Translate

24 Şubat 2021 Çarşamba

Goebbels ilkeleri


Hitler sadece Almanya değil, belki de tüm dünyayı sarsacak korkunç planlarını ortaya koyduğunda yalnız değildi. Hatta tüm bunları planlayan kişi Goebbels’di.


Diktatör nedir?
Diktatör Latince’de elinde mutlak ve sınırsız bir otoriteye sahip olan yöneticilere verilen tanımdır. Emir veren ve dikte eden anlamına gelir.
Diktatör terimi, Antik Roma'da, Roma Diktatörlüğü'nün senatosu tarafından acil durumlarda cumhuriyeti yönetmesi için atanan ve olağan dışı görevler üstlenen Magistratus'un unvanından geliyor.
Peki bu kavram günümüzdene için kullanılıyor? Ne için olacak, muhalefeti bastıran, ifade özgürlüğünü kısıtlayan ve yetkilerini kötüye kullanan liderler için kullanılıyor.
Hadi biraz daha detaylandıralım. Diktatörlükler genellikle seçimlerin ve sivil özgürlüklerin askıya alınması, olağanüstü hal ilan edilmesi, demokratik yollar kullanılmadan kanunlaştırılan kararname, siyasi muhaliflere baskı, hukukun üstünlüğü prosedürlerine uymama ve kişilik kültü ile ortaya çıkar. Kişi kültü nedir? Bir toplumda liderin yüceltilmesi, kahraman veya Tanrı benzeri bir figür olarak tanımlanmasıdır.
Diktatörler tek parti rejimlerinde sıklıkla görülür, bazı baskın parti sistemlerinde de ortaya çıkabilir tabi. Ha bu arada Diktatörler sol ve sağ siyasi görüşlere sahip olabilir.
Tarih boyunca; askeri cuntalar, tek partili devletler, baskın partili sistemin egemen olduğu devletler ve kişisel bir yönetim altındaki sivil hükümetler gibi farklı rejimlerde iktidara gelen çeşitli liderler diktatör olarak tanımlanıyor.

Dünya üstündeki ilk diktatörü anlatayım size. O günden bu güne hiçbir şeyin değişmediğini göreceksiniz: Qin Shi Huang, döneminde konfüsçülük ve diğer felsefeleri bir araya getiren Yüz Düşünce Okulunu yasakladı. Sizce neden? Çünkü düşünen insan tehlikelidir. Roma döneminde o hipodromlar kolezyumlar niye yapıldı sanıyorsun? Yönetim hakkında mırın kırın eden sorgulayan insanların kafasını dağıtmak ve hedef şaşırtmak için tabii ki.

Şimdi gelelim herkesin çok iyi tanıdığı meşhur diktatör Adolf Hitler’e. 1933’te Hitler, başbakan olduktan sonra Propaganda Bakanı olarak Goebbels atandı, tüm kültür unsurlarının propaganda malzemesi için kullanılmasına destek oldu. Radyolar propaganda yayıyor, sanat merkezlerinin her köşesi Goebbels'in kışkırtıcı mesajlarıyla dolup taşıyordu.
Radyonun iktidar için öneminden sık sık bahsediyordu Goebbels. İktidarın garantisi radyoda yapılan manipülatif yayınlardı sonuçta. Goebbels'in onayından geçmeyen kitaplar, sanat eserleri, şarkılar yok olup gidiyor, Nazileri öven sanatçılar için özel bütçeler ayrılıyordu.

GOEBBELS İLKELERİ
-Goebbels’e göre, propaganda 3’e ayrılır. Beyaz propagandanın kaynağı bellidir. Kara propaganda dost bir kaynaktan geliyor gibi görünür ama durum tam tersidir. Gri propaganda ise tarafsız bir kaynaktan geliyor gibi görünse de gerçekte düşman tarafından uygulanmaktadır. Gidişata göre 3 propagandadan biri seçilerek ilerlenir.
-Bu ilkelerden en önemli madde YALANDIR. Goebbels diyor ki : Yalan söyleyin mutlaka inanan çıkacaktır. Olmazsa yalana devam edin. Bir şeyi ne kadar uzun süre tekrarlarsanız, insanlar ona o kadar fazla inanırlar. Çünkü söylediğinizin nereden geldiğini, doğruluğunu unutur ve bir süre sonra o yalanı benimser.
-Halkı her zaman ateşleyin, asla soğumasına ve düşünmesine izin vermeyin. Demiş.
-Halk büyük yalanlara, küçük yalanlara göre daha çabuk inanır.
- Hatalı olduğunuzu ya da yanlış yaptığınızı asla kabul etmeyin.
-Sadece bir rakibinize odaklanın ve kötü giden her şeyin suçunu onun üzerine yıkın. İnsanlar bir süre sonra sorunun onda olduğuna inanacaktır.
-Her zaman etrafınızda bir yalaka ordusu bulundurun.
-Medyayı gerekiyorsa satın alın, yalnızca sizin propagandanızın yayınlanmasına izin verin.
-Adaleti ele geçiren devleti ele geçirir. Adaletin her zaman kendinden taraf olmasını sağlar. Son olarak da: "Önemli olan aydınlar değil kitlelerdir. Çünkü onları kandırmak çok kolaydır.”
İşte Hitler bu ilkeleri kullanarak, Önce Almanya’nın umudu oldu, yol yaptı hatta ilk otobanı yaptı, köprüler yaptı, medyayı ele geçirdi, adaleti ele geçirdi, insanların inançlarını manipüle etti derken iyice zıvanadan çıktı...

Dora Pedia Youtube Kullanıcısı

21 Şubat 2021 Pazar

Stalinizm!

Jozef Stalin'in doğum günü ve ölüm günü nedenleriyle yılda en az iki kez kutsandığı bir üikede yaşıyoruz. SSCB Parti Politik Bürosu tarafından yazılıp, her dilde hazırlanıp basılarak ülkelere legal, (olanak bulunmayan yerlerde illegal) olarak dağıtılan propoganda yüklü kitapları okuyarak yetişmiş nesillerin bu "Stalin Hayranlığı"nı bir dereceye kadar anlamak mümkün. Ama O'nun (kurduğu demeyeyim ama) geliştirdiği Parti Diktatoryasının ardıllarının dahi 1994 de artık yıkılmasına karar verdikleri yapının övünçle simgeleştirdiği Stalin hayranlığı, yeni nesiller için ancak bir propoganda ezberciliğinden başka bir anlama gelmez.
Bu "Stalin Severlik" bizden başka, bir de Yunanistan'da devam edegelen bir arıza. Bence, arızanın giderilmesi en başta Stalin fenomeninin oluşması sürecinden başlayarak tekrar ve tekrar anlatmakla giderilebilecek.
Bu bağlamda "hazret" hakkında internetten bilgi araştırırken rastladığım, bir inceleme yazısını, (kime ait olduğu bilinmiyor) kısmen güncelleştirerek; ve ilavelerle anlaşılır duruma getirerek yeniden yazmaya karar verdim. TO

Bugün Sovyetler Birliği tarihi hakkında bildiğimiz pek çok şeyi on beş-yirmi yıl önce bilmiyorduk, çünkü arşivler açık değildi. Sovyetler Birliği 1990’ların başında çöktüğünde, dağıldığında, parçalandığında, birçok arşiv yavaş yavaş açıldı.
Aşağıda yer alan yazılar, Peter Holquist’in çalışmalarına dayanıyor. Vaktiyle Cornell’de ders veriyordu, şimdiyse Princeton’da ders veriyor...
Ve Sheila Fitzpatrick’in Stalinizm üstüne daha yakın tarihli çalışmalarına dayanıyor.

Soru şu: Lenin’in Stalin’i getirmesi kaçınılmaz mıydı?
Bu zor bir soru. Sanırım, aslında ileride Sovyetler Birliği’ne dönüşecek olan şeyin yapısı, yani Bolşevik partinin işleyişi daha iktidara gelmeden kurulmuştu. Ana kavram "demokratik merkeziyetçilik"ti. Bu, Sovyet devletinin bir yukarıdan aşağıya karar alma ve gerekli haberleşmeyi aşağıya iletme aygıtı olarak düzenlenme biçimiydi. Prensipte, en yüksek düzeyde tartışmaların yürütülmesi gerekiyordu. Kararlar bir kere alındıktan sonra da Komünist Parti kanalıyla yayılacaktı. Ama kuşkusuz sırf Stalin’in paranoyası yüzünden(—biliyorsunuz, klinik bir paranoyaktı) milyonlarca insanın ölümüne yol açtı.
Stalinizm idaresi altında, tartışma kavramının kendisi Sovyet karşıtı tutumla özdeşleştirildi.

Esasında, emekçi insanlar adına—ve ayrıca bir dereceye kadar da milliyetler adına – bir halk devrimi olarak başlayan şey, proletarya diktatörlüğü halini almadı; proletaryanın değil Komünist Parti’nin, Komünist Parti’ye dönüşmüş Bolşevik Parti’nin ve Stalin’in diktatörlüğü haline geldi.
Stalin’in paranoyası arttıkça haliyle tasfiyeler geldi. Kimilerine Batılı Komünistlerin katıldığı ve oturup infaz edilmelerinden kısa bir süre önce Nazilerin, İngiliz kral taraftarlarının ya da işte her kiminse işbirlikçisi olduklarını itiraf eden, hiçbir zaman ve kesinlikle yapmadıkları şeyleri itiraf eden insanları dinledikleri büyük göstermelik yargılamalar.

Peter Holquist’in izinden giderek, bugün vurgulanması gereken noktalardan biri, Stalinist terörün yapısı –iç savaşta ya da Lenin’in Sovyetler Birliği’nin ilk dönemindeki egemenliğinde bunun evveliyatını görmek mümkün. Ama en başta milliyetlerin özerk olacağını tahayyül eden insanların, onların bu umutları çabucak yok edildi.
Stalin bakandı ya da "Milliyetler Komiseri" dedikleri şey her neyse o işi yapıyordu. İşçilerin kendi kendini yönetiminin ve kendi kendini ve üretim araçlarını denetiminin bu cesur yeni dünyada uygulanacağı fikri, işçilerin polis ve Sovyet devleti tarafından bastırılan grev ve protestolarıyla fazlasıyla hızlı bir şekilde yerle bir oldu.

Buranın hakiki bir işçi cenneti olduğu ve her şeyin mükemmel yürüdüğü yanılsaması 1920’lerde, hatta 1930’larda da sürecekti. Ama söz hep dönüp dolaşıp “parlak gelecek”e geliyordu. Parlak çok kullanılan bir sözcüktü. Birazdan bunu açacağım. Gelecek parlak olacaktı. Muhteşem olacaktı. Ama fedakârlıklar şimdi yapılmak zorundaydı. Devrimi, Amerikalılara, Fransızlara, İngilizlere ve kapitalist güçlere, vesaire vesaireye karşı korumak için fedakârlıklar şimdi yapılmak zorundaydı.
Hepinizin bildiği gibi, hiç de öyle olmadı tabi ki.

Öncelikle bütün bunların perde arkasında bir devlet kurmaya çalışmanın zorluğu vardı. İç savaştan dolayı, kıtlık koşullarından dolayı ve salt muazzam ekonomik güçlüklerden dolayı da bunun nasıl yapılacağı belli değildi. Bütün bu milliyetleri kapsayan bir ülke var elinizde. Ural Dağları’ndaki, madenlerdeki ve daha sonra Leningrad adını alacak olan Petrograd şehrindeki sanayi üretimine rağmen esasında hala bir köylü ülkesi olan bir ülke.

Yazının Devamı

16 Şubat 2021 Salı

Sivil anayasa ‘sivil’lerin yazdığı anayasa mıdır?

Alper Görmüş
Kelimelerin istismarı üzerinden insanları (ve toplumu) istismar etmek, siyasetçilerin en sevdiği sporlardan biri.

Mesela Süleyman Demirel Türkiye’nin bir “kanun devleti” olduğunu sık sık vurgulamayı pek severdi. Buradaki entrika, toplumun kahir ekseriyetinin ‘hukuk’ ve ‘kanun’ algısının aynı olması üzerinden bir illüzyon yaratmaktı. Devletin hukuk ve meşruiyet dışı davranışları böylece “açın okuyun, kanun dışı bir şey yapılmıyor, kanunda ne yazıyorsa o yapılıyor” klişesiyle gizlenebiliyordu.

Sıradan insanların aklına “iyi de ya o kanun ‘yanlışsa’” diye bir soru gelmiyordu. Nasıl gelsin ki? Devrin muhalefeti bile bu tuhaf argümanı bir çırpıda safdışı edecek o tek cümleyi kurmayı akıl edemiyor ya da -galiba- akıl etse bile işine gelmiyordu: “Sayın Demirel, Irak, Suriye, İran; etrafınızdaki bu diktatörlüklerin de kanunları var, mesele kanunların var olması ve onların uygulanması mı yoksa kanunların içeriği mi?”  

‘Cumhuriyet’ ve ‘demokrasi’ algıları

‘Hukuk’ ve ‘kanun’ üzerinden kurulan illüzyonun bir benzeri ‘cumhuriyet’ ve ‘demokrasi’ üzerinden kuruldu; Türkiye mademki bir cumhuriyetti (ki doğru, bir hanedan tarafından yönetilmiyor), o zaman otomatik olarak demokrasi de oluyordu.

Yüzyıllarca keyfîlik ve istibdatla özdeşleşmiş bir hanedan tarafından yönetilen bir ülkede, cumhuriyetle demokrasinin bir ve aynı şey olduğu illüzyonunu yaratmak zor değildi: Mademki padişahlığa son veren rejim cumhuriyetti, öyleyse bu rejim, otomatik olarak, yıktığı rejimin başat karakteri olan istibdata ve keyfîliğe karşı olacak, başka deyişle “demokratik” olacaktı.

Cumhuriyetle demokrasinin bir ve aynı olmadığı; etraftaki, kimsenin cumhuriyet olduklarına itiraz etmeyeceği diktatörlüklerin demokrasiyle hiçbir ilişkilerinin bulunmadığı itirazları tabii ki teveccüh görmedi ve bu illüzyon da on yıllar boyunca başarılı bir biçimde ifa etti fonksiyonunu.

‘Sivil’ demek asker-askerî olmayan mı demek?

‘Kanun-hukuk’ ya da ‘cumhuriyet-demokrasi’ üzerinden kurulan illüzyonların bir benzeri, daha akademik bir düzeyde ‘sivil-asker’ karşıtlığı üzerinden kuruldu.

Türkiye’de ‘sivil’ sözcüğü ‘askerî olmayan’ anlamında yaygın (ve yanlış) bir kullanıma sahip… Hiç unutmuyorum, yıllar önce, askerlerce işlenmiş suçların bir bölümünün (darbe girişimi vb.) askerî yargıda değil de adlî yargıda ele alınmasına ilişkin tartışmalar sırasında gazete sayfaları ‘sivil yargı’ sözcüğüyle dolup taşmıştı.

Oysa ‘sivil’ kavramı, doğup geliştiği Batı siyasal kültüründe başlangıcından beri ‘devlet alanının dışında kalan’ anlamında kullanılıyor. Bu çerçevede: Evet, Türk Silahlı Kuvvetleri sivil değildir ama, Dışişleri Bakanlığı ya da Kültür Bakanlığı da ‘sivil’ değildir. Evet, askerî mahkemeler sivil değildir ama onların dışında kalan mahkemeler de sivil değildir; her ikisi de devlet alanının içindedir çünkü.

Bugünlerde, yeni anayasa tartışmaları bağlamında ‘sivil’i asker-askerî olmayan anlamında kullanma üzerinden işletilmeye çalışılan yeni bir illüzyona şahit oluyoruz.

İktidar, şimdiye kadarki bütün anayasaların askerler tarafından yapıldığını hatırlatarak hepimizi ‘sivil’ bir anayasa yapmaya davet ediyor, buna gönül indirmeyenleri de ‘sivil’ olmamakla itham ediyor.

Bu itham haklı ve yerinde bir itham olabilirdi; meğerki iktidar gerçekten de ‘sivil’ olsaydı.

Demokrasilerde iktidarlar seçimle işbaşına gelir, fakat bu kriter tek başına onlara ‘sivil’ karakterini kazandırmaz. Çünkü devleti yönetmektedirler ve bu süreçte içinden çıkıp geldikleri toplumla, yönetmeye başladıkları devlet arasında kendilerini nerede konumlandırdıkları önem kazanır.

İktidara geldikten sonra bir zamanlar sözcüsü oldukları toplumsal talepleri devlete kabul ettirmeye mi çalışacaklar, yoksa zaman içinde devlet tarafından devşirilecek ve böylece, tam tersine devletin toplumdan istediklerinin bir sözcüsü haline mi gelecekler?

İktidarların ne kadar ‘sivil’ kalabildiğine ancak bu somut gözlemler sonucunda karar verilebilir.

AK Parti hangisine daha yakın? Devlete mi topluma mı?

AK Parti, kabaca iktidarda ilk 10 yılını geçirdikten (ve iktidara yerleştikten) sonra toplumu kendi cemaatinden ibaret saymaya başladı ve toplumun yarısından koptu.

Bu birinci aşamaydı…

İkinci aşama 2013’ten (17-25 Aralık), özellikle de 15 Temmuz’dan (2016) sonra geldi. AK Parti, bu dönemde yeni bir tercih yaptı: İktidarının başından beri ortak olduğu Gülencilerin tehdidi altında, bir zamanlar kendisini yıkmaya çalışan eski devlet unsurlarıyla ittifak kurmaya başladı.

Üçüncü aşamada MHP de devreye girdi; artık AK Parti’nin, toplumun kendi cemaatinden olan bölümüyle de ciddi sorunları oluşmaya başlamıştı. Böylece AK Parti’nin toplumdan çok devletin bir parçası olma süreci tamamlanmış oluyordu.

İşte şimdi bu AK Parti toplumun karşısına geçmiş, onu ‘sivil’ anayasa yapmaya davet ediyor.

Yapılmak istenen şey belli: ‘Daha fazla devlet’ içeren bir anayasa. Fakat bu doğrudan söylenemiyor doğal olarak. O zaman da siyasetçiler yine çok iyi bildikleri o entrikayı sokuyorlar devreye: Kelimelerin istismarı üzerinden insanları (ve toplumu) istismar etmek.

Örneğimiz üzerinden düşünürsek: Kendisi aslında devlet alanında olduğu halde ‘asker ya da askerî olmayan’ın ‘sivil’ olduğu illüzyonu üzerinden sivil anayasa çağrısı yapmak ve buna icabet etmeyenleri de askeri vesayetçilikle suçlamak!

Muhalefetin önünde bu samimiyetsizliği ve istismarı teşhir etmek gibi güç bir görev var.

Alper Görmüş

(Serbestiyet)