Translate

8 Eylül 2021 Çarşamba

Kuzey Rüzgarları

"kuzey rüzgârları saçlarımda hüznü estiriyor. sonbahara teslim olmuş bu gizli bahçede oturmuş hatırlamaya çalışıyorum: ben ne zaman delirdim?"

Bu bahçe daha ne kadar saklayacak beni daha ne kadar kol kanat gerip koruyacak dışarıdaki kurtlar sofrasından bilemiyorum. öyle güzel ki burada sadece kendime ait sevgili hüznümü yaşamak, sadece bu bahçede oturmak, hayatımda ilk ve belki son defa başka hiçbir şey düşünmeden sadece sonbaharla şehrimize düşen kuzey rüzgârlarının bu küçük yeryüzü parçacığına yeniden ve yeniden şekil vermesini seyretmek. kuzey rüzgârları cansız yaprakları oradan oraya amaçsızca ama ahenk içinde savuruyor sonra ağaçların arasından göğe doğru yükselip gri bulutları birbirinden ayırıyor, bazen at başları bazen gülen insan yüzleri yaratıyor bulutlardan, sonra tekrar yere inip toprağı etrafa savuruyor. bu ne büyük bir zevkmiş. delirmek buysa niye daha önce delirmek aklıma gelmedi ki?

Delirmek ince bir çizgi üzerinde yürüyen insanlar için hayatın ölüm kadar ya da herhangi bir hastalık kadar yakın yüzlerindendir. Hastalık kategorisine girmekle beraber sosyal bir olgudur aslında. Deliliği kanser, böbrek yetmezliği veya görme bozukluğundan ayıran hastadan çok etrafını rahatsız etme durumudur. Delirmek bu kahrolası dünyada kafası çalışan herkesin er ya da geç önüne çıkar, yolunu keser, ve tamamiyle kendi tarafına çekmeye çalışır. Tamamiyle çekemezse durum daha da vahim olur. O zaman iki dünya arsında devamlı yolculuk yapan zavallı bir ruh gibi iki tarafı arasında sıkışır kalır zavallı insan.

Zavallı küçük insan, kendi içinden çıkardığı görece büyük insanlar tarafından deli ve deli olmayan olarak ikiye ayrılmayı öğrenir, üstelik bu delilikler de kendi içlerinde alt ve üst sınıflara ayrılabilir : daha çok deliler, daha az deliler, tolere edilebilir deliler, asla göz yumulamaz deliler. Bir de şanslı ve şanssız deliler vardır. Tahmin edilebeleceği üzere birinci grubu özelikle sanatçılar oluşturur, Dali veya Nietzche ne kadar normal ne kadar deliydiler tartışılır ama Dali ünlü bir sanatçı olmasa ve Bilbao' nun dar sokaklarında duvarlara bir şeyler çizse herhalde polis tarafından güzelce kovalınırdı (veya tutucu mahalle sakinleri tarafından). Aslında deliren birçok insan halinden memnundur, ne de olsa insanlık için küçük kişisel özgürlükleri için büyük bir adım atmışlardır. Ama büyük insanlar onları elbette yalnız bırakmayacaktır ve kutsal iyilik ve yüce erdemler adına tüm hayatlarını delilerine, deli olmalarına rağmen insanca yaşayabilmeleri için adarlar. Ve bu söylenen inanın bana doğru. Normal insanlar delileri dış dünyanın iğrenç saldırganlığından koruyabilmek için hayatlarını delilerle geçirmeye işte böyle razı olmuş yüce gönüllüler, ne yaptığını bilmezler ve çaresizlerdir.

Psikayatrist doktorlar ve onların asistanları ve onların öğrencileri; belki bilinçli olarak isteyerek belki de çoğu şeye hükmeden kaderin cilvesi olarak hayatlarını delileri incelemeye, deliliğin tarihini yazmaya, deliliği tedavi etmeye adarlar ve hayatları boyunca delileri sarıp sarmalayıp korumaya and içerler. Kimisi deliliğin tarihine yapacağı katkılardan ötürü ödüllendirilir, ismi tarih kitaplarına geçer; çoğu yıllar geçip arkasına baktığında dışarıdaki dünyaya yeniden kazandırdığı hastalarının sayılarının çok olması için elinden geleni yapar; kimisi hayatını adadığı deliliğin derin felsefesinde kendini kaybeder, deliliği doktor kimliği içinde eritir, içselleştirir ve bir çeşit yaratık olarak hayatına devam eder; kimisi her elektro şok verişinde gözyaşlarını kabullense de kabullenmese de akıtır içinde biryerlere ve damlalar içindeki ırmağa kavuştuğunda başına geleceklerin meraklı dehşetiyle yaşar.

Ve baş hemşireler ve onların genç yardımcıları taze hemşireler neden doğumhanede yeni doğmuş pırıl pırıl bir bebeğe bakmak varken delilerin akla durgunluk veren renkli ve saçma dünyalarında devamlı bir rüya ve kabus arasına sıkışmış hayatları gözetlemek durumunda kaldıklarını, biteviye tekrarlanan çığlıklardan, tırmalamalardan, dışkı kokularından ve daha nice garip olaydan nasıl olurda kurtulabileceklerini düşünürken ellerine geçirdikleri uyuşturucu yüklü iğneyi belki de bir tür hayvansı ve bir o kadar da insancıl şevkle delinin derisine batırırken akşama ne yemek pişireceği, çocuğunun sınavının nasıl geçtiği hatta komşusunun kocasının gerçekten karısını aldatıp aldatmadığı kafasına takılıverince, allahım benim ne günahım vardı diye sorgulamaz mı? Sorgular elbette: bazen delirerek, bazen isyan ederek, bazen tüm hoşgörüsünü kaybederek, hatta insanlıktan çıkarak, bazen de kendi hayatını yaşayamama adına höşgörüsüne sıkı sıkı tutunarak, bazen de kendi deliliğini başka hastalar üzerinden örtmeyi başararak hayatını devam ettirir....

Hastabakıcılar ise adeta katillerin, adi suçluların tutulduğu hapishanelerin bir o kadar toplum suçlusunu andıran gardiyanlarının neredeyse benzer güç kullanma yetkileriyle doğal olarak donatılmış kendi halinde aile babalarıdır. Onlar için önemli olan eve ekmek parası götürmek kadar temel bir gereksinimdir. Gerisi çok da önemli değildir.

Tüm bu insanlar yarı tanrıcılık oynayarak normal ve anormal tanımlarının üzerine kendilerince bir dünyayı inşa ederken; onları alkışlayan, paralarını ödeyen, saygısını esirgemeyen DIŞARIDAKİLER uzaktan kumanda ettikleri delileri kapattıkları yerde gidip görmeden hatta varlıklarını hastalıklı bir şekilde unutarak hatta yok sayarak yaşamaya devam ederler. Ölüm kadar gerçek, an kadar yakın, güzel bir kadın kadar çekici, şarap kadar baştan çıkarıcı ve tanrı kadar erişilmez delilik kapalı kapılar arkasında, tımarhanelerin karanlık odalarında, terapi odalarının loş ışığında, hipnozun derin uykusunda içten içe yanan kor ateş gibi varlığını devam ettirir: Herşeye rağmen sinsice ve pervasızca üstten bakarak, insanların dünyasına ve içlerinde barındırdıkları ve kendilerinin bile bilemedikleri herşeye.

Neden doktor oldum bilmiyorum. galiba pek elle tutulur bir nedenim yoktu ama ailem doktor olacağıma çok sevinmişti, ben de onlar sevindi diye sevinmiştim. sonra uzmanlık için psikiyatriyi isteyerek seçtim. belki o zamanlar da delireceğimi biliyordum, belki benim kontrolümün dışında da çalışabilen beynimin bana ufak bir oyunuydu, bile bile neredeyse kendi ayaklarımla taşıdım kendimi bu binaya. ilk zamanlar zordu, içeriyi ve dışarıyı ayrı tutmaya, iki hayat yaşayan iki ayrı insan olduğumu farzetmeye çalışıyordum. kendi içim ve dışımın ne kadar birbirinden uzak olduğunu da işte bu zamanlarda farkettim. aslında korumaya çalıştığım bir içim, ayrı tutmaya çalıştığım bir hayatım, herşeyden önemlisi dış diye bir şey yoktu. benim içim boştu, hayatım boştu, dışarısı ve içerisi aynı yerden çıkıp ayrı yollardan geçip aynı yere geliyorlardı. bir dönem direndim, nede olsa eğitimliydim. bir iki zavallı savunma mekanizması bile geliştirdim. o kadar zavallılardı ki kimsenin çözmesine gerek kalmadan kendi içlerinde çözülüverdiler. benim için artık iç ve dış kalmamıştı. elektro şok tedavisini ilk uyguladığım hastayı odasında ilk gördüğümde bana bakışlarındaki öfkeyi hiçbir savunma mekanizması hayatımdan uzak tutamazdı. sonumun, veya sonumun başlangıcının, hayır bu da olmadı: bu hayatımın sonunun ve yeni hayatımın başlangıcının artık çok yakınındaydım. ilk günler kurtar beni der gibi baktığını zannetiğim hastaların aslında hallerinden memnun olduklarını 'kurtar beni' anlamını bakışlarına benim yüklediğimi kabullenmek zor gelmedi. zaten hazırdım. delilik ana kucağı gibi sıcacık bir rahatlık vaadederek beni yanına çağırıyordu ve ben de ona doğru koşuyordum. işte hepsi bu. şimdi bu küçük bahçede hiçbir şey için kafamı yormak zorunda kalmadan sadece kuzey rüzgârlarını dinliyorum. hayatımda ilk defa sadece içimi yaşıyorum. kuzey rüzgârları içime tıpkı saçlarıma yaptığı gibi dilediğince yeni şekiller verirken ben sadece gülümseyerek mırıldanıyorum : ben kendini kuzey rüzgârı zanneden bir deliyim, ben mutluyum.

Pınar Türen

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder