Translate

17 Nisan 2023 Pazartesi

Demokratik ve Çevreci Bir Toplumsal Hareket

Gustave Massiah-
Fransa şu anda sosyal, ekolojik ve demokratik konulardaki çelişkileri açığa çıkaran yeni bir sosyal ve siyasi kargaşa evresiyle karşı karşıya. Emeklilik reformuna karşı devam eden direniş ve agresif hükümet eylemleriyle karşılanan yoğun çevre protestoları ile protestolar giderek kitleselleşiyor. Gençler otoriterliğe karşı direnişe daha fazla angaje olmuş durumda. Bu çelişkilerle birlikte gelen yoğun çatışmaları ve şiddeti nasıl anlayabiliriz?

Cumhurbaşkanlığına ikinci kez seçilen Emmanuel Macron, Ulusal Meclis'te nispi bir çoğunluğa sahip olduğunun farkındaydı. Emeklilik reformunu hayata geçirerek, prim süresini uzatmaya ve tam emeklilik için emeklilik yaşını ertelemeye sıcak bakan Cumhuriyetçi partisi ile çoğunluğu oluşturabileceğine inanıyordu. Bu ittifakı daha da sağa kayarak; göç ve barınma haklarını kısıtlayacak yasaları hayata geçirerek güçlendirmeyi amaçlıyordu. Politik ortamı üç farklı ideolojik akıma bölen siyasi kutuplaşmanın boyutlarını tam olarak kavrayamadı: neoliberal sağ, kimlik ve milliyetçiliğe dayanan yeni bir sağ (aşırı sağdan ilham alan) ve birleşmiş bir sol. Bu kutuplaşma uluslararası ölçekte de pekişmişti. Fransa'daki tablo, parlamento çoğunluğunu elde etmeyi zorlaştırırken başkanlık sisteminin eksikliklerini de artırıyor olup kurumların bir kriz döneminde nasıl yetersiz kaldığını da gözler önüne seriyor.

Odağı emeklilerin maaşlarına koyma kararı yalnızca taktiksel bir hamle değildi, ivedi olmasa da köklü bir geçmişin ürünü olan stratejik bir yönelimdi. 1981'den itibaren bu durum açıktır: Seçimleri kazanan sol hükümet, insanlara hayatlarını yaşayabilmeleri için daha fazla zaman tanıma vaadinin bir parçası olarak 60 yaşında emeklilik ve 35 saatlik çalışma haftası uygulamalarını hayata geçirmişti. Ne var ki bu hamle sol hükümetin öngöremediği kilit bir çelişkiye yol açmıştı. 1980'lerden önce emeklilik meselesi toplumsal hareketlerde pek gündeme gelmiyordu. 1982'den itibaren ise merkezî ve nükseden bir mevzu haline geldi.

Fransa'daki toplumsal hareketlerin geçmişine bakacak olursak, emekli maaşları için verilen mücadelelerin nasıl önemli bir rol oynadığını görebiliriz. Ulusal düzeyde ayaklanmalara önayak olmuş önemi yadsınamaz yaklaşık on beş toplumsal vuku buldu. 1984'te düzenlenen eşitlik için yürüyüş, 1986'da kayıtdışı çalışanların açlık grevi ve yine 1986'da Devaquet reformuna karşı gerçekleştirilen öğrenci grevi. Özel eğitim hakkı için düzenlenen tek sağ ulusal seferberlik olan 1984'tekinden hiç bahsetmiyorum bile. 95'ten itibaren, dokuz büyük eylemden altısı emeklilik sistemi reformlarına karşıydı; halbuki öncesinde bunun için hiç eylem olmuyordu. 1995'te Juppé emeklilik reformu tasarısına karşı; 2003'te Fillon emeklilik reformu tasarısına karşı; 2010'da yeni Fillon planına karşı; 2018'de demiryolu işçilerinin hakları için; 2019'da Edouard Philippe reformuna karşı; 2023'te şu anki reforma karşı. 1995 yılından itibaren Fransa'da emeklilik konularına odaklanmayan sadece üç büyük toplumsal hareket meydana geldi. Bunlar, Jacques Chirac tarafından başlangıçta onaylanıp daha sonra iptal edilen 2016 tarihli ilk işe giriş sözleşmesi; El Khomry Yasası diye bilinen 2016 tarihli İş Yasası ve 2018 yılındaki Sarı Yelekliler hareketidir.

Yani demem o ki emeklilik konusunda ortada derinden gelen bir mesele var. Emeklilik yaşının 1982'de 60'a çıkarılmasından günümüze başa geçmiş tüm hükümetlerin öncelikli hedefi, saplantısı bu konu oldu. Bunun için iki neden öne sürülüyor: ortalama yaşam süresinin artıyor oluşu emekli maaşlarının finanse edilmesini imkânsız hale getirecek, uluslararası rekabet ise buna izin vermeyecek ve Fransız ekonomisi mahvolacak. Durum bu olunca birkaç emeklilik reformu ve haftalık 35 saat çalışma sistemine geri dönüldü ve bunlar da birbirinden önemli toplumsal hareketlerle karşılandı. Bunu müteakip yıllar ise bu korkulara bir yanıt verdi. Fransız ekonomisi uluslararası rekabetin yarattığı şok altında çökmedi; kırk altı yıl boyunca direndi. Şirketlerin sosyal katkı paylarını sistematik olarak azaltmasına rağmen emekli maaşlarının finansmanı imkânsız hale gelmedi. Bir yandan da Fransa'nın durumu Avrupa ve uluslararası sermaye için kabul edilemez düzeyde. Zira diğer ülkelerin eğilimi çalışma saatlerinin ve emeklilik yaşının arttırılması yönünde. Avrupa'da emeklilik yaşı 67'ye yükseldi ve şimdi 70'e çıkarılması planlanıyor. Fransız istisnası buna dayanamaz.

Şunu kabul etmemiz lazım: işçiler isterse tembel olsun, problem bu değil. Mevzu bahis olan işin kendisi değil, egemen sınıfa kâr bırakacak ücretli emektir, zorla ve sömürülerek çalışmaktır. Talep edilen şey zaten daha az çalışmak değil, daha az sömürülmek. Demografinin değişiyor olması sınıf mücadelesini ortadan kaldıramaz. Ne emekliler ne de şu an istihdam edilenler daha az çalışmak istiyor, seçeneklerini özgürce belirleyebilmek, özgürce çalışmak istiyorlar. Bu insanlar zaten ailelerine bakarak ve içinde yaşadıkları toplumun aktif üyeleri olarak topluma önemli ölçüde hizmet ediyorlar. İşte bu eylemler de toplumun işleyişi, büyümesi ve gelişmesi için hayati önem taşıyor.

Avrupalı ve uluslararası sermaye çevrelerinin Fransız liderlerden beklediği bir şey var; işçileri ortak normlara geri döndürmeleri ve onlara çalışma saatlerinin azaltılmasının mümkün olduğunu kanıtlayarak kötü örnek teşkil etmekten vazgeçmeleri. Bu talep de kapitalist krizin ne kadar ileri gidebildiğini gösteren ve kemer sıkma ile güvenlikçiliği harmanlayan katı bir neoliberalizme kayışla sonuçlanan 2008 mali krizinden bu yana daha da güçlendi. Dünya lideri olmasa da bir Avrupa lideri olarak tanınmak isteyen ve neoliberal kapitalizmin faydalarına ikna olmuş görünen Emmanuel Macron, vaatler vermeye hazır görünüyor.

Fransız işçilerini Avrupa kapitalizmiyle uyumlu hale getirmeye yönelik süregelen girişimler güçlü bir muhalefetle karşılaşıyor. İşçilerin direnişi durumu idrak etmek açısından hayati önem taşıyor. Emeklilik reformlarına karşı yapılan protestolar, çalışma saatlerinin azaltılmasının yarattığı erozyona karşı verilen daha büyük bir direnişin parçasıdır. Bu mücadeleler, erkek, kadın ve çocuklar da dahil olmak üzere tüm işçilerin bizzat bedenlerini ilgilendirdiği için özellikle zorlu geçiyor. Rêve Générale, ceux d'en bas et l'émancipation adlı kitabında Denis Paillard, Marx'ın çalışma saatlerinin azaltılması için verilen mücadelenin, ücret artışı için verilen mücadeleler gibi diğer mücadelelerden daha radikal olduğu görüşünü vurguluyor. Bunun nedeni, sermaye ve emek arasındaki zenginlik dağılımının temelden değişmesini ve sömürü odaklı işin aksine toplumsal olarak faydalı işin korunmasını içermesidir.

Toplumsal çatışma ilişkileri germiş ve çevre krizinin yeterince anlaşılamaması nedeniyle uzamıştır. Bununla birlikte, özellikle sorunun boyutuna uygun politikalar ve eylemler talep eden genç nesiller arasında durumun büyüklüğüne ilişkin farkındalıkta önemli bir artış olmuştur. İklimdeki bozulma endişe vericidir ve gelecek için bir tehdit oluşturuyor. Politikalarda değişiklik yapmadan sadece nutuk atmak hava, su ve topraktaki bozulmayla mücadele edemez. Su rezervlerinin özelleştirilmesi yeraltı sularına yönelik riski artırıyor ve büyük, kontrolsüz ve özelleştirilmiş projelere dayalı çözümler iklim hareketinin savunduğu dönüşüm modeline ters düşüyor. Uyarılara rağmen yetkililer kayıtsız.

İklim hareketi giderek daha önemli hale gelmiştir ve büyük konferansların verimsizliğinden endişe duyarak somut müdahaleler ve siyasi taahhütler talep ediyor. Su depolarına karşı yapılan bir gösteri sırasında genç nesiller, çalışan çiftçiler ve topluluk hareketleri arasında bir yakınlaşma görüldü. Hükümet yeni “Korunası Bölgeler” yaratılması korkusunu saldırgan ve şiddet içeren bir polislik politikasını haklı çıkarmak için kullandı. Yetkililer, siyah grupların varlığını abartarak ve hayal ürünü bir aşırı sol tehdide karşı savaş ilan ederek şiddet unsurlarının varlığını iddia etti. Bu tür bir dil, gençleri, çalışan köylüleri ve dernekleri bir araya getiren bir hareket olan Toprak Ayaklanmalarının dağıtılması çağrısında bulunan içişleri bakanının aşırı gerginliğini ortaya koyuyor.

Göstericilere ve çevre aktivistlerine karşı şiddet ve baskı kullanılması, gençlerin geniş kesimlerinin radikalleşmesine katkıda bulunmuştur. Hükümetin otoriter eğilimleri, parlamentodaki bir oylamayı atlamak için bir parlamento hükmünü kullanmasıyla örneklenmiştir. Seçmenlerin ve çalışan nüfusun önemli bir çoğunluğu tarafından reddedilen bir reformu Ulusal Meclis'teki oylamadan kaçınarak hayata geçirme inadı, demokratik kurumlara yönelik tehlikeli bir saygısızlığı ortaya koymuştur. Bu prosedür yasal olsa da seçmenlerin üçte ikisinin iradesine aykırı olduğu sürece demokratik olarak kabul edilemez. Emeklilik yaşının 64'e yükseltilmesi de dahil olmak üzere emeklilik reformunun geri çekilmesi, emeklilik sistemi reformları ve çalışma saatlerinin azaltılmasına saygı konusunda gerçek müzakereler için fırsatlar yaratabilir. Kurumsal reform tartışmasından kaçınılamaz. Halk arasındaki öfke güçlüdür ve yakın zamanda yatışması da pek olası görünmüyor.

Ekolojik toplumsal hareket, otoriterliğe karşı çıkan ve yöneticileri yönetici sınıfına ve finans burjuvazisine bağlayan meritokrasiye meydan okuyan demokratik bir harekettir. Finans sınıfının her şeye gücü yeten kontrolü, yozlaşmanın kaynağı ve siyasetin reddi olarak görülüyor. Bu yeni dönemin çelişkileri yoğunlaşıyor ve işçi ve sendika hareketi, köylüler hareketi, feminist hareket, çevreci hareket, ırkçılık ve ayrımcılık karşıtı hareket, güvencesizlik, göçmen hakları hareketi, barınma hakları hareketi gibi çeşitli hareketler yeni radikallikleri ön plana çıkarıyor. Bu hareketlerin stratejileri sürekli evrim geçiriyor ve dünya genelinde aşırı sağcı güvenlik ve kimlik temelli ideolojilerin yükselişi, gelecek korkusunu ve bu yeni radikalizmlere karşı direnci yansıtıyor. Ancak geleceğin önü açıktır ve toplumsal, ekolojik ve demokratik mücadelelerin bir araya gelmesi bir özgürleşme stratejisini müjdeliyor.

Bu yazı 5 Nisan 2023’te alternAtives International’da yayımlanmıştır.
Çeviren: Ömer Faruk Pak/Birikim

14 Mart 2023 Salı

Milliyetçilik faşizme götürüyor

Almanya'nın en prestijli edebiyat ödülü Georg Büchner'i kazanan yazar Emine Sevgi Özdamar'a göre insanlığın kurtuluşu dünya insanına dönüşmekle mümkün.

Almanya'ya 1960'lı yıllarda işçi olarak geldikten sonra tiyatroya yönelen ve bu alanda kariyer edinen Emine Sevgi Özdamar, Almanca öykü ve romanlar da yazıyor. Eserleri ile Almanya'da çok sayıda ödülün sahibi olan Özdamar, son olarak ünlü Alman yazar ve düşünür Georg Büchner adına verilen, Almanca konuşulan ülkelerin en prestijli edebiyat ödülünü kazandı. Bu ödülü daha önce alan Max Frisch, Günter Grass, Heinrich Böll, Peter Weiss ve daha bir çok ünlü Alman edebiyatçının arasına girmeyi başaran Özdamar ile Almanya öyküsü, tiyatro yaşamı ve eserleri hakkında konuştuk.

  • DW Türkçe: Sizin Almanya öykünüz klasik işçi göçüyle başlıyor ama sonra farklı gelişiyor. 1960'larda Berlin'de bir buçuk sene fabrika işçiliği yaptıktan sonra Türkiye'ye döndünüz, amacınız tiyatrocu olmaktı. Almanya'da sizi tiyatroya yönelten ne oldu?

    Emine Sevgi Özdamar: Biz 68 kuşağıyız. O dönem çok canlı, çok hareketliydi. Bu hareketli ortamda Berlin'de bir arkadaşım sayesinde Brecht'i keşfettim. Ama diyelim ki Berlin'e gelmesen onu Türkiye'de tanıyacaktım, çünkü dediğim gibi müthiş bir hareketlilik vardı Türkiye'de de. Ama gene de tabii çok önemlidir bir başka ülkeye gitmiş olmak. Sinemacı Jean Luc Godard'ın bir cümlesini okumuştum kitabında "Üretken olabilmek için yaratıcı olabilmek için anavatanını terk etmeli ki insan aynı anda iki yerde birden olabilsin". Ben bundan çok hoşlanmıştım çünkü genellikle söylenen şey iki yerin arasında olmak, iki sandalyenin arasında oturamamak, iki dil arasında tercih yapmak falan gibi böyle dramatikleştiriyorlardı olayı. Ben öyle düşünmüyorum, aynı anda iki yerde birden oluyorduk gibime geliyordu ve hoşuma gidiyordu bu aynı anda iki yerde olmak.

  • Almanya'ya geldiğinizde Almanca öğrenmeye başladınız. Almanca bilmek yaşamınızı nasıl değiştirdi?

    Dil öğrenmek sadece o dili konuşmak veya anlamak değildir. Birdenbire Heinrich Böll'ü okuyabiliyorsun orijinalinden ya da Kafka'yı. Buna çok sevinmiştim, Kafka'yı okuyacağım diye. Mesela New York'ta bir üniversiteye misafir profesör olarak çağırmışlardı birkaç aylığına. Şehir ilk günler ilginç geliyor, birçok şeyi tanıyorsun çünkü filmlerde görmüşsün. Ama filmlerde bir dramaturji var, kurgu vardır, günlük hayatta o yok. O yüzden yoğunlaştırılmış bir İngilizce kursuna başladım. Sabah dokuzdan saat üçe kadar gidiyordum oraya. Aradan haftalar geçip dersler devam ettikçe şey diyordum "ah ne güzel İngilizce yazanları onların yazdıklarından tanıyacağım", yani o geldi aklıma. En sevdiğim yazarları o dilden okumak.

  • Almanca çok sayıda öykü ve tiyatro oyunları yazdınız ama sizi Alman okurlar ilk romanınız olan "Hayat Bir Kervansaraydır, iki kapısı vardır, birinden girdim diğerinden çıkıyorum" ile tanıdı. Bu eseri farklı kılan ise kullandığınız dil. Almanca'da alışık olmadık cümleler kullanarak bir farklılık yarattınız. Tabii bir de romanın sıra dışı bir kahramanı vardı…

    Evet, ilk romanım öyle oldu. Kahramanım bir kız çocuğu. Roman anne karnında başlıyor. Hayatı oradan görmeye başlar. Matrak bir çocuktur. Amerika'da bu kitabı "Ölmeden Önce Okunması Gereken 1001 Kitap" arasına seçtiler. Kitabı analiz eden uzman o kız çocuğu için çok harika bir şekilde anarşist tanımlamasını yaptı. Ben bu ifadeden çok hoşlanmıştım. Evet yani bana bu tanım çok iyi gelmişti. Çocuğun anarşist oluşu... Çünkü ben herkese tavsiye ediyorum biraz anarşi, yoksa insanlar en olmadık kişilerin, olayların karşısında kafalarını yere eğiyorlar. Ama sorgulamak lazım.

  • O anarşist çocuk aslında sizin içinizde vardı da romanda mı vücut buldu? Yani kafanızdaki o kızı mı yazdınız?

    Yazarken iki kişisin, sen ve yarattığın kahramanın. Onun da bir alternatif hafızası var, daha farklı bir zihinsel kodları var. Yazarken o da seni yönlendiriyor. Rolde de öyledir, bir rolü çalışırken de sen önce o rol için kafanı yorarsın. Mesela Ophelia'yı nasıl bir kız olarak oynasam falan diye. Ama bir süre sonra onu yaratmaya başlarken o da başlar seni yaratmaya. Yani karşılıklı etkileşim oluyor ve birbirimizin sınırlarını zorlayabiliyoruz. Haftalarca prova yaparsın, birdenbire öyle dahiyane bir şey bulursun ki, kendin de beklememişsindir. Ama o bütün o çalışmaların, sürecin bir sonucudur. Bu aşağı yukarı yazarken de oluyor.

  • Türkiye'de tiyatro eğitiminizi tamamladıktan sonra önemli rollerde de oynadınız. Ama Almanya'ya geldiğinizde bu durum değişti. Daha "sıradan roller" verildi, mesela temizlik işçisi Türk kadınlarını oynadınız.. Bu durum şevkinizi kırmadı mı?

    Ben geldiğinde bunun için henüz çok erken olduğunu anladım. Yani yabancı işçiler buraya gelmiş ve daha ikinci kuşak yetişmemiş, herkes burada biraz sosyal oyunlarını oynayan oyuncular gibiler işte. Orada Türk insanlarına düşen de işçilik falan filan diye öyle görülüyor. Yani verilen rol o, zavallı insan rolleri. Ben öyle görmediğim için, bu kuşakta bir şey olmayacak daha diyordum. Türkiye'de oynayabileceğin rolleri burada asla oynayamazsın. Daha alışmamış kimse, böyle bir grup yok. Bir tek Fransa'da vardı. Ama yaygın değildi. Belki diyordum 3-4 jenerasyon sonra yaygınlaşacak. Mesela o zaman televizyonda Türk, Yunan ya da İtalyan spiker de yoktu, şimdi var. Öyledir, zamanı ihtiyacı var bunun, hemen baştan olmaz bu işler. Ben bunu biliyordum ve adeta bunun parodisini yapar gibi sempatik bir şekilde Türk temizlikçi kadın rollerini oynuyordum, çok da hoşuma gidiyordu. Bu arada ben roller arasında bir ayrım da yapmam. Hamlet'e hazırlanmakla bir temizlikçi kadın rolüne hazırlanmak arasında hiçbir fark yoktur. Hani sanki temizlikçi kadını oynamak aşağılık bir olaymış falan gibi düşünmedim hiç.

  • Siz kendinizi "Ne Türk, ne Alman, evrensel bir sanat insanı" olarak tanımlıyorsunuz. Neden?

    Çünkü tek kurtuluş o bence. Herkesin öyle olması lazım çünkü. İnsanları faşizme götürüyor bu milliyetçilikler, aşırı milliyetçilikler, oradan bir şey çıkmaz. Mesela ben üzülüyorum, Türkiye'de bazı insanlar başka ülkelerin gelip onları parçalayacaklarını düşünüyorlar. Belki tamam haklı, şundan olabilir: Osmanlı İmparatorluğu yıkıldı ve parçalandığı için oradan kalma bir travma var tabii. Halklar yer değiştirmiş, oradan gelmiş, oradaki her şeyini kaybetmiş. Burada bulmuş, bulamamış. Bunlar da bütün insanlar için bir travma, sadece Türkler için değil. Türkiye'den Yunanistan'a gönderilen Rumlar için de aynı… Bunlar korkunç şeyler aslında, bunlara pabuç bırakmamak gerekiyor: Yani birisi gelecek parçalayacak, onlar bizi istemez… Dünya insanı olacağız başka hiçbir çare yok.

  • Özellikle ikinci romanınız "Haliç Köprüsü" ve Georg Büchner Ödülü'nü size getiren son eseriniz "Gölgelerle Sınırlı Bir Mekan" romanında 68 kuşağı vurgusu öne çıkıyor. Ama geldiğimiz noktada 68 kuşağının ideallerinin havada asılı kaldığını söylemek mümkün. Hâlâ o ideallere ulaşılabilir mi sizce?

    Aslında tüm bunlar değişebilir. Ana sorunlar yok edilip insanlar yeniden hür düşünmeye başlarsa değişebilir. Şu anda çok zor tabii, çünkü bir korkunun içinde yaşıyor insanlar. Orwell'in 1984 romanındaki gibi bir duygu, bir şey insanı basıyor Türkiye'de. Korku çok kuvvetli bir duygudur. Korkudan kurtulmak çok zordur ama kurtulunur, eğer ortam değişirse. Aslında insanlar duyarlı, yani imkanları olsaydı hemen değiştirecekler. Hep İspanyolları düşünürüm. Aslında tabii neredeyse özenilecek bir halk. Savaşta bütün dünya birlikte onların yanındaydı ve mahvedildiler. İspanyol faşistleri tarafından mahvedildiler. Diktatör Franco da gebermedi, 40 yıl durdu başlarında. Korkuttu herkesi ve aileler birbirinden ayrıldı, polarizasyon başladı. Ama öldükten sonra başa geçen hemen demokrasi için start verdi ve solcular kazandı. Demek ki onlar da hazırmış. Korkulardan kurtulmak için sorgulamak gerekiyor. İnsanlar korkarken nedenlerini araştırıp bulmak için düşünmeye devam eder. Diktatörlüklerde de sürekli düşünmeye devam etmek… Çünkü o bir başkaldırı biçimidir. İyidir yani, vücuda iyi gelir. Başka çare yok çünkü…

  • Sanatla neleri değiştirebilir insanlar?

    En başta kendisini değiştirir, kendisini değiştirirken bir başkasını da değiştirir, bir başkası da başkasını değiştirir. İyidir değişim, değiştirmek çok iyi bir şeydir…

    DW Türkçe



    Emine Sevgi Özdamar kimdir?
    1946'da doğdu, İstanbul'da büyüdü. 1965 yılında 19 yaşındayken Berlin'e işçi olarak geldi. 1967'de İstanbul'a döndü ve konservatuvardan mezun olduktan sonra profesyonel oyuncu olarak yeniden Almanya'ya gitti. Demokratik Almanya Cumhuriyeti'nde edebiyatçı ve oyun yazarı Bertolt Brecht'in öğrencilerine asistanlık yaptı. Fransa'da da tiyatro ve akademik çalışmalarda bulundu. Bazı filmlerde de rol aldı. Yazdığı öykü ve romanları Türkçe'ye de tercüme edildi. Bu eserlerinden dolayı çok sayıda ödül aldı. Halen Berlin'de yaşıyor.
  • 5 Mart 2023 Pazar

    İstanbul’un deprem tarihi

    Kuzey Anadolu fay hattının etki alanında yer alan İstanbul, tarih boyunca şehri fiziksel ve sosyal olarak dönüştüren pek çok deprem gördü. Roma İmparatorluğu, Bizans ve ardından Osmanlı dönemleri boyunca bu bölgede yaşanan depremlerin İstanbul'daki yıkıcı etkisi sık sık tarihi kayıtlarda yer buluyor.

    Son 2000 yılda yaşanan depremlerin ardından tutulan kayıtlarda "Hasar görmeyen ev, yıkılmayan baca kalmadı" ifadesiyle sıkça karşılaşılıyor.

    Uzmanlar dünyadaki bazı diğer deprem bölgelerine kıyasla tarih boyunca “başkent” olmuş İstanbul’da eski dönemlere ait çok sayıda yazılı kayıt olduğunu söylüyor.

    BBC Türkçe’ye konuşan, ‘Sismik Şehir Manzarası: İstanbul’un Tarihinde Depremler’ makalesinin yazarı, deprem araştırmacısı Elizabeth Angell, İstanbul’u değişik ölçeklerde etkileyen, farklı büyüklüklerde yüzlerce deprem yaşanmış olabileceğini söylüyor.

    İstanbul’da yaşayanların hayatında her zaman deprem olduğunu söyleyen Angell, hasara yol açan 358 yılında ve daha sonra 6. yüzyılda depremler olduğunu ifade ediyor.

    “İstanbul’da çok sayıda tarihi yapı var ve bunlar tarih boyunca tekrar tekrar hasar görüp yenileniyorlar. Örneğin Bizans döneminde şehir surları birkaç kez yıkılıyor. Ayasofya da aynı şekilde” diyen Angell, Osmanlı dönemine dair daha çok bilgi olduğunu belirtiyor.

    Etkisi en büyük depremlerden birinin Osmanlı tarihinde ‘Kıyamet-i Suğra’ (Küçük Kıyamet) olarak bilinen 1509 depremi olduğunu söyleyen Angell, “Tam sayıları bilmiyoruz tabii ama binlerce insan öldü ve ağır yıkım oldu. Şehir surları zarar gördü, pek çok kule yıkıldı, 100 ciAngell, 22 Mayıs 1766’da Marmara Denizi’nin doğusunda meydana gelen ve İstanbul Boğazı ve Mudanya Körfezi'ne kadar uzanan tsunamiye yol açan önemli bir depremin etkilerinin 5 Ağustos’ta aynı bölgenin batısında yaşanan ikinci bir depremle şiddetlendiğini ifade ediyor. Bu depremlerde 4-5 bin arasında kişinin öldüğünü ve şehirde panik ve kargaşa yaşandığını söyleyen Angell, “Fatih Camii, şehir surları, Yedikule, Kapalıçarşı, Topkapı Sarayı gibi yerlerde hasar oluştu. Hatta padişah bir süre çadırda kaldı” diyor.varı cami hasar gördü” diyor.

    Angell, 22 Mayıs 1766’da Marmara Denizi’nin doğusunda meydana gelen ve İstanbul Boğazı ve Mudanya Körfezi'ne kadar uzanan tsunamiye yol açan önemli bir depremin etkilerinin 5 Ağustos’ta aynı bölgenin batısında yaşanan ikinci bir depremle şiddetlendiğini ifade ediyor.

    Bu depremlerde 4-5 bin arasında kişinin öldüğünü ve şehirde panik ve kargaşa yaşandığını söyleyen Angell, “Fatih Camii, şehir surları, Yedikule, Kapalıçarşı, Topkapı Sarayı gibi yerlerde hasar oluştu. Hatta padişah bir süre çadırda kaldı” diyor.

    Yazının Tamamı >>>