Translate

14 Eylül 2025 Pazar

İşçi sınıfının kara büyücülerden korunma kılavuzu olarak: Kapital 1. cilt

“Kapital, hakim ideolojinin tüm varsayımlarını sistematik bir şekilde yıkarak, sınıf mücadelesinin gerçek haritasını çizer ve proletaryayı nihai devrimci özne olarak işaret eder.”

İşçi sınıfının kara büyücülerden korunma kılavuzu olarak: Kapital 1. cilt

İllüstrasyon: Nikolai Shukov, Kapital'in ilk baskısının kapağı


14 Eylül 1867’de, tarihte ilk defa bir alt sınıf (üstelik yeni doğmakta olan bir alt sınıf!) doğru yolu bulabileceği bir haritaya sahip oldu. Bu doğru yol, içinde bulunduğu sistemin ana işleyişini, kaderci bir materyalizme sahip olmayan tarihsel biz gözle ve ekonomik rolleri gereği, çıkarları birbiriyle çatışan toplumsal grupların (sınıfların) çatışmalı ve dinamik bir modeli üzerinden bize sunulmuştu.

Bu bir ilkti…

Daha öncesinde böyle bir şey yoktu…

Bu harita diğer birçok şeyle birlikte burjuvazinin kendisini sürdürebilmesi için işçi sınıfının da kendisini sürdürmesine (Yeniden üretmesine) bağlı olduğunu kanıtladı. Bu yüzden sermayenin işleyişi ikili bir karaktere sahipti. Burjuvazi ile proletarya arasındaki ilişki, sürekli bir çatışmaya muhtaçtı.

Bundan da bir rota çıkarmak artık kolaydı. Burjuvazinin ve onunla birlikte sömürünün ortadan kalkması için bizzat proletaryanın ortadan kalkması gerekiyordu. Peki proletarya nasıl ortadan kalkacaktı?

Proletarya, bizzat burjuvazinin kendi çıkarları için örgütlediği bir sınıftan ibaretti.

Kapitalizm tarihinde belli özel koşullara mahsus olan belirli küçük dönemleri bir kenara bırakırsak sermaye, kapitalist sınıfta biriktikçe birikiyor, aynı zamanda daha çok proletarya ve yoksulluk da üretiyordu.

Bu durumdan proletaryanın kurtulması için, kendisini çıkarları uğruna kullanan burjuvazinin yolundan gitmesi gerekiyordu. Proletarya, aynı burjuvazinin soylulara yaptığı gibi, o da burjuvaziyi yaratan koşulların tümünü ortadan kaldırdıktan sonra ancak sömürülen bir sınıf olmaktan çıkabilirdi. Çünkü burjuva oldukça proletarya, proletarya oldukça da burjuva olacaktı. Bu yüzden doğal devrimci özne, bu ortaya yeni çıkmış olan alt sınıf, yani proletaryaydı. Bütün sistemin çarkları ona bağlıydı.

Fakat bunu anlatmak ve kanıtlamak kolay iş değildi.

Biliriz ki her insan yaşadığını düşünür. Haliyle her hakim sınıf için de bu geçerlidir. İşte bu yüzden hakim sınıflar, beraberinde hakim ideolojisiyle birlikte gelir. Kendi sınıf görüşleriyle ve hayata verdikleri anlamlarıyla gelirler. Yıldızlara da topluma da tarihe de kendi sınıf dünyalarından bakarlar ve o şekilde bunu yayarlar. Böylece onların kuralları, onların ideal insanları, onların etikleri ve yaşam biçimleri kabul görür. Bu nedenle eğer hakim ideolojiye ters bir şey anlatacaksanız ekstra çaba sarf etmeniz, hakim ideolojinin varsayımlarını, bilimlerini, felsefi perspektiflerini yıkmanız gerekir. Bu yüzden bu kitabın diğer adı “Ekonomi Politiğin Eleştirisi”dir. Bu kitap, işçi sınıfına bir harita çizebilmek adına, hakim ideolojinin argümanlarını (hâlâ) tarihteki en sistematik ve en güçlü şekilde yıkan kitaptır.

Kapital, ilk basıldığında pek anlaşılmasa da pek ses getirmese de onu takip eden yıllarda büyük sesler getirmiştir.

İşte bu kitap, insanları bir noktadan sonra büyülemiş. Bunu yaparken de birçok büyüyü yıkmıştı.

İlk önce Engels’in editörlüğünde binlerce sayfalık iki kitap daha yayımlanmıştı.

Daha sonra bu kitap, sonrasındaki on yıllarda, ilk dalgası Avrupa olmak üzere, bütün dünyanın devrimlerle sarsılmasında hayati bir unsur olmuştur.

Aradan 158 yıl gibi kısa bir süre geçti. Unutmayalım ki, sınıf savaşımı bin yıllardır sürmektedir. İşte bu 158 yıl, bu bin yıllara bedel olan bir harareti barındırıyordu. Gerçekliğin büyüsü, göz kamaştırıyordu.

Fakat bir yandan da işçi sınıfı hareketi, birçok kara büyüyle de karşılaşıyordu.

Kapitalizmin tıkırında gittiği dönemlerde işçi hareketinin temsilcileri bu büyüye kapılıyor, burjuvaziyle uzlaşma yollarını arayabiliyordu. Bir dönem geliyor işçi sınıfı öncülüğünden kopuluyor, bir dönem geliyor başka sınıflar doğal müttefikler haline geliyordu. Hatta bazen, doğal müttefikler, işçi sınıfı öncülüğünün yerine geçiyordu. İşçi sınıfı hareketi, doğruları barındırdığı kadar, hataları ve korkunç geri dönüşleri de barındırıyordu.

Kolay değildi. Tarihte ilk defa bir alt sınıf, enternasyonal bir iktidar kurmayı hedefleyen bir teoriyle yola çıkmıştı.

Çoğunlukla silahlar ve ekonomiler yetersiz kalıyor, ideolojik bir savaşa da giriliyordu. Böylece her iki taraf da kendi büyücülerini öne sürüyordu. Bunun yanında her iki taraf da farklı yollar deniyor, çıkışsız labirentlerle karşılaşılıyordu.

Her iki taraf da birbirinden etkileniyor, fakat bütün bunlar olurken, gerçekliğin parlaklığının büyüleyici gücünün suyu da zamanla bulanıyordu.

Tarih düz bir çizgide ilerlemiyor, türlü inişler ve çıkışlar yaşanıyordu. Fakat bu tarihin işçi sınıfı hareketinin hatalarını affettiği anlamına gelmiyordu. Bu hatalar 1980’lere gelindiğinde hakim sınıfların küresel bir karşı devrim hareketiyle kendisini gösterdi. Bu hareket zafer elde ederken, beraberinde kendi sınıflarına uygun bir dünya görüşüyle geldi.

Türlü karanlıklar içinden palazlandırılan kara büyücüler apayrı bilimsel perspektifleri, apayrı felsefeleri ve apayrı etikleri ve toplumsal yaşamı yaymaya başladı.

İşçi sınıfı hareketi bir süreliğine bu büyücüler tarafından Hypnos’un gücüne maruz kaldı. Hypnos, anne Nyx (gece) ve baba Erebus’un(karanlık) birleşiminden doğan bir oğuldur. Hypnos, işçi sınıfı hareketini Lethe (Unutkanlık) Nehri’nin geldiği ve gece ile gündüzün buluştuğu büyük bir mağaraya götürdü. Bu mağaranın en önemli özelliği, ışık ve sesin içeri girememesiydi. Haliyle bu mağarada, gerçekle hayal, doğruyla yanlış, ışıkla karanlık birbirine karışıyordu.

Böylece büyücülerin, kara büyülerini yapmaları artık çok daha kolay hale gelmişti…

Büyü deyince ilk aklımıza gelen, türlü doğaüstü güçlere sahip olduğuna inanan insanların, bu güçleriyle olayları, nesneleri veya kişileri maniple etmesi veya yönlendirebilmesi gelir. Büyü (Büy/Büğ/Böğ) kökünden türemiştir ve “etkileme, yayılma, örtme, kapatma” anlamları da bulunur. Bu geniş anlamdan yola çıkarsak büyücüler, (sanılanın aksine) yalnızca doğaüstü güçlerin ardına değil, aynı zamanda bilimselliğin ve felsefiliğin ardına da sığınırlar. Kara büyüyse, başka bir kişinin (veya sınıfın) zararına olsa dahi, olayları ve kişileri (veya sınıfları) kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmeleri veya maniple etmeleridir.

İşte bu kara büyülere karşı, hâlâ en temel kılavuz olma özelliği taşıyan kitap, “Kapital”dir…

Aşağıdaki bazı örnek kara büyülere karşı Kapital cilt 1’den çıkarabileceğimiz, hâlâ güncelliğini koruyan ve kullanılmakta olan kara büyülerin bozumlarıdır. Kapital ile daha tonlarca kara büyüyü düzeltmek mümkündür. Biz şimdilik, bir örnek teşkil etmesi bakımından 10 tanesi ile yetinelim.

Unutmayalım ki kitabın bizzat kendisi, bütünlüklü bir perspektif sunduğu için, iyi bir okuyucuyu, artık büyü geçirmez kılma özelliği taşır.

Kara büyü 1: ‘Gelir, alım gücüyle alakalıdır’

İşçinin temel geçim araçlarının (yiyecek, ev aletleri, ev, araba, ısınma vb.) maliyetinde teknik, teknolojik gelişmelerden dolayı bir düşüş varsa alım gücü artar. Fakat gelir artmış olmaz. Örneğin ABD’de son kırk yıldır emek-gücünün ortalama gelirinde bir artış görmeyiz. Fakat Çin’den gelen ucuz mallar (Walmart’a gelen malların yüzde 70’i Çin’den gelir) aynı zamanda ABD’nin tarım endüstrisindeki (özellikle mısır ve et üretiminde) gelişimiyle, işçi sınıfının gelirinin hiç artmamasına, fakat gelir adaletsizliğinin sürekli artmasına rağmen bazı en temel ihtiyaçlarda alım gücünün arttığını görürüz. Yani teknolojik gelişmelerden dolayı temel geçim mallarının üretim maliyeti düşerse bazı ürünlere yönelik alım gücü eskiye göre artar. Kısaca temel geçim araçlarına ulaşımın zorlaşması, gelirdeki düşüş demektir. Fakat temel geçim araçlarına yönelik ulaşımın kolaylaşması gelirde bir artış olduğu anlamına gelmez.

Kapital bize şunu öğretir: Gelir artışı ya da azalışı, yalnızca sömürülmenizdeki artış ve azalışla ilgilidir.

Kara büyü 2: ‘Prekarya ayrı bir sınıftır’

Prekarya, güvencesiz sözleşmelerle ya da resmi sözleşme bile olmadan çalışan işçi sınıfına denir. Sınıf, üretim süreci içerisindeki rollerle ilgilidir. Sözleşme biçimleriyle ya da bir kişinin ne kadar çok para kazandığıyla ya da ne kadar iyi şartlarda çalıştığıyla ilgili değildir. Bu güvencesiz sözleşme biçimleri yalnızca işçi sınıfına mahsus değildir. Taşeronlaşma arttıkça büyüklü küçüklü taşeron şirketlere de uygulanan sözleşmelerdir. Bu yüzden çalışma şartıyla ilgili sözleşmelerle sınıf ayrımı yapamazsınız. Hatta bir sınıf içerisindeki sınıfsal katmanları da ayırmanız mümkün değildir. Isparta’da bir gül yağı fabrikası, uluslararası şirketlerin projelerinin, proje bazlı taşeronluğunu yapıyor olabilir ya da Silikon Vadisi’nde çalışan bir yazılımcı parça başı iş alıyor olabilir.

Kapital bize şunu öğretir: Emek-gücünü satmaktan başka çaresi olmayan herkes işçi sınıfıdır. Bu sınıf ayrımı bizzat üretim süreci içerisindeki ekonomik rolle ilgilidir.

Kara büyü 3: Arz, talep serbestiyesi özgürlük sağlar

Kapital’in 1. cildi 19. yüzyılda gerçekleşen Endüstri Devrimi’nin analizini yaparken, arz ve talebe dair önemli bir çıkarıma sahiptir. Endüstri Devrimi 1860’larda artık bir doyuma ulaşmıştır. Çünkü işçinin değeri o kadar düşmüştür ki artık makine almaktan daha ucuz hale gelmiştir.

Hatta sermaye, bazı departmanlardan makineleri geri kaldırıp çocukları çalıştırmaya başlar. Peki Endüstri Devrimi nasıl ortaya çıkmıştır? 18. yüzyıl Avrupa’sında emek gücünün değeri o kadar yüksekti ki, makineler ortaya çıkınca sermaye hemen makineleri satın almaya başladı. İşte bundan şu çıkar: İşçiye yönelik talep artar da onun değeri çok yükselirse sermaye bu sefer de işçi yerine makineleri kullanmaya başvurur. Bu şekilde de bir işsizlik yaratmış olur. O halde sermaye büyüdükçe işçiye yönelik talep üretebilir. Teknolojiye başvurdukça da işsizlik üretebilir. O halde kapitalist, işçi arzını da üretir, talebini de

Kapital bize şunu öğretir: Emek-gücünün arz talebinde zarlar, hilelidir!

Kara büyü 4: Kapitalizmde tam istihdam mümkündür

Sermaye, bir spiral gibi biriktikçe birikir ve katlandıkça katlanır. Her birikim evresinde (o sektöre göre) az ya da çok işçiye ihtiyaç duyar. Fakat eğer herkes istihdam ediliyorsa ne olur? Ortada işçi yok demektir. Bu yüzden sermayenin her büyüme evresinde işçi az bulunduğu için işçinin değeri gittikçe artmaya başlar. Bu durum, gittikçe bir tıkanmaya sebep olur. Marx’ı aştıklarını düşünen ve kapitalizm içinde bu tür sorunların aşılabileceğini düşünen bazı büyücüler, türlü tekniklerle, devlet eliyle kapitalizmde tam istihdamın (kağıt üstünde) mümkün olduğunu göstermişlerdir. Bu büyücüler, işçilerle burjuvazi arasında bir iş birliği falan olmadığını, bu iki sınıfın çıkarlarının birbiriyle çatıştığını, aslında işin politik yanını unutmuşlardır. Proletarya tam istihdama yaklaştıkça taleplerini haliyle arttırma eğilimi güder. İşsizlik ya da yedek sanayi ordusu işçilerin taleplerini arttırmasına engel olmak için kapitalistlerin kullandığı bir silahtır.

Kimi kara büyücülerse, bütün sanayiler eksiksiz istihdam sağlıyorsa, buna “tam istihdam” derler. Geriye işsiz bir grup kaldıysa buna da “doğal işsizlik” derler. Böylece hem kapitalizmde tam istihdamın hem mümkün olmadığını söylerler hem de işsizlikle tam istihdamı birbirinden ayırarak bir büyü yapmış olurlar.

Kapital bize şunu öğretir: Kapitalizmde işsizlik olmak zorundadır. Bu yüzden tam istihdam mümkün değildir.

Kara büyü 5: Fırsat eşitliği bireyleri eşit kılar

Şöyle bir adalet tanımı yapalım: “Adalet eşite eşit, eşitsize eşitsiz davranmaktır.” Bu tanıma göre diyelim ki elinizde 10 tane bilye var ve bunu iki çocuğa adil bir şekilde paylaştıracaksınız. Her iki çocuğun da elinde 5 bilye varsa eşit bilyeye sahiptirler. Bu durumda elinizdeki 10 bilyeyi 5’er 5’er çocuklara dağıtırsınız. Yani eşite eşit davranırsınız.

Fakat diyelim ki birinin elinde 3, diğerinin elinde 7 bilye var. Bu durumda da elinde az bilye olana 7, çok bilye olana 3 bilye verirsiniz. Bu durumda da eşitsize eşitsiz davranmış olursunuz.

Farz edelim ki sınıflı bir toplumda ya da eşitsiz bir toplumdasınız. Bir sınıfın elinde 9, diğer sınıfın elinde 1 bilye var. Sizin de elinizde 10 bilye var. Bunlara eşit yaklaşırsanız 5’er 5’er dağıtmanız gerekir. Birinin elinde 6, diğerinin elindeyse 14 bilye olur. Ne oldu? Eşitsizlik ortadan kalkmadı.

Çünkü eşitsiz olana eşit yaklaşmak eşitsizliği ortadan kaldırmaz.

Kapital bir de şunu ekler: Bu iki sınıf birbirine bağımlıdır. Ve sınıflardan biri bilye üretir. Diğeri de onun bilye üretmesi için ona ücret öder. Birinin elinde 9, diğerinin elinde 1 bilye vardır. Elinde 1 olan, her gün 5 bilye üretir ve yalnızca 1 tanesi alıp 4’ünü ürettirene verir. 5 gün sonra 1 bilyesi olan 5 bilyeye, 9 bilyesi olansa 29 bilyeye sahip olacaktır.

Kapital bize şunu öğretir: Kapitalist sistemde eşitsize eşit davranmak (ya da fırsat eşitliği) eşitsizliği arttırır.

Kara büyü 6: İşçi kendi vasfını attırdıkça, emek gücü piyasasındaki değeri artar

Avrupa’da Endüstri Devrimi gerçekleşmeden önce manifaktürel işletmeler vardı. Bunlar, iş bölümünün aynı fabrikalar gibi ayrıldığı (Hatta fabrikalardakilerden bile daha fazla iş bölümünün olduğu) fakat makinelerdense el yordamıyla işlerin yürütüldüğü işletmelerdi. Faytonlar, saatler, iğneler ve çiviler vb. bu sanayilerde yapılırdı. Burada çalışan işçiler yüksek maaşlıydı. Çünkü her bir işi el yordamıyla yaptıkları için zanaatkar olmaları gerekiyordu. Bir çırağın da kalfa olması yedi yıl gibi uzun bir süreyi kapsıyordu. Bu yüzden o dönemlerde işçi olmak, aynı zamanda belirli bir işte uzman olmak ve iyi geçinmek demekti. Fakat işçiler bulunmaz Hint kumaşı olduklarını bildikleri için pek sıkıya gelemiyorlar. Ustabaşı bir şey dediğinde hemen grev yapmaya kalkıyorlardı. Sermayeci bu uzman işçilere muhtaçtı.

Endüstri Devrimi’yle birlikte makineler, bu demir devler hemen sahneye girmeye başlamıştı. Çünkü sermayeci, bu yüksek ücret verdiği ve uzmanlığıyla övündüğü için kendini bir şey sanan zanaatkar işçiden kurtulma derdindeydi. Makineler, artık her yeri kaplamış, uzman işçilereyse gerek kalmamıştı. Mesela dikiş makinesi icat edildiğinde terzilerin yüzde 80’i işsiz kalmıştı. Bundan şu çıkar: Ne kadar vasıflı olduğunuzun bir önemi yoktur. Sizin işinizin önemli bir kısmını daha ucuza yapabilecek bir teknoloji gelişir gelişmez birden ücretleriniz düşmeye başlayacaktır. Örneğin 1990’larda finans kapitalin gelişmesiyle ortaya çıkan “Yuppiler” olarak bilinen kentli, eğitimli beyaz yaka olan işçi sınıfı katmanı bir süre değer görmüştür. Çünkü finans kapitalin gelişme göstermesi, para dolaşımını hızlandıracak teknolojik gelişmeler demekti. Bu da internetin yaygınlaşmasını doğurdu. İnternetle beraber hizmet sektörünün birçok kolu bu alana kaydı ve beyaz yakanın altın dönemleri (yalnızca bir süre daha) uzamış oldu. Fakat yapay zeka teknolojisi, yalnızca kafa işi yapan bu işçilerin değerini her geçen gün düşürüyor. Bu hep böyle olmuştur. Mesela 1948 Marshall yardımlarıyla birlikte Türkiye’de biçerdöver ve traktör sayısı hızlıca ivmelenmeye başlamıştır. İşte bu dönemlerde en çok demirciler ve tamirciler değer görüyordu. Çünkü traktör parçası bulmak neredeyse imkansızdı.

Tamirciler bir dönem kazandı. Fakat milyonlar köyden kente göçtü.

Kapital bize şunu öğretir: Teknoloji refah üretmek yerine, her zaman işçiye karşı kullanılmış bir silah görevi görmüştür.

Kara büyü 7: Girişimcilere (sermayeye) destek olursak istihdam artar ve yukarıdan aşağıya refah damlar

Birikim arttıkça, zorunlu olarak istihdamın artacağına dair tek bir kanıt yoktur. Birikim arttıkça istihdam azalabilir de. Endüstri Devrimi bize göstermiştir ki, sermayenin birikimi artar, fakat o birikimle kapitalist daha çok makine aldığı için beraberinde işsizlik de artar.

İstihdam edilen insan sayısı da artmıştır. Fakat ücretler düştüğü için ailedeki herkesin çalışma zorunluluğu da artmıştır. Arz ve talep, madalyonun iki yüzü değildir. Talep var diye arz olmayabilir. Arz var diye talep olmayabilir. Talep ve arz birbirine bağımlı, fakat kendi iç dinamikleri de olan bir mekanizmadır. Yani aralarında diyalektik bir ilişki vardır.

Ayrıca dünyanın en büyük arama motoru tekeli “Google” ne kadar istihdam üretiyor? Ya da Instagram? Dünyanın en zenginleri birikimlerine oranla ne kadar istihdam üretiyorlar?

Ya da farz edelim ki sermayeciler, istihdam üreten işlere yönelmiş olsunlar. Gene bu para aşağıya damlamaz. Çünkü bazı sermayeciler birleşirler, büyük anonim şirketler oluştururlar. Birikimleri büyüdükçe büyür ve eninde sonunda altta kalanların yetişemeyeceği bir noktaya gelirler.

Adam Smith’den beri bildiğimiz üzere bu sistem, tekel üretir. Tekel bir problemdir. Çünkü tekel, sermayenin belirli kişi veya gruplarda toplanmasına sebep olur. Bu kişi ve gruplarda o kadar fazla sermaye birikir ki, büyük bir kısmını harcamaları ne mümkündür ne de buna ihtiyaç duyarlar. Böylece sistem tıkanmaya başlar. Su tıkanmıştır… Yukarıdan aşağıya damlamaz olur.

Kapital bize şunu öğretir: Sermaye birikimindeki artış, istihdam üretebilir de üretmeyebilir de.

Kara büyü 8: İşçi sınıfı flulaşmıştır ve artık Marx’ın bahsettiği gibi bir işçi sınıfı yoktur

Kapital yazıldığında işçi sınıfı, yalnızca ABD, Fransa ve İngiltere’de toplumsal sahneye çıkmıştı. 1860’lardan sonra Almanya ve Japonya da onların peşinden gelmeye başlamıştı.

Dünyanın büyük bir kısmı hâlâ kapitalistleşmemişti. Ayrıca köylü sınıfı, uzun yıllar nüfus olarak ağırlıkta olan sınıf olarak kalacaktı…

Peki günümüze bakalım… Dünyanın yüzde 60’ından fazlası proleterleşmiş durumda… Köylü sınıfı bitmek üzere… Orta sınıfsa emperyalist ülkelerde yüzde 10-15 arası, yarı sömürge ülkelerdeyse yüzde 18-20 arası… Dünyanın yüzde 99’u kapitalistleşmiş durumda… Dünyada bütün sınıflar oran olarak gerilerken, proleterya sınıfı en baskın sınıf haline geldi… Dünyadaki gelir adaletsizliğine baktığımızdaysa 1980’lerden bu yana, üst yüzde 1 ile alt yüzde 50 arasındaki makas sürekli arttı… Mesela şu andaki ABD’de olan gelir adaletsizliği, 29 Buhranı dönemindeki gelir adaletsizliği ile aynı!

1980’lerden beri hem kamu işletmeleri satıldığı için, hem de sermaye giriş çıkışları kolaylaştığı için sendikaların gücü yerle bir oldu…

Sıfır saatlik sözleşme biçimleri ve deproleterleştirme, gene son 40 yıllık süreçte arttı…

Kapital bize şunu öğretir: Sermaye birikimi arttıkça, işçi sınıfı da artar. Her sermaye birikimindeki artış, beraberinde işçinin fakirleşmesini getirmeyebilir. Ama (genelde) işçi sınıfının fakirleşmesi ve sayısının artması sermaye birikimindeki artışa işarettir.

Kara Büyü 9: İşçi sınıfı muhafazakarlaştı; artık kimlik, cinsiyet vb. gibi ayrımcılıklardan doğan zulümler ve bunların özneleri daha devrimcidir

Bu kara büyüye çok uzun cevap vermek gerekebilir, başka teorilere de başvurmak, meseleyi genişletmek gerekebilir. Fakat Kapital meselenin özünü bize kanıtlamıştır.

Öncelikle proletarya, kapitalizm içerisindeki rolü gereği bir sınıftır. Proletarya, bu sınıfsal rolü gereği, kapitalist birikimin yalnızca aracı olmakta değil, aynı zamanda onun yeniden üretiminde de görev alır. (Sektörel bazda değişse de) Mesela bu ay çalıştığınızda aldığınız ücret, muhtemelen geçen yılın artı değerinden gelir. Yani aslında bu ay harcadığınız emek, bir sonraki yılın artı değeri içindir. Yani proletarya hem değer üretiminin aracı hem de yeniden üretiminin aracıdır. İşte onu ana potansiyel devrimci özne yapan şey durmadan eylem yapması, sokaklarda gösteriler düzenleyip düzenlememesiyle ilgili değil, sınıfsal konumudur. O, mevcut dünyanın yeniden üretilmesini durdurabilecek yegane sınıftır.

Sınıflı toplumlarda, sınıfların çıkarları birbiriyle çatışır. Bu yüzden bir ulus, cinsiyet vb. gibi hareketler de (Bunu dile getirmek zorunda değiller) uyguladıkları pratiklerden bu çatışmalı toplumda, belirli bir sınıfa yönelik saf tutmak zorunda kalırlar. Yani kısaca çıkarları birbiriyle zıt olan sınıflı toplumlardaki her hareket eninde sonunda bir sınıfın safında kendisini bulmak zorundadır. Bugün bu ya proletarya olacaktır ya da burjuvazi. Bu yüzden herhangi bir kimlik hareketini, edindiği veya edineceği sınıf karakterinden kopararak ele almak mümkün değildir.

Kapital bize şunu öğretir: Proletarya, her iş günü, dünyanın olduğu halinin yeniden üretilmesini sağlar. Fakat her iş günü yeniden ürettiği dünyanın maddi ve kültürel zenginliklerinden biraz daha kopar.

Kara büyü 10: Sermaye ile işçi arasında devlet ara buluculuk yapabilir; sosyal adalet, kapitalizmde kalıcı ve insani bir çözümdür

Bu kara büyüye de uzun ve detaylı cevap vermek gerekebilir. Fakat işin özünü şöyle vurgulayalım: İçi bal dolu olan bir kavanozun kapağını açın ve yemek masasının tam ortasına dökmeye başlayın. Başlangıçta belirli bir bölgeye döktüğünüz için belirli bir yerde birikmeye başlar. Fakat sonrasında bal, biriktikçe etrafa yayılmaya başlayacaktır.

Dökme biçiminiz de şöyle olsun: Başlangıçta hafif hafif dökün… Sonrasında biraz daha kavanozu yukarı kaldırıp, daha yoğun dökün… En sonundaysa iyice kavanozu ters çevirip boca edin… Peki ne yaptınız şimdi? İşte bu sermaye birikiminin sürecidir. Biriktikçe yayılma eğilimindedir ve birikim süreci de hep artan oranlı olmak zorundadır.

Devletse sermaye temsilcisiyle proleter arasındaki bu ara buluculuğu yapabilecek (Ya da belirli özel koşullarda bile uzun süre sürdürebilecek) kudrete sahip değildir. Kapitalist ürettikçe üretir. Haliyle tüketildikçe tüketilmesini de ister. Tüketilmesini de sağlayacak olan devlettir.

Devlettir de… Sermayenin her birikim evresinde devletin daha çok insana bu ürünleri tükettirmesi gerekir. Ve problem üstüne problem… Tek ülkede kapitalizmde sermaye kendisine nasıl yol bulacaktır? Üstüne üstlük işçi sınıfı da devlet destekliyken ve asla taviz vermiyorken?

Kısaca sermayenin kuyruk acısı, proleterin de evlat acısı olduğu sürece dost olmaları mümkün değildir.

Kapital bize şunu öğretir: Kapitalistin tek derdi artı değer oranını arttırmaktır. Bu yüzden kalıcı bir sınıf uzlaşısı mümkün değildir.

 İsmail Kuşkondu (Evrensel)

8 Eylül 2025 Pazartesi

Izdırap, İntihar

İntihara Sürükleyen Izdırap Duygusuna Diyalektik Materyalist Bir Bakış

Mert Özler - Bu yazıda son dönemde artan yoksulluk kaynaklı intiharların arkasında yatan ızdırap duygusuna diyalektik materyalist bir yaklaşım sunmayı amaçladım. Yazının ilk bölümünde düşüncenin diyalektik sürecinin nasıl işlediğini göstererek öznenin yabancılaşmasının altında yatan sebepleri inceledim. Yazının ikinci bölümünde ise bu yabancılaşmanın döngüsel hareketiyle beraber derinleşmesini ve dışsal koşulların öznede yarattığı ızdırap duygusunun, bugün gündemde yer alan yoksulluk intiharları ile olan bağlantısını inceledim.

Düşüncenin Diyalektik Hareketi

Biliş, özne ile nesne arasındaki ilişkiden doğar. Bilişin ön koşulu öznenin düşünmesi değil, özne ile nesne arasındaki ilişkiyi sağlayacak harekettir. Düşünce kendi nesnesini seçerken etken ya da edilgen olabilir. Edilgen düşünme kaderciyken etken düşünme iradecidir. Felsefe yaparken bilgisi istenilen nesneye diyalektik yaklaşım ne kadar derinlikli olursa olsun bu nesneyi tanımlamaya ve ilişkilendirmeye yarayacak diğer nesneler ikincil önemde olacaktır. Bu yüzden bilgi hiçbir zaman tam anlamıyla nesnesine hakim olamayacaktır. Biliş ancak hareketin olduğu yerde mümkündür fakat şeyler daima hareket halinde olduğu ve değişime uğradıkları için bütünüyle bilinemezler. Bu ilk bakışta Kendinde-Şey’in bilinemezliğine benzeyebilir fakat diyalektik materyalist yaklaşım bunu yadsıyacaktır. Şeyler oldukları gibi bilinebilir, diğer nesneler ile ilişkilendirilebilir fakat değişim daimi olduğundan bütün bir bilgiye ulaşmak ancak durağanlıkta mümkün olacağı için mutlak bilgi imkansızdır.

Her nesne kendi bünyesinde karşıtını barındırır, bu karşıtlık bir çelişki içerir. Bu hareketlilik bir döngü yaratırken bilişi mümkün kılar. Düşünce ve nesne birbirinden ayrı olduğu gibi aynı zamanda birbirine içkindir, bu yüzden her biliş yeni bir gerçekliğe kapı açmaktadır. Bu gerçeklerin mümkün olmasını sağlayan şey öznelerin toplumsal yaşamıdır. Düşünceyi doğuranın özne ile nesne arasındaki ilişki olduğunu daha önce belirmiştim burada bir ayrımı daha belirtmek zorundayım; öznenin kendisi de bir nesnedir. Özneyi ikiye ayırabiliriz; özne-olarak-nesne ve nesne-olarak-özneÖzne-olarak-nesne, Düşünen Ben’in bilincidir. Kendisinin bir nesne olduğunu unutan, öznelliğinin bilincinde ve ayrı olarak bilincinin bilincinde olan öznedir. Nesne-olarak-özne ise Düşünen Ben’in bilincine vardığı Öteki’dir ve sadece Düşünen-Ben için vardır. Düşüncenin taraflı ve toplumsala içkin olmasının sebebi budur. Özne-olarak-nesne ile Nesne-olarak-özne’nin dil dolayımıyla ilişki kurması yüzünden, düşüncenin dil üzerinden aktarımında anlam ve değer kaybına uğrayacağı bir gerçekken aynı zamanda düşünmenin dil üzerinden gerçekleşmesi ayrı bir çelişkidir ve incelenmelidir. Yabancılaşma Özne-olarak-nesne’nin kendisini, zorunluluğun dayattığı koşullar nedeniyle öznelliğinin bilincini yitirip, özne-olarak-nesne olmasına rağmen nesne-olarak-özne gibi deneyimlemesinden kaynaklanır. Buradaki çelişki hemen yakalanacaktır; nesne-olarak-özne sadece özne-olarak-nesne için vardır fakat yabancılaşmada özne-olarak-nesne, kendisini ‘kendi’siz bir şey olarak deneyimler. Düşünen-Ben olarak değil dışsal bir bakış olarak deneyimler ve bu bakışın imlediği bir nokta yoktur. Bunu Hegel’in köle-efendi diyalektiği formülasyonuna benzetebiliriz:

Kölede eksik olan şey onun kişiselliğinin tanınmasıdır: ama kişisellik ilkesi evrenselliktir. Efendi köleyi kişi olarak değil, tersine “kendi”siz bir şey olarak görür, ve kölenin kendisi bir “Ben” değerinde geçerli değil, tersine efendi onu görür. [1]

Öznenin bizzat kendisini deneyimlerken ‘kendi’siz bir şey olarak görmesi, Düşünen Ben’in onu oluşturan nesnesi olarak toplumla kurduğu ilişkide bir yarık oluşturur. Dolayısıyla bu yarık öznenin toplumsallığını edilgen bir konuma vardırır, bu edilgenlik düşüncede zorunluluk yaratır ve öznenin yaşadığı topluma yabancılaşmasını derinleştirir.

Düşünce a priori olarak harekete içkindir. Bu yüzden düşünce nesnesini ancak ve ancak hareketle aşabilir. Düşünmek bir eylem olduğundan ve insanlar bir toplum içinde düşünmek zorunda olduğundan düşünme eylemi politiktir, dolayıyla özne düşündüğü sırada politik iklimin koşullarına göre sınırlandırılacak ve buna göre düşünecektir. Düşünce kendisine karşıt konumlanmış teze anti-tez öne sürerken kullandığı nesnesini aştığında özgürlüğüne kavuşacaktır. Bu anlamda düşünce taraflıdır ve öznenin bakışına göre şekillenecektir. Özne-olarak-nesne tarafından öne sürülecek bir düşünce nesne-olarak-özne konumundan aynı anlamı ifade etmeyebilir ya da karşıt düşünce geliştirilmesi gereken, muhalefet edilmesi gereken bir düşünce olarak görülebilir. Özne-olarak-nesne bir taraf olabilir fakat nesne-olarak-özne konum olmak zorundadır, çünkü yalnızca Düşünen-Ben’in bakışında vardır. Karşıt daima vardır ve ilişkilenme için gereklidir. Bu karşıtlığın olanaklı olması dilin doğumuna sebebiyet vermiştir.

Nesnelliğin Öznede Izdırap Olarak Deneyimlenmesi

Özne-olarak-nesne’nin yabancılaşması yalnızca Düşünen Ben’in kendisine dışsal bir konumdan bakış atmasından kaynaklanmaz, bu yabancılaşmanın ardında yatan bir diğer unsur ise duygulanımlardır. Duygulanımlar kültürlere ve toplum biçimlerine göre şekillenmiştir. Bu bakımdan her duygu kendi içerisinde o duyguyu oluşturan koşulların (yani toplumsal ilişkiler bütününün) hakikatini barındırır. Duygulanımlar öznel olmasına karşın nesnellik dolayımıyla özne tarafından deneyimlenir. Her özne kendi yaşamında toplumsal ağlar sayesinde diğer özneler ile iletişime geçer ve bu iletişim sonucunda kendi öznelliğini yeniden tanımlar, bu döngü durmaksızın devam eder. Özne içinde yaşadığı toplumun ekonomik koşulları, politik iklimi ve kültürel koşulları gereği kaçınılmaz olarak şahsi sorunlar yaşayacaktır. Bu şahsi sorunlar öznede duygular uyandırmaktadır, ve tabii bu duygular da düşündeler üretmeye olanak tanıyacaktır. Her duygu kendi içinde düşünce, her düşünce de kendi içinde duygu barındırır. Bu yüzden duyguların ve düşüncelerin diyalektik hareketi tıpkı özne ile nesnenin diyalektik hareketi gibi işler. Duygu ve düşüncelerin diyalektik hareketi, bizim nesnelliğin, yani toplumsal ağlar arası ilişkilerin, öznelliğe olan etkisini gözlemleyebilmemize olanak tanır. Bu gözlem sonucunda politik mücadele mümkün kılınır çünkü öznelerin şahsi sorunları aslında gerçekten göründüğü kadar şahsi sorunlar değildir, bu sorunların altında yatan toplumsal nedenler vardır ve bunlar o toplumun politik ve kültürel koşullarına göre toplumsal ağlar arasında gizlenmiştir. Öznenin deneyimlediği duygular ve bu duyguların düşünceler ile girdiği diyalektik hareket sonrası, nesnel gerçekliğin öznellik tarafından öznel olarak deneyimlenmesi mümkün olur. Nesnel gerçeklik çeşitli duygu durumları (ızdırap, sevinç, umutsuzluk, çaresizlik vb.) olarak öznenin bireyselliği içerisinde sıkıştığı için bu duygu durumunu deneyimleyen özne tarafından, deneyimlenen duygu durumunun etken nedeninin toplumsal ağların özne üzerinde yarattığı baskı ve zorunluluklar olduğu anlaşılmakta zorluk yaşanır. Bu zorluk yabancılaşmayı derinleştirir ve öznelerin sorunlarını çözmek için politikaya yönelmesini engeller. Tek tek özneler deneyimledikleri duyguların altında ezilirken, bunun sorumlusu olarak içinde yaşadıkları toplumun koşullarını göreceği yerde çaresizlik içerisinde kendileriyle yapayalnız kalırlar. Bu duygu durumları ve bunların deneyimlenme biçimi ayrıca incelenmelidir fakat bu yazının konusu gereği sadece ızdırap duygusu ile ilgilenmekle yetineceğim.

Bu duyguların arasında özneye hakikati en yoğun deneyimleme olanağı sağlayan duygu ızdıratır çünkü ızdırap nesnel gerçeklik tarafından özneye dayatılan acıdır. Izdırap özneye acı, keder, hüzün gibi olumsuz duygulanımlar yaşatırken hakikatin söyleyeceklerini barındırır. ızdırap konuşamayan, eyleme dökülemediği için henüz dile gelmeyen hakikattir çünkü ızdırap öznenin yoğun bir şekilde deneyimlediği nesnel gerçekliktir. Özne bunu yoğun bir acıyla kendi öznelliğinin sınırları içerisinde yaşarken, bunun nesnelliğin bir ifadesi olduğunu görmekte zorlanabilir.

Son zamanlarda artmakta olan yoksulluk intiharlarının en büyük sebebi, insanların onların içinde yaşamak zorunda olduğu toplumun nesnel koşullarının onların öznelliğine yaptığı tahribattır. Her geçen gün bu intihar haberlerine bir yenisi eklenirken bu insanların deneyimlediği öznel ızdırabın çaresizlik olarak vuku bulması elbette onların sorumluluğunda değildir. Bu ızdırabın öznel deneyimi sonucunda çaresizlik duygusu ortaya çıkar fakat bu çaresizlik duygusunu ortadan bertaraf edebilecek bir politik mücadele biçimi olmadığı için öznenin ızdırabı kendi bireyselliğine sıkışır. Halbuki bu ızdırabın asıl sorumlusu özne değildir, özne kendi üstündeki yüklerden sorumlu değildir. Tam da bu yüzden ızdırap nesnel gerçekliğin hakikatini içinde barındırmaktadır. Bugün gündemde sıkça gördüğümüz intihar haberlerinin özünde yatan gerçeklik budur. Öznelerin deneyimlediği ızdırap duygusunun kendilerine değil, dışa yani bu ızdırabın asıl kaynağına odaklanması gerekir ve bu şahsi sorunları politikaya yöneltmekle mümkündür.


[1] Hegel, Mantık Bilimi. İdea Yayınevi. Çev: Aziz Yardımlı

Mert Özler  / terrabayt.com/ 9 Ocak 2021

5 Eylül 2025 Cuma

6-7 Eylül yalnızca bir devlet operasyonu muydu?

-6 Eylül öğleden sonra, ellerinde bir örnek baskı ve boyutta pankartlar ve uzun sopalarla geldiler!

22 Ağustos 2025 Cuma

Turgut Uyar, şiir ve sınıf mücadelesi

Bre ağalar bre beyler paşalar
Yağız atlar kıraç kıraç yeri eşeler
Vuruşmaya gel gel eder köşeler
durmak değil dövüşmek çağlarıdır

“İkinci Yeni" anlatılmayan şiirden yanadır… Düşünceyi silmek, anlamı elinden geldiğince yok etmek ister… İkinci Yeni’nin anlamdan anladığı bir anlamsızlık anlamıdır. Bunu bilinçli bilinçsizlik diye de tanımlayabiliriz… İkinci Yeni anlamdan çok görüntüye bağlıdır… Düzyazının ilkeleri olan bitim, anlam, demeç, düşün gibi ilkelere karşıdır”. Bunlar 1960 yılı ortalarında İlhan Berk’in sözleri. “İkinci Yeni bir şey anlatmaz, bir şey söylemez… Çünkü bu şiirin amacı bir şey söylemek değil, şiirin kendisini kurmaktır… Bu şiir, bir şey söylerse, söylediği rastlansaldır. Yani ozan bir düşünceyi, bir duyguyu, bir olayı anlatmak için mısra kurmaya gitmez, kelimeleri alır, onlardan mısrasını kurar.” Bu sözler de Muzaffer Erdost’a ait, 1956’da söylemiş.

O sıralarda Muzaffer Erdost İkinci Yeni’nin önde gelen kuramsal taraftarlarından, İlhan Berk ise en sivri, en acımasız uygulayıcılarından. O günden bu yana Berk’in yazdığı şiirleri, yukarda ifade ettiği görüşlerin ışığında okuyunca, şaşırtıcı bir şey yok; hep aynı ilkeler doğrultusunda yazmış. Yine o günlerde “Anlam rastlansallığa indirgenebilir” diyen Ece Ayhan için de aynı şey geçerli.

Ancak, İkinci Yeni’nin önde gelen şairleri arasında sayılan Turgut Uyar’ın şiirinin gelişimi daha ilginç, ilk bakışta belki biraz da şaşırtıcı.

Turgut Uyar ilk olarak 1949 yılında ödül kazanan “Arz-ı Hal” adlı şiiriyle ilgi çeker. Jüri üyesi Nurullah Ataç’ın özellikle övdüğü şiir Uyar’ın aynı yıl yayımlanan ilk kitabına da adını verir. “Anlamı elinden geldiğince yok etmek” şöyle dursun, tümüyle naratif olan şiir Tanrı’ya hitaben yazılmış, insanlığın halini anlatan bir arz-ı haldir (“Ekmek derdi, aşk derdi unutturdu seni. / İnsan hatırlamıyor dün ne yediğini. / Zaten yediğimiz ne ki hatırda dursun? / Benim gibi kulun çok dünyada, Allahım!…”). Dahası, vezinli ve kafiyelidir şiir : Hece vezniyle yazılmıştır ve beş kıt’anın hepsinde a, b, c, c, b, a kafiye düzeni vardır.

Arkasından 1952 yılında Türkiyem gelir. Bu kitap da birincisinin özeliklerini sürdürür. Pek suya sabuna dokunmayan, memleket sevgisi, aşk ve avarelik şiirlerinden oluşur. Önemli ölçüde Orhan Veli etkisi (“Sevdalı olmalı, hovarda olmalıyım / Sebatsız kuşlara benzer. / Bir Kayseri’de, İstanbul’da / Bir yıldızlarda olmalıyım”. Veya “Ben sana kürk alamam doğrusu / Güzel bileklerine bilezik alamam. / Bir kap yemek, bir elbise. / Öyle bir tad var ki fakirliğimizde / Başka hiçbir şeyde bulamam”…), biraz da Cahit Külebi etkisi sezilir (“Şimdi katar katar trenler Anadolu’da / Bahardan bahara dolaşmaktadır. / Biri Sivas’tan kalkar, biri Malatya’ya varır. / Gurbetçiler Ardahan’dan Posof’tan / Yayan yapıldak dağları aşmaktadır.” veya “Tezek kokuları gelir uzak köylerden / Bulutlar bir geçer, bir geçmez / Kantar köprü vefakar ve çileli / Sürmelim aman, / Dağlar başında eyleşir”…).

Türkiyem‘deki şiirlerin her biri özenli bir bütünlük oluşturur, bir şey söyler, bir şey anlatır. Kitabın önsözünde Nurullah Ataç’ın dediği gibi, “şiir bir akıl işidir de onun için. Şair öyle kendini duygularına bırakamaz, düşünerek, neye varacağını bilerek çalışır, ölçer, tartar da her her mısraını öyle yazar”.

Derken, 1950’lerin ortalarında İkinci Yeni patlak verir, Muzaffer Erdost Pazar Postası‘nda “Bir şey söylemeyen şiir” adlı yazısını yazar ve şiirde yıllarca sürecek bir hokkabazlık dönemi başlar. Ve Arz-ı Hal ile Türkiyem şairi Turgut Uyar şöyle şiirler yazmaya başlar:

“Ey yorgun atlar, sayı bilmeyen çocuklar
Ey bütün hazır elbiseciler ey,
Birgün olmak, küskün kişilerden olmamak birgün
Dağlara dağlara çıkmak sular köprüler sular birgün çıkmak
Eski kaba arabalardan inip bugün çıkmak
Dağlara dağlara dağlara başka hiç
Birgün dağlara”

veya

“Bir Arabistan ve karşılıksız bir çek
Bir para ile dengesi
korkunun sonsuz gelgiti kanında
külotlar, korseler ve adamlar…”

Ne “anlatılan”, “söylenen” bir şey kalmıştır artık, ne vezin, ne kafiye. Gerçi Turgut Uyar düzyazılarında, soruşturmalara verdiği cevaplarda ve mülakatlarda Berk ve Erdost kadar aşırı görüşler ileri sürmez, aksine şiirde “düşüncenin, anlamın değerini yitirmeyeceğine” inandığını ifade eder. Dahası, İkinci Yeni’yi eleştirmeye başlayan ilk İkinci Yeni’cilerden biri olur; 1960’ta söyle der: “Bu yıl içinde bazı ozanlarımızın birim olarak kelimeye, bir yaşantıya bağlı olmayan, görüntüye fazlaca yaslanmasından ötürü, şiirlerini korkulu bir oyun durumuna, bir büyük boşluğun kıyısına getirdiklerini yahut getirmek üzere olduklarını gördük… kelimeye bu kadar güvenmek, bağlanmak, ister istemez ‘görüntü yapma’ gayreti, özentisi, hatta hastalığı olarak sonuçlanmaktadır”. Buna rağmen, Turgut Uyar 1950’lerin ortalarından 1960’ların sonlarına kadar yukarda verdiğim örnekler türünden şiirler yazar; adı İkinci Yeni’nin başlıca şairleri arasında anılır.

Yukardaki örneklerin alındığı 1962 tarihli Tütünler Islak‘tan 1974 tarihli Toplandılar‘a atladığında, Uyar’ın şiirinin tanınmayacak ölçüde değişmiş olduğu görülür. “70-73” altbaşlıklı bu kitaptaki şiirler Türkiye’de o yıllarda yaşanan çalkantılı toplumsal olayların, keskinleşen sınıf mücadelesinin ve nihayet 1971 darbesinin yarattığı vahşet ve yenilginin yağında kavrulmuş şiirlerdir. “Küçük keşişler” , “külotlar, korseler” gibi zırvalıklar gitmiş, bunların yerini “geleceğin sevgisi”, bu gelecek için mücadele edenler, generaller, ölüm ve direnenler almıştır.

Kitabın en güzel şiiri (ve Toplandılar adının kaynağı) olan “Kıştan Kalan Soğukluk” özelikle incelenmeye değer.

“Yine de kötü bir kış geçirmedik sanıyorum
altın düştü örneğin
karlar beyaz yağdı, direndi uzun zaman
geleceğin sevgisi bir aklık olarak başladı”

dizeleriyle başlayan şiir, şöyle biter:

“yukarda dediğime bakma aslında
başarısız boktan bir kış geçirdik
suyumuz bile doğru dürüst akmadı
bir sürü çocuğu öldürdüler”

Sözü edilen kış kuşkusuz 1971-72 kışı, 12 Mart 1971 darbesinin arkasından gelen kış. Askeri cuntanın sosyalistlere, örgütlü işçi sınıfına, aydınlara ve her türlü muhalefete kan kusturduğu, binlerce kişinin tutuklanıp işkence gördüğü kış. “Öldürülen çocuklar” Kızıldere’de basılarak öldürülen Mahir Çayan ve arkadaşları ile 6 mayıs 1972’de idam edilen Deniz Gezmiş ve arkadaşları.

Bütün bunlar karşısında, Uyar’ın tepkisi şu :

“kanın ateşin ve seslerin böyle cömertçe kullanıldığı
böyle sorumsuzca kullanıldığı bir dönemde
herkesin şimdilik hakkı vardır hüzünlenmeye.”

Ülkede olup bitenlerin dışında değildir Uyar, tarafsız değildir. Kitlelerden, direnenlerden yanadır :

“sabah sabah aç karnına ölünen şu günlerde
kararlı yüreğin bir manşeti yadırgarken
silâh kullanmayı isterken ellerin şu günlerde
– sana onu da öğretirim –
yüreğin kıpır kıpır yerinde duramazken

(…)

beklet kendini hazır dur
adı belirsiz bademlerle birlik dur
söğütlerle birlik dur
kağnı güdenlerle birlik dur
şehir kuşatanlarla birlik dur
ölen ve yara alanlarla birlik dur”

Kalabalıklarla birlik durduğu içindir ki Uyar sadece “şimdilik” hüzünlenmektedir. Hüznün yanında umut da vardır :

“çünkü sağlıklı bir güneşe taparsın sen
her bir ışını şiir yazanlara umut ve hüzün veren
bir karanfil olarak sürer gider belleğinde”

Kitaptaki bütün şiirler tekrar tekrar yukarıda vurguladığım temaları işler. Bir yandan, ülkedeki olaylar karşısında duyulan hüzün ve öfke (“hem insan ne kadar taşıyabilir şuncacık yüreğinde / bunca gemiler bunca trenler gazeteler / oradan oraya taşırken en kötü haberleri” veya “saatler sabahı çalar bazı kentlerde / bir baltanın pırıltısı karışır suyun sesine / ve hüznü kine dönüştürür elleri ustalıkla / yepyeni bir dirim hızında”), bir yandan da yazının başına aldığım dörtlükte ifadesini bulan mücadele isteği ve direnme azmi (“ben şimdi diyorum ki / buna inanmak gerek / bir susam gibi boyuna sulamak umutsuzluğu / ve direnmek / hep direnmek devam etmek adına” veya “niyetim bin yıl direnmektir bu halimde bile”).

Turgut Uyar 10-15 yıl boyunca İkinci Yeni’nin önde gelen şairlerinden biriyken, 1974’te Toplandılar‘ı nasıl yazabilir? Doğru, 1970’lere gelindiğinde İkinci Yeni bir akım olarak tükenmiştir, ama birçok şair aynı hat üzerinde devam etmektedir. Uyar’ın şiiri ise (Edip Cansever’inki gibi) değişmiştir artık. Bu değişikliğin nedenini şiir tarihinde değil, Türkiye’nin tarihinde aramak gerek.

Dünyanın geri kalanında olduğu gibi Türkiye’de de 1968 yılı ve daha genel olarak 1960’lar bir dönüm noktasıdır. İkinci Dünya Savaşını izleyen 20-25 yıl boyunca dünya ekonomisi akıllar durdurucu bir hızla büyür, tarihin en çarpıcı ekonomik gelişmesi yaşanır. Bir avuç Marksist dışında, teorisyenler kapitalizmin artık krizlerini aştığını, sonsuz bir büyüme ve refah döneminin açıldığını yazar. Derken, 1960’larda, tam da Marksistlerin öngördüğü gibi, sistem tekrar tıkanmaya başlar. Yirmi yıldır bir yeraltı nehri gibi gözlerden uzak durmuş olan sınıf mücadelesi yeniden yerüstüne çıkar. Öğrenci hareketlerinin ateşlediği fitilin ardından işçi sınıfı tarih sahnesine çıkar. Fransa’da 10 milyon işçi tarihin en büyük genel grevini gerçekleştirirken, Vietnam’dan Çekoslovakya’ya, Amerika’dan Türkiye’ye keskin mücadeleler patlak verir.

Türkiye’de gelişmeler birbirini izler: 1961’de Türkiye İşçi Partisi kurulur, 1967’de Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu kurulur; bir yandan Kavel, Paşabahçe, Demir Döküm gibi epik grevler yaşanırken, bir yandan da öğrenci hareketi giderek radikalleşir, silâhlı örgütler doğurur. Nihayet, 15-16 Haziran 1970’te işçi sınıfı tümüyle siyasi bir talep için (DİSK’i kapatma çabalarına karşı) sokaklara dökülür, iki gün boyunca İstanbul’u işgal eder. Dizginleri elinden kaçırmak üzere olan egemen sınıfın tepkisi artık alışageldiğimiz tepki olur: 12 Mart darbesi ve acımasız bir baskı.

Böyle günlerde Türkiye’de değil de Merih’te yaşarmış gibi şiir yazmak mümkün müdür? Mümkündür elbette, aralarında İkinci Yeni’nin önde gelen bazı şairleri de olmak üzere birçok şair öyle yazmışlardır. Ancak, İkinci Yeni’nin iyi şairleri bir yerden sonra artık Merih’te yaşarmış gibi, dünyada olup bitenin dışındaymışlar gibi şiir yazmayı bırakırlar. Turgut Uyar’ın sözleriyle “yaşantıya bağlı olmayan görüntülere yaslanan” , “bir büyük boşluğun kıyısında” yazamazlar artık. Yaşantı gelip kendini dayatmıştır çünkü. İkinci Yeni’nin büyük şairleri Turgut Uyar’la Edip Cansever, yaşantıyı kaale alırlar; bir yandan yaşantının içindedirler (Cansever TİP üyesi olur), bir yandan da yaşantı şiirlerine yansır. İkinci Yeni’nin tükenmesi şiirin içsel bir olgusu değildir, yükselen sınıf mücadelesi öldürmüştür İkinci Yeni’yi.

Sanırım günümüzde de yaşantıya bağlı olmayan şiirler yazan şairleri İkinci Yeni’ninkine benzer bir akibet bekliyor. Türk-İş gibi ılımlı bir sendikanın genel grev yaptığı bugünler eğer daha keskin sınıf mücadelelerini getiriyorsa, neslimin şairleri şöyle bir seçenekle karşı karşıya kalacak: Ya yaşamdan kaynaklanan şiirler yazmaya başlayacaklar, ya da yaşantı onları silip geçecek, unutturacak.

"Roni Margulies’in Adam Sanat dergisinin 120. sayısında, Kasım 1995’te yayımlanan Uyar’la ilgili makalesi "



MARKSIST.ORG

22 Temmuz 2025 Salı

Bir Ülke Niçin Çöker ve Çökmüş Bir Ülke Nasıl Kurtarılır?




Bu soruları Chat GPT’ye sordum. Yanıtları şöyle:

Bir Ülke Niçin Çöker?

Bir ülkenin "batması" (yani ekonomik olarak çökmesi, devletin iflas etmesi ya da ciddi şekilde işlevsiz hâle gelmesi) birçok karmaşık faktöre bağlı olabilir. Bu durum genellikle tek bir nedene dayanmaz; ekonomik, siyasi, sosyal ve dış faktörlerin birleşimi sonucu ortaya çıkar. İşte bir ülkenin batmasına yol açabilecek başlıca nedenler:

1. Kötü Ekonomik Yönetim

Aşırı borçlanma: Devletin gelirlerinden çok harcama yapması ve dış borçlara bağımlı hâle gelmesi.

Yüksek enflasyon: Merkez bankasının para basması sonucu paranın değer kaybetmesi.

Bütçe açıkları: Vergi gelirlerinin yetersiz, kamu harcamalarının yüksek olması.

Yolsuzluk ve kaynak israfı: Kamu kaynaklarının kötüye kullanılması.

2. Siyasi İstikrarsızlık

Sık hükümet değişiklikleri, darbe girişimleri veya iç savaş gibi olaylar devlet yönetimini zayıflatır.

Yolsuzluk ve kötü yönetişim güveni azaltır, yatırım ortamını bozar.

3. Kurumsal Çöküş

Adalet sistemi, eğitim, sağlık gibi temel kurumların işlevini yitirmesi.

Hukukun üstünlüğü yerine keyfi yönetimin yerleşmesi.

4. Savaş ve İç Karışıklıklar

Uzun süren savaşlar ekonomik istikrarsızlıklar.

Çökmüş bir ülke nasıl kurtulur?

1. Güçlü Bir Reform Planı

Makroekonomik istikrar: Enflasyonu kontrol altına alma, bütçe disiplinine dönüş.

Borç yeniden yapılandırması: IMF veya uluslararası kuruluşlarla iş birliği yapılması.

Para ve maliye politikası reformları.

2. Kurumsal Yeniden Yapılanma

Yargı bağımsızlığı ve hukuk devleti.

Yolsuzlukla mücadele ve şeffaf yönetim.

Bağımsız merkez bankası ve saydam bütçe.

3. Sosyal Kalkınma

Eğitim ve sağlık sisteminin iyileştirilmesi.

Genç işsizliğine çözüm bulunması.

Toplumsal barış ve kapsayıcılık.

4. Uluslararası Destek

IMF, Dünya Bankası, AB gibi kurumların teknik ve mali yardımı.

Yatırım çekme ve dış ilişkileri iyileştirme.

5. Toplumsal Uyanış ve Katılım

Halkın değişime inanması ve talep etmesi.

Sivil toplumun güçlenmesi.

Şeffaf, katılımcı demokrasiye geçiş.

Yıllarca yapısal reformlar diye bunları yazdık, çizdik, anlatmaya çalıştık. Kimse anlamadı diye üzülüyorduk şimdi ChatGPT’nin anlamış olmasıyla teselli buluyoruz.

Mahfi Eğilmez - Haziran 02, 2025

20 Temmuz 2025 Pazar

AİHM Başvuru Yolları

Bireysel Başvuru Nasıl Yapılır?

11 No'lu ek Protokol ile bireysel başvurunun kapsamı genişletilmiş ve bireysel başvuru hakkı bireyler yanında hükümet dışı örgütlerle kişi gruplarına da tanınmıştır. Bireysel başvuru hakkı sözleşmeye taraf bir devletin yargı yetkisi içinde bulunan ve sözleşmede güvenceye altına alınan hakların ihlal edilmesinden dolayı zarar gördüğünü iddia eden herkese tanınmıştır. Başvuruda bulunmak için hakkın ihlal edildiği devletin vatandaşı olmaya veya tam ehliyetli olmaya gerek yoktur. Sözleşme, gerçek kişiler yanında tüzel kişiliğe sahip hükümet dışı örgütlerinde başvuru hakkını tanır. Hükümet dışı örgütler sadece örgütün gördüğü zarar nedeniyle başvuruda bulunabilir. Avrupa Konseyi yeterli kaynakları bulunmayan başvurucular için bir adli yardım sistemi uygulamaya koymuştur.

AİHM'e Kimler Başvurabilir?

AIHS'nin ihlal edilmesinden dolayı mağduriyetlerini iddia eden,
• Gerçek kişi, hükümet dışı kuruluşlar, kişi grupları başvurabilir.
• Mahkemeye çocuklar da başvurabilirler. Çocuklar, ebeveynlerinin ulusal hukuk açısından yasal konumlarının uygun olması koşuluyla, ebeveynlerinden biri tarafından temsil edilebilirler.
• Mahkeme hayatta olmayan biri adına yapılan başvuruyu kabul etmez. Ancak mirasçısı veya yakın akrabasının başvurusunu kabul edebilir.
• Başvuru sahibi dava sürecinde ölürse, mahkeme, akraba veya mirasçılarının meşru çıkarları sürüyorsa, veya mahkeme şikayetin 'genel bir öneme' sahip olduğu kanısında ise dava sürdürülür.

-Bireysel Başvuru Koşulları Nelerdir?
• Sözleşmede güvenceye alınan hakların ihlali sebebiyle doğrudan yada dolaylı olarak mağdur olma.
• Başvurucunun kimliği belli olmalıdır. Mahkeme ancak kimliği açıkça belli olan başvuruları kabul eder. Ancak AİHM içtüzüğünün 47/3. md. göre ' Daire başkanı, istisnai ve gerçekten haklı görülebilir durumlarda kimliğin saklı tutulmasına izin verebilir.
• Daha önceden Mahkeme tarafından incelenmiş bir konu ile esas itibariyle aynı olan ve yeni bilgi içermeyen başvurular dikkate alınmaz. Ayrıca daha önce başka uluslar arası soruşturma ya da çözüm yerine sunulmuş bir konu, yeni bir bilgi içermeyecek şekilde Mahkemeye başvuru konusu yapılamaz.
• Yapılacak başvurunun AİHS'de yer alan hükümlerle bağdaşması gerekir. Başvurular sözleşme kapsamında ve Mahkemenin yetki alanı içinde olmalıdır.

Devletler Arası Başvuru Nasıl Gerçekleşir?

Devletler arası başvuru, AİHS'ye taraf olan bir devletin Sözleşmede güvence altına alınan hakların ve özgürlüklerin Sözleşmeye taraf olan bir başka devlet tarafından ihlal edildiği iddiasıyla Mahkemeye şikayette bulunmasıdır. Sözleşmeyi onaylayan her devlet zorunlu olarak devletler arası başvuru yolunu da tanımaktadır.
Sözleşmeyi onaylayan her devlet, Sözleşme tarafından güvenceye alınan hak ve özgürlüklerin korunması ve geliştirilmesi amacı güder ve böylece ortaklaşa bir yükümlülüğü üstlenir.

BİR DAVANIN MAHKEMEYE GÖTÜRÜLME SÜRECİ NASIL İŞLER?
MAHKEMEYE KABUL EDİLEBİLİRLİK KOŞULLARI


• Mahkeme uluslararası hukukun genellikle tanınmış kurallara göre iç hukuktaki bütün başvuru yolları tüketildikten sonra ve konu hakkında son kararın verilmesinden itibaren 6 ay içinde yapılan bir başvuruyu ele alabilir.
• Mahkeme 34. maddeye göre yapılmış başvurulardan, kime ait olduğu bilinmeyen, mahkeme tarafından daha önce incelenmiş bir konuyla aynı içeriğe sahip olan hiçbir yeni bilgiyi içermeyen bir başvuruyu ele alamaz.
• Mahkemeye Belediyeler gibi kamu kuruluşları başvuramazlar. Çünkü başvuru 'kamu işlevlerini yerine getiren merkezi idare dışında kalan otoriteleri' kapsamaktadır.
• Başvuru sahibinin, iddia konusu sözleşme ihlallerinden şahsen ve doğrudan etkilenmiş olması gerekir. Başvuru sahibi AİHM' e yapacağı şikayetin özünü ulusal işlemler sırasında da ortaya koymak durumundadır. Böylece ulusal mahkemelere, ilgili başvuru AİHME' e gelmeden önce konu hakkında karar alabilme olanağı tanınmaktadır.

AiHM'e nasıl başvurulabilir?

Mahkemenin resmi lisanları İngilizce ve Fransızca'dır. Başvuru İngilizce veya Fransızca lisanlarının biriyle yapılmalıdır. Başvuru sonrasında uygun görülmesi halinde bu lisanlardan farklı olarak Sözleşmeyi imzalamış olan devletlerin resmi lisanları ile de haberleşmeye imkan verilir. Türkçe de bu dillerden biri olup, isterseniz siz de Türkçe başvuruda bulunabilirsiniz. Mahkemeye faksla veya elektronik posta ile yapılacak başvurular daha sonra posta ile gönderilecek başvuru metniyle teyit edilmedikçe geçerli sayılmayacaktır. Şikayetinizi sözlü olarak açıklamak için Strasbourg'a bizzat gitmenize gerek yoktur. Sözleşme veya ek protokollerle garanti altına alınmış bulunan hak ve hürriyetlerin ihlal edildiği kanaatinde olan birey, komisyon sekreterliğine hitaben bir mektupla başvurabilir.

Bu mektup şu adrese gönderilmelidir.

Au Secretoire de la
Commision europeene des Droits de l'Homme
Consil de I' Europe
BP 431 R6
67075 STRASBOURG CEDEX
FRANCE

Yazının Tamamı (Şekil ve yöntemler)

11 Haziran 2025 Çarşamba

İsviçre'den Geçerken

 Geçiyor İsviçre camdan

     güneşli bir akvaryumdan
          geçen bir balık gibi,
          çok renkli bir balık.

Bakıyorum vagonumdan
kederli
     alaycı
          öfkeli biraz da alık
bakıyorum vagonumdan
          not alıyorum
İsviçre üstüne doğru yanlış bildiklerimi
          gördüklerime katarak
Hava ne soğuk, ne sıcak,
burda her şey böyle galiba, gülüm
     ne soğuk, ne sıcak,
     ne serin, ne ılık
Ayarlı bir saat
     markası ünlü bir kol saati...
İsviçre oyuncak bir memleket
     dev dağlarla karışık.
Dev dağlar gülüm,
     çocukluğumun dağları
          Tobler çukolatasının.
Uzaklardan gelen sütlü bir tat ağzımda
ve çocukluğumu hatırlamanın kederi
          düğümlendi boğazımda.

Ve iste göller, gülüm,
turist dergilerinin kapak gölleri,
kaymak kaat üstüne pırıl pırıl,
telleri, duvakları, yalçın yamaçlarıyla,
şaşırıyorsun baskının güzelliğine.

İsviçre, bir yandan da, gülüm,
     benziyor yastık yüzüne,
     çivitli, ütülü, danteleli,
          yeni de geçirilimiş
yani bir insan başının ağırlığı
çukurlaştırıp kırıştırmamış henüz.

İsviçre'ye, bilirsin, gülüm,
dilsiz kasası, derler,
     bir yerlerden, bir şeylerden kaçırılan paraların.
Bir de gülüm,
casuslarla boz inekler işi var.
Sere serpe gelişmiş inekler casuslar,
İsviçre tarafsızlık cennetine girdi gireli.
Casuslar boy boy
     ve çeşitli milletlerden olmalı
ama hepsi bir boy boz ineklerin
          hepsi İsviçreli

Fransa'ya yaklaşıyoruz .
Karşımda bir kız
polis romanı okuyor.
Güneş, pembe derisini hafifçe soymuş,
at kuyruğu saçları yapağıdan,
gözlerinde tatlı tatlı gökyüzü,
Wilhelm Tell elmayı yanaklarına koymuş

Bakıyorum İsviçre'ye vagonumdan,
Şehirleri can sıkıcı olmalı
belki sanatoryumları eğlencelidir.
Yaşamak ister miydim
          şu gördüğüm yerlerde
şu saygıdeğer adamların arasında
Doksanımdan sonra belki...

Niye böyle şeyler yazdım İsviçre için?
Belki kıskandığımdan
Kanlı çölün ortasındaki küçük bahçeyi

Çiçekleri küçük bahçenin,
     çiçekleri biraz da,
     çölde akan kanımızla sulanmadı mı?
          sulanmıyor mu?

Ve rahat, karlı gecelerinde İsviçre'nin
          yıldızları biraz da
göz yaşlarımızla yıkanıp yanmıyor mu?


Girdik Fransa'ya, gülüm,
değişti evler, hava, adamlar.
işte kıvır kıvır
     körpe kıvırcık salata gibi,
     yıkanmamış, hatta çamurlu,
     Fransa toprağında bahar...

Nazim Hikmet, 7 Mayis 1958, Isviçre toprakları




7 Haziran 2025 Cumartesi

Elveda mikroplastikler

Yeni plastik; geri dönüştürülebilir ve okyanuslarda tamamen parçalanabilir

 RIKEN Ortaya Çıkan Madde Bilimi Merkezi'nden (CEMS) Takuzo Aida liderliğindeki araştırmacılar, okyanuslarımızdaki mikroplastik kirliliğine katkıda bulunmayacak dayanıklı bir plastik geliştirdiler. Yeni malzeme geleneksel plastikler kadar güçlü ve biyolojik olarak parçalanabilir, ancak onu özel kılan şey deniz suyunda parçalanmasıdır. Bu nedenle yeni plastiğin okyanuslarda ve toprakta biriken ve sonunda besin zincirine giren zararlı mikroplastik kirliliğini azaltmaya yardımcı olması bekleniyor. Deneysel bulgular 22 Kasım'da Science dergisinde yayınlandı .

Bilim insanları, sürdürülebilir olmayan ve çevreye zarar veren geleneksel plastiklerin yerini alabilecek güvenli ve sürdürülebilir malzemeler geliştirmeye çalışıyor. Bazı geri dönüştürülebilir ve biyolojik olarak parçalanabilir plastikler mevcut olsa da, büyük bir sorun devam ediyor. PLA gibi mevcut biyolojik olarak parçalanabilir plastikler genellikle suda çözünmedikleri için parçalanamadıkları okyanusa ulaşıyor. Sonuç olarak, mikroplastikler (5 mm'den küçük plastik parçaları) su yaşamına zarar veriyor ve kendi bedenlerimiz de dahil olmak üzere besin zincirine giriyor.

Aida ve ekibi yeni çalışmalarında bu sorunu supramoleküler plastiklerle çözmeye odaklandı. Bu plastikler, çapraz bağlı tuz köprüleri oluşturan ve mukavemet ve esneklik sağlayan iki iyonik monomerin birleştirilmesiyle üretildi. İlk testlerde, monomerlerden biri sodyum heksametafosfat adı verilen yaygın bir gıda katkı maddesiydi ve diğeri de birkaç guanidinyum iyon bazlı monomerden herhangi biriydi. Her iki monomer de bakteriler tarafından metabolize edilebilir ve plastik bileşenlerine çözündüğünde biyolojik olarak parçalanabilir.

Aida, "Süpramoleküler plastiklerdeki bağların geri döndürülebilir doğasının onları zayıf ve dengesiz yaptığı düşünülürken," diyor, "yeni malzemelerimiz tam tersi." Yeni malzemede, tuz köprüleri yapısı deniz suyunda bulunanlara benzer elektrolitlere maruz kalmadığı sürece geri döndürülemez. Önemli keşif, bu seçici olarak geri döndürülemez çapraz bağların nasıl oluşturulacağıydı.

Yağ ve su gibi, iki monomeri suda karıştırdıktan sonra araştırmacılar iki ayrı sıvı gözlemlediler. Biri kalın ve viskozdu ve önemli yapısal çapraz bağlı tuz köprülerini içeriyordu, diğeri ise suluydu ve tuz iyonları içeriyordu. Örneğin, sodyum hekzametafosfat ve alkil diguanidinyum sülfat kullanıldığında, sodyum sülfat tuzu sulu tabakaya atıldı. Son plastik, alkil SP 2 , kalın viskoz sıvı tabakada kalanların kurutulmasıyla yapıldı.

"Tuzdan arındırma" kritik adım olarak ortaya çıktı; bu olmadan, ortaya çıkan kurutulmuş malzeme, kullanıma uygun olmayan kırılgan bir kristaldi. Plastiği tuzlu suya koyarak tekrar tuzlamak, etkileşimlerin tersine dönmesine ve plastiğin yapısının birkaç saat içinde dengesizleşmesine neden oldu. Böylece, belirli koşullar altında hala çözülebilen güçlü ve dayanıklı bir plastik yarattıktan sonra, araştırmacılar daha sonra plastiğin kalitesini test ettiler.

Yeni plastikler toksik ve yanıcı değildir, yani CO2 emisyonu yoktur ve diğer termoplastikler gibi 120°C'nin üzerindeki sıcaklıklarda yeniden şekillendirilebilir. Ekip, farklı guanidinyum sülfat türlerini test ederek, geleneksel plastiklerle karşılaştırılabilir veya daha iyi olan, değişen sertliklere ve çekme mukavemetlerine sahip plastikler üretebildi. Bu, yeni plastik türünün ihtiyaca göre özelleştirilebileceği anlamına gelir; sert, çizilmeye dayanıklı plastikler, kauçuk silikon benzeri plastikler, güçlü ağırlık taşıyan plastikler veya düşük çekme mukavemetli esnek plastikler mümkündür. Araştırmacılar ayrıca guanidinyum monomerleriyle çapraz bağlı tuz köprüleri oluşturan polisakkaritler kullanarak okyanusta parçalanabilen plastikler de ürettiler. Bu tür plastikler 3D baskıda ve tıbbi veya sağlıkla ilgili uygulamalarda kullanılabilir.

Son olarak, araştırmacılar yeni plastiğin geri dönüştürülebilirliğini ve biyolojik olarak parçalanabilirliğini araştırdılar. İlk yeni plastiği tuzlu suda çözdükten sonra, hekzametafosfatın %91'ini ve guanidinyumun %82'sini toz halinde geri kazanabildiler, bu da geri dönüşümün kolay ve etkili olduğunu gösteriyor. Toprakta, yeni plastiğin tabakaları 10 gün boyunca tamamen parçalanarak toprağa gübreye benzer şekilde fosfor ve nitrojen sağladı.

Aida, "Bu yeni malzemeyle, güçlü, dayanıklı, geri dönüştürülebilir, çok işlevli ve en önemlisi mikroplastik üretmeyen yeni bir plastik ailesi yarattık" diyor.

8 Mayıs 2025 Perşembe

Demokrasimizi Kaybettiğimizi Nasıl Anlayacağız?

The New York Times
Otoriterliği tanımak eskiden olduğundan daha zordur. 21. yüzyılın otokratlarının çoğu seçilir. Castro veya Pinochet gibi muhalefeti şiddetle bastırmak yerine, günümüzün otokratları kamu kurumlarını siyasi silahlara dönüştürüyor, muhalifleri cezalandırmak ve medyayı ve sivil toplumu kenara itmek için kolluk kuvvetleri, vergi ve düzenleyici kurumları kullanıyor. Buna rekabetçi otoriterlik diyoruz - partilerin seçimlerde yarıştığı ancak görevdeki kişinin gücünün sistematik olarak kötüye kullanılmasının oyun alanını muhalefete karşı eğdiği bir sistem. Otokratların çağdaş Macaristan, Hindistan, Sırbistan ve Türkiye'de ve Hugo Chávez'in Venezuela'da nasıl hükmettiği.

Rekabetçi otoriterliğe doğru iniş her zaman alarmları çaldırmaz. Hükümetler rakiplerine iftira davaları, vergi denetimleri ve politik olarak hedeflenen soruşturmalar gibi nominal olarak yasal yollarla saldırdıkları için, vatandaşlar otoriter yönetime yenik düştüklerini fark etmekte genellikle yavaştırlar. Bay Chávez'in iktidarının üzerinden on yıldan fazla zaman geçmesine rağmen, çoğu Venezuelalı hala bir demokraside yaşadıklarına inanıyordu.

Peki, Amerika'nın otoriterliğe doğru bir çizgiyi geçip geçmediğini nasıl anlayabiliriz? Basit bir ölçüt öneriyoruz: Hükümete karşı çıkmanın maliyeti. Demokrasilerde, vatandaşlar iktidardakilere barışçıl bir şekilde karşı çıktıkları için cezalandırılmazlar. Eleştirel görüşler yayınlama, muhalefet adaylarını destekleme veya barışçıl protestolara katılma konusunda endişelenmelerine gerek yoktur çünkü hükümetten misilleme görmeyeceklerini bilirler. Aslında, meşru muhalefet fikri -tüm vatandaşların hükümeti eleştirme, muhalefeti örgütleme ve seçimler yoluyla hükümeti devirmeye çalışma hakkına sahip olması- demokrasinin temel ilkesidir.

Öte yandan, otoriterlik altında muhalefetin bir bedeli vardır. Hükümetle ters düşen vatandaşlar ve kuruluşlar bir dizi cezalandırıcı önlemin hedefi haline gelir: Politikacılar temelsiz veya önemsiz suçlamalarla soruşturulabilir ve kovuşturulabilir, medya kuruluşları anlamsız iftira davalarıyla veya olumsuz düzenleyici kararlarla karşı karşıya kalabilir, işletmeler vergi denetimleriyle karşı karşıya kalabilir veya kritik sözleşmeler veya lisanslar reddedilebilir, üniversiteler ve diğer sivil kurumlar temel fonları veya vergi muafiyet statülerini kaybedebilir ve gazeteciler, aktivistler ve diğer eleştirmenler hükümet destekçileri tarafından taciz edilebilir, tehdit edilebilir veya fiziksel olarak saldırıya uğrayabilir.

Vatandaşlar, hükümetin misillemeleriyle karşı karşıya kalabilecekleri için hükümeti eleştirme veya karşı çıkma konusunda iki kere düşünmek zorunda kaldıklarında, artık tam bir demokraside yaşamıyorlar demektir.

Bu ölçüte göre, Amerika rekabetçi otoriterliğe doğru çizgiyi geçti. Trump yönetiminin hükümet kurumlarını silahlandırması ve eleştirmenlere karşı cezalandırıcı eylemlerinin artması, çok çeşitli Amerikalılar için muhalefetin maliyetini artırdı.

Trump yönetimi, muhalifleri olarak gördüğü çok sayıda birey ve kuruluşa karşı cezalandırıcı eylemde bulundu (veya güvenilir bir şekilde tehdit etti). Örneğin, eleştirmenlere karşı seçici bir şekilde kolluk kuvvetleri görevlendirdi. Başkan Trump, Adalet Bakanlığı'na Christopher Krebs (Siber Güvenlik ve Altyapı Güvenlik Ajansı başkanı olarak 2020'de Bay Trump'ın seçim sahtekarlığı iddialarını alenen çürüttü) ve Miles Taylor (İç Güvenlik Bakanlığı görevlisiyken 2018'de başkanı eleştiren anonim bir görüş yazısı yazdı ) hakkında soruşturma açması talimatını verdi. Yönetim ayrıca, 2022'de Bay Trump'a dava açan New York başsavcısı Letitia James hakkında da cezai soruşturma başlattı.

Yönetim, misilleme için büyük hukuk firmalarını hedef aldı. Federal hükümetin Perkins Coie; Paul, Weiss; ve Demokrat Parti'ye dost olarak gördüğü diğer önde gelen hukuk firmalarını işe almasını etkili bir şekilde yasakladı. Ayrıca, müvekkillerinin hükümet sözleşmelerini iptal etmekle tehdit etti ve çalışanlarının güvenlik izinlerini askıya aldı, bu da hükümetle ilgili birçok davada çalışmalarını engelledi.

Demokrat Parti'ye ve diğer ilerici amaçlara bağış yapanlar da siyasi misillemelerle karşı karşıya. Nisan ayında, Bay Trump, rakiplerinin bağış toplama altyapısını zayıflatmak için açıkça bir çaba göstererek, Demokrat Parti'nin ana bağış platformu olan ActBlue'nun bağış toplama uygulamalarını soruşturması için başsavcıya talimat verdi. Büyük Demokrat bağışçılar artık vergi ve diğer soruşturmalar şeklinde misillemelerden korkuyor . Bazıları vergi denetimlerine, kongre soruşturmalarına veya davalara hazırlanmak için ek hukuk müşavirleri tuttu. Diğerlerivarlıklarını yurtdışına taşıdı

Birçok otokratik hükümet gibi Trump yönetimi de medyayı hedef aldı. Bay Trump, ABC News, CBS News, Meta, Simon & Schuster ve The Des Moines Register'ı dava etti. Davaların zayıf yasal dayanakları var gibi görünüyor, ancak ABC ve CBS gibi medya kuruluşları federal hükümet kararlarından etkilenen diğer çıkarlara sahip şirketlere ait olduğundan, görevdeki bir başkana karşı uzun süreli bir yasal mücadele maliyetli olabilir.

Aynı zamanda, yönetim Federal İletişim Komisyonu'nu siyasallaştırdı ve bağımsız medyaya karşı kullandı. PBS ve NPR'nin fon toplama uygulamalarına yönelik bir soruşturma başlattı, bu da muhtemelen fon kesintilerinin habercisiydi. Ayrıca, ABC, CBS ve NBC'ye karşı Trump karşıtı önyargı nedeniyle şikayetleri yeniden gündeme getirirken, Fox News'e karşı 2020 seçimleri hakkında yalanlar yaydığı için şikayeti yeniden gündeme getirmemeyi tercih etti.

İlginçtir ki, muhaliflere ve medyaya yönelik bu saldırılar, Macaristan, Hindistan, Türkiye veya Venezuela'daki seçilmiş otokratların göreve geldikleri ilk yıllarda gerçekleştirdikleri benzer eylemlerden çok daha büyük bir hız ve güçle gerçekleşti.

-Yazının Tamamı:

Levitsky ve Ziblatt @nytimes