2007 ve izleyen yıllarda Şerif Mardin’in ortaya attığı “mahalle baskısı” sözü çok konuşulmuştu. Herkesin had ve hizasını kontrol eden geleneksel töre kontrolünün, Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarında muhafazakâr bir baskı iklimine inkılâp ettiğine veya edebileceğine dair tartışmalarda kullanılmıştı bu tabir. Zamanla, tabir revaçtan düştü; belki, ‘düz’ baskıdan sonra sıra gelmiyordur.
Epeydir, mahalle kavramı başka bir bağlamda dillerden düşmez oldu. Bizim mahalle – öteki mahalle; kendi mahallemiz – başka mahalleler… Siyaseti ve toplumu yorumlarken, herkes aklın-fikrin, sözün işlev ve etkisini mahalle kavramıyla ölçüyor. Her cenahta öyle - her mahallede, yani!
Kastedilen, fikirlerin ve sözlerin, kutuplaşmış kamuoyları içinde yalıtılmış olarak kalmasıdır; farklı kamplara, öteki kamuoylarına ulaşmamasıdır.
Bunu sorun edenler, yani her mahallelinin sadece kendi mahallesine hitap etmesinden yakınanlar, başka mahallelere kulak vermek ve oradakilerle de konuşmak gerektiğini söyleyenler, “mahallenin delisi” durumuna düşmekten yakınıyorlar.
Yersiz bir endişe değil, kesinlikle. Memlekette farklı kamuoyları arasında geçirimsizlik var; diyalogdan önce bilmeme engeli var, ondan da önce bilmek istememe, çünkü arada bir müştereklik görmeme, hatta insandan saymama sorunu var.
Bu meseleyi dert ederken, mahalle kavramının üzerine düşülmüş olmasına takılacağım biraz. Herkesin mahalle teşbihine sarılması, bu meselemiz hakkında bize neler söylüyor olabilir?
***
Belki şu merakla başlamalı: Mahallenin kalmadığı bir zamanda sürekli mahalleden bahsetmekte bir acayiplik yok mu? Hâlâ soluk alıp can çekiştiği yerler yok değil elbette - can çekişme şekli dahi farklılaşarak bile olsa… Fakat geleneksel mahalle, her sahada ilk hayat tecrübelerinin edinildiği, herkesin birbirine mukayyet olduğu, denetim (mahalle baskısı!) karşılığında sıcaklık ve dayanışma sunan cemaat idili, artık adresinde bulunamıyor. Nostaljisi dahi eskidi sayılır, mahalle dizileri bile çevrilmez oldu – istisnalar var ama mesela Çukur’u klasik bir mahalle dizi saymak zor.
Mahalle teşbihine rağbetin, mahalleyi özlemekle ilgisi olabilir mi? Şu da var ki her “mahalle,” başka türlü özleyecektir mahalleyi. Muhafazakâr nostalji, herkese edep ve terbiye veren o kolektif tarassutu özleyecektir. Sol nostalji, jenerik bir dayanışma mekânı olarak özleyecektir.
***
Kebîkeç dergisinin 2005’te çıkan 20. sayısının başlığı: “Dünyanın merkezi mahallemiz” idi. Zeki ve şefkatli bir çerçeve çizmişti dergi; mahallenin çerçevelediği dünyaya çıkma tecrübesinin kıymetini bilerek, yeniyetmenin mahalleyi dünyanın merkezi zanneden muhayyilesine şefkat gösteriyor, fakat tam da “dünyanın merkezi” lâfıyla, oranın dünyanın merkezi olmadığını da hatırlatıyordu. Mahalle, dünyanın merkezi sanıldığında, en feci darlıktır. “Mahalle takımında bile…” kıyası boşuna çıkmamış. E zaten günümüzün, fikrin-sözün ufkunun mahalleye sıkışmasından yakınan söylemi, zımnen buna da dikkat çekiyor.
***
Mahallenin kalmadığı yerde, mahalle teşbihinin uygunluğunu sormaya devam edelim. Mahallenin yerinde ne var artık? Yüksek bloklar var, güvenlikli ve güvenliksiz siteler var, plazalar var. Komşuluğun, yardımlaşmanın yerini anonimleşmiş bazen profesyonelleşmiş ilişkilerin aldığı iskân birimleri… (“Kapıcı” yerine “apartman görevlisi” denmesinin nedeni sadece siyasî doğruculuk değil. Bir üst aşaması, “facility manager”dir.) Mahalle, şeklen durduğu yerde bile, kentsel dönüşümden geçince mutasyona uğruyor.
(Mike Davis’in Gecekondu Gezegeni’nde dikkat çektiği olguyu, yani dünya nüfusunun üçte birinin mahalle haysiyeti taşımayan kitlesel izbelerde yaşadığını unutmayarak,[1] şimdilik “imarlı kesimde” kalalım.)
“Mahalle” teşbihiyle andığımız siyasî camiaların, alt-kamuoylarının ortamı da, artık mahallelerin yerini alan yeni habitatlara, yeni yaşam alanlarına benzemiyor mu? Toplu konutlardaki gibi, “sakinlerin” birbirlerini tanımadığı veya sadece fragmanlarından tanıdığı bir habitat. Sanal ortamdaki güruhlaşma istidadının yol açtığı yüzsüz-anonim linççilik, “mahalle baskısı”ndan farklı bir şey değil mi?
İstişarenin bulunduğu, düşünce sevgisinin ve merakın canlı olduğu, fikrin birikerek geliştiği, eleştirinin yergi-övgü zıtlığına sıkışmadığı, müphemin grisine yaşam ağacının yeşiline açık bir söz ortamını, bir kamuoyunu, -tamam, biraz da idealize ederek-, mahalle teşbihiyle karşılayabilirdik. Bu vasata sahip miyiz? “Mahallemiz” dediğimiz kendi kamuoyumuzda, sahih anlamıyla tartışma ve eleştiri şevki namına ne var?
Mahalle teşbihi, -az evvel yine değindim-, jenerik bir dayanışma mefhumunu da ifade ediyor. Ama işte, ancak jenerik veya jenerikleşmiş bir dayanışma o. Dayanışma, tarihsel tecrübeyle, yapıp ederek, eylemle kurulan bir ilişki. Geleneksel veya eski biçimlerinin aşındığı, yeni, anonim-sanal biçimlerin kalıcı ve bağlayıcı ilişkiler kurmaya muktedir olamadığı şartlarda, dayanışmanın yeni biçimlerini düşünmek gerekmiyor mu?
Tuncay Birkan’ın Sol: Evin Reddi derlemesine aldığı 2010 tarihli bir yazısında, işte bunun eksikliğine yanıyor. Benim de burada tekrarladığım türden muhtelif tahlillerin nesnesi olarak mahallenin insanları ile temas aramak; mahalleli ile, “sıradan” insanlarla, onları dinleyerek ilişki kurmak.[2]
Kısacası, “mahalle”nin imâ ettiklerini kaybettik ve onları yeniden icat etmeye ihtiyaç var. Kendi mahallemize kapanmamaktan, öteki mahalleye seslenmekten söz ederken, belki bunu da düşünmeliyiz.
***
Şehircilik terimleriyle devam edeceksek, mahalleden başka da kaybolan bir mekânı hatırlayalım isterseniz: meydanları. Malûm, başka mahallerde oturanlar, mahalle maçı ve mahalle kavgası yaparak da iletişim kurarlar ama meydanlarda, mahalleli kimliklerinden biraz olsun sıyrılarak karşılaşır, kaynaşırlar. Kamusal alanın mekânsallaştığı yerlerdir. Siyasî toplantı (miting) ve gösteriler yapılır buralarda, -mahallelere takılmadan, ortalığa seslenilir-, bunlar da herkesi çoğaltan karşılaşmalardır. (Demirel “bile,” birkaç vesileyle söylemişti ki, “meydanlar demokrasinin ciğerleridir.”) Mahallelerin yitmesi gibi, meydanlar da yitti. İki büyük şehrin ana meydanlarının, Taksim’in, Kızılay’ın, özellikle siyasî-toplumsal demonstrasyon (gösteri demektir ve altını çizelim; arz demektir) hakkına kapatılmalarıyla, kamusal alan hüviyetleri iyice eridi.
Fikrin, sözün, teklifin, kapalı devreye sıkışmamasını, herkese ulaşmasını özlerken, mahalleden mahalleye hat çekmeye gayret ederken, meydanı, meydanları da unutmamalı. Mahalleliyle değil dünyayla konuşan söz, meydan sözüdür.
İktidar nazarında “karşı mahalle”nin timsallerinden sayılan Boğaziçi Üniversitesi’nin öğrencileri ve öğretim üyeleri, protestolarını nerede duyuruyorlar? Güney Meydan’da. İşte orası, mahallenin, meydana döndüğü yer.
[1] Bu konuda muazzam bir eşitsizlik var: “azgelişmiş ülkelerde oran % 78. Mike Davis: Gecekondu Gezegeni. Çev. Gürol Koca. Metis, 2010 (2. baskı).
[2] Tuncay Birkan: Sol: Evin Reddi. Metis, 2020, s. 83.
Birikim - Tanıl Bora 10 Şubat 2021 Çarşamba
Translate
9 Şubat 2021 Salı
8 Şubat 2021 Pazartesi
Dünya 6. kez yok oluyor
Verda Özer
Şu an dünya üzerinde var olan hayvan ve bitki türlerinin yüzde 75’i yok olmak üzere. Bilim insanları buna “Yeryüzünün 6. Yok Oluşu” ismini takıyor. Zira insanoğlunun var oluşundan bu yana dünya üzerinde yaşam 5 kez böyle tükenmiş. Her seferinde yeryüzünde canlıların yüzde 75’i hayatını kaybetmiş.
İşte bugün içinde olduğumuz süreç de bunun 6.sı. Daha korkunç olan ise şu: El birliğiyle yaptığımız bu imhanın hızı, daha önceki seferlerde insanların diğer canlıları yok etme hızının en az 100 katı. Teknoloji sağ olsun. Süreç o kadar hızlı ki, düşünün, 1970’den bu yana hayvan nüfusu yüzde 68 oranında azalmış. 500 hayvan türü de tamamen yok olmak üzere. En kötü olan ise şu: Bu sürecin geri dönüşü yok. Yani yok olan canlı türlerini bir daha hiç göremeyeceğiz.
Uzmanlar bir türün yok oluşunun başka bir türün yok olmasına yol açtığını da özellikle vurguluyorlar. Hakeza tüm canlılar beslenme ve üreme üzerinden birbirlerine bağlılar. Tam da bu yüzden yok oluş topyekûn oluyor. Dolayısıyla, bunun insanlığın da yok oluşunun başlangıcı olduğu söyleniyor.
Yeni ekonomik düzen
İşte bu korkunç gidişata İngiltere dur dedi. Geçtiğimiz hafta İngiltere Hazine ve Maliye Bakanlığı 600 sayfalık bir rapor yayımladı. Rapor, mevcut ekonomik düzenin doğaya verdiği muazzam tahribat yüzünden dünyanın şu an olağanüstü risk altında olduğunu söylüyor. Bunun için de acilen ekonomik düzenin, doğayı merkeze koyarak yeniden kurgulanması gerektiğini yazıyor.
Bakanlık dünyada ekonomik refahın ancak doğaya çok büyük zarar vererek elde edildiğini ve acilen küresel üretim, tüketim, sanayi, finans düzeninin yeniden düzenlenmesi gerektiğini söylüyor. Doğanın sağladığı sermayenin yani hava, su ve gıdanın tükenmesinin ortaya çıkaracağı ekonomik çöküşe işaret ediyor.
“Doğa bizim yuvamız. İyi bir ekonomi için ona iyi davranmak zorundayız. Gerçekten sürdürülebilir bir ekonomik büyüme ve kalkınma için, doğanın verdikleri ile ondan talep ettiklerimiz arasında bir denge kurmamız şart” diyor. Bir diğer deyişle, onu katletmeyi bırakmamız. İngiltere Başbakanı Boris Johnson da, “Dünyayı kurtarmak için iyi niyet yeterli değil. Acilen toplu, planlı ve koordine bir eyleme ihtiyacımız var” diyerek anında bu radikal değişikliğe tam desteğini açıkladı.
***
İşte bu rapor çığır açıcı bir adım olarak tarihe geçecek. Çünkü dünyanın en büyük ekonomilerinden olan İngiltere, bundan böyle gayri safi milli hasılasını hesaplarken doğal kaynakların tükenişini merkeze alacak. Eğitim sistemini de buna göre değiştirecek. Müfredat, insanların doğayla aralarındaki mesafeyi kaldıracak şekilde yeniden kurgulanacak.
Dahası, bakanlık tüm dünya ekonomilerini bunu yapmaya çağırıyor. Özellikle iklimi, okyanusları ve ormanları korumak için yeni uluslararası kurumların kurulması gerektiğini söylüyor. Daha yoksul olan ülkelerin de bu harekete katılabilmeleri için maddi olarak desteklenmeleri çağrısında bulunuyor.
Bu adımı atan merciin Çevre Bakanlığı değil, Hazine ve Maliye Bakanlığı olduğunu özellikle vurgulamak gerek. Yani doğanın yok oluşu artık aynı zamanda ekonominin çöküşü ve insanın yok oluşu anlamına geliyor. Geldiğimiz durum bu.
Küçük güzeldir
Bu gidişata karşı belki de ilk uyarıyı İngiliz-Alman ekonomist Ernst Friedrich Schumacher yapmıştı. 1973’te yayımladığı ve Times dergisi tarafından 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana çıkmış en etkili 100 kitap arasında gösterilen “Küçük Güzeldir: Önceliği İnsana Veren Bir Ekonomi Anlayışı” kitabı dünyayı resmen sallamıştı. Kitap sanki bugün yerini, anlamını, önemini çok daha iyi buluyor.
Schumacher sayfalarında en çok da doğal kaynaklara vurgu yapıyor. Yeryüzünün aslında her insanın gereksinimini doyuracak kadar verdiğini, fakat her insanın açgözlülüğünü doyuracak kadar veremeyeceğini hatırlatıyor. Dünyaya yağmacı davrandığımızı söyleyip, “Yenilenemez olan maddeler sadece başka seçenek olmadığı zaman kullanılmalı. Kullanıldığı zaman da azami dikkat ve tutumlulukla harcanmalı. Rastgele veya bol keseden harcamak bir zorbalık eylemidir” diyor.
Bundan kastı elbette petrol-doğal gaz gibi doğal kaynaklar, toprak, hava, su, bitkiler, hayvanlar. Yani tüm doğal döngü. Hepsinin de ancak alternatifi olmayan durumlarda tüketilmesi gerektiği, ana tezi. İnsanın bilimle-teknolojiyle-bilgiyle ürettiği sermayenin, doğanın sağladığı sermayeden çok daha küçük olduğunu, oysa bizim doğal kaynakları sermayeden bile saymadığımızı vurguluyor.
***
Onun dediği gibi: Doğal kaynakları insan yaratmamıştır; o yüzden devreye sokulamazlar. Bir kez tükendiler mi, sonsuza dek tükenmiş demektirler.
Bizim dışımızdaki canlıların tükenmesinin bizim de tükenmemiz demek olduğunu anlamaya başlayanlar var sanki. Darısı tüm insanlığın başına.
Şu an dünya üzerinde var olan hayvan ve bitki türlerinin yüzde 75’i yok olmak üzere. Bilim insanları buna “Yeryüzünün 6. Yok Oluşu” ismini takıyor. Zira insanoğlunun var oluşundan bu yana dünya üzerinde yaşam 5 kez böyle tükenmiş. Her seferinde yeryüzünde canlıların yüzde 75’i hayatını kaybetmiş.
İşte bugün içinde olduğumuz süreç de bunun 6.sı. Daha korkunç olan ise şu: El birliğiyle yaptığımız bu imhanın hızı, daha önceki seferlerde insanların diğer canlıları yok etme hızının en az 100 katı. Teknoloji sağ olsun. Süreç o kadar hızlı ki, düşünün, 1970’den bu yana hayvan nüfusu yüzde 68 oranında azalmış. 500 hayvan türü de tamamen yok olmak üzere. En kötü olan ise şu: Bu sürecin geri dönüşü yok. Yani yok olan canlı türlerini bir daha hiç göremeyeceğiz.
Uzmanlar bir türün yok oluşunun başka bir türün yok olmasına yol açtığını da özellikle vurguluyorlar. Hakeza tüm canlılar beslenme ve üreme üzerinden birbirlerine bağlılar. Tam da bu yüzden yok oluş topyekûn oluyor. Dolayısıyla, bunun insanlığın da yok oluşunun başlangıcı olduğu söyleniyor.
Yeni ekonomik düzen
İşte bu korkunç gidişata İngiltere dur dedi. Geçtiğimiz hafta İngiltere Hazine ve Maliye Bakanlığı 600 sayfalık bir rapor yayımladı. Rapor, mevcut ekonomik düzenin doğaya verdiği muazzam tahribat yüzünden dünyanın şu an olağanüstü risk altında olduğunu söylüyor. Bunun için de acilen ekonomik düzenin, doğayı merkeze koyarak yeniden kurgulanması gerektiğini yazıyor.
Bakanlık dünyada ekonomik refahın ancak doğaya çok büyük zarar vererek elde edildiğini ve acilen küresel üretim, tüketim, sanayi, finans düzeninin yeniden düzenlenmesi gerektiğini söylüyor. Doğanın sağladığı sermayenin yani hava, su ve gıdanın tükenmesinin ortaya çıkaracağı ekonomik çöküşe işaret ediyor.
“Doğa bizim yuvamız. İyi bir ekonomi için ona iyi davranmak zorundayız. Gerçekten sürdürülebilir bir ekonomik büyüme ve kalkınma için, doğanın verdikleri ile ondan talep ettiklerimiz arasında bir denge kurmamız şart” diyor. Bir diğer deyişle, onu katletmeyi bırakmamız. İngiltere Başbakanı Boris Johnson da, “Dünyayı kurtarmak için iyi niyet yeterli değil. Acilen toplu, planlı ve koordine bir eyleme ihtiyacımız var” diyerek anında bu radikal değişikliğe tam desteğini açıkladı.
***
İşte bu rapor çığır açıcı bir adım olarak tarihe geçecek. Çünkü dünyanın en büyük ekonomilerinden olan İngiltere, bundan böyle gayri safi milli hasılasını hesaplarken doğal kaynakların tükenişini merkeze alacak. Eğitim sistemini de buna göre değiştirecek. Müfredat, insanların doğayla aralarındaki mesafeyi kaldıracak şekilde yeniden kurgulanacak.
Dahası, bakanlık tüm dünya ekonomilerini bunu yapmaya çağırıyor. Özellikle iklimi, okyanusları ve ormanları korumak için yeni uluslararası kurumların kurulması gerektiğini söylüyor. Daha yoksul olan ülkelerin de bu harekete katılabilmeleri için maddi olarak desteklenmeleri çağrısında bulunuyor.
Bu adımı atan merciin Çevre Bakanlığı değil, Hazine ve Maliye Bakanlığı olduğunu özellikle vurgulamak gerek. Yani doğanın yok oluşu artık aynı zamanda ekonominin çöküşü ve insanın yok oluşu anlamına geliyor. Geldiğimiz durum bu.
Küçük güzeldir
Bu gidişata karşı belki de ilk uyarıyı İngiliz-Alman ekonomist Ernst Friedrich Schumacher yapmıştı. 1973’te yayımladığı ve Times dergisi tarafından 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana çıkmış en etkili 100 kitap arasında gösterilen “Küçük Güzeldir: Önceliği İnsana Veren Bir Ekonomi Anlayışı” kitabı dünyayı resmen sallamıştı. Kitap sanki bugün yerini, anlamını, önemini çok daha iyi buluyor.
Schumacher sayfalarında en çok da doğal kaynaklara vurgu yapıyor. Yeryüzünün aslında her insanın gereksinimini doyuracak kadar verdiğini, fakat her insanın açgözlülüğünü doyuracak kadar veremeyeceğini hatırlatıyor. Dünyaya yağmacı davrandığımızı söyleyip, “Yenilenemez olan maddeler sadece başka seçenek olmadığı zaman kullanılmalı. Kullanıldığı zaman da azami dikkat ve tutumlulukla harcanmalı. Rastgele veya bol keseden harcamak bir zorbalık eylemidir” diyor.
Bundan kastı elbette petrol-doğal gaz gibi doğal kaynaklar, toprak, hava, su, bitkiler, hayvanlar. Yani tüm doğal döngü. Hepsinin de ancak alternatifi olmayan durumlarda tüketilmesi gerektiği, ana tezi. İnsanın bilimle-teknolojiyle-bilgiyle ürettiği sermayenin, doğanın sağladığı sermayeden çok daha küçük olduğunu, oysa bizim doğal kaynakları sermayeden bile saymadığımızı vurguluyor.
***
Onun dediği gibi: Doğal kaynakları insan yaratmamıştır; o yüzden devreye sokulamazlar. Bir kez tükendiler mi, sonsuza dek tükenmiş demektirler.
Bizim dışımızdaki canlıların tükenmesinin bizim de tükenmemiz demek olduğunu anlamaya başlayanlar var sanki. Darısı tüm insanlığın başına.
Verda Özer / Milliyet
7 Şubat 2021 Pazar
Nos coeurs à la fenêtre - Lara Fabian
Sevdiğin zaman ölmezsin
Quando si ama non si muore
Çılgınca şarkı söyle
Canta a perdifiato
şarkı söyle
Canta
LyricFind
Kaydol:
Yorumlar (Atom)

