Translate

12 Haziran 2019 Çarşamba

Korporatizm

'Murat Belge'

Osmanlı-Türk modernleşmesinin (veya öbür adıyla 'milletleşme' projesinin) ideoloğu Ziya Gökalp, toplumsal örgütlenme konusunda korporatist bir görüşe sahipti. Yaşadığı yıllarda dünyada da oldukça yaygındı bu görüş. Temelinde toplumu bir organizma gibi gören bir anlayış yatıyordu. Bir bedende nasıl ayrı organlar varsa, toplumdaki sınıflar, tabakalar, meslekler de böyledir; organizmada nasıl organlar hepsi aynı amaçla çalışıyorsa, toplumda da böyle olmalıdır, 'Birimiz hepimiz için' anlayışı egemen kılınmalıdır.
Bu anlayış, doğal olarak, çeşitli sınıflar arasında çıkar ayrışması, çelişki, karşıtlık olacağını kabul etmez.
Gökalp'in yazdığı yıllarda Türkiye'de ne burjuvazi ne de proletarya geliştiği için 'sınıf çelişkisi' de zaten minimal düzeydeydi. Ama bu tür çelişkilerin çok daha büyüdüğü toplumlarda da korporatizm egemen güçlerin öncelikle sosyalizme karşı mücadele etmek için başvurduğu bir ideoloji olmuştur.

Gökalp işin teorisini yaparken Kara Kemal de esnaf loncalarını yeniden örgütleyerek, devlet kucağında burjuvazi yetiştirerek buna uygun pratiği yürütüyordu. Esendal'dan Tekinalp'e, bu loncacı, 'tesanütçü', korporatist ideolojinin çeşitli renklerini İttihat ve Terakki'nin kadrolarında görürüz. Nitekim, Cumhuriyet döneminde de, iki temel burjuva ideolojisinden biri, liberalizm, Türkiye'de inteligentsia arasında olduğu gibi, bizzat burjuvalaşmaya çalışan kesim içinde de fazla rağbet görmemiştir. Korporatizm her zaman egemen olmuştur.

İki savaş arasında korporatizm Avrupa'da yeniden canlandı. Ama Avrupa'nın her yerinde, özellikle İngiltere ve Fransa'da değil, faşizmin hızla tırmandığı İtalya ve Almanya'da, Doğu Avrupa'nın yeni kurulmuş otoriter milli devletlerinde canlandı. Türkiye'nin yeni Cumhuriyet rejiminin 'aydın'ları, Mahmut Esat'lar, Fatih Rıfkı'lar, Yunus Nadi'ler ve daha pek çokları da bu görüşteydi. Devletçi kapitalizm sisteminin başka türlü olması da zaten düşünülemezdi.
Bu yıllarda Mussolini korporatist Meclis'i de gerçekleştirdi. 22 korporasyon kuruldu. Özellik savaş başlayınca sistem durdu, ama savaşa katılmayan faşist ülkelerden İspanya ve Portekiz, Mussolini'nin korporatist modelini kendilerine uyarlayarak uyguladılar. Türkiye'de de olduğu gibi, devlet hakemliğiyle, önderliğiyle yürütülen, yaratılan işçi konfederasyonları bu sistemin en can alıcı parçasıdır. Türkiye'nin 'tek-parti' rejimiyle yürüyen parlamentosu da korporatist politika anlayışına uygun bir kurumdur.

Bizim çok-partili sisteme geçişimiz İkinci Dünya Savaşı'nın sonrasına denk düşüyor. Bu dönem, Birinci Savaş sonrasından çok farklı bir atmosfer yaratmıştır, çünkü savaşı sol ve liberal ittifak, faşizm ve nazizme karşı kazanmıştır. Bu yıllarda demokrasiye bizim gibi yeni geçen ülkelerde de korporatist değil, liberal parlamento modeli alınmış ve uygulanmıştır (uygulanabildiği kadar). Ama parlamentonun bu modele uyması, toplumdaki korporatist ideolojinin sona ermesi anlamına gelmiyordu. Türkiye'deki 'demokrasi deneyimi', darbeleri ve kesintileriyle, uyguladığı modeller ve oluşturduğu kurumlarla, korporatizmin liberal modele müdahalelerinin, iki aykırı sistem arasında oldukça akıldışı eklemlenmelerin son derece ilginç bir örneğidir.

Dünyaya uyma zorunluluğundan ötürü politikada, politik kurumlaşmada liberal modeli büsbütün buruşturup atamadık. Ama orasını burasını eğeleyip kendimize benzettik. Toplumsal hayatta ve ideolojik düzeyde ise, korporatist anlayışın izleri kendilerini çok daha açık seçik belli ederler. Onun için bu toplumda sosyalizm kadar liberalizmin de köklenmesi bu kadar zor oluyor.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder