim.’ – ‘O zaman niye rehabilite edilmediniz?’ –‘Bunun için başvuruda bulunmadığım için ve bulunmayacağım için.’ – ‘Anlamadım.’ Bir ara. Sonra zorlukla gözlerini indirmiş: ‘İnkar edemem, ona inanmıştım.’ – ‘Ama şimdi hâlâ inanıyor olamazsınız; nelere yol açtığını görüyorsunuz, rejimin bütün tüyler ürpertici cinayetleri apaçık serildi ortaya.’ Daha da uzun bir ara. Sonra, iyice sessiz: ‘Hepsini teslim ediyorum bunların. Diğerleri onu yanlış anladılar, ona ihanet ettiler. Ama ona, ONA, hâlâ inanıyorum.”

Bazense bu inancın ilginç hurafeler yarattığı olur: “Bir defasında büyük alarm verildiğinde, -ölümün kanat çırpışları, kelimelerin donukluğundan gerçeğe geri çağırılmış, pısmış küçük şehrin damları üzerinde hışırdıyordu yine, çok geçmeden bombalar Plauen’de gümbürdediler-, mahallenin veterineri bizim yanımızda bulunuyordu. Konuşkan bir adamdı ama lafazan değildi, dirayetli sayılan, aynı zamanda iyi yürekli biriydi, alarmın gafil avladığı müşterilerinin endişelerini lafı değiştirerek yumuşatmaya çalışıyordu. Yeni silahtan, hayır, yeni silahlardan bahsetti, bunlar artık hazırdı, Nisan’da(3) kesin devreye girecekler ve oyunun neticesini tayin edeceklerdi. ‘Tek kişilik uçak, V2’den de ileri bir silah, en büyük bombardıman filolarını bile halledecektir kesin; öyle fantastik bir süratle uçuyor ki ancak geriye doğru ateş edebiliyor çünkü atış hızından daha süratli, düşman uçaklarını daha bombalarını atamadan düşürüyor; son deneyleri tamamlandı, seri üretime geçmek üzereler.’ Sahiden! Burada size aktardığım gibi anlatıyordu bunları; sesinin tonundan anlaşılan, bu masala inanmıştı ve dinleyenlerin yüzlerinden anlaşılan, onlar da masalcıya inanıyorlardı -en azından birkaç saatliğine.”

TAKVİM YAPRAKLARI İLE KAVGA
Tarihi ve dünyayı anlamlandırmaya çalışırken şimdiki zamanda yaşamanın önemli handikapları vardır. Geçmiş bize ‘gerçeküstü’ ve ‘donuk’ gelir. Naziler iktidarı ele geçirip, tüm dünyayı korkunç bir yıkımla karşı karşıya bırakmıştır, insanları ‘ari’ ya da ‘ari olmayan’ gibi sınıflara ayırmış, komünist cadı avında kandan nehirler akıtmıştır. Fakat artık olan olmuş, tarih kitaplarındaki hareketsiz yerini almışlardır. Gamalı haç ne de olsa sosyal medyada sansürleniyor ve sadece filmlerde kötü adamların kolunda bulunuyor…

Elbette, geçmiş bir daha tıpatıp aynı biçimlerde tekerrür etmeyecek. Aynı suda iki kez yıkanılmaz ne de olsa. Ancak bir olguyu meydana getiren koşulları olgularla karıştırmamak gerekiyor. Çünkü koşullar herhangi bir zaman dilimine ait değildir. Olgu geçmişte kalabilir, ancak koşullar ve sonuçlar, üzerine takvim sayfaları bocalanarak toprağa gömülemez. Koşulların yarattığı benzerlikler, karşımıza geçmişin sonuçlarını aynı çehrelerle getirmez.

Peki ne işe yarar koşullara mercek tutmak? Her şeyden önce yaşadığımız şimdiki zamanı -olabildiğince- anlamlandırmayı kolaylaştırır. Ve belki daha da önemlisi takvimleri çevirerek değil, kavga ederek, mücadele ederek bir hayaletin gerçek anlamda gömülebileceğini gösterir.

Klemperer’in eseri bu anlamda ufuk açıcı bir yerde duruyor.

Kavel Alpaslan kalpaslan@gazeteduvar.com.tr

10 Ağustos 2024 Cumartesi

Topluluk önünde konuşma korkusu

Bir araştırmaya göre insanların çoğu ölümden çok, topluluk önünde konuşma yapmaktan korkuyor. Bunun nedenlerinden biri eğitim sistemimizin "düzgün ve doğru söz söyleme" konusu üzerinde hiç durmamasıysa biri de buna alışık olmayışımız. Peki bu korkunun üstesinden gelmenin yolları neler?

 Komedyen Jerry Seinfeld, “Bir cenaze törenine katılmanız gerekiyorsa, ölen kişinin ardından bir anma konuşması yapmaktansa tabutta olmayı tercih edersiniz” diyordu. Bir araştırmaya göre gerçekten de insanların en çok korktuğu şeyler arasında ölüm korkusu, topluluk önünde konuşmanın arkasından geliyor. Yani insanların çoğu ölümden çok, topluluk önünde konuşma yapmaktan korkuyor. Bu korkunun bir adı da glossofobi (glossophobia).

Üniversitedeki öğrencilerimizin en büyük sorunlarından biri, sözlü sunum korkusudur. Çoğu öğrenci, proje sunumlarından önce bedenlerinin çok fazla gerildiğini, omuz ve boyunlarının kaskatı kesildiğini ve bunun da konuşmalarına yansıdığını söyler; tutuk tutuk, güvensiz konuşmaları ve anlamsız cümleler sarf etmeleri nedeniyle başarısız olmaktan yakınır. Sadece bize özgü olduğunu zannetsek de topluluk önünde konuşma korkusu aslında her insanda var olan bir korkudur.  

Psikologlar topluluk önünde konuşma kaygısının fiziksel ve duygusal belirtilerine dikkat çekiyor. Bu belirtilerden bazıları titreme, ellerin buz kesmesi, ağız kuruluğu, bacakların istemsizce hareket etmesi, kalp çarpıntısı, nefes alamama hissi, sesin titremesi şeklinde fiziksel olarak kendini belli eder. Fiziksel belirtilere öfke, endişe, gerginlik, mutsuzluk, huzursuzluk gibi duygusal belirtiler de eşlik edebilir.

İlk ve ortaöğretim Türkçe derslerinde genelde doğru ve düzgün cümle kurmak üzerine bir eğitim verilir yani yazı dili esas alınır. Eğitim sistemimizde “düzgün ve doğru söz söyleme” konusu üzerinde ise hemen hemen hiç durulmaz. Bu nedenle öğrencilerin konuşmaları, aile içinde edindikleri sözlü iletişime ve arkadaşlar arasındaki sokak diline yaslanır. Sözlü iletişim tekniklerinden habersiz olan gençlerimiz arasında, gelişigüzel, bağıra çağıra konuşma hastalığı yaygındır. Örneğin, konuşma eğitimi almamış gençler, duygusal bir şiiri bile kahramanlık destanı gibi okurlar. İlerleyen yaşlarda da bu bağırarak konuşma hastalığı devam eder.

Topluluğa hitap etme korkularının önemli kaynaklarından biri de topluluk önünde konuşmaya alışık olmayışımızdır. Çocukluğumuzdan itibaren bu tür bir deneyime sahip olmadığımız için birer yetişkin olarak topluluk önünde konuşmaya çalıştığımızda paniğe kapılmamız aslında doğaldır. 

  • Konuşma korkumuzu doğru nefes alıp verme teknikleri, telkin, sevdiğimiz obje veya maskotları gözümüzün önünde bulundurmak yoluyla yenmemiz mümkün. 
  • Topluluğa hitap edeceğimiz zaman “ne konuşacağım, kime konuşacağım, ne kadar konuşacağım, nasıl konuşacağım, niçin konuşacağım, nerede konuşacağım” sorularını yanıtlayarak ön hazırlık yapabiliriz.

Retoriğin mimarı olarak nitelenen ve Antik Yunan dünyasının en önemli hatiplerinden biri olan Demosthenes’in bile gençliğinde konuşma sorunları vardı. Çocukluğunda çelimsiz bir vücut yapısına sahip olduğundan, sesini güçlendirmek ve söyleniş kusurlarını düzeltmek için uzun zaman inatla çalıştığı söylenir. Onun doğuştan utangaç, üstelik kekeme olduğu, bu konuşma kusurunu gidermek için ağzına ufak çakıl taşları koyarak deniz kenarında dalgalara karşı uzun metinler okuyup denemeler yaptığı söylenir.

Topluluk önünde konuşma korkumuzun nedenlerine eğilerek bu korkumuzu yenmeye başlayabiliriz. Ses organlarının çalışmaması gibi fizyolojik bir nedenden kaynaklanmıyorsa öncelikle utanma, heyecanlanma, özgüven eksikliği gibi psikolojik etkenlere yoğunlaşmalıyız. 

  • Psikoterapistlerden destek alarak, stres yönetimi konusunda eğitimlere katılarak, dil ve konuşma terapistlerine danışarak bu kaygımızı gidermeye çalışabiliriz. Özellikle erken yaşlarda fark edilen konuşma sorunları için dil ve konuşma terapistlerine başvurmak yaşamsal önem taşıyor. 
  • Dil ve konuşma terapistleri tüm yaş gruplarında dil bozuklukları, konuşma, ses, yutma sorunları tedavisi üzerine çalışırlar. Konuşma terapistleri, öğrenme güçlüğü, konuşma gecikmesi, konuşma bozukluğu, ses üretememe, işitme bozukluğu, kekeleme, ses bozuklukları, dil bozukluklarının tedavisine yardımcı olurlar.

Bir konuşmacı, örneğin bir avukat, düşüncelerini, duygularını iyi anlatabilmek için uygun, inandırıcı sözcükler, cümleler seçtiği gibi, doğru bir ses, düzgün konuşma yeteneğine de sahip olmalıdır. Bazı öğretim üyesi arkadaşlar, ders anlatırken cümleleri tekdüze ve yuvarlayarak söylediklerinden, bazı sözcüklerin hecelerini ezdiklerinden dert yanarlar. Bu bakımdan konuşmaya dayalı her meslekten insanın, dinleyiciler karşısında söz söyleyen herkesin diksiyonun inceliklerini öğrenmesi gerekir.

  • Nüzhet Şenbay’ın tanımıyla diksiyon, “Söz söylerken duygu ve düşünceleri üslûbuna uygun olarak belirtmek için sesin uyumunu, söylenişi, jesti, mimiği, alınacak tavırları yerinde, aynı zamanda güzel kullanma sanatıdır.” 

Eğitimin her düzeyinde, profesyonel meslek hayatımızda, doğaçlama sunumlar, yazılı metinle hazırlıklı ya da ezberlenmiş hazırlıklı sunumlarda bulunuruz. Yapılan bir araştırmaya göre, şirket yönetcilerinin %98’inin topluluk önünde konuşma yapması gerekmektedir. Bu nedenle günümüz dünyasında insanlar, “konuşma sanatında” yeterli düzeye gelme arzusuyla doğru ve güzel söz söyleme eğitimi almanın yollarını arıyorlar. 

Bazı konuşmacılar kusurlarına hiç aldırmadan sadece çok yüksek sesle yani bağırırcasına konuşarak dinleyici üzerinde etki uyandıracaklarını sanırlar. Bu yanlış bir düşüncedir. Oysa böyle davranacaklarına kusurlarını düzeltme yollarına başvursalar, alıştırmalar yaparak yanlışlarını düzeltseler kendilerine daha fazla katkıda bulunmuş olurlar.

Bazı insanların vücut biçimi, görkemli görünüm, seslerinin tınısı, ses gücü, duruş dengesi vs. gibi doğuştan gelen avantajlarının olduğu inkar edilemez. Bu özelliklerin topluluk karşısında söz söylerken kuşkusuz etkisi olur. Bu nitelikler yadsınamazsa da bunlardan yoksun birçok kişi bu eksiklerini doğru ve düzgün konuşma eğitimi alarak giderebilir ve değerli birer konuşmacı olmayı başarabilirler.

Gerçekte iyi bir konuşmacı olmak için dilini yutmuş gibi susup oturmamalı, daha doğrusu, yanlış bir söz söyleyeceğim diye korkup çekinmemeliyiz. Türkçeyi düzgün, anlaşılır, doğru kurgulanmış cümlelerle konuşmaya çaba göstermeliyiz. Düşüncelerimizi ifade etmeye çalışırken abartıdan kaçınmak, iyi bir dinleyici olmak ve karşımızdaki kişilere konuşma fırsatı vermek gibi iletişim ilkelerini unutmamamız gerekiyor. Özellikle hedef kitleye etkin dinleme koşullarını ve özgürlüğünü sunmalıyız. Bir atasözünde söylendiği gibi, iki kişi şarkı söyleyebilir ama aynı anda konuşamaz.

  • Bedensel rahatlama ve gerginliklerden arınmayı sağlamak, nefesi doğru ve verimli kullanabilmek, nefesi sese dönüştürmede doğru alışkanlıklar edinmek için zorunlu olan nefes alıştırmalarını rutine dönüştürebiliriz.

Sesimiz duygularımızla sürekli bir iletişim içindedir. Günlük yaşamımızdaki, sinirli ve kontrolsüz hâlimiz sesimize de yansıyacaktır. Mevcut korkular savunma mekanizmamızı çalıştıracak, harekete geçmemize engel olacak, sonuç gerginliğe dönüşecek, bu da boyun ve omuzlarda hissedilecektir. Ses nefese, nefes de rahatlamaya bağlıdır. Gevşeme ve esneme alıştırmalarıyla konuşmamızı etkileyen gerginliklerden kurtulabilir, meslek hayatımızda bize çok faydası olacak esnekliğe kavuşabiliriz. 

Biraz da konuşmayı bozan etkenler üzerinde duralım. Sözcük dağarcığının yetersizliği, yabancı dillerden sözcük kullanma alışkanlığı, söyleyiş (telaffuz) hataları, bazı ses ve sözcükleri atlamak, sesleri değiştirmek, sözcükleri yinelemek, cümleleri uzatmak, kaba veya argo sözler söylemek, planlı konuşmayı bilmemek, vurgu ve tonlama bozuklukları, bazı seslerin yutulması, ilk akla gelen konuşmacı yanlışlarıdır. 

Üslup olarak da çok fazla konuşmak, acelecilik, söz kesmek, yapmacıklık, tehdit eder gibi konuşmak, nefesin yeterli olmaması, sesi titretmek, çok hızlı ya da yavaş konuşmak, jest ve mimiklerin ölçüsünü kaçırarak çok abartılı konuşmak, dinleyiciyi olumsuz etkiler. 

  • Dinleyicilere değer verdiğini hissettiren, onlara heyecan veren, soru sormalarına kapı aralayan, kendisi hakkında mümkün olduğu kadar az konuşan kişi, başarılı konuşmacı olarak nitelendirilir. 

İnsan düşünür, duygulanır ve anlatır. Ama korkmadan anlatabilmelidir. Jacques Rancière’in dilimize Cahil Hoca (Le maître ignorant) olarak çevrilen kitabında ele aldığı Jacotot, öğrencilerine seslenirken iyi bir konuşmacı olmanın anlamına dair çarpıcı bir çıkarımda bulunur: 

"Size öğretecek hiçbir şeyim olmadığını öğretmek zorundayım."

Suha Çalkıvik-aposto.com