Translate

16 Şubat 2021 Salı

Sivil anayasa ‘sivil’lerin yazdığı anayasa mıdır?

Alper Görmüş
Kelimelerin istismarı üzerinden insanları (ve toplumu) istismar etmek, siyasetçilerin en sevdiği sporlardan biri.

Mesela Süleyman Demirel Türkiye’nin bir “kanun devleti” olduğunu sık sık vurgulamayı pek severdi. Buradaki entrika, toplumun kahir ekseriyetinin ‘hukuk’ ve ‘kanun’ algısının aynı olması üzerinden bir illüzyon yaratmaktı. Devletin hukuk ve meşruiyet dışı davranışları böylece “açın okuyun, kanun dışı bir şey yapılmıyor, kanunda ne yazıyorsa o yapılıyor” klişesiyle gizlenebiliyordu.

Sıradan insanların aklına “iyi de ya o kanun ‘yanlışsa’” diye bir soru gelmiyordu. Nasıl gelsin ki? Devrin muhalefeti bile bu tuhaf argümanı bir çırpıda safdışı edecek o tek cümleyi kurmayı akıl edemiyor ya da -galiba- akıl etse bile işine gelmiyordu: “Sayın Demirel, Irak, Suriye, İran; etrafınızdaki bu diktatörlüklerin de kanunları var, mesele kanunların var olması ve onların uygulanması mı yoksa kanunların içeriği mi?”  

‘Cumhuriyet’ ve ‘demokrasi’ algıları

‘Hukuk’ ve ‘kanun’ üzerinden kurulan illüzyonun bir benzeri ‘cumhuriyet’ ve ‘demokrasi’ üzerinden kuruldu; Türkiye mademki bir cumhuriyetti (ki doğru, bir hanedan tarafından yönetilmiyor), o zaman otomatik olarak demokrasi de oluyordu.

Yüzyıllarca keyfîlik ve istibdatla özdeşleşmiş bir hanedan tarafından yönetilen bir ülkede, cumhuriyetle demokrasinin bir ve aynı şey olduğu illüzyonunu yaratmak zor değildi: Mademki padişahlığa son veren rejim cumhuriyetti, öyleyse bu rejim, otomatik olarak, yıktığı rejimin başat karakteri olan istibdata ve keyfîliğe karşı olacak, başka deyişle “demokratik” olacaktı.

Cumhuriyetle demokrasinin bir ve aynı olmadığı; etraftaki, kimsenin cumhuriyet olduklarına itiraz etmeyeceği diktatörlüklerin demokrasiyle hiçbir ilişkilerinin bulunmadığı itirazları tabii ki teveccüh görmedi ve bu illüzyon da on yıllar boyunca başarılı bir biçimde ifa etti fonksiyonunu.

‘Sivil’ demek asker-askerî olmayan mı demek?

‘Kanun-hukuk’ ya da ‘cumhuriyet-demokrasi’ üzerinden kurulan illüzyonların bir benzeri, daha akademik bir düzeyde ‘sivil-asker’ karşıtlığı üzerinden kuruldu.

Türkiye’de ‘sivil’ sözcüğü ‘askerî olmayan’ anlamında yaygın (ve yanlış) bir kullanıma sahip… Hiç unutmuyorum, yıllar önce, askerlerce işlenmiş suçların bir bölümünün (darbe girişimi vb.) askerî yargıda değil de adlî yargıda ele alınmasına ilişkin tartışmalar sırasında gazete sayfaları ‘sivil yargı’ sözcüğüyle dolup taşmıştı.

Oysa ‘sivil’ kavramı, doğup geliştiği Batı siyasal kültüründe başlangıcından beri ‘devlet alanının dışında kalan’ anlamında kullanılıyor. Bu çerçevede: Evet, Türk Silahlı Kuvvetleri sivil değildir ama, Dışişleri Bakanlığı ya da Kültür Bakanlığı da ‘sivil’ değildir. Evet, askerî mahkemeler sivil değildir ama onların dışında kalan mahkemeler de sivil değildir; her ikisi de devlet alanının içindedir çünkü.

Bugünlerde, yeni anayasa tartışmaları bağlamında ‘sivil’i asker-askerî olmayan anlamında kullanma üzerinden işletilmeye çalışılan yeni bir illüzyona şahit oluyoruz.

İktidar, şimdiye kadarki bütün anayasaların askerler tarafından yapıldığını hatırlatarak hepimizi ‘sivil’ bir anayasa yapmaya davet ediyor, buna gönül indirmeyenleri de ‘sivil’ olmamakla itham ediyor.

Bu itham haklı ve yerinde bir itham olabilirdi; meğerki iktidar gerçekten de ‘sivil’ olsaydı.

Demokrasilerde iktidarlar seçimle işbaşına gelir, fakat bu kriter tek başına onlara ‘sivil’ karakterini kazandırmaz. Çünkü devleti yönetmektedirler ve bu süreçte içinden çıkıp geldikleri toplumla, yönetmeye başladıkları devlet arasında kendilerini nerede konumlandırdıkları önem kazanır.

İktidara geldikten sonra bir zamanlar sözcüsü oldukları toplumsal talepleri devlete kabul ettirmeye mi çalışacaklar, yoksa zaman içinde devlet tarafından devşirilecek ve böylece, tam tersine devletin toplumdan istediklerinin bir sözcüsü haline mi gelecekler?

İktidarların ne kadar ‘sivil’ kalabildiğine ancak bu somut gözlemler sonucunda karar verilebilir.

AK Parti hangisine daha yakın? Devlete mi topluma mı?

AK Parti, kabaca iktidarda ilk 10 yılını geçirdikten (ve iktidara yerleştikten) sonra toplumu kendi cemaatinden ibaret saymaya başladı ve toplumun yarısından koptu.

Bu birinci aşamaydı…

İkinci aşama 2013’ten (17-25 Aralık), özellikle de 15 Temmuz’dan (2016) sonra geldi. AK Parti, bu dönemde yeni bir tercih yaptı: İktidarının başından beri ortak olduğu Gülencilerin tehdidi altında, bir zamanlar kendisini yıkmaya çalışan eski devlet unsurlarıyla ittifak kurmaya başladı.

Üçüncü aşamada MHP de devreye girdi; artık AK Parti’nin, toplumun kendi cemaatinden olan bölümüyle de ciddi sorunları oluşmaya başlamıştı. Böylece AK Parti’nin toplumdan çok devletin bir parçası olma süreci tamamlanmış oluyordu.

İşte şimdi bu AK Parti toplumun karşısına geçmiş, onu ‘sivil’ anayasa yapmaya davet ediyor.

Yapılmak istenen şey belli: ‘Daha fazla devlet’ içeren bir anayasa. Fakat bu doğrudan söylenemiyor doğal olarak. O zaman da siyasetçiler yine çok iyi bildikleri o entrikayı sokuyorlar devreye: Kelimelerin istismarı üzerinden insanları (ve toplumu) istismar etmek.

Örneğimiz üzerinden düşünürsek: Kendisi aslında devlet alanında olduğu halde ‘asker ya da askerî olmayan’ın ‘sivil’ olduğu illüzyonu üzerinden sivil anayasa çağrısı yapmak ve buna icabet etmeyenleri de askeri vesayetçilikle suçlamak!

Muhalefetin önünde bu samimiyetsizliği ve istismarı teşhir etmek gibi güç bir görev var.

Alper Görmüş

(Serbestiyet)



9 Şubat 2021 Salı

Boğaziçi ile Başlayan? - Ömer Laçiner

Recep Tayyip Erdoğan’ın 2011’den, özellikle de 2015’ten sonra “reform” veya “hukuki düzenleme” etiketiyle yaptırdığı her hamlenin Cumhuriyet’ten beri bu ülkenin modern-uygar ve demokratik bir toplum olma yolunda oluşturabildiği ne varsa hepsini sırayla tahrip etmenin bir adımı olduğunu yeterinden fazla gördük. Bu trendin geldiği noktada bu ülke devleti, kâğıt üstündeki tarifinde yer alan “sosyal”, “hukuk”, “laik” ve “demokratik” gibi sıfatları bazı kalıntılara indirgenmiş, güvencesini verdiği hak ve özgürlükleri keyfileştirmiş ve neredeyse çıplak bir baskı ve şiddet aygıtından ibaret hale gelmiş olduğu gibi; bu enkazın yanı sıra toplum da parçalara ayrıştırılmış, kendilerine memleketin sahibi/efendisi unvanı verilmiş –yerli ve milli– AKP-MHP seçmenleri ile böyle sayılmayanlar arasında Ortaçağ’a özgü bir hiyerarşinin epeydir fiilen yürürlükte olduğu bir “düzen” ortaya çıkmıştır.

Hal ve gidişat böyleyken Erdoğan’ın geçen Kasım ayında “hukuk reform” lafını ortaya atıp, Aralık’ta ardından Ocak başlarında “hazırlıkların tamamlanmak üzere olup yakında açıklanacağını” söyledikten sonra birden bire “yeni bir Anayasa” girişimi başlatmasının amacı ve gerekçesi ne olabilir?

Yukarıda işaret edilen trend dikkate alınırsa, Erdoğan’ın bu “el yükseltmesi” bir adım daha atmak yerine bir sıçrama yapmaya niyetli, hatta kararlı olduğu anlamına gelir. Amacı ve muhtemel gerekçelerini daha sonraya bırakarak şunu peşinen söyleyelim ki; geldiğimiz eşikte o “sıçrama” herhalde Anayasa metnine “Türkiye devletinin dini İslâm’dır’ ibaresinin bir biçimde sokulması ile yapılabilir.

Erdoğan açısından böylesi bir girişimin gerekçeleri, amacından daha önemli, daha ön planda gözüküyor olmalıdır. Bir diğer ifadeyle bu girişimini sonucuna vardırmaktan çok onun tartışılmasıyla oluşacak gayet gerilimli havaya, körükleyeceği keskin kutuplaştırmaya ihtiyacı var. Ve bu ihtiyacın büyüklüğü ve acilliği nedeniyle; şimdiye kadarki kutuplaştırma hamlelerinde karşıtlarını örtük veya dolaylı biçimde din dışı, dine aykırı olmakla itham etme tavrına “eşik atlatarak”; onları Müslüman olmamakla yaftalamanın ortamını oluşturmayı kurguluyor olmalıdır.

Çünkü 2019 mahalli seçimlerinde açıkça görülen “Cumhur ittifakı” tabanındaki erimeyi durdurmak için o zamandan beri yapılan hamleler sonuç vermediği gibi, hemen tamamı “dışarda ne kadar güçlü olduğumuz” izlenimi vermeye ve bunu içerde oy devşirmek için kullanmaya matuf o hamlelerin ya kofluğu belli olmaya başlamış ya da muhataplarının bedelini ödetme girişimleri karşısında mecburen gerileyerek “taban”ın zihninde soru işaretlerinin doğmasına yol açılmıştır. Bu sorular “pandemi süreci”nin yönetimindeki öngörü yoksunluğu, keyfilik ve beceriksizliklerle katmerlenmiş ve bu da “taban”ın sayısal desteğinin değilse bile sadakat duygusunun bariz biçimde gevşemesine kapı açmıştır.

Tabandaki bu kayganlaşma ekonomideki sıkıntıların ağırlaşacağı, dışarıda ABD ve AB ile ilişkilerin zorlaşacağı önümüzdeki aylarda, AKP-MHP iktidarını –elindeki tüm baskı ve şiddet araçlarına rağmen– yıllardır sahip olduğu “gündemi belirleme” kozunu kaybettiği takdirde ayakta kalamayacağı bir sarsıntı sürecine iter. Dolayısıyla bu gevşemeyi sertleştirmeye dönüştürmenin yanı sıra “kaçış”ları da önlemenin ve ayrıca yeni iltihak kanalları açılmasının yolu mutlaka bulunmalıdır.

O nedenle Ocak ayı ortalarından itibaren iktidar ortaklarından MHP kendi tabanındaki erimenin ve kaçışların yöneldiği İYİ Parti ve Gelecek Partisi’ne karşı meşrebine uygun “uyarı”lar yapmaya, pusular tertiplemeye veya özendirmeye girişirken; AKP de Sünni muhafazakâr kitleyi kendi etrafında toparlamak için harekete geçti. Ancak bu iki farklı kanaldan faaliyeti birbirine kenetleyecek ve aynı zamanda gevşemeleri sertleşmeye dönüştürecek bir tutkal da gerekiyordu. Bu elbette din olacaktı ama istenilen sonuç için aşırı keskinleştirilmiş bir “sürüm”ü gerekiyordu. Cumhuriyet’in 100. yılına hazırlanılıyorken Cumhuriyet’in ilk (1921 ve 1924) anayasalarında yer alan “devletin dini İslâm’dır” maddesini yeniden yürürlüğe koyma kararlılığının ilan edilmesi pekâlâ bu gereksinimi karşılayabilirdi.

Öyle tahmin ediyoruz ki, MHP’nin haliyle asıl olarak AKP kadrolarının inisiyatifinde yürütülecek böylesi bir kampanyada geri planda hatta bağımlı konumda kalacağından ötürü tereddütlü oluşu, resmen ilanını geciktiriyor. Ancak önümüzdeki günlerde ya MHP’nin tereddütleri giderilerek ya da AKP tarafından bir oldu-bittiye getirilerek veya adı resmen konulmayarak “devlet İslâm’ındır” temasını odağına almış, buna itiraz eden her laiklik savunucusunu İslâmofobiyle, dahası İslam düşmanlığı ya da mürtedlikle suçlayacak bir kampanyanın başlatılması çok büyük bir ihtimaldir. Bu suçlamalar ABD ve AB talepleri gündeme geldiğinde içerik ve gerekçelerinden dikkatleri saptırıp yaftalanabilmelerini mümkün kılacağı için de kullanışlı olacaktır. Ayrıca AKP-MHP rejimine yönelik her tür eleştirinin bu suçlamalarla bağlantısını kurdurtacak psikolojinin –her ikisinin de düçar olduğu aşağılık kompleksinin– ittifakın harcındakı asli payı dikkate alınırsa bu kanalın tamamen açılacağı da kestirilebilir.

Nitekim Boğaziçi olayı bunun gayet uyarıcı bir örneği ve “prova”sı oldu. Suçlama kanalı bahane bile sayılamayacak bir şeyden bir “din düşmanlığı, dine hakaret” argümanı türetilerek o aşağılık kompleksinin hemen tüm tezahürlerinin fışkırtıldığı kanal açılıverdi. Erdoğan, kimseye eliyle bile dokunmayan, buna mukabil coplarla dövülüp ite kaka sürüklenerek nezaretlere atılan Boğaziçi’nin parıltılı gençlerine “terörist” diyebilmekten çekinmedi. Bahçeli de bu konuda ne kadar kararlı olduğunu göstermekte gecikmedi: Boğaziçi öğrencilerini “vandal-barbar” ve “gözlerini kan ve nefret bürümüş” diye niteleyebildi. Sicili pusularla, bomba tuzaklarıyla, boğarak adam öldürmelerle yüklü bir hareketin başında olan birinin o tür sıfatları kullanırken kendini tarif ediyormuş izlenimi yaratacağından dolayı çekineceği sanılır ama anlaşılan Bahçeli kompleksini gemleyememiş. Liseyi bitirdiklerinde yetenek, (kurnazlık değil) zekâ ve zihinsel donanımlarıyla Boğaziçi’ne girmeyi hayal bile edemediklerini tahmin ettiğimiz kimselerin şimdi böyle bir üniversiteye rektör atayabilecek statüde olmaları ülkenin düştüğü durumun acıklı bir göstergesi olduğu kadar aynı zamanda da bu ikilinin Boğaziçi’ne karşı sergiledikleri ölçü tanımaz huşunetin ta o dönemlerden beslenen kompleksin dışavurumu olduğu da not edilmelidir. Ayrıca Erdoğan o kompleksinin bir diğer yüzünün nesnesi, “hedefi” olan Osman Kavala’ya ilişkin kin ve hasedini Osman’ın eşi Ayşe Buğra’nın Boğaziçi’nde öğretim üyesi olmasını fırsat bilip bir kez daha sergilemeyi de ihmal etmedi. Ama, zihni donanımının derinliği kadar imrenilesi nezaketiyle de bilinen Ayşe Buğra’ya provokatör diyebilmenin değeri ve hükmü ne olabilir ki?

AKP-MHP bloku, bu kampanyayı yeni vesilelerle takviye ederek ve son iki yüz yıldır Sünni “hassasiyetler”in mücavir alanından gelip ahlaki, yapıcı ve iyicil ögeleri iteleyerek odağına yerleşmekte olan ilkel güdü ve –kindarlık,haset gibi– duyguların körüklendiği bir din adına seferberlik havasının giderek güçlenmesinden medet umacak noktadadır. Bu kampanya karşısında savunmacı bir reflekse kapılmak, “İslâm’a, onun hassasiyetlerine saygılıyız” hattının arkasına sığınmak değil tam tersine o kampanyayla üzerinin örtülmesine çalışılan gerçek sorunları,AKP-MHP blokunun eseri olan enkazın bütün boyutlarını,özellikle manevi sefalet halini, ülkenin yapıcı, yaratıcı potansiyelini nasıl tahrip ettiklerini layıkıyla teşhir ederek inisiyatifi ele geçirmenin yol ve araçlarına odaklanılmalıdır. Boğaziçi olayı vesilesiyle ülke gençliğinin bu konulara ilişkin duyarlılığının canlanmış oluşu gayet verimli bir çıkış, başlangıç noktası olabilir.

Ömer Laçiner
Birikim - 8 Şubat 2021

Boğaziçi’nin Düşündürdükleri


- Murat Belge
Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör tayin etme olayı şimdiden önemli bir siyasi olay haline geldi, ancak göründüğünden daha da önemli olduğunu sanıyorum. Çünkü Tayyip Erdoğan’ın bu davranışı zihninde bir süredir oluşturmaya çalıştığı daha kapsamlı bir planın önemli bir parçası. Bunun nasıl bir plan olduğunu entelektüel düzeyde iktidar olamamak üstüne söylediği sözlerden hemen kavrayabiliriz. Bunun başlangıcını da birkaç yıl daha önce İstanbul İl Başkanı’na söylettiği “Biz artık sizden fikir alacak değiliz” deklarasyonuna götürebiliriz.

“Entelektüel alanda iktidar olamama” tesbitinde Tayyip Erdoğan haklı. Olamadılar. Bu şimdiki kadrolara göre daha “mürekkep yalamış” gibi duran Gülen cemaatinin münevverleriyle araları bozulmasaydı da böyle bir “iktidar” kuramazlardı. Çünkü entelektüel bir yaratıcılığa sahip olmak dogmatik bir inançla yan yana yürümez. Gülenciler daha esnek “görünse” de bu yalnızca bir görüntüydü.

Tayyip Erdoğan’ın entelektüel bir yaratıcılığa sahip olamayan bir siyasi hareketin uzun süre egemenliğini sürdüremeyeceği tesbiti de doğruydu. Sürdüremez. Öte yandan, sadece “ihale” yasası çıkarma konusunda gösterilen şecaat da bu kadroların hem kafayı neye taktıklarını, hem de başarılarını açığa vuruyor.

Durum böyleyse Tayyip Erdoğan ve kadroları kollarını sıvamalı, hareketin entelektüel bagajını doldurmalı... diye düşünebiliriz; ama bu iş kolay bir iş değildir. “Ol” demekle insan ilim irfan sahibi olmaz. “Bilgi” öyle elma armut gibi bir şey değildir; tohumu ekilip meyvası alınmaz.

O halde ne yapmak gerek? Tayyip Erdoğan erişmek istediği ama erişemeyeceğini de sanırım anladığı yeri tahrip ederek orayı ele geçirmeye karar verdi. Her işini zorla yapmaya alıştığı için olsa gerek, zorla aydın yetiştireceğini de (daha doğrusu başkalarının aydınının yetişmesini engelleyeceğini) aklı kesti. Bunun bir adımı (önemli bir adımı) olmak üzere de Boğaziçi saldırısını başlattı.

Bunun zorlu bir iş olduğunu herhalde tahmin ediyordu. Zorluğu göze aldı. Çünkü, bu “entelektüel iktidar” stratejisinin yanında başka sorunları da vardı. Boğaziçi’nde okuyup yetişen “elitler” konusunda yaptığı edebiyat bu öfkesini açığa çıkarıyor. Tabii bu yalnız Boğaziçi Üniversitesi’yle sınırlı bir şey değil. Tayyip Erdoğan ve çevresindekiler “elit” sevmiyorlar ve zaten bu kelimeyi bir hakaret sözü olarak kullanıyorlar. Oysa elbette, “elit olmak” 1) kötü bir şey değil; 2) kolay bir şey de değil. Ayrıca, faşist veya faşizan diktatörlüklerde şaşmaz bir biçimde karşımıza çıkan bir davranış. Entelektüel yaratıcılıkla dogmatik inancın yanyana varolamayacağını söylemiştim.

Tayyip Erdoğan’ın saldırı girişimi karşısında Boğaziçi Üniversitesi’nin hem hocalarının, hem de öğrencilerinin tutumu ve eylemleri bence tam olması gerektiği gibi oldu. Karşı geldiler, gelecekler de. Bu işin sonunun nasıl geleceğine dair bir tahmin yürütemiyorum ama iki tarafın da kendi istediği sonucun oluşması için ellerinden geleni yapacağı belli. Erdoğan’ın aklında, “tek adam” olmaya karar verdiği sürecin başında Gezi Direnişi karşısında duralamasının anısı hâlâ bir hayli taze olmalı. Tayyip Erdoğan mizacında bir adamın kolay kolay sineye çekebileceği bir durum değil bu.

Dolayısıyla Boğaziçi’nde elde etmeyi istediği sonucun aynı zamanda Gezi’nin intikamı olmasına önem verdiğini düşünüyorum. Elinin altındaki “kaba kuvvet”le böyle bir sonuç alması imkansız görünmüyor. Böyle bir kol bükme stratejisi Tayyip Erdoğan’ı ve yakın çevresini rahatsız etmez. Tersine, bundan özel bir zevk almaları da muhtemeldir, ama bunun toplumda geniş bir tepki yaratacağını tahmin ediyorum.


Murat Belge
Birikim - 9 Şubat 2021 Salı