Doğancan Özsel:
Yaşamın hızına yetişemediğini fark edip en güzel günlerinin geride
kaldığına artık tümden ikna olan birinin, teselliyi nostalji denizinde
boğulmakta bulmasına benziyor Ayasofya kararı. Zamandan öylesine kopuk,
güncel ihtiyaçlara öylesine sağır… Bunun içerisinde bulunduğumuz yüzyıla
ait bir gündem olmadığının itirafı TBMM Başkanı Mustafa Şentop’tan geldi.
“Ayasofya bizim kuşağımızın, bizden önceki birçok kuşağın ideallerinde
cami olarak açılması gereken bir yapı olarak her zaman yer almıştı,”
diyen Şentop, bu adımı “bir hedef, bir hayal, bir rüya” olarak niteledi.

Hakikaten, gençliği İslâmcılık çizgisinde geçmiş ve en genci ellili yaşlarında
olan bir neslin hayali gerçek oldu. Ancak bu kuşak, bugüne ayak uydurmakta
zorlanan bir kuşak. Bugünün dilini konuşabilmek için giriştiği her çaba sakil
duran bir kuşak. Erdoğan’ın Youtube üzerinden düzenlediği gençlik buluşmasını bir düşünün. Karşısında
gençler vardı ama Erdoğan’ın yanıtları da, düzenlenen etkinliğin formatı da
köhnemişti.
Ayasofya’nın yeniden cami olduğunu duyunca içten bir coşkuya kapılanlar büyük
oranda işte bu kuşağın insanları. Onlar yalnızca bugüne değil, kendilerine
atfettikleri İslâmcı kimliğe de yabancılaşmış durumdalar. İktidarın
nimetlerini tattıkça, zenginleşip kent yaşamının merkezine oturdukça artan
dünyevi meyillerini ve çocuklarında gözledikleri seküler eğilimleri şaşkınlık
ve korkuyla izliyorlar. Bir zamanlar yaşamlarını ve siyasi başarılarını
üzerine kurdukları dindar-laik ve Doğucu-Batıcı gibi dikotomiler değişmez
birer koordinat ekseni olmaktan günbegün çıkarken, onlar da bir kimlik
krizinin pençesine düşüyor. Bu İslâmcı kadrolar için muktedir olmanın tatmini
kimliksizleşme tehlikesini bertaraf edemiyor, siyasi geleceksizlik
buhranlarına bir çözüm olamıyor.
Ayasofya kararı işte bu buhran içerisinde kendini nostalji denizine
bırakmanın, bir rüyaya dalarak gençliğin coşkusunu yeniden tatmaya çalışmanın
bir yolu. 2030’ların Türkiye’sinde çoğunluğu oluşturacak olan insanlarla
anlamlı bir ilişki kurmaktan aciz olduklarını fark edenler, birkaç günlüğüne
de olsa yeniden bir önceki yüzyılın siyasi kodlarını yeşerten hoş bir seda ile
ruhlarını dinlendiriyorlar. Gerçi sanmayın ki Ayasofya’nın ibadete açılması
meselesi ilk ortaya atıldığında bugünkünden daha az afaki bir gündem
maddesiydi. NATO şemsiyesi altında gelişen anti-komünist İslâmcılığın kimlik
kurma sürecinin bir sembolizmi olarak bu talep, Cumhuriyet’le girilen
rövanşist ilişkinin bir ifadesinden ibaretti. O zamanlar da tıpkı bugünkü gibi
yaşamın somut taleplerinden kopuk bir hülya olduğu için, hiçbir zaman büyük
bir kitlesel talep haline gelemedi ve 1980’den sonra da çok küçük bir klik
dışında hemen tümüyle unutuldu. Ta ki yitirdikleri kimliklerinin yasını tutma
ihtiyacına kapılan Erdoğan ve akranı İslâmcılar, bu eski sembolizme daha sıkı
sarılmaya karar verinceye değin.
“Modern nostalji,” diyor Svetlana Boym, “mitik geri dönüşün olanaksızlığı
için, açık sınırları ve değerleri olan büyülü bir dünyanın yitirilmesi için
tutulan yastır”. Sembolizmi çok güçlü olan bu nostaljik hamle de aslında bir
kuşağın yas tutma biçimi. Sınırları belirsizleşmiş, değerleri çoğullaşmış bir
dünyayla yapıcı bir ilişki tesis edemeyenler, gençlik yıllarında kendileri
için kurdukları sınırları net ve değerleri keskin dünyanın yasını tutuyorlar.
Onlar yeni neslin sosyal medyaları ile kavgalı, Netflix’e sinirliler. Bugünün dünyasına dair vizyonları, internete kimlik numarası
ile girilmesini önermeye yetiyor ancak. İşin kötü yanı, bu yeni dünyaya
yetişemiyor olduklarının farkındalar. Haftalık din derslerinin sayısını
arttırdıkça dinden uzaklaşan genç nesiller yetiştirdiklerini görüyorlar. Z
kuşağı ile nasıl bir ilişki kuracağız diye yana yakıla çözüm arıyor, özel
raporlar hazırlatıyor, gençlerle sık sık bir araya gelmeye çabalıyorlar.
Aslına bakarsanız bu yazı alınan kararının içeriğine yönelik bir itiraz değil.
Kararın kendisi yazının konusu dahi değil. Burada yapmaya çalıştığım tek şey,
bu Ayasofya adımının, daha genel bir iktidar yitiminin semptomu olarak
okunabileceğini göstermeye çalışmak. İktidar penceresinden elbette ki
Ayasofya’nın ibadete açılması semptomdan çok bir tedavi yöntemi gibi
görünüyor. Erdoğan ve çevresi buradan bir popülarite dalgası devşirmeyi
umuyor. Hatta belki “one minute!” benzeri bir rüzgâr yaratarak, bütün
Avrupa’yı karşısına alan cesur ve mağrur Erdoğan imajını yeniden
yaygınlaştırabileceklerini düşünüyorlar. Halbuki bu karardan anlamlı ve kalıcı
bir popülarite artışının çıkabilmesi mümkün değil. Sosyoekonomik olarak çok
daha parlak bir dönemde değil de en buhranlı zamanlardan birisinde alınan bu
karar, Ayasofya rüyasının yaşamın gerçekleri ve insanların somut ihtiyaçları
karşısındaki görece önemsizliğini ifşa etmekten başka bir işe yaramayacak.
Nitekim Metropoll Araştırma’nın konu hakkındaki çalışması da halkın %55’inin bu konuyu bir gündem değiştirme hamlesi veya seçim
taktiği olarak gördüğünü gösteriyor. Güncel sorunlar bu kadar ağır iken,
Ayasofya’dan medet ummak beyhude bir bekleyiş. Şöyle düşünün: Bursa’da tıbbi
cihaza bağlı olarak yaşayan bir KOAH hastasının, evinin elektriği kesildiği
için 9 Temmuz’da hayatını kaybettiği haberi düştü sosyal medyaya. Ertesi gün
de hükümet Ayasofya’yı yeniden ibadete açtı. Sizce yarın Bursa’daki o sokağın
insanları bu iki konudan hangisini konuşuyor olacaklar? Bir ay sonra bu iki
sorundan hangisini daha fazla hatırlayacaklar?
Yazıyı bitirirken son bir noktanın altını çizeyim. Ayasofya’nın açılması
talebi hükümetin elindeki bir kart olarak siyasi bir değer ifade ediyordu
belki. Ancak bu tip siyasi kozların sorunu, bir kez oynandıklarında artık
onlardan ek bir fayda elde etmenin mümkün olmamasıdır. Tıpkı başörtüsü diye
bir sorunun artık ortada olmamasının AKP bakımından bir siyasi argüman kaybı
anlamına gelmesi gibi. Dün de Erdoğan İslâmcılık adına son kozlarından
birisini oynadı. Gerçi bunun 2020 yılında hâlâ bir koz olarak görülebilmiş
olması dahi insanı gülümsetiyor. Belli ki iktidar köhnüyor, diyecekleri
tükeniyor. Şimdi rüzgâr yaşamı savunanların, zamanını geçmişle hesaplaşmak
yerine yarını konuşmaya harcayanların yelkenlerini dolduruyor. Anlaşılan o ki,
güzel günler göreceğiz…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder