Translate

28 Şubat 2021 Pazar

Yaşar Kemal

Yaşar Kemal, asıl adı Kemal Sadık Gökçeli. Van Gölü’ne yakın Ernis (bugün Ünseli) köyünden olan ailesinin Birinci Dünya Savaşı’ndaki Rus işgali yüzünden uzun bir göç süreci sonunda yerleştiği Osmaniye’nin Kadirli ilçesine bağlı Hemite köyünde 1926’da doğdu. Doğum yılı bazı biyografilerde 1923 olarak geçer.
Ortaokulu son sınıf öğrencisiyken terk ettikten sonra ırgat kâtipliği, ırgatbaşılık, öğretmen vekilliği, kütüphane memurluğu, traktör sürücülüğü, çeltik tarlalarında kontrolörlük yaptı.

1940’lı yılların başlarında Pertev Naili Boratav, Abidin Dino ve Arif Dino gibi sol eğilimli sanatçı ve yazarlarla ilişki kurdu; 17 yaşındayken siyasi nedenlerle ilk tutukluluk deneyimini yaşadı.
1943’te bir folklor derlemesi olan ilk kitabı Ağıtlar’ı yayımladı.
Askerliğini yaptıktan sonra 1946’da gittiği İstanbul’da Fransızlara ait Havagazı Şirketi’nde gaz kontrol memuru olarak çalıştı.
1948’de Kadirli’ye döndü, bir süre yine çeltik tarlalarında kontrolörlük, daha sonra arzuhalcilik yaptı.

1950’de Komünizm propagandası yaptığı iddiasıyla tutuklandı, Kozan cezaevinde yattı. 1951’de salıverildikten sonra İstanbul’a gitti, 1951-63 arasında Cumhuriyet gazetesinde Yaşar Kemal imzası ile fıkra ve röportaj yazarı olarak çalıştı. Bu arada 1952’de ilk öykü kitabı Sarı Sıcak’ı, 1955’te ise bugüne dek kırktan fazla dile çevrilen romanı İnce Memed’i yayımladı.

1962’de girdiği Türkiye İşçi Partisi’nde genel yönetim kurulu üyeliği, merkez yürütme kurulu üyeliği görevlerinde bulundu.
Yazıları ve siyasi etkinlikleri dolayısıyla birçok kez kovuşturmaya uğradı. 1967’de haftalık siyasi dergi Ant’ın kurucuları arasında yer aldı. 1973’te Türkiye Yazarlar Sendikası’nın kuruluşuna katıldı ve 1974-75 arasında ilk genel başkanlığını üstlendi. 1988’de kurulan PEN Yazarlar Derneği’nin de ilk başkanı oldu.
1995’te Der Spiegel’deki bir yazısı nedeniyle İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde yargılandı, aklandı. Aynı yıl bu kez Index on Censorhip’teki yazısı nedeniyle 1 yıl 8 ay hapis cezasına mahkûm edildiyse de cezası ertelendi.

Şaşırtıcı imgelemi, insan ruhunun derinliklerini kavrayışı, anlatımının şiirselliğiyle yalnızca Türk romanının değil dünya edebiyatının da önde gelen isimlerinden biri olan Yaşar Kemal’in yapıtları kırkı aşkın dile çevrilmiştir.

Yaşar Kemal, Türkiye’de aldığı çok sayıda ödülün yanı sıra yurtdışında aralarında Uluslararası Cino del Duca ödülü, Légion d’Honneur nişanı Commandeur payesi, Fransız Kültür Bakanlığı Commandeur des Arts et des Lettres nişanı, Premi Internacional Catalunya, Fransa Cumhuriyeti tarafından Légion d’Honneur Grand Officier rütbesi, Alman Kitapçılar Birliği Frankfurt Kitap Fuarı Barış Ödülü’nün de bulunduğu yirmiyi aşkın ödül, ikisi yurtdışında beşi Türkiye’de olmak üzere, yedi fahri doktorluk payesi aldı.

28 Şubat 2015 tarihinde vefat etti.

24 Şubat 2021 Çarşamba

Goebbels ilkeleri


Hitler sadece Almanya değil, belki de tüm dünyayı sarsacak korkunç planlarını ortaya koyduğunda yalnız değildi. Hatta tüm bunları planlayan kişi Goebbels’di.


Diktatör nedir?
Diktatör Latince’de elinde mutlak ve sınırsız bir otoriteye sahip olan yöneticilere verilen tanımdır. Emir veren ve dikte eden anlamına gelir.
Diktatör terimi, Antik Roma'da, Roma Diktatörlüğü'nün senatosu tarafından acil durumlarda cumhuriyeti yönetmesi için atanan ve olağan dışı görevler üstlenen Magistratus'un unvanından geliyor.
Peki bu kavram günümüzdene için kullanılıyor? Ne için olacak, muhalefeti bastıran, ifade özgürlüğünü kısıtlayan ve yetkilerini kötüye kullanan liderler için kullanılıyor.
Hadi biraz daha detaylandıralım. Diktatörlükler genellikle seçimlerin ve sivil özgürlüklerin askıya alınması, olağanüstü hal ilan edilmesi, demokratik yollar kullanılmadan kanunlaştırılan kararname, siyasi muhaliflere baskı, hukukun üstünlüğü prosedürlerine uymama ve kişilik kültü ile ortaya çıkar. Kişi kültü nedir? Bir toplumda liderin yüceltilmesi, kahraman veya Tanrı benzeri bir figür olarak tanımlanmasıdır.
Diktatörler tek parti rejimlerinde sıklıkla görülür, bazı baskın parti sistemlerinde de ortaya çıkabilir tabi. Ha bu arada Diktatörler sol ve sağ siyasi görüşlere sahip olabilir.
Tarih boyunca; askeri cuntalar, tek partili devletler, baskın partili sistemin egemen olduğu devletler ve kişisel bir yönetim altındaki sivil hükümetler gibi farklı rejimlerde iktidara gelen çeşitli liderler diktatör olarak tanımlanıyor.

Dünya üstündeki ilk diktatörü anlatayım size. O günden bu güne hiçbir şeyin değişmediğini göreceksiniz: Qin Shi Huang, döneminde konfüsçülük ve diğer felsefeleri bir araya getiren Yüz Düşünce Okulunu yasakladı. Sizce neden? Çünkü düşünen insan tehlikelidir. Roma döneminde o hipodromlar kolezyumlar niye yapıldı sanıyorsun? Yönetim hakkında mırın kırın eden sorgulayan insanların kafasını dağıtmak ve hedef şaşırtmak için tabii ki.

Şimdi gelelim herkesin çok iyi tanıdığı meşhur diktatör Adolf Hitler’e. 1933’te Hitler, başbakan olduktan sonra Propaganda Bakanı olarak Goebbels atandı, tüm kültür unsurlarının propaganda malzemesi için kullanılmasına destek oldu. Radyolar propaganda yayıyor, sanat merkezlerinin her köşesi Goebbels'in kışkırtıcı mesajlarıyla dolup taşıyordu.
Radyonun iktidar için öneminden sık sık bahsediyordu Goebbels. İktidarın garantisi radyoda yapılan manipülatif yayınlardı sonuçta. Goebbels'in onayından geçmeyen kitaplar, sanat eserleri, şarkılar yok olup gidiyor, Nazileri öven sanatçılar için özel bütçeler ayrılıyordu.

GOEBBELS İLKELERİ
-Goebbels’e göre, propaganda 3’e ayrılır. Beyaz propagandanın kaynağı bellidir. Kara propaganda dost bir kaynaktan geliyor gibi görünür ama durum tam tersidir. Gri propaganda ise tarafsız bir kaynaktan geliyor gibi görünse de gerçekte düşman tarafından uygulanmaktadır. Gidişata göre 3 propagandadan biri seçilerek ilerlenir.
-Bu ilkelerden en önemli madde YALANDIR. Goebbels diyor ki : Yalan söyleyin mutlaka inanan çıkacaktır. Olmazsa yalana devam edin. Bir şeyi ne kadar uzun süre tekrarlarsanız, insanlar ona o kadar fazla inanırlar. Çünkü söylediğinizin nereden geldiğini, doğruluğunu unutur ve bir süre sonra o yalanı benimser.
-Halkı her zaman ateşleyin, asla soğumasına ve düşünmesine izin vermeyin. Demiş.
-Halk büyük yalanlara, küçük yalanlara göre daha çabuk inanır.
- Hatalı olduğunuzu ya da yanlış yaptığınızı asla kabul etmeyin.
-Sadece bir rakibinize odaklanın ve kötü giden her şeyin suçunu onun üzerine yıkın. İnsanlar bir süre sonra sorunun onda olduğuna inanacaktır.
-Her zaman etrafınızda bir yalaka ordusu bulundurun.
-Medyayı gerekiyorsa satın alın, yalnızca sizin propagandanızın yayınlanmasına izin verin.
-Adaleti ele geçiren devleti ele geçirir. Adaletin her zaman kendinden taraf olmasını sağlar. Son olarak da: "Önemli olan aydınlar değil kitlelerdir. Çünkü onları kandırmak çok kolaydır.”
İşte Hitler bu ilkeleri kullanarak, Önce Almanya’nın umudu oldu, yol yaptı hatta ilk otobanı yaptı, köprüler yaptı, medyayı ele geçirdi, adaleti ele geçirdi, insanların inançlarını manipüle etti derken iyice zıvanadan çıktı...

Dora Pedia Youtube Kullanıcısı

21 Şubat 2021 Pazar

Stalinizm!

Jozef Stalin'in doğum günü ve ölüm günü nedenleriyle yılda en az iki kez kutsandığı bir üikede yaşıyoruz. SSCB Parti Politik Bürosu tarafından yazılıp, her dilde hazırlanıp basılarak ülkelere legal, (olanak bulunmayan yerlerde illegal) olarak dağıtılan propoganda yüklü kitapları okuyarak yetişmiş nesillerin bu "Stalin Hayranlığı"nı bir dereceye kadar anlamak mümkün. Ama O'nun (kurduğu demeyeyim ama) geliştirdiği Parti Diktatoryasının ardıllarının dahi 1994 de artık yıkılmasına karar verdikleri yapının övünçle simgeleştirdiği Stalin hayranlığı, yeni nesiller için ancak bir propoganda ezberciliğinden başka bir anlama gelmez.
Bu "Stalin Severlik" bizden başka, bir de Yunanistan'da devam edegelen bir arıza. Bence, arızanın giderilmesi en başta Stalin fenomeninin oluşması sürecinden başlayarak tekrar ve tekrar anlatmakla giderilebilecek.
Bu bağlamda "hazret" hakkında internetten bilgi araştırırken rastladığım, bir inceleme yazısını, (kime ait olduğu bilinmiyor) kısmen güncelleştirerek; ve ilavelerle anlaşılır duruma getirerek yeniden yazmaya karar verdim. TO

Bugün Sovyetler Birliği tarihi hakkında bildiğimiz pek çok şeyi on beş-yirmi yıl önce bilmiyorduk, çünkü arşivler açık değildi. Sovyetler Birliği 1990’ların başında çöktüğünde, dağıldığında, parçalandığında, birçok arşiv yavaş yavaş açıldı.
Aşağıda yer alan yazılar, Peter Holquist’in çalışmalarına dayanıyor. Vaktiyle Cornell’de ders veriyordu, şimdiyse Princeton’da ders veriyor...
Ve Sheila Fitzpatrick’in Stalinizm üstüne daha yakın tarihli çalışmalarına dayanıyor.

Soru şu: Lenin’in Stalin’i getirmesi kaçınılmaz mıydı?
Bu zor bir soru. Sanırım, aslında ileride Sovyetler Birliği’ne dönüşecek olan şeyin yapısı, yani Bolşevik partinin işleyişi daha iktidara gelmeden kurulmuştu. Ana kavram "demokratik merkeziyetçilik"ti. Bu, Sovyet devletinin bir yukarıdan aşağıya karar alma ve gerekli haberleşmeyi aşağıya iletme aygıtı olarak düzenlenme biçimiydi. Prensipte, en yüksek düzeyde tartışmaların yürütülmesi gerekiyordu. Kararlar bir kere alındıktan sonra da Komünist Parti kanalıyla yayılacaktı. Ama kuşkusuz sırf Stalin’in paranoyası yüzünden(—biliyorsunuz, klinik bir paranoyaktı) milyonlarca insanın ölümüne yol açtı.
Stalinizm idaresi altında, tartışma kavramının kendisi Sovyet karşıtı tutumla özdeşleştirildi.

Esasında, emekçi insanlar adına—ve ayrıca bir dereceye kadar da milliyetler adına – bir halk devrimi olarak başlayan şey, proletarya diktatörlüğü halini almadı; proletaryanın değil Komünist Parti’nin, Komünist Parti’ye dönüşmüş Bolşevik Parti’nin ve Stalin’in diktatörlüğü haline geldi.
Stalin’in paranoyası arttıkça haliyle tasfiyeler geldi. Kimilerine Batılı Komünistlerin katıldığı ve oturup infaz edilmelerinden kısa bir süre önce Nazilerin, İngiliz kral taraftarlarının ya da işte her kiminse işbirlikçisi olduklarını itiraf eden, hiçbir zaman ve kesinlikle yapmadıkları şeyleri itiraf eden insanları dinledikleri büyük göstermelik yargılamalar.

Peter Holquist’in izinden giderek, bugün vurgulanması gereken noktalardan biri, Stalinist terörün yapısı –iç savaşta ya da Lenin’in Sovyetler Birliği’nin ilk dönemindeki egemenliğinde bunun evveliyatını görmek mümkün. Ama en başta milliyetlerin özerk olacağını tahayyül eden insanların, onların bu umutları çabucak yok edildi.
Stalin bakandı ya da "Milliyetler Komiseri" dedikleri şey her neyse o işi yapıyordu. İşçilerin kendi kendini yönetiminin ve kendi kendini ve üretim araçlarını denetiminin bu cesur yeni dünyada uygulanacağı fikri, işçilerin polis ve Sovyet devleti tarafından bastırılan grev ve protestolarıyla fazlasıyla hızlı bir şekilde yerle bir oldu.

Buranın hakiki bir işçi cenneti olduğu ve her şeyin mükemmel yürüdüğü yanılsaması 1920’lerde, hatta 1930’larda da sürecekti. Ama söz hep dönüp dolaşıp “parlak gelecek”e geliyordu. Parlak çok kullanılan bir sözcüktü. Birazdan bunu açacağım. Gelecek parlak olacaktı. Muhteşem olacaktı. Ama fedakârlıklar şimdi yapılmak zorundaydı. Devrimi, Amerikalılara, Fransızlara, İngilizlere ve kapitalist güçlere, vesaire vesaireye karşı korumak için fedakârlıklar şimdi yapılmak zorundaydı.
Hepinizin bildiği gibi, hiç de öyle olmadı tabi ki.

Öncelikle bütün bunların perde arkasında bir devlet kurmaya çalışmanın zorluğu vardı. İç savaştan dolayı, kıtlık koşullarından dolayı ve salt muazzam ekonomik güçlüklerden dolayı da bunun nasıl yapılacağı belli değildi. Bütün bu milliyetleri kapsayan bir ülke var elinizde. Ural Dağları’ndaki, madenlerdeki ve daha sonra Leningrad adını alacak olan Petrograd şehrindeki sanayi üretimine rağmen esasında hala bir köylü ülkesi olan bir ülke.

Yazının Devamı