Translate

10 Ağustos 2020 Pazartesi

Sol ve Din Konusu

Haydar Ergülen alttan alta devam eden, daha da çok devam edecek olan tartışmayı alevlendirecek bir önermeyle ortaya atıldı. Bir “özür dileme” önermesinde bulundu: kaç yılın “yetmez ama evet” kavgası. Ergülen, “Bunu söyleyenler özür dilesin, bu konu da kapansın” demeye getiriyor ve “Ben kendi hesabıma özür diliyorum” diyor.

Ben o seçim ve referandumda oy kullanmamıştım. Seçim öncesi burada oluşan siyasi atmosferden çok sıkıldığım için yurt dışına gitmiştim. Ancak burada olsam “evet” oyu verirdim. Bundan ötürü “özür dilemek” gereği duymuyorum. Konunun bu şekilde tartışılması son derece yanlış. Ama konu kendisi önemli. Onun için bu aşamada birkaç saptama yapma gereğini duyuyorum.

Sorunun önemli bir kısmı “politika” yapmak başlığı altında ele alınabilir; ama asıl önemli olan solun dinle ilişkisi.  Bu bütün dünyada dikenli bir konu, ama Türkiye’de özellikle böyle. Burada işin daha fazla çatallaşmasına yol açan etken Kemalizm: Kemalizm’in dine bakışı ve sosyalist solun Kemalizm’le ilişkisi sorunu iyice çetrefilleştiriyor.

Bu ilişkinin nasıl bir ilişki olması gerektiğinin cevabını Marx’ın oldukça derli toplu bir şekilde verdiğini düşünürüm. “Marx bu konuda ne demiş?” diye sorulunca herkesin aklına aynı şey gelir: “Din halkın afyonudur” demiş! Ama herkes bundan aynı şeyi anlamaz. Örneğin Kemalistler dinin halkı uyutmanın aracı olduğu sonucunu çıkarırlar. Oysa Marx ünlü cümlesinin hemen arkasından ezilenlerin çektikleri acıları hafifleten bir “ağrı kesici” gibi gördüğünü söyler. Din bu dünyada olamayacakları, elde edemeyecekleri şeylerin acısını hafifletmek için ihtiyaç duydukları şeydir. O anlamda “afyon”dur.

Tabii bu dinin çizdiği dünyayı dinin çizdiği gibi kabul etmemiz gerektiği anlamına gelmiyor. Ancak dini zorla ortadan kaldıramayacağımız anlamına geliyor. İnsanlar sömürüsüz bir dünyada özgür ve eşit yaşamaya başladıkları zaman böyle bir kutsallığa ihtiyaçları kalmayacaktır anlamına geliyor (Bence bu da tartışmalı ama şimdi oralara girmeyelim).

Terry Eagleton’ın Dawkins ve Hitchens’a savaş açtığı kitabı okuyunca şaşırmıştım. Bayağı dindar bir Marksist olacağını düşünmemiştim ama demek oluyormuş. İrlanda’da din kuvvetli — burada da olduğu gibi.

Bizim tarihimizde Batılılaşma “ilerici” hareket olarak bellenmiştir. Çok basitleştirerek söylersek, “okuryazar” kesim Batılılaşma’yı anlamış ve benimsemiştir. Okuryazar kesim de kaçınılmaz olarak varlıklı kesimdir. Bu eğitimi almayan yoksul kitleler ise uzak ve yabancı kalmış ve çok zaman karşı tavır dahi almıştır. Bunun için de geleneksel toplum yapısında “egemen sınıf” konumunda olanlar yoksul halkla aynı dili konuşabilmiş, Batılılaşma’yı benimseyen kesimler ise Rusya’daki Narodnikler gibi bu “ortak değerler” engelini aşmakta ciddi zorluklarla karşılaşmıştır. Bu, Batılılaşma’nın, Batılı olmayan bütün toplumlara çıkardığı zorluktur; ancak biz gelenekleri, görenekleri yerleşmiş sofistike bir imparatorluktan geldiğimiz için burada bu gibi sorunlar daha derin köklere uzanır. Yenileşmenin ürettiği yeni bir insan tipi olan “aydın” Türkiye tarihinde, her şeyden önce dinle, dinî yaklaşımla ilgisini kesmiş adam olarak anlaşılmaktadır. Ancak bu sosyalizmin, Marksizm’in sorunsalı değil, “aydınlanmacı-Batıcılığın” sorunsalıdır. Doğal olarak, Kemalist ideolojinin de önemli bir ögesidir. Bu ideoloji kamusal düzeyde din karşıtı bir tutum takınmaz; ama “kendi aramızda” militan bir “anti-klerikalizm” tavrını benimsememiz gerekir.

Böyle bir yapılanma falan il merkezinin “sanayi sitesi”ne gidip sosyalizm konuşmaya kalkışan solcunun niçin oradaki işverenlerden önce işçilerin saldırısına uğradığını açıklar. Bugünkü “Erdoğan iktidarı”nın niçin yoksul kesimden de bu kadar oy aldığını da açıklar.

Sosyalizm ile sınıf ilişkisini 1850’lerde Marx’ın gördüğü gibi göremeyiz ama sosyalizmin sınıfla herhangi bir ilişkisi kalmadığını da söyleyemeyiz.

Epey bir yıl önce İdris Küçükömer bu sorunlarla uğraşmıştı. Arkadaştık onunla, yaş farkına rağmen. Düşüncelerimiz de yakındı. İdris, “Bu memlekette ‘sol’ diye anlaşılan şey aslında sağdır” derken ben de ona katılıyordum. Ama bu böyleyse, o halde ‘sağ’ gibi görünen de  ‘sol’dur” sonucuna varmak fazla mekanik görünüyordu. Bu toplumda sağ çatallaşmıştı. İki farklı yaklaşım varsa bunlardan birinin sol olması gerekmiyordu.

Konu hâlâ açık, hâlâ ortada. Sosyalist sol, Kemalizm’in ideolojik mirasından kendini sıyırabilmiş değil.  Hatta, Tayyip Erdoğan’ın tutturduğu faşizan yol sayesinde, bu “yetmez ama evet” tartışmalarının da gösterdiği gibi, Kemalizm daha baskın görünüyor. Erdoğan’da cisimleşen İslamcılık, sonuçta, İslamcılığın alabileceği (ve işte aldığı) İslamcılık biçimlerinden biri. Ama mutlaka alınması gereken İslamcılık biçimi değil. İktidar açlığı çeken bir politik hareketi iktidarla en fazla içli dışlı hale getiren “önder” olarak Erdoğan’ın kitle üstünde nüfuzu hâlâ herkesinkinden fazla. Ama muhalefet de başladı. Muhalefet de hemen ”İslâm bu değildir” biçimini alıyor. Ayrıca, Tayyip Erdoğan kendisi iktidarının ilk on yılında bambaşka bir İslâmcı politika yapmanın mümkün olduğunu gösterdi.

Şimdi partisinden kişilerin (Davutoğlu ve Babacan) ona karşı tavır almalarını “Niye yıllarca onun arkasından gittiler?” diye eleştirenler var. Evet, buna ben de bir ölçüde katılırım ve kendileri de biraz üstü kapalı bunu kabul ediyorlar. Dediğim gibi, kendilerini iktidara bu derece yaklaştırmış adamdan birtakım ilkeler gereği kopamadılar. Ancak bunları söylerken Marksistler’in Stalin eleştirisinin ne kadar geciktiğini de hesaba katmak gerekir.

Dolayısıyla “sol politika” denen şeyin “İslâm” denir denmez “anti” bir tavra girmek demek olduğunu düşünmüyorum. İslamcı bir partinin varolan durumu az da olsa iyileştirecek bir iş yapması mümkündür ve öyle bir niyeti varsa desteklenmelidir. Ancak buraya geldiğimizde, ilkesel, “sosyalizmin din karşısında tavrı ne olmalıdır?” sorunsalından “politika yapmak ne demektir?” sorunsalına geçmek gerekiyor ki, bunu bir başka zamana erteleyelim.  



Murat Belge 





31 Temmuz 2020 Cuma

CHP

Tanıl Bora: Gördüğünüz karikatür, 8 Mayıs 1949 tarihinde zır CHP muhalifi Kudret gazetesinde yayımlanmış. Altı okun ve onun simgelediği ilkelerin-fikirlerin çözülmez bir yün çilesi gibi birbirine dolandığını, partinin karmakarışık, manasız bir hale geldiğini anlatıyor.

CHP’nin yön tayini bakımından problemli görünmesi, diyelim, hâlâ berdevamdır. CHP’yle cebelleşme hırsı ve zevki de hâlâ berdevamdır. CHP, onu benimseyenler veya önemseyerek gözleyenler bakımından bir ‘mesele’ olarak, hasımları bakımındansa bir düşman imgesi olarak (“CHP zihniyeti”), bu ülkenin siyasî kültürünün belki en istikrarlı kurumudur.

Bu karikatürün yayımlanmasından bir yıl sonra, CHP’nin çeyrek asırlık tek parti iktidarı sona erdi. O zamandan beri geçen 70 yılda, iktidardan ‘pay alma’ süresi, toplam on yılı anca bulur. Onlar da, hep koalisyonlarla. CHP, 1950’den beri Türkiye siyasetinde muhalefet ‘kültürünün’ kurucu ve aslî unsurudur.

İki buçuk yıl sonra tekrar edersem:

“Hem, bu âfet şartlarında önemi zinhar küçümsenmeyecek barınaklar, çatı altları sunuyor; hem de yapısal ve fikrî hantallıkları ve içe dönüklükleriyle, ümit yaratacak bir alternatifin önüne set çekiyor. Ne tutabiliyor, ne bırakıyor, ne bırakılabiliyor.”

***

CHP, dünya siyasî kültür mirasının da önemli bir varlığıdır. Dünyanın en uzun ömürlü siyasî partilerinden birisi. Bu yaşta parti, dünyada az bulunuyor. Batılı sosyal demokrat partilerin ve Hindistan Kongre’sinden daha genç, Meksika’daki Kurumsal Devrimci Parti’yle aşağı yukarı denk.

Siyaset bilimci Berk Esen, bir yıl önce popülizm üzerine bir çalıştayda, son on on beş yılda dünyadaki emsalleriyle kıyaslandığında CHP’nin pekâlâ başarılı sayılabileceğini söylemişti. Emsalleri: yani kâh post-muhafazakâr kâh faşizan neoliberal-popülist iktidarların “rekabetçi otoriter” baskısı karşısında iyi kötü ayakta kalabilmek, bir alan tutabilmek bakımından.

Türkiye’de son yirmi yılda içinden başka parti çıkmayan tek ana parti olması da bir başarı sayılır mı?

***

Yine daha önce bir yazıda, CHP’nin içinden her zaman bir (veya: bir, iki, üç, daha fazla…) Güven Partisi çıkabileceğinden bahsetmiştim. Dahası, içindeki o Güven Partisi’nin CHP’nin özü, esası haline gelmesi istidadı da vardır. Nitekim geçen haftasonu yapılan kurultay divanında da Güven Partisi vardı.

Tekrarlarsam; 1960’ların ortalarından beri CHP’de iki ana yönelim görebiliriz. Birisi, “Güven Partisi” dediğim, devletçi ve milliyetçi bir Atatürkçülük’le mühürlenmiş, siyasî felsefesini muhafazakâr-cumhuriyetçi olarak tanımlayacağımız yönelimdir. Ulusalcılık, bunun “çağdaş” sürümüydü ve uzun bir süre Güven Partisi’ni CHP içinde iktidar kıldı. Diğeri, sosyal demokratik veya en geniş meşrepli tanımıyla (sosyalizme meyledeninden sosyal-liberaline, “hümanistinden” sol-popülistine…) sol bir yönelim, veya daha yalın, demokrat bir yönelim.

Bu basitleştirici ideolojik şemanın, klientalizm (yani alış-veriş siyasetinin, müşteri-müvekkil ilişki ağının, müteahhit işlerinin) aynasında epey yamulabildiğini biliyoruz, tabii...

***

Son beş yıla bakınca, milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılmasında ve genel olarak alabildiğine geniş sahaların “devlet politikası” veya “millî politika” sayılarak politika dışı tutulmasına gösterilen rızada, Güven Partisi kendini yine gösterdi. Buna mukabil, Adalet yürüyüşü tecrübesi ve toplumsal muhalefete verilen bazı katkılarda, sol veya demokratik yönelimin kıpırdandığını da görebiliyoruz.

***

CHP’nin son 70 yılındaki en parlak dönemleri, -“hizipçilik” diye horlansa da-, partide farklı seslerin çıktığı, genel başkan dışında da sözü, ağırlığı olan figürlerin olduğu dönemlerdi. Yine bazı seslere tahammül edilemese de, siyasî partiler hukukundaki genel başkan sultası burada da hükmünü icra etse bile (İlhan Cihaner’in adaylığının engellenmesiyle ilgili haberler, en yakınımızdaki örnek), en azından Baykalizasyon dönemine kıyasla daha fazla ses işitilebilmesi, iyi işaret. Bunda şüphesiz yerel yönetimlerin “isim” çıkartmasının da katkısı var.

***

CHP’nin kendi soluyla (içindeki ve dışındaki solla) ilişkisi de hep gerilimli bir ilişki olmuştur. Karşılıklı küçümseme, güvensizlik, alaycılık, sinir… Simbiyozla karşılıklı istismar arası bir sosyal-siyasî mesafe karmaşası... Şu zorlu zamanlar, karşılıklı biraz şeffaflık, açıklık öğretir, biraz olgunlaştırır mı?

***

Yerel yönetim deneyimine değindik. 1970’lerin toplumcu belediyecilik tecrübesi, CHP’nin Ortanın Solu’ndan bu yana tarihinde sosyal demokratik vasfı en bariz ‘geleneklerden” biri olsa gerek. Bir kısmı epeydir süregiden, bir kısmı geçen yılki seçimlerde iş başına gelen yerel yönetimlerin pratiğinde bu geleneği izleyen, onu yenileyen bazı hamleler var. Beri yandan, “başkan” odaklı siyasetin kıskacı da var. CHP’nin yerel yönetim “performansını,” başkan popülaritesinden başka ölçütlerle değerlendirmeye ihtiyaç var.

***

Kemal Kılıçdaroğlu, siyasî partiler hukukunun bahşettiği nihaî karar verici kudretini kullanırken, bir tür moderatör kabiliyeti geliştirdi. Kendi aday olmaktan ziyade, uygun adayı bulup çıkartan lider... Yüksek makamlara CHP, toplam muhalefet içinde bir moderatör-parti işlevi görüyor. Panel-söyleşilerde “kolaylaştırıcı” deniyor ya moderatör için; orta yolu bulucu, uzlaştırıcı, toparlayıcı… Bu moderatörlük deneyiminin riski, moderatörü kendisi bir şey söylemeyen bir idare-i maslahatçıya, vasatlık âmirine dönüştürmesi; pragmatizmi oportünizme doğru bükmesi. Olası bir faydası ise, CHP’nin hep yaka silkilen siyasî becerilerini geliştirmesi; siyasî arabuluculuk ilişkilerinin toplumsal ilişki genişlemesine vesile olabilecek olması, ‘iyi’ pragmatizme alan açması. Bu ‘açılım’ ne kadar oluyor, olabilir; öncelikle örgütlenme denen ‘şeye’ bağlı.

***

CHP İstanbul il başkanı Canan Kaftancıoğlu, partinin örgüt ve saha çalışmasını canlandırmasıyla temayüz etti. Bilindiği gibi, ‘kadın haliyle’ muhalefete irilik ve dirilik kazandırınca iktidarın belli başlı düşman figürlerinden biri haline geldi. Kaftancıoğlu’nun geçen hafta yayımlanan yazısında dile getirdiği “yeni bir kamusallık oluşturma” düsturu, CHP’nin kendini “Cumhuriyeti kurma” misyonuyla özdeşleştirmesinde önemli bir tashihe işaret ediyor. Bir bakıma Cumhuriyeti yeniden-kurma (“ikinci cumhuriyet” diye kaş kaldıranlar muhakkak olur!) fikriyle tanımlayabiliriz bu işareti. Status quo ante değil; yani içinde bulunduğumuz durumdan önceki statükoya dönmek değil. Kaftancıoğlu’nun tarif ettiği, restorasyondan ziyade renovasyon; sosyal ve demokratik bir yenileme.

Sanırım, CHP’nin muhalefetteki moderatörlüğünün daha ‘verimli’ olması için de, bu fikrin etlenip butlanmasına ihtiyaç var.

Tanıl Bora (birikim)